Eshab-ı kiram arasında Türkler var mıydı? Böyle bir soru, bir Türkü
belki de en çok heyecanlandıracak sorulardan birisidir. Zira genlerine kadar işlemiş
olan Peygamber sevgisi, bu sorunun cevabını merakla bekletecektir.
Hadis-i Şerif kaynakları tarandığı zaman, Sevgili Peygamberimizin, eshabına bazı
milletlerin yanısıra Türkler hakkında da tavsiyelerde bulunduğunu görürüz. Bunlar,
asr-ı saadette Türklerin varlığının yakından bilindiğini gösterir. Hadis-i
Şerifler detaylı incelendikleri zaman bu bilginin yüzeysel olmadığı, Türklerin çok
yakından tanındığını göstermektedir. Ancak bu tanıma, ticaretle uğraşan
Mekkelilerin Türkistan'a gitmeleri sonucu elde edilen bir tanıma değildir.
GÖKTÜRKLER
Bizi bu kanaate götüren en büyük sebeplerden birisi, asr-ı saadet döneminde
Göktürk Devleti'nin varlığıdır. Eski ihtişamında olmasa da İran'ın kuzeyinde
organize bir devlettir. İpek Yolu adı verilen eski dünyanın en önemli ticaret yolunun
büyük bir kesimi bunların kontrolü altındadır. Dahası, İran Sasani Kisrası
Nuşirevan, Göktürk Hakanı'nın kızı ile evlidir. Bütün bunlar o dönemde
Türklerin yakından bilindiğini göstermektedir. Ayrıca asr-ı saadette bulduğumuz
öyle ipuçları vardır ki, Eshab-ı Kiram içerisinde Efendimizin mübarek dizleri
dibinde yetişmiş Türklerin bulunabileceği kanaatini kuvvetlendirmektedir.
Ancak bugüne kadar Türk tarihçileri ve hadis-i şerif uzmanları bu konuda
müşahhas çalışmalar yapmamışlardır. Bizim yaşadığımız şanlı bir tarihi
maalesef başkaları kaleme almıştır. Bugün, özellikle İslam öncesi Türk tarihi
hakkındaki bilgilerimiz Rus ve İsveçli bilim adamlarının yaptığı çalışmalara
dayanmaktadır. Göktürk Devleti gibi pek çok muazzam devletler kurulmuştur. Ancak
sorulduğu zaman bir iki balbal taşıyla birkaç kitabeden başka bir şey
gösterilememektedir. Zira yabancı bilim adamları ancak bu kadarını ortaya
koyabilmişlerdir. Ayrıca onların kaleminden çıkan tarihi bilgilerin gerçeği ne
kadar yansıttığı, zaman geçtikçe daha iyi anlaşılacaktır.
ASLA ŞAMANİST DEĞİLLERDİ
Bunlardan en belirgini, Türklerin İslam öncesi Şamanist oldukları iddiasıdır. Oysa
Türkler, tarihi boyunca asla Şamanist olmamıştır. Şamanlık Moğolların dinidir.
Ortaasyada yaşayan üç büyük milletin üçü de kültür bakımından birbirlerine
taban tabana zıttır. Bunlar; Türkler, Moğollar ve Çinlilerdir. Hem ırk, hem de din
bakımından birbirleriyle yakınlıkları yoktur. Çin'de, Türklerin mızmız dinler
olarak vasıflandırdığı Konfüçyanizm, Budizm gibi inanışlar yaygın iken,
Moğollar Şamanist idiler. Din adamlarına da Şaman adı verilirdi. Türkler, Şamanist
olmadığı gibi aralarında Şaman adı verilen din adamları da yoktu. Çin ve
Moğolistan'daki inançların çok daha saf olanına sahiptiler. Bir olan yaratıcıya,
Ulu Tanrı anlamında Gök Tanrı adını kullanılıyordu.(1)
İslamiyetten önceki Türk dini inancına bakıldığında şaşılacak derecede
İslam akaidine benzeyen noktalar görülür. Bunları Çin ve Moğol dinlerinde görmek
mümkün değildir. En başta geleni vahdaniyet / yaradanın bir olması inancıdır.
