33 yazarın Türk Çocukluğu
33 yazarın Türk Çocukluğu Fransa'da yayınlandı
Farklı etnik ve dini kökenden 33 yazarın, Türkiye izi taşıyan çocukluklarına dair anlattıkları hikâyeler Fransa’da kitap oldu. Bir Türk Çocukluğu şimdilerde Everest Yayınları’nca dilimize çevriliyor.
Çoğu zaman birbirinden farklı dinlerin, etnik kökenlerin her zaman iç içe değilse de yan yana yaşandığı bir çocukluk onlarınki.. Kimi İstanbul’da, kimi ise Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde ya da Avrupa kentlerinde geçen, kimi zaman Osmanlıca izleri de taşıyan Türkçe’nin, Arapça’nın, Ermenice, Rumca, Judeoespanyol ile Kürtçe’nin, bazen de Almanca ile Fransızca’nın, İngilizce’nin uçuştuğu bir dünya! Yazarların en yaşlısından en gencine kronolojik olarak sıralandığı eser, yine bu kitap için hazırladığı metinden hemen sonra vefat eden ve çocukluğu İstanbul’da geçen Talat S. Halman ile başlayıp, ‘Diyarbakırlı çocukluğu’nu anlatan Azad Ziya Eren ile sona eriyor. Yani 1930 – 1980 arası kimi şehirli, kimi taşralı ‘Bir Türk Çocukluğu’ onlarınki.
Fransa’da Bleu Autour Yayınevi tarafından basılan kitabın, 2016 başında Everest Yayınları’ndan çıkması planlanıyor. Kitap için kaleme alınan çocukluk öykülerinin bazılarının orijinali Fransızca, bazıları ise Türkçe yazılmış. ‘Sonsöz’ olarak yer alan Moris Farhi imzalı İngilizce metin Hrant Dink’e adanmış.
Aralarında Enis Batur’dan Selim İleri’ye, Ayfer Tunç’tan Şafak Pavey’e, Haydar Ergülen’e Türkiye çapında tanınan isimlerin de olduğu çalışmada yer alanların bir kısmı yazarlıktan gelmeyken, bir kısmı da araştırmacı, mimar, mühendis, üniversite hocası ya da ressam.. Kitap yazarlarının bir bölümü Türkiye’de yaşamaya devam ederken, bir bölümü yıllardır yurtdışında. Çocukluklarını Türkiye’de geçiren, her biri farklı bir azınlığın içinde büyüyen ve bugün Fransa’da yaşayan dört isimle kitap üzerine konuştum, sorularımı çocukluklarının heyecanıyla yanıtladılar. Tıpkı Edip Cansever’in söylediği gibi: “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk / Hiçbir yere gitmiyor.”
Rosie Pinhas-Delpuech: “Geçmişe değil, geleceğe özlem kitabı bu!”
1946 İstanbul doğumlu Rosie Pinhas, Musevi bir ailenin çocuğu. Notre-Dame de Sion Lisesi’nden mezun olduktan sonra felsefe ve Fransız edebiyatı eğitimi almak üzere Fransa’ya gelmiş. Ardından bu alanlarda öğretmenlik yapmaya İsrail’e giden ve 1984’te Paris’e kesin dönüş yapan Pinhas, Fransız Actes Sud Yayınevi’nde İbranice-Fransızca çevirilerinin sorumlusu. Pinhas’ın Türkçe’den Fransızca’ya yaptığı Sait Faik çevirileri ile Fransızca yazdığı ve Türkçe’ye de çevrilmiş bir kitabı mevcut.
Bir Türk Çocukluğu başlıklı kitap projesi önerildiğinde ilk olarak ne hissettiniz? Sizin için ‘Türk çocukluğu’ neydi?
