Boğaz^daki Aşiret
Mahmut Çetin’nin 1997 yılında yayınlamış olduğu kitabında bir büyük ailenin İstanbul Boğazı kıyısındaki serüvenini anlatmaktadır. “Boğaz’daki Aşiret” isimli bu kitabında yazar Polonya göçmeni Yahudi asıllı bir yabancı ailenin, sülale boyutundaki Boğaz macerasını dile getirmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’na göç ettikten sonra Mustafa Celalettin Paşa adını alan Polonyalı Konstantin Borzecki merkezli Polonyalı Yahudi ailesinin Lehistan’dan kalkıp gelerek Osmanlı ülkesine yerleşmesi, İstanbul Boğazı’nın kıyılarında kendilerine bir gelecek kurmaları, hem Osmanlı İmparatorluğu’nun, hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde önemli bir yere sahiptir. Bu nedenle yazar kitabına “Boğaz’daki
Aşiret” adını vermiş ve bu sülalenin her alanda çıkardığı meşhur ve önemli kişilerin hayatını kitabiyla Türk kamuoyunun dikkatlerine sunmuştur. Boğaz’daki Aşiret zaman içerisinde büyüyerek her alanda önemli
insanlar yetiştirmiş ve Türk devletlerinin yaşamında önde gelen bir yere sahip olmuştur.
1848 İhtilalleri Avrupa ülkelerini yakından sarsarken Avusturya, Macaristan İmparatorluğu ile beraber Lehistan Krallığı’nda da devrimci gelişimler olmuş; ama kısa süren karışıklık dönemlerinden sonra krallar
tahtlarına sahip çıkınca, Fransız İhtilali’ni gerçekleştiren kadrolar gibi saltanat ve hükümdarlık
yönetimlerine son vermek isteyen devrimci kadrolar, kendi ülkelerinde bir devrimle ulus devlete geçebilmenin kavgasını yapmışlar; ama başarısız kalınca, ülkelerini terk eden Osmanlı İmparatorluğu’na sığınmışlardır. 1830
ihtilalleri daha çok bir ulus devlet kurmaya dönük
olmasına rağmen 1848 ihtilallerinde sosyalist düzen arayışları öne çıkmıştır. Ne var ki, bu gibi devrimci girişimler sonuçsuz kalınca elebaşları Osmanlı ülkesine demir atarak canlarını kurtarmışlardır. Konstantin Borzecki ve sülalesi de bu dönemde ülke
değiştirmişler ve Mustafa Celalettin Paşa sülalesi konumuna gelmişlerdir. Asya ve Avrupa kıtaları arasındaki merkez bölgedeki devlet olduğu içindir ki, Osmanlı İmparatorluğu döneminde ve daha sonra da göç eden aileler, isim değiştiren sülaleler ve dinlerinden ya da etnik kökenlerinden dönen zengin
ve aydın kesimler fazlasıyla görülmüştür. Rus işgali sonrasında Polonya’dan kaçan başka bazı aileler de Beykoz’un arkalarında Polonezköy’ü kurarak bu
bölgeye yerleşmişlerdir.
Boğaz’daki Aşiret bir buçuk yüzyılı geçen zaman diliminde, Osmanlı ve Türk devlet yaşamında bir çok önemli kişiyi Türkiye’ye kazandırmıştır. Mustafa Celalettin Paşa’nın oğlu Hasan Enver Paşa, Nazım Hikmet, TKP kurucusu Zeki Baştımar, Orgeneral Turgut Sunalp, yazar Refik Erduran, Oktay Rıfat, Samih Rıfat gibi yazarlar, Orgeneral Ali Fuat Cebesoy, Mehmet Ali Aybar, Rasih Nuri İleri, Nihat Sargın, Celal Nuri İleri, Suphu Nuri İleri, Abidin Dino, Namık Kemal, Abdin Paşa, Numan ve Nermin Menemencioğlu, Halikarnas Balıkçısı, Şirin Devrim, Prof.Dr.Suna Kili, futbolcu Sabri Dino, Ali Niyazi ve benzeri bir çok tanınmış isim, Borzenski
sülalesinden gelen Polonya asıllı olup, daha sonraları Boğaz’daki Aşiret üyeleri olarak Türk toplum ve siyaset yaşamında önde gelen roller oynamışlardır. İmparatorluktan, Cumhuriyet’e geçerken ve Batı dünyasından modernizm Türkiye’ye gelirken, bu gibi göçmen ve dönme ailelerin öncülük ve taşıyıcılık görevi üstelendikleri görülmüştür.
Boğaz’daki Aşiret, bir kitabın adı ve o kitaba adını veren bir ailenin tanımlamasıdır; ama günümüzde İstanbul Boğazı’nın kıyılarında yaşayan beş bin aileye verilen ortak isim haline de gelmiş durumdadır. TÜSİAD’a üye olan beş yüz zengin işadamı aileleriyle beraber yaşadığı İstanbul Boğazı o kesimin akrabalarıyla birlikte zaman içerisinde yeni bir Boğaz Aşireti yaratmıştır.