Doğulu ve batılı bütün tarihçiler bunda birleşmişlerdir. Bunun yanısıra ahirete,
öldükten sonra hesabın varlığına, cennet ve cehenneme inançları vardır. Din
adamları bulunmuyordu, ancak Kam adı verilen büyücü / kahin karışımı bir mesleği
icra edenler vardır. Fakat bunların din adamlığı ile ilgisi yoktur. Moğollardaki
Şaman ile Türklerdeki Kam arasındaki fark ise, bugün cinci hoca adı verilen
insanlarla diyanet görevlilerin arasındaki fark gibiydi. Bu inançlarını müslüman
oldukları 10. yüzyıla kadar devam ettirmişlerdir. Budizm, Mecusilik, Şamanizm,
Taoizm, Maniheizm gibi bin türlü dinin kaynaştığı bir bölgede İslama bu kadar
yakın olan inançlarının kaynağı ne idi? Maalesef bugüne kadar araştırılması
yapılmamıştır. Ancak kaynaklar tarandığı zaman bir takım ip uçlarına rastlamak
mümkündür.
OĞUZ HAN
Türklerin Soy Kütüğü kitabında, Nuh aleyhisselamdan Kara Han'a kadar Türklerin
islam itikadında oldukları, bu hükümdardan itibaren bozuldukları kaydı vardır. Kara
Han, Oğuz Han'ın babasıdır. Oğuz Han'ın hayat hikayesi de ilginçtir. Doğumundan
itibaren üç gün boyunca annesini emmez. Annesi bu duruma çok üzülür. Rüyasında,
oğlunun "bir olan yaratıcıya inan, aksi halde seni emmeceğim" dediğini
görür. Şefkatinden dolayı annesi bir olan yaratıcıya iman eder. Oğuz da böylece
annesini emmeye başlar. Büyüyüp serpildiğinde ise etrafındaki nice güzel kızları,
putperest oldukları için kabul etmez. Fazla güzel olmayan amcasının en küçük
kızı ile putperest olmadığı için evlenir. Bundan erkek evlatları olur.
Aradan uzun yıllar geçer. Türk Töresini çiğneyen babasıyla çatışır ve obayı
terkeder. Bir süre sonra aralarında bir savaş çıkar. Bu savaşta babası hayatını
kaybeder. (2)Devletin başına Oğuz geçer. Oğuz Kağan'ın bu haliyle bir peygamberin
rahle-i tedrisinde bulunmuş olduğu tahmin edilmektedir. Bu nedenle bir çok islami
kaynakta ismi anıldığında Rahmetullahi aleyh / Allah'ın rahmeti üzerine olsun diye
dua edilir.(3)
Oğuz Han'ın bir başka özelliği de Büyük Okyanus'tan Akdeniz'e kadar muazzam bir
bölgeye hakim olmasıdır. O zaman dünyasının neredeyse dörtte üçünü kontrol
altına almış olmasıdır. Bu özelliğinden dolayı Oğuz'un, Kur'an-ı Kerim'de ismi
geçen Zülkarneyn aleyhisselam olduğu dahi ileri sürülmüştür.
ZÜLKARNEYN SEDDİ
Kur'ân-ı Kerîm'de ismi geçen Zülkarneyn aleyhisselam, dünyaya hakim olmuş birkaç
kişiden birisidir. Yaptığı seferlerden birinde güneşin doğduğu en uzak yere kadar
gider. Burada mayası temiz, mazlum bir toplulukla karşılaşır. Bunlar komşuları olan
Ye'cuc ve Me'cuc isimli toplulukların zulümlerinden şikayet ederler. Hazreti
Zülkarneyn, zalim topluluk ile bunların arasına büyükçe bir set kurarak şerlerinden
korunmalarını sağlar. Kaynaklarda mayası temiz bu topluluğun Türk milleti olduğu
yazılıdır. Hazreti Zülkarneyn, İbrahim aleyhisselamla aynı yıllarda
yaşamışlardır. Çıktığı seferlerden birinde Hazreti İbrahim'le görüşmüş ve
bu sırada yaşı hayli ilerlemiş olan bu kutlu peygamberin hayır dualarını
almıştır.
KANTURAOĞULLARI
Efendimiz bazı hadisi şeriflerinde Kanturaoğullarının bu ümmetin idaresini uzun
süre ellerinde tutacaklarından bahsetmektedirler. Hadis-i Şerif otoriteleri, bundan
kastın Türkler olduğuna hemfikirdirler. Kaynaklar tarandığında Kantura'nın, Hazreti
İbrahim'in hanımlarından birinin adı olduğu görülür. İbrahim aleyhisselamın
bilinen üç hanımı vardır. Sare, Hacer ve Kantura... Bunlardan Sare Hazreti
İshak'ın, Hacer Hazreti İsmail'in, Kantura da ismi henüz tesbit edilemeyen birkaç
erkek evladın annesidir.