Türk çocukluğumu çok anlattığım için önce konuyu tükettiğimi zannettim. Sonra, ‘Benim için Türk çocukluğu neydi?’ diye düşünmeye başladım. Bu çocukluktan avucumda esaslı olarak ne kalmıştı? Aklıma yine Atatürk geldi, tamamen bilinçaltı ve esaslı, temel bir simge: Bana alfabeyi, okumayı, yazmayı, yani hayatımın temellerini armağan etmiş, kocaman bir ‘Baba ve Yasa figürü’! Tabii bu kadar kocaman bir simgeye ‘korku’ da bağlı. Hemen sonra, bizim ilkokulun fakirlerini, yani okula karda yalınayak gelen çocukları düşündüm. Ve bu çocuklara okuma yazma öğretme, onları besleme isteğini. Ne kadar önemli bir değer! Ve bu değerleri ben ‘Türk çocukluğum’da ‘temelledim’!
Diğer öyküleri de göz önüne aldığınızda bu türden bir kitap sizin için ne ifade ediyor?
1950-1960’larda, okuma yazma öğrenip fakirlikten çıkmak, ileriyi görmek çok esaslı değerlerdi. Bunu özledim. Çocukluğumun modern, ileriye bakan, Türk ailelerini özledim. Taşrada beraber ögretmenlik yapan çiftleri, çocuklarını özledim. O senelerin ileri ve modern projelerini özledim. Ayrıca bu kitapta tanımadığım genç bir nesil var. Bosna, Arap, Kürt kökenli olduklarını yazan yeni bir nesil. Benim devremin kozmopolit, azınlık dolu İstanbul’u yok oldu, fakat onun yerini kendini farklı kökenlerle tanımlayan yeni bir gençlik aldı. Benim için bu çeşitlilik yeni bir ümit, yeni bir ufuk! Doğu ile Batı arasında kocaman bir köprü olan, Boğaz gibi akıntı ve enerji dolu bir Türkiye’ye inanmaya ihtiyacım var. Hemen yarın olmasa bile, ben görmesem bile!
Bugün Türkiye ile ilişkiniz nedir tam olarak?
İstanbul’a ziyarete her gittiğimde iki akımı bir arada görüyorum, bütün dünyada olduğu gibi: Bir taraftan gerici, kapalı, değişikliği reddeden bir akım; diğer taraftan, kitap, film, gazete, tiyatro, seyahat aşığı, çalışkan, dinamik ve açık bir gençlik. Aynı 1960 senelerinin modern aileleri gibi. Kısacası ‘geçmişe değil, geleceğe özlem’ benimki, tıpkı bu kitapla hissettiğim gibi!
Sara Yontan: “Zaman coğrafyasında bir seyahatname gibi!”
1954 İstanbul doğumlu Sara Yontan Musevi bir ailenin çocuğu. Robert Kolej’deki eğitiminden sonra 19 yaşında Türkiye’den ayrılan Yontan, İsrail ve Fransa’da İngiliz dili ve edebiyatı eğitimi görmüş. Bugün Fransız Milli Kütüphanesi BNF’te Türk Koleksiyonları sorumlusu Yontan’ın çok sayıda makalesi Türkiye’de takma isimle yayımlanmış.
Babil Sokak’ta doğuyorsunuz ve çocukluğunuz gerçek bir Babil Kulesi’nde geciyor: Museviler, Ermeniler, Rumlar... Biraz anlatır mısınız o kozmopolit havayı?
Tabii bunu biz kozmopolitten saymazdık; hala da saymam. Bütün bu Ermeniler, Rumlar, Yahudiler en az kapıcı Mustafa kadar Türkiyeli, hatta ondan daha İstanbullu’ydu. Mahalle zaten Ermeni mahallesi diye bilinirdi. Kunduracı, bakkal, tuhafiyeci hepsi Ermeni'ydi. Bir barakanın içinde açılan ve benim de gittiğim Altınbakkal İlkokulu'nun karşısındaki güzel binada Ermeni ilkokulu vardı. Yanı başımızdaki Notre Dame de Sion Lisesi’nin Kilisesi her yarım saat başı çanlarını çalardı, bizi müezzin değil bu çanlar uyandırırdı. İlkokulumun az ötesinde bir rahibe manastırı ve Vatikan Başkonsolosluğu bulunurdu, zaten sokağın adı Ölçek'ten Papa Roncalli’ye çevrilmiş.
Türkçe’yle, Türk arkadaşlarla tanışmanız nasıl, ne zaman oldu?