Boğaz’ın kıyısını yalayan sulara kapısı açılan yalıların sahipleri ile İstanbul Boğazı’nın en güzel manzaralarına sahip o tepelerin üstlerindeki villalarda yaşayanlar, günümüzün Boğaz Aşireti’nin uzantılarıdır. İstanbul Boğazı gibi cennet bir bölgeyi kendi aralarında parselleyenler, Boğazlar’ın korunmasıyla ilgili mevzuatı hiçe sayarak, her geçen gün daha fazla yayılmaktalar, dönem dönem aldıkları inşaat izinleriyle, dükalıklarını
pekiştirmektedirler. İstanbul’u aynı zamanda borsa ve sermaye merkezi konumuna getiren Boğaz’daki yeni aşiret, İstanbul üzerinden bütün Türkiye’yi yönetebilmenin arayışı içindedir. Sahip oldukları para gücüyle önlerine çıkan her şeyi satın almaktan çekinmeyen Boğaz Aşireti, aynı zamanda bütün basın ve medya organlarını da
satın alarak, özel çıkarları doğrultusunda bunları kullanmaktan çekinmemektedirler. Para gücü medya gücüne dönüşürken, aynı zamanda siyaseti yönlendirmekte ve aşiretin çıkarlarına uygun düşen yeni siyasi modeller ya da politikalar, Boğaz kıyısındaki yalılardan ortaya
çıkmaktadır. Aşiret, Boğaz kıyısında rüzgarların serinliğinde, kendisini serin devlet olarak derin devletin yerine koymakta, insanın kanını donduran bir çok uçuk fikir ya da öneri, Boğaz Aşireti’nin çıkarları doğrultusunda serin devletin üyeleri tarafından
serinkanlılıkla dile getirilerek savunulabilmektedir. Borzensky sülalesi ile başlayan bu gelenek yeni transfer edilen yeni yetme zenginlerle desteklenmekte
ve giderek Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ile oynamaya kadar varan sorumsuzluklar ağı, kıyı boyunca
genişlemektedir. Türk milletinin ve devletinin açıkça kaderini belirleyen kararlar Boğaz kıyısında alınmakta, daha sonra bu kararlar patronlar aracılığı
ile siyaset sahnesindeki aktörlere dikte edilmektedir.
İstanbul Boğazı’nda yaşayan beş bin zengin aile Boğaz’daki Aşiret olarak, Türk milletinin ve devletinin kaderini belirleme hakkını ve yetkisini açıkça
kendisinde görebilmektedir. TÜSİAD üyesi beş yüz zengin işadamının ötesinde, bunların yerli ve yabancı ortakları da devreye girmekler ve aşiret bağları para
ilişkileriyle giderek genişlemektedir. Bu durum, Boğaz’daki Aşiret üzerinde fazlasıyla heyecan yaratmakta ve zamanla kendilerini Bizans ya da Osmanlı
İmparatorluğu’nun merkezinde hissettirmeye başlamaktadırlar. Emperyalizm, bu durumu fark edince hemen Yeni Bizans, Yeni Osmanlı projelerini, Boğaz’daki Aşireti taşeron yerine koyarak gündeme getirmiştir. Her türlü ortaklığa razı olan aşiret mensupları, bu
projelerin kendi ülkelerinin ulusal çıkarına uygun olup olmadığına dikkat etmeden, dışarıdan gelen bütün önerilere balıklama atlamakta ve yabancıların
Türkiye’deki temsilciliğini hiç kimselere bırakmamaktadırlar. Para gücü ve ortaklıklar her türlü hedefi ve bu yoldaki girişimleri mübah hale getirmektedir. Bir anlamda vahşi kapitalizmin Makyavelist yol ve yöntemleri, Boğaz’daki yeni
yetme aşiret için geçerli olmakta, yabancıların emperyalist ya da Siyonist önerilerine bile hemen angaje olmaktadır. Boğaz’ın iki kıyısını sarmış olan para
babalarından oluşan yeni kapitalist aşiret her yönü ile mütareke İstanbul’unu günümüzde başarıyla temsil etmektedir.
Mütareke, İstanbul’u teslim olan başkent demektir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiliz donanmasının İstanbul Boğazı’na girmesiyle birlikte, Boğaz’daki Aşiret ve benzerleri hemen teslim olmuşlar ve İngiliz ya da Amerikan mandası altında yeni bir Bizans
İmparatorluğu’nu, Almanya ve Rus saldırılarına karşı gerçekleştirmek için çaba göstermişlerdir. Rumlar İngiliz, Ermeniler, Fransız mandası ararken; Yahudiler
de geleceğin müstakbel İsrail projesini gerçekleştirebilmek üzere, Amerikan mandası peşinde koşmuşlardır. Mütareke İstanbul’u aslında; gayrimüslim
kimliğinin öne çıktığı, Türklük’ü ve Müslümanlık’ın devre dışı bırakıldığı bir işbirlikçiliğini gerçekleştirmiştir. Mütareke İstanbul’u geleneği bugün
Boğaz’daki Aşiret aracılığı ile İstanbul’da devam etmektedir. Dün Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın önderi Mustafa Kemal’e çapulcu diyen Mütareke İstanbul’unun
teslim olmuşları, bugün de Türkiye’nin çıkarlarını savunan milliyetçileri ve de ulusalcıları gericilik ya da faşistlikle suçlamakta ve böylece kendi liberal
işbirlikçiliklerini mazur göstermeğe çalışmaktadırlar. Basın ve medya köşelerini sermayeye satılarak dolduran, bunların temsilcileri ekonomik çıkarlar uğruna
ulusal çıkarları devre dışı bırakabilmenin yollarını
aramaktadırlar.