Hazreti İbrahim'in Hacer'den doğan oğlu İsmail aleyhisselamdır. Allahü tealanın
verdiği emir üzerine Hazreti İbrahim tarafından bugünkü Kabe'nin hemen yanıbaşına
bırakılan İsmail aleyhisselam, yerli toplumlardan olan Cürhümilerden bir kızla
evlenmiş ve bunun soyundan gelenler giderek büyük bir güç olmuşlardır ki, zamanla
Nabtiler (MÖ IV-MS.II. yy), Palmirana/Tedmur (MÖ.3.000-MS.275) gibi dönemlerinin
güçlü devletlerini kurmuşlardır.
Hazreti İbrahim'in ikinci oğlu İshak'tan olan torunu Hazreti Yakub'un 12 oğlunun
soyundan gelenlere İsrailoğulları adı verilir. Yakub aleyhisselamın diğer ismi
İsrail olduğu için bu isimle anılmışlardır. Bunlar Musa aleyhisselamın Mısır'dan
çıkarmasından sonra Filistin'de İsrail ve Yahuda devletini kurmuşlar, Hazreti
Süleyman döneminde de Yemen'deki Sebe devletini yeniden organize etmişlerdir. (M.Ö.
900 senesi) Bundan sonra bir daha toparlanamamışlardır.
Hazreti İbrahim'in Kantura isimli üçüncü hanımından da birkaç erkek evladı
olmuştur. Bunları Vahdaniyeti tebliğ etmek için Horasan'a göndermek istediğinde
çocukları ağlaşırlar ve "Kardeşimiz İshak'ı kendi yanında bırakıyorsun,
İsmail'i de kutlu bölge / Mekke'de bıraktın. Bizi neden çok uzaklara
gönderiyorsun?" derler. Hazreti İbrahim de onlara gitmeleri gerektiğini izah
ederek; "Kuraklığı çok olan bir beldeye gideceksiniz. Size öğreteceğim şu
duayı sıkışınca okursanız inşallah yağmur yağacaktır" diyerek bir dua
öğretir. Çocuklar Horasan'a yerleştikten uzun bir süre sonra büyük bir kuraklık
yaşanır. Çaresiz kalan halk, bunlara başvurunca öğrendikleri dua sebebiyle yağmurun
yağmasına sebep olurlar. Bunun üzerine insanlar, bu iş ancak hanların işidir diyerek
bu çocukların ve soyundan gelenleri han kabul ederler. Öyle ki, kanlarının yere
düşmesini bile bir felaket olarak gördüklerinden hiç ilişmezler. Bu adet daha sonra
han sülalesinden idam edilmesi gerekenlerin kılıçla değil yay kirişi ile boğmak
usülünün doğmasına neden olur. (Bu adet Göktürk devlet geleneğini takip eden
Selçuklu ve Osmanlıda da aynen devam etmiştir.) Kaynaklarda buna benzer bir başka
olaya rastlıyoruz. Eski Türklerin elinde Yada Taşı denilen bir taş vardır. Bunun
aracılığı ile yağmurun yağdırıldığından bahsedilir. Yerli yabancı gezginler,
bunu bizzat gördüklerini naklederler. Bu taş yüzünden sık sık boylar arasında
çatışmalar çıkmıştır. (4)
Orkun kitabelerinde güç zamanlarda Yaratıcı'nın, Semavi kaynaklı bir kahraman
göndererek Türklerin imdadına yetiştiği kayıtlıdır. Kitabelerde; "Ben
Tanrı'dan olma......" gibi ifadeler geçmektedir. Bu, Hakan'ın ancak Allah'ın
tasvib ve desteği ile hakan olabileceğini gösterir. Yine eski kaynaklar, ancak Tanrı
tarafından kut verilmiş kişilerin hakan olabileceği de kayıtlıdır. Nitekim Hun
Hakan'ı Mete'nin Tanrı'dan kut alarak Hakan olduğu kayıtlıdır.
Hazreti İbrahim'in bu çocukları Horasan'a göndermesinin sebebini annelerinin Orta
Asya kökenli olmasında aramak lazımdır. Hazreti İbrahim'in ve Sevgili Peygamberimizin
hayatları incelendiğinde, birisini bir bölge veya topluluğa gönderdiklerinde o
kişinin o bölgeden veya topluluktan olmasını dikkate alırlardı. Zira gidilen yerde
hazır bir ortam bulunmuş olacaklardır.