Türkçe ile ne zaman tanıştım bilemiyorum, bu konuyu deşmek üzere yazıyorum bu ara. Türk arkadaşlarla ise ilkokulda tanıştım. Sınıfın birincisiydim, özellikle matematikte, hızlı okumada ve güzel yazıda. Kemalist müdiremiz ve bir o kadar Atatürkçü ögretmenimiz İbrahim Bozalan beni çok takdir ederdi.
Kitabın tanıtımı sırasında, aile içinde zaman zaman, ‘Biz Türk değiliz’ dendiğini söylediniz. Nasıl tanımlıyordu aile kendini? Evde konuştuğunuz dil neydi?
Türkiye'de Cumhuriyet’in ilanına rağmen Türk olmak, Müslüman bir aileye mensup olmakla bağdaştırılırdı; hele annem ve babam gibi Cumhuriyet öncesi doğmuş kişilerin kuşağı için. ‘Tavuk mu, yoksa yumurta mı önce gelir?’ hesabı, ne Türkiye, Musevileri’ni Türk’ten saydı ki, bu durum resmi makamlar tarafından da bazı hukuki düzenlemelerle onaylandı, ne de Museviler kendilerini yüzde yüz Türk vatandaşı olarak gördüler. Şimdilerde söylem farklı. Yahudiler bu tutumu protesto edebiliyor, biz Türküz diyorlar yüksek sesle. Neye yarar bilmem ama hiç değilse bu söylenebiliyor. O zamanlar, dikkati çekmeme ile hayatta kalma içgüdüsü hakimdi. Yani biz ‘gavur ve Musevi’ydik, o kadar basit! Bütün bunlara rağmen Yahudi olmaktan gurur duyulurdu, gizlice. Evde konuşulan dile İspanyolca ya da Yahudice denirdi. Yahudice biraz, ‘Pis Yahudi’ çağrışımı yaptığından ve dilimiz İspanyolca’dan geldiğinden, bazı ortamlarda İspanyolca demek tercih edilirdi. Şimdi artık bu dil konuşulmadığı ve Türkiye dışında sadece üniversite derecesinde öğretildiği için, adı Türkiye’de daha kibarca ‘Judeoespanyol’ oldu, yani Yahudi İspanyolcası. Yahudi demekten kaçındıkları için mi Judeo diyorlar, bilemiyorum.
Okulda adınızı her söylediğinizde gelen ‘Sen Türk müsün? Yemin et!’ sorusuna verdiğiniz yanıt çok eğlenceli.
Bu soru seneler sonra da gelmeye devam etti; kendilerini koyu solcu, koyu dinsiz, imansız bilen çevreden bile! Tabii o zamanlar çocukluğumdaki gibi, ‘Ekmek Kuran çarpsın’ diye yemin etmiyordum.
Bugün Türkiye ile ilişkiniz nedir tam olarak?
Türkiye ile duygusal ilişkim çok derin. Ben bir Türkiyeli’yim. Üstelik işim icabı Türkiye’yi en sağlam ve en kalıcı şekilde Fransa'ya ‘getiren’ bir kültür aktarıcısıyım. Ayrıca Türkiye’de çok ama çok sevdiğim, canciğer dostlarım var.
Diğer öyküleri de göz önüne aldığınızda, bu kitap sizin için ne ifade ediyor?
Çok güzel bir yazı projesi! Türkçe’si çıktığında 60’ların, 70’lerin Türkiye'sini yabancı bir ülkeymiş gibi okuyacak gençler. Zaman coğrafyasında bir seyahatname gibi!
Sema Kılıçkaya: “Nâzım Hikmet’in dediği gibi, ‘Şu gurbetlik zor zanaat, zor!’”
1968 Antakya doğumlu Sema Kılıçkaya Arap asıllı bir ailenin çocuğu. Dört yaşından beri Fransa’da yaşayan Kılıçkaya, İngilizce öğretmeni ve İngilizce’den Fransızca’ya çeviriler yapıyor. Fransızca kaleme aldığı dört kitabı bulunan Kılıçkaya’nın ‘Köksüz Krallık’ başlıklı romanı 2014’te Fransa’da ‘Irçılığa karşı Seligmann Ödülü’nü aldı.