İstanbul Boğazı’nın güzelliklerini, sahip oldukları para gücüyle satın alan Boğaz’daki Aşiret, yine para gücüyle Türkiye’yi ve Türk milletinin kaderini, uluslararası tekelci sermayenin desteği ile satın almağa çalışmaktadır. Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan Türk ulusunu tanımazlığa gelen, kozmopolit bir yapı içinde yeniden bir Bizans oluşturma özlemindeki misyoner kuruluşlarıyla ortak çalışmaları gündeme getiren Boğaz’daki gayrimüslim Aşiret’in, Türkiye
Cumhuriyeti’nin kaderi ile oynamağa hakkı yoktur. Türk ulusunun bir milli kurtuluş savaşı vererek kurduğu Türk devleti, Yani Bizans özlemi içindeki misyoner kuruluşlarının çalışmalarının oyun alanı değildir. Çok uluslu şirketlerin önderliğinde gündeme gelen yabancı dayatmalarının giderek Türkiye’ye egemen olmasında, Boğaz’daki Aşiret fazlasıyla taşeronluk yapmaktadır. Bu durum da Türkiye’nin ulusal çıkarlarına açıkça ters düşmektedir. Bir anlamda Boğaz’daki Aşiret’in çıkarları ile Türk milletinin ulusal çıkarları birbiriyle
ters düşmektedir. Boğaz’daki Aşiret Türklük’ü ve Türk olmayı reddetmiş ve tıpkı eskisi gibi Bizans döneminin kozmopolit yapısı içinde, gayrimüslim bir kimliğin
geleceğini aramıştır. Boğaz’daki Aşiret’in, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı küçük gören, Türk milletini dışlayan, Ankara’daki Türk devletini yok sayan olumsuz
tutumları davam ettiği sürece, Türkiye’de yaşayan insan topluluğunun ulusal bütünleşmesini gerçekleştirmek son derece zor olacaktır.
Küreselleşme dönemiyle birlikte, Boğaz’daki Aşiret’in tarihten gelen gayrimüslim ve gayri Türk tutumu, giderek yükselme göstermiştir. Sahip oldukları para gücüyle, İstanbul basınını Bizans medyasına dönüştürmüşler ve her
yönü ile Türkiye’nin ulusal kimliği ile ulus devletine saldırıyı, bir alışkanlık haline getirmişlerdir. Kendi içlerinden seçtikleri bazı temsilcileri ya da para
ile satın aldıkları bazı Türk vatandaşlarını siyasete yönlendirerek onları finanse etmişler ve son dönemlerde anti ulusal siyasetinin oluşmasında, emperyalist merkezlerle birlikte Boğaz’daki Aşiret ortak hareket etmiştir. Basın ve medya ile halkı uyuşturma dönemi artık son noktasına gelmiştir. Eskisi gibi
kapitalist sistemin çıkarları doğrultusunda halkı uyutamayacağını gören Boğaz’daki Aşiret mensupları, Türkiye’yi bir iç çatışma ortamına sürükleme
senaryolarını destekleyerek, kapalı toplantılarda halkın bilinçlenmesini sağlayan demokrasiye karşı çıkarak, sermaye çevrelerinin çıkarlarını koruyacak ve onlara bekçilik yapacak bir diktatörlüğün arayışı içine girmektedir. Türk ulusu; Cumhuriyet devleti ve demokrasi rejimi ile kendi geleceğini güvenceye alma çabası içindeyken, Boğaz’daki Aşiret’in kendi zenginliklerinin peşinde koşması ve bunların korunması için bekçilik yapacak bir diktatörlüğün arayışı içine girmesi, yine Türkiye’nin ulusal çıkarlarına ve Türk demokrasisine ters düşen bir durumdur. Misak-ı Milli sınırları içinde, Boğaz’daki Aşiret’in değil; ama Türk milletinin ulusal egemenliği geçerli olmalıdır. Önümüzdeki dönemde; ya
Türk milleti yeniden egemen olacak ve Boğazdaki Aşiret’in çıkarları sınırlanacak ya da Boğaz’daki Aşiret, küresel sermaye ile ortaklık içerisinde hegemonyasını artıracak, bunun sonunda Türk devleti ve milleti sıkıntı çekmeye devam edecektir. Türk devletinin güçlenmesi ve Türk milletinin mutlu bir düzene kavuşa
bilmesi için; Boğaz’daki Aşiret’in anayasa ve yasal çerçevede denetim altına alınması gerekmektedir.
[email protected]
|