Hazreti İbrahim'in yaşadığı tarih olarak MÖ 2000'li yıllar gösterilmektedir.
Eğer bu doğru ise bunun hemen akabinde Türklerin millet olarak belirgin bir şekilde
ortaya çıktıkları ve devlet kurdukları görülür ki; bu da MÖ 1500-1000 yılları
arasıdır. Bu tarihler dünya tarihinin kavşak noktalarından birisidir. Bu yıllardan
itibaren eski milletler sahneden çekilip birer birer erirken üç ana koldan gelişen
üç ayrı millet dünya siyasetine yön verir olurlar. Birincisi İsrailoğullarıdır.
Üçüncü kol bunlardan çok uzakta Türkistanda ağırlıklarını koymaya
başlamıştır. Bunlardan İsmailoğulları ve Türklerin hayat şartları birbirlerine
benziyordu. Kuraklıkların şiddetli geçmesi, birinde çöl, diğerinde bozkırların,
halkların milli karakterlerini dış tehlikelerden koruması hep birbirine benzemektedir.
TÜRK PEYGAMBERLER
Kaşgarlı Mahmud'un Divân-ı Lüğâti't Türk'ünde; yalavaç, yalvaç gibi resul,
peygamber anlamında türkçe kelimeler bulunması, Türklerin en eski devirlerinde bile
peygamber kavramının bilindiğinin canlı şahitleridir. Eski Türk inancında görülen
Yaratıcı inancının İslama çok yakın olmasının sebebi de peygamberlerdir. Bu
inanca göre Tanrı'nın sıfatları şöyledir ki Kuranı Kerim'deki İhlas suresini
hatırlatır. BİR/Tek olan, MENGÜ/sonsuz, BAYAT/Başsız, MUNGSUZ/Kendi kendine var olan
(Doğmamış, doğurulmamış) ve sıkıntılardan uzak olan, DİRİ/Hayat sahibi,
ERKİ/İrade sahibi, OGAN/Kudret sahibi, TÖRÜTGEN/Yaratıcı...(5)
İşte bu noktayı araştırmış olan tarihçilerden Hüseyin Hüsamettin Efendi,
Şerh-u Esmai'l Mürselin isimli kaynağa dayanarak tam 24 adet türk asıllı peygamberin
ismini nakletmektedir. (6) Bu peygamberlerin ne zaman yaşadıkları, tevhid
mücadeleleri, gösterdikleri mucizeler ve hangi boylarda görev yaptıkları şimdilik
bilinmemektedir. Bilinen tek şey; İslam dinini tebliğ ederek Türk milletinin üzerinde
kalıcı etkiler yapmaları ve bu cengaver milleti Sevgili Peygamberimizin yoluna
hazırlamış olmalarıdır. Gerçekten de Türkler, İslamiyetle tanıştıktan kısa bir
süre sonra toplu olarak müslüman olmuşlar ve dünya tarihinde asr-ı saadetten sonra
en kaliteli çağ olan Osmanlı dönemini kurmuşlardır.
Türkler arasında görev yapmış şanlı peygamberlerin isimleri türkçe olmakla
birlikte kaynaklara arap imlası ve telaffuzuyla şu şekilde geçmiştir; "Amun,
Anuh, Barah, Cosan, Düvil, Ğadat, Hamun, Hemudin, Hıcah, Hicil, Katın, Kedük,
Kharkıl, Laycu, Narın, Sakun, Salah, Savıs, Takhım, Tamur, Umıd, Yahur, Yasan,
Yevik..."
Tarihi kaynaklardan derleyerek özetlediğimiz bu bilgiler, Türklerdeki vahdaniyet
fikrinin kökeni konusunda bize büyük ip uçları vermektedir.
ASRI SEADETTE TÜRKLER
Biz asıl konumuza tekrar dönelim. Cahiliye döneminde Türkler çok yakından
tanınmaktadır. Gerek Türkistan'a giden Mekke kervanları, gerekse Arabistan'a çeşitli
vesilelerle gelen Türkler vasıtasıyla bilinmektedir. Ayrıca Göktürk İmparatorluğu
asrı saadette Orta Asya'da son virajı almak üzeredir. Bu devlet kapalı bir kutu
değil, cihan devletliğine oynayan bir güçtür. O zaman dünyasınca yakından
bilinmemesi imkansızdır. Efendimizin amcası Ebu Talib, hicretten önce Efendimize
zulmeden müşrikler hakkında söylediği bir şiirde Türklerden bahsetmektedir. Bu
şiirinde müşriklerin, Efendimiz ve eshabının Mekke'den ta Kabil veya Türk
kapılarına kadar çekilip gitmelerini istediklerini söyler.