Bir Türk Çocukluğu’na yazmanız önerildiğinde ilk olarak ne hissettiniz? Sizin için ‘Türk çocukluğu’ neydi?
Memleket kelimesi Arapça’dan gelir. Sahip olunan şey, mülk, ülke ve krallık demektir. Sadece bir ülkede doğmuş olmakla o ülkeli olunuyor mu? Oralı veya buralı olmanın anlamını halen araştırıyorum. Kökenlerimin dünyanın birkaç yerinden geldiğini hissediyorum. Tabii ki beni oluşturan damarlar arasında bazıları daha kalın ve daha derinlere iniyor. Türkiye bu güçlü damarlardan ve kalbimdeki yeri en belirgin olanlardan biri. Bütün bunları anlatabileceğim bir proje olduğu için teklifi kabul ettim.
Anne babanızla sürekli Arapça konuşmuşsunuz sanırım, oysa ki onlara hitabınız hep Türkçe ‘anne / baba’ olmuş, neden?
Evet, annemlerle sürekli Arapça konuşuyorum, aynı zamanda onlara Türkçe hitap ediyorum, anneme Fransızca ‘maman’ kelimesini de kullanıyorum. Diyaloglarımda diller birbirinin içine sızıyor. Gözenekli, geçirgen bir toprak gibi. Öbür dilin kelimeleri gizlice, kendiliğinden konuşmadaki en uygun yeri alıyor.
Köklerinizin kültürü’, ‘ataerkil’, bol ‘ayıp’lı haliyle size ciddi bir ayakbağı olmuş sanki?
Annemler fedakârlık ve sonsuz sevgi verdiler, eitimim süresince bana destek oldular. Fakat mahalle baskısı bana ağır geldi, adeta özgürlüğümü kısıtlıyordu. Kız çocuğu olmamızdan dolayı bütün hareketlerimize dikkat etmemiz gerekiyordu. Oysa ki biz öğrenciydik, gençtik, kaygısızdık. Körpe kuş misali yol almaya çalışırken bu kültür, kanatlarımızı kırpmak istiyordu. Biz uçmak isterken, bizi aşağı çekmeye çalışıyordu.
Okuldaki tarih eğitiminde anlatılan Türkiye imajı bir dönem kâbusunuz olmuş.
Avrupa’daki tarih kitaplarından Türkiye ile ilgili yansıyan imaj çok parlak değil. ‘Avrupa’nın hasta adamı’ olarak tarihe geçmiş. Yunanlıların, Kıbrıslıların, Ermenilerin, Kürtlerin cellatı olarak görülüyor. Oysa Fransa İnsan Hakları’nın, Ansiklopedi’nin, Aydınlanma Çağı’nın simgesi olarak tanıtılıyor. Bu şekilde ele alınan tarihi geçmişinle dik durmak, gurur duymak pek mümkün olmuyor. Bu durumu bir yük olarak taşıdığımı hissediyorum. Geçtiğimiz günlerde, Türkiye’de bir futbol maçında, Paris’te öldürülenler anısına yapılmak istenen bir dakikalık saygı duruşuna tepki gösterildi. Maalesef gurur duyulacak bir durum değil.
Bugünse her üç kimlikle de barışık, hiçbirini seçmek zorunda hissetmeden, hepsiyle birlikte yaşıyorsunuz. Bu noktaya ulaşmanız nasıl oldu?
Hayat felsefeme uygun değerleri üç kimlikten seçip, kendi yol haritamı çizmeye çalışıyorum. Kimlikler kemikleşmiş bir kitle değildir, canlı bir varlık gibidir; sürekli inşa edilen bir yapıdır. Bütün ülkeler, kültürler ilgimi çektiği için, buralardan hoşuma giden tarafları benimsiyorum.
Bugün Türkiye ile ilişkiniz nedir tam olarak?
Gezi olaylarında Türkiye’ye ne kadar bağlı olduğumu hissettim. Olayları takip etmek için ekranlardan ayrılamıyordum. O düşen gençlerle birlikte benim de bir yarımın düştüğünü hissettim. Yitip gidenler benim öğrencilerim veya çocuklarım olabilirdi. Oysa ben Türkiye’nin gönül yüceliğini ve sıcaklığını seviyorum. Her yıl giderim.