Cahiliye dönemine ait şiirlerde sık sık Türklerin askeri yönlerini ve
kahramanlıkları işlenmiştir. Bu şairlerden bazıları; Nabiğa ez Zübyani, Hassan b.
Hanzala, Evs b. Hacer, Şemmah b. Zirar vd. dir.(7) Arabistan'da, kölelerden oluşan
değişik milletlere mensup oldukça kalabalık bir topluluk vardır. Bunlar arasında
özellikle İran aracılığı ile gelen kölelerin kökeni araştırıldığında
Eshabın arasında da Türklerin bulunduğu anlaşılır. Ancak isimler arapçalaştığı
için bu tespiti zorlaştırmaktadır.
HADİSİ ŞERİFLER
Sevgili Peygamberimizin, Türklerle ilgili pek çok hadis-i şerif buyurdukları bilinse
de bunların pek azı günümüze kadar gelmiştir. Efendimiz, gelecekle ilgili bazen
genel bazen de kişisel ipuçlarını eshabına vermişlerdir. Bunlardan birisi de
istikbalde Türklerle karşılaşılacağı ve onlara nasıl davranılması gerektiği
konusudur. Bunlardan en bilineni, eshabın geneline buyurdukları; "Türkler size
dokunmadıkça siz de onlara dokunmayın" hadisi şerifidir. Bunun yanısıra
Türklerin fiziki özelliklerinden, yaşantılarından da haber vererek, eshabını
istikbalde yaşanacak bir dizi hadiseye hazırlamışlardır. Bu hadis-i şeriflerin
tümü, Alemlerin Efendisi'nin Türkleri çok yakından tanıdıklarını gösterir.
Eshabı kiramın da Türklerin kim olduklarına dair bir soruları olmamıştır. Bu,
eshabın da Türkleri yakından tanıdıklarını gösterir.
KABİLELER
Arabistan yarımadası son derece kozmopolit yapıya sahiptir. Hiçbir büyük devletin bu
bölgeye girememesi, hür yaşamak isteyen pek çok toplumun bu bölgeye yerleşmesine
neden olmuştur. Bu kabilelerden bazılarının türk veya türk kökenli olduğu tahmin
edilse de henüz sağlam bir araştırma yapılmamıştır. Asr-ı Saadet'te yaşayan
kabilelerden Tayy, Muharib (veya Harboğulları) ve Eslem gibi kabileler, bölgedeki
diğer kabilelerden farklı özellikler taşıyorlardı. Arabistan'ın en ilginç kabilesi
belki de Harboğulları kabilesidir. Kaynaklarda bu kabile dilleri anlaşılmaz,(8) son
derece korkusuz ve savaşçı bir topluluk olarak anılırlardı. Yağmacılıkları ile
meşhurdular. Yaşadıkları bölgenin tamamen hakimiydiler. Kuzeydoğu Arabistan'da
yaşamaktadırlar. Asrı saadette müslüman oldukları andan itibaren pamuk gibi
olmuşlardır. Hayır ve hasenatta yarışan, bölgelerinden geçen ticaret kervanlarını
gözleri gibi koruyan bir topluluk olup çıkmışlardır. Bunların soyundan gelen
günümüz Mısırlı araştırmacı Muhammed Harb, Harboğullarına mensup olanların
isimlerinde türkçe kökenli kelimeler bulunduğuna işaret etmiştir. Biraz sonra
bahsedeceğimiz gibi Dicle bölgesinde yaşayan türk boyları Bedr Hazırlıkları
sırasında Efendimize elçi göndermişlerdi. Bunlar büyük ihtimalle Harboğullarıyla
bağlantılı boylardı.
KİŞİLER
Asrı seadetteki şahıs isimleri arapça veya başka dilden geçse de
arapçalaşmıştır. Şahıs isimlerinin kökeni hakkında henüz bir teknik çalışma
da yapılmamıştır. Bu nedenle isimlerin hangisinin türkçeden geçtiğini bilemiyoruz.
Ancak Eshab-ı kiramın hayat hikayelerini incelediğimizde ilginç sonuçlar elde
edebiliyoruz. Mesela Salim, Büreyde b. Husayb, Ebu Bekre radıyallahu anhum gibi
pek çok sahabenin hayatı önemli ip uçları vermektedir.
TÜRK ATI / KUTAF
Şahıs ve kabilelerin dışında Asrı Saadete ait bazı hatıralarda da türk izlerine
rastlamak mümkündür. Mekke veya Medine'de bir gece çok şiddetli bir gürültü
duyulur. Şehir halkı ne olup bittiğini anlamak için evlerinden fırladıklarında,
Sevgili Peygamberimizi sesin geldiği istikametten gelirken görürler. Efendimiz, sesi
duyduğu anda en yakındaki ata binerek hızla olay yerine gitmişler, önemli bir şey
olmadığını görünce geri dönmüşlerdir. Kullandıkları at, eshabı kiramdan Ebu
Talha'nın Kutaf cinsi atıdır. Bütün özellikleriyle (kısa bacaklı, çevik
dönüşler yapabilen olması vb.) bir türk atıdır. Efendimiz bu ata dua buyurarak;
"Deniz gibi..." buyurmuşlardır. Kutaf cinsi atlara bu nedenle, Bahr / Deniz
adı verilmiştir.
KUBBETU'T TÜRKİ / TÜRK ÇADIRI
Şimdi gelelim Türk tarihinin en önemli noktalarından birine... Abdullah b. Mes'ud ve
Abdullah b. Abbas, Efendimizin Bedr Savaşı'nda girdikleri yuvarlak bir çadırdan
bahsetmektedir.(9) Yine 627'de Hendek Savaşı hazırlıkları yapılırken Efendimiz,
kendisi için kurulan bir çadıra yerleşmişlerdi ki bu çadır Kubbetu't Türki / Türk
Çadırı olarak isimlendirilmektedir. Sevgili Peygamberimiz çadırın kurulmasında
yardımcı olmuşlar ve kuşatma süresince bu çadırda bulunmuşlardır. Başka bir
ifadeyle Kubbetu't Türki Efendimizin otağı, karargahı olmuştur. Yine bu çadırın en
büyük özelliklerinden birisi de Efendimizin ünlü İstanbul'un fethedileceğini
müjdeledikleri hadisi şeriflerini kuşatma günlerinde bu çadırın gölgesinde
buyurmuş olmasıdır. (10)Yine Efendimizin mescidde itikafa çekildikleri çadır,
Kubbetu't Türki ismiyle anılmaktadır.(11) Ünlü Hudeybiye anlaşması, bu çadırda
imzalanmıştır. Dahası, Mekke'nin fethine gidilirken de bu çadır Efendimizle
birliktedir. İslam ordusu Mekke yakınlarındaki Merru'z Zahran mevkiine gelince
çadırını kurdurmuşlar, eshabıyla burada istişare etmişlerdir. Mekke'nin
yöneticisi olan Ebu Süfyan b. Harb'i bu çadırda kabul etmişlerdir. İslam ordusu
birkaç koldan Mekke'ye girerlerken Sevgili Peygamberimiz bugün Cennetu'l Mualla
kabristanının bulunduğu Hacun'da çadırlarını kurdurmuşlar, harekatı buradan idare
etmişlerdi. Bu çadır, Efendimizin vefatlarından sonra şüphesiz muhafaza edilmiştir.
Ancak akibetinin ne olduğu hakkında henüz bir kayda rastlanmamaktadır. Ancak
Efendimizin her davranışını uygulamaya çalışan eshabı kiram, Onun bir Türk
çadırında itikafa çekilmesini sünneti seniye olarak tatbik etmişlerdir. Mesela
Eshabı Kiramdan Ebu'd Derda'nın hanımı Ümmü Derdâ, Şam'daki Emeviye Camiinde
kurulan bir türk çadırında itikafa çekilmişti. Bu çadırın Efendimiz tarafından
kullanılan çadır olup olmadığı bilinmemektedir.
ELÇİLER YILI
Meşhur elçiler yılında Sevgili Peygamberimizi ziyarete gelen kabileler arasında
türklerin olup olmadığı tam araştırılmamıştır ancak bundan çok daha önceki
yıllarda Dicle yöresinde yaşayan Büğdüz-Aman Hanedanı temsilcisi,(12) çeşitli
Türk boylarının ilbeği olarak, 622-623'de Medine'ye elçi olarak bir heyetle gelmiş
ve Efendimizin huzuruna çıkarak müslüman olmuşlardır. Bu çok önemlidir. Zira
Türklerin, Dicle yöresinde kuvvetli bir topluluk olarak bulunduklarını gösterir.