Diğer öyküleri de göz önüne aldığınızda, bu tür bir kitap sizin için ne ifade ediyor?
Deniz Ünal ve Bleu Autour ekibi sayesinde bu kitap çıktı. Farklı pencelerden bakışların buluşmasıyla zengin ve güzel bir kitabın ortaya çıktığını düşünüyorum. Herkesin farklı bir Türkiye çocukluğu olmuş. Fakat herkes aynı topraktan, bu dilden mayalanmış ve şekillenmiş.
Sizin bir de ödüllü romanınız var, biraz söz edebilir misiniz? Türkçe’ye çevrildi mi?
Bir Türk Çocukluğu’ndaki metinde ele aldığım dil, kimlik, entegrasyon gibi konuları ‘Köksüz Krallık’ta daha kapsamlı bir şekilde anlatıyorum. Bir göçmen çocuğu olarak kitapta yazdığım hikayeyi hep içimde taşıyarak bugüne geldim. Bu hikaye bütün göçmenlerin hikayesidir. Sıcak topraktan kökleri koparılan ağacın, farklı semaların altında kök salması ve merhametsiz rüzgarlara karşı dik durma mücadelesinin hikayesi de diyebiliriz. Bu kitap, Nâzım Hikmet’in “Şu gurbetlik zor zanaat, zor” sözünün ne kadar doğru olduğunu anlatan bir roman oldu. Kitaplarım henüz Türkçe’ye çevrilmedi.
Esther Heboyan: “Bu özlem hayat boyu sürecek!”
1955 İstanbul doğumlu Esther Heboyan Ermeni bir ailenin çocuğu. Önce Almanya’ya göç eden ailesi daha sonra Paris bölgesine yerleşmiş. Paris’te İngiliz edebiyatı, Amerika’da ise gazetecilik eğitimi alan Heboyan, Amerikan edebiyatı ve edebi çevirmenlik alanlarında araştırmacı ve öğretmen. Türkçe’den ve İngilizce’den kitaplar çeviren Heboyan’ın Türkçe’de de çıkan iki hikâye kitabı mevcut.
Proje önerildiğinde ne hissettiniz? Sizin için ‘Türk çocukluğu’ neydi?
Çocukluğum İstanbul’da geçti, tam sekiz yıl! Kafamda hikayeler, şarkılar, diller dolu; kalbimdeyse sevinç ve üzüntüler. Zaten çocukluğumu daha önce de yazmıştım. Tüm yazılarım biraz İstanbul’da, biraz Avrupa’da geçiyor. Bu proje için bir başlangıç bulmak gerekiyordu, ondan sonra sözler ve görüntüler birbirini kovaladı.
Kitapta önce İstanbul’da geçen kâbuslarınızdan söz ediyorsunuz, ‘tramvay’ ise tüm rüyalarınızın, kâbuslarınızın başkahramanı.
Kâbuslar bir çocuğun anladığı, hissettiği şeyler ve çok korkunç bir atmosfere, söylenmemiş olaylara bağlı. Tramvay İstanbul’u hatırlatıyor, çünkü o zamanlar Paris’te yalnızca otobüs vardı. Tramvay uygun bir semboldü, çünkü hem ‘durak’tan kalkıyor, hem de ‘ülke’den: Uzaklara gitmek, göçmen olmak, mecburi bir yol yani.
Büyüyüp de tek başınıza çıkmanıza izin verildiği gün otobüsün arka tarafında durmayı sırf, Haliç’te bir vapurun güvertesinde olacağınız hissini verecegi için hayal ediyorsunuz. Yine İstanbul’daki bin bir parlaklığı, sesi, kokuyu tekrar bulup bulamayacağınızı soruyorsunuz kendinize. Bu özlem hissi ne kadar sürdü?
Hayat boyu ve hayat boyu da sürecek. Denizi seyretmeyi çok severim mesela. Saatlerce oturup dalgalara bakabilirim.
Türkiye’den tam olarak hangi tarihte ayrıldınız? İlk dönüşünüz, anne babanızla dolmuş, tramvay beklediğiniz durağı tekrar görüşünüz ne zamandı?
1963’te ayrıldım. Sanırım ilk dönüşüm 1968’di. Ailemle İstanbul’u ziyarete gitmiştik. Fakat o durağı çok sonra gördüm, Ocak 2006’da. İş için yaptığım üç günlük bir gezi vesilesiyle. İki, üç saat dolaştım Taksim ve Harbiye’de.
Bugün Türkiye ile ilişkiniz nedir tam olarak?
Uzaklarda yaşıyorum fakat Türkiye’deki bazı olayları takip ediyorum elbette. Türkiye’de sanat, tarih, insanlar arasında hoşgörü ve adalet, hümanizm, kadının toplumdaki yeri, kadın özgürlüğü ve ifade özgürlüğü konuları çok ilgilendiriyor beni. Edebiyat ve sinemanın Türkiye’yi nasıl gösterdiği de.. Fatih Akın’ın ‘Duvara Karşı’ ve ‘Yaşamın Kıyısında’, Nuri Bilge Ceylan’ın ‘Kış Uykusu’ filmlerini heyecanla seyrettim. Bu sene İstanbul Kongre Merkezi’nde verilen ‘In Memoriam 24 Nisan Konseri’ni dinlemeyi çok isterdim. Türkiye ile ilişkim Türk diline de bağlı, Sait Faik’in kullandığı dile hayranım. Şu ara İzzet Yaşar’in şiirlerini okuyorum.
Kitapta yer alan isimler
Talat S. Halman, Demir Özlü, Rosie Pinhas-Delpuech, Seda Arun, Zeynep Avcı, Gaye Petek, Selim İleri, F. Tülin, Gültekin Emre, Nedim Gürsel, Enis Batur, Tarık Günersel, Patrice Rötig, Sara Yontan, Ahmet İnsel, Ayşe Önal, Esther Heboyan, Haydar Ergülen, Ayşe Sarısayın, Yiğit Bener, Birsen Ferahlı, Şehnaz Hottiger, Selçuk Yıldız, Elif Deniz Ünal, Ayfer Tunç, Samim Akgönül, Sema Kılıçkaya, Elif Daldeniz, Murat Yalçın, Sevengül Sönmez, Şafak Pavey, Azad Ziya Eren, Moris Farhi.
Bir Türk Çocukluğu’ndan kesitler
Selim İleri
“Kadıköyü’nden Cihangir’e çoktan taşınmıştık. Firuzağa İlkokulu’nu bitirdiğim günlerde 27 Mayıs yaşandı. Askerî darbe mi olduğu, özgürlük günlerine mi yol alındığı bugün de epey tartışılan 27 Mayıs bende, çok aydınlık bir ilkyaz sabahı -sürüp gidecek- iç karanlığıdır. O iç karanlığında Galatasaray Lisesi’nin giriş sınavını -gerilerden, epey gerilerden- kazanmıştım.”
(...)
“Firuzağa’ya iner inmez hayat yeniden başlıyordu. Tabiî bazan hüzünlü bir hayat. Bazan, matemli, siyahlar giymiş, siyah tül peçesi de inik bir Rum madam geçer, pasaj kapısından dalarak kaybolurdu. Bazan Firuzağa Camii’nden yoksulluğu acı bir onur gibi taşıyan ihtiyarlar çıkardı. Camiin az ötesindeki Meraklı Turşucu’nun camekânında domates, hıyar, havuç, hele içleri doldurulmuş fıçıcık patlıcan turşuları sonbaharın geldiğini söylerdi.”