Bunlar, İran Kisrası Nuşirevan tarafından Doğu Roma sınır boylarına
yerleştirilmiş olan Türk boylarındandır. Bu sınır kuşağı İran'ın en nazik
bölgesidir. Buraya, kendilerine bağlı savaşçı toplulukları yerleştirerek
başkentleri Medayin / Ktesiphon'u emniyete almak istemişlerdi. İşte bu boylar
Medine'ye elçi göndermişlerdir. Gelenlerin bir kısmının Medine'ye yerleşmesi
kuvvetle muhtemeldir. O zaman Uhud ve diğer savaşlarda da Efendimizin eshabı arasında
türklerin bulunduğu akla gelebilir. Dahası, Sevgili Peygamberimizin kullandıkları
Kubbetu't Türki'nin kaynağı hakkında bir ip ucu verebilir.
ÜZÜNTÜNÜN SEBEBİ
Efendimiz 630 yılında bir gün Medine'de, hanımlarından Ümmü Seleme veya Zeyneb bnt.
Cahş annemizin odasında iken, sıkıntı duyarak bunalırlar. Durumu farkeden annemiz
sebebini sorar. Efendimiz, doğuyu işaret ederek; "Şu anda Zülkarneyn'in seddinden
yüzük genişliğinde bir delik açıldı" diye üzüntüyle haber verirler.
Efendimizin üzülmelerine sebeb olan hadise ne idi? Henüz bir açıklama
getirilememiştir. Bu tarihte doğudaki en büyük olay Doğu Göktürk ordusunun devasa
Çin ordusu tarafından imha edilmesidir. Bu savaşta Türk Hakanı esir düşmüş ve
Doğu Göktürk Devleti yıkılmıştır. Bu yıkılma ile Orta Asya'daki dengeler altüst
olur ve Türklerin dar bir alana hapsettiği Çin, tamamen serbest kalarak sınırlarını
genişletmeye başlar. Batı Göktürk Devleti de kısa sürede yıkılır.(13)
..ve KÜRŞAD İHTİLALİ
Esir edilen Göktürk ileri gelenleri Çin'e esir olarak götürülür. Tarihe Kürşad
İhtilali olarak geçen ayaklanma, bu yıkılmadan hemen sonra Çin'de esir edilen Türk
prensleri tarafından organize edilmiştir. Çinliler her zaman yaptıkları asimilasyonu
esir türklerin üzerinde uygulamak ister. Ancak bir süre sonra buna karşı çıkan
Kürşad ve 39 arkadaşı ihtilal planı yaparlar. Çin İmparatoru'nun geçeceği
güzergahı tespit ederler. Ancak ihtilal günü müthiş bir yağmur yağar. Çin
İmparatoru sarayından çıkmaz. Planı ertelemek isterler. Ancak Kürşad, Çinlilerin
durumu haber almalarından korkarak planı ertelemez. Belirlenen saatte sarayı basarlar.
Yüzlerce Çinli, bir avuç türkün eğri kılıçları altında can verirler. İmparator
kıl payı hayatını kurtarabilir. Başarılı olamadıklarını anlayan Kürşad,
arkadaşlarıyla birlikte kaçarsa da bir süre sonra etrafları çevrilir. Teslim olmayı
kabul etmeyince de oklanarak öldürülürler.
Göktürk Devleti'nin yıkılmasını, Oğuz Türklerinin Asya steplerinden tasfiye
edilmesi takip etmiştir. Belki de Sevgili Peygamberimiz, gelecekte İslama hizmet edecek
koca bir milletin atalarının zor durumda kalmalarına mübarek gönülleri elvermemiş,
incinmişlerdi. Nitekim ilk müslüman türkler Göktürk boyları içinden
çıkmıştır. Dahası ilk müslüman Türk devleti Karahanlılar, Göktürk Devletinin
bir uzantısıdırlar. İslamiyetin etrafında çelik bir duvar örerek özünün dejenere
olmasını önleyen İmam-ı Azam, İmam-ı Maturidi, İmam-ı Buhari, Bahaeddin-i Buhari
vb. alimlerin ve talebelerinin kökeni araştırıldığında yine Türk oldukları
görülür. Yine kurulan hemen tüm Müslüman Türk devletlerinin köklerinde
Göktürklerin izleri görülür.