Enis Batur
“Gene de, çocukluğumun asıl büyük makinası başkaydı: Anneannemin beni düğmelerini dilediğim gibi çevirmekten alıkoymadığı Grundig radyo ilk, hem de kalıcı gözağrım olduydu. ‘Radyo Günleri’ni yazdım, daha da yazarım; bugün bile, her hafta yayımlanan programım için hazırlık yaparken, derindeki tabakalarından birinde belleğimin, o imge çalışmayı sürdürür. Televizyonla doğmuş kuşaklara radyo yıllarının hâlesini betimlemeye girişmek hem anlamsız, hem gereksiz, hem de olanaksız sanırım: Benim yaşımdakilerin çocukluğunda görüntüyü öncelemiştir sesin, seslerin mıknatısı. Grundig’in cılız bir ışıkla aydınlanan uzun gösterge tablosu, aslında bir dünya haritasıydı: Bir tarafta Atina, Bükreş, Budapeşte, Prag, Moskova, Viyana, Roma, Münih, Paris; öbüründe Şam, Bağdat, Tahran; merkezde Ankara, İstanbul, İzmir: Bir tırmanıp öne çıkan, bir alçalıp geri çekilen insan sesleri, ezgiler; uğultu, dalgalanmalar, en sık da parazit (o kavramı her vakit sevmişimdir).”
Ahmet İnsel
“Bayram sabahı, bayramlık elbiselerimi giyip annemin, babamın, ninenim elini öptükten sonra kasabın gelmesini beklerdim. Amcam, eğer o ara yurtdışında değil de İstanbul’da ise, kurban sabahı evi erkenden terk ederdi. Zavallı koçun öldürülmesini değil görmek; olay mahalinin yakınında bile bulunmak istemezdi. Cengiz ağabeyim de genelde bayram tatili için Kırkağaç’a gitmiş olurdu. Kardeşim, kasap gelince ortalıkta görünmezdi. Ben ise, derin bir iç sıkıntısı duyarak uyandığım o gün sabahtan itibaren büyük bir çelişki yaşardım. Koçun öldürülecek olmasından dolayı korkuyla karışık yoğun bir üzüntü duyardım. Kasap gelmeden hayvanı okşar, melul melul bakan gözlerinden gözümü alamazdım. Biraz sonra öldürülecek olan koçla, arefe günleri yaptığım gibi, boynuzlarından çekiştirerek oynayamazdım artık. Saygıyla karışık bir kederle başını okşamakla yetinirdim. Buna karşılık, kasabın gelmesinden sonraki hiçbir merhaleyi de kaçırmaz, en yakından seyreder, getir götür işlerine yardım ederdim.”
Ayfer Tunç
“Irkçı deyimler, tekerlemeler, atasözleri ağızlarında yuva yapmışsa da henüz köpürmüş sayılmazlar, seslerinde tekrar tekrar anlatılmaktan coşkusu yıpranmış bir nefret var. Ne zaman ki içlerinden biri, bir zamanlar bu şehirde Ermenilerin, Rumların hatta Yahudilerin yaşadığını söylemeye kalkıyor, işte o zaman öfkeleniyorlar. Bu iyi insanların kullandıkları dil, ağızlarında insanlığı parçalayan çarklara dönüşüyor. Söyleyeni söylediğine pişman ediyorlar. 1915’i duymuşlukları yok. Ya da geçmişi mükemmelen silen bir hafızaları var. On dokuzuncu yüzyılın sonunda bu şehirde yaşayan her dört kişiden birinin Ermeni, her beş kişiden birinin Rum olduğunu bilmeyi, duymayı, öğrenmeyi reddediyorlar.
(...)
Büyükanne ‘gavurun başının nasıl kahramanca ezildiğini’ anlatırken, hepsi iyi insanlar olan bu aileye İstanbul-Feriköy’den gelin gelen Leyla, kendi annesinin gerçekten Ermeni dönmesi olup olmadığını merak ediyor. Lafını sözünü bilmeyen bir teyzesi vardı, Leyla çok küçükken ağzından kaçırmıştı, ama hemen inkar etmişti. Leyla alacağı cevaptan korktuğu için annesine sormadı. Artık istese de soramaz. Annesi öldü çünkü. Hacı babasına soracak olsa cevap almak yerine okkalı bir tokat yiyeceğini biliyor. Yıllar sonra Leyla’nın kızı örtüsü yırtılmış bu sırrı, inkar etmesini umarak annesine soracak. Leyla tüm kalbiyle hayır diyecek. Onlar dönme falan değil, özbeöz Türk ve Müslüman.”
Radikal 9 Aralık 2015
ASLI ULUSOY-PANNUTI
[email protected]
|