TÜRK ELİ'ne DOĞRU
Sevgili Peygamberimizin vefatlarından sonra yeryüzüne dağılan eshabı kiramın
önemli bir kısmı, genellikle kökenleri nere ise o bölgelere gidip yerleşirler. Bu
dağılma, Efendimizin emri üzerine gerçekleşir. Efendimiz eshabına, yeryüzüne
dağılmalarını, yerleştikleri yerlerde evlenmelerini ve özellikle gençlere sahip
çıkmalarını emretmişlerdir. Bu sebeple eshabı kiram, gençlerle karşılaşınca;
"Merhaba ey Sevgili Peygamberimizin bize emanet ettikleri" diye latife
ederlerdi. Horasan'a düzenlenen seferlerin sadece birinde, ordu içerisinde 300 eshabın
bulunduğu nakledilmektedir ki bunların büyük çoğunluğu Türkistan'a
yerleşmişlerdir. Bunlardan en ilginci Türklerin Arslan Baba adını verdikleri bir
sahabedir ki, asıl ismi unutulmuştur.
Hazret-i Hüseyin, Kerbela'da ablukaya alındığında Kufeli Şiilerin ihanetini
görünce Emevi komutanı Ubeydullah b. Ziyad'dan, kendisini bırakmasını ister ve
Horasan'a gidip orada İslamiyete hizmet etmeyi istediğini bildirir. Hazreti Hüseyin
tekrar Medine veya Mekke değil de Horasan'a gitmek istemesinin sebebi de Efendimizin bu
bölge halkıyla ilgili eshabına çok önemli işaretler verdiklerini göstermektedir.
Eshabdan bu bölgeye giden en ünlü isim, Büreyde b. Husayb'dır. Kabri, Merv
şehrindedir. Kırgızistan'a yaptığımız bir gezide Kırgızlar, Oş bölgesinde bir
mevkiyi göstererek, "Sevgili Peygamberimizin arkadaşlarına ait bazı kabirler
burada idi, ancak zamanla kaybolmuş" dediklerine şahit olmuştuk.
Horasan'a yerleşen eshabı kiramın rahle-i tedrisinden geçen türkler müthiş bir
ivme kazanırlar. Birkaç kuşak sonra bütün İslam dünyasına kan kusturan Şii
devletçiklerini teker teker düşürerek vefa borçlarını ödemeye başlarlar. Asya
kendilerine dar gelir. Birbiri ardınca cihan devletleri kurarak Batının en
batısındaki Kızıl Elma'ya doğru koşarlar. Osmanlılar döneminde ise her bakımdan
zirveye erişirler.
Eshabı Kiram Türkistana giderken, Türkistan'dan da Medine'ye gelenler olmuştur.
Mesela Ozanların Piri diye tanınan Korkut Ata, Medine'ye gelerek Hazreti Ebubekr ile
görüşerek müslüman olmuştur.(14)
TÜRKLERE İLİŞMEYİN
Sevgili Peygamberimizin, Türklerle sıcak temasa geçilmemesini emrettiklerini bizzat
eshabı kiramın uygulamasında da görebilmekteyiz. Hazreti Ömer döneminde yıkılan
Sasanilerin de kışkırtmasıyla bazı Türk boyları İslam topraklarına hücum
ederler. Bunlar, Göktürk Devletinin yıkılmasından sonra desteksiz kalan Batı
Göktürk Devleti bünyesinde yaşayan küçük devletçiklerdir. Bunlara karşılık
vermek için Türkistan içlerine akın yapan İslam orduları komutanı Ahnef b. Kays,
zafer kazandıklarını ve harekata devam etmek istediklerini bildirir. Hazreti Ömer, bu
isteği kesin bir dille reddeder ve "Keşke onlarla aramızda ateşten bir deniz
olsaydı" diyerek ileri harekata izin vermez. Yerine eshabdan Büreyde b.
Husayb'i komutan olarak tayin eder. İslamın, organize olarak en güçlü olduğu ve
peşpeşe dünyanın iki süper gücüne bir arslan gibi atıldıkları bir dönemde,
dağınık türklerden korktukları için böyle bir harekata izin verilmediğini
düşünmek mümkün değildir. Hazreti Ömer gibi birisini ancak Efendimizin emri
durdurabilirdi. Benzeri bir başka olay Hazret-i Muaviye döneminde yaşanmıştır.
Horasan valisi Abdurrahman b. Semüre'ye bağlı İslam ordusunun bir kısmı, Türklerin
hücumuna karşılık vermek için Ubeydullah b. Ziyad komutasında Türkistan içlerine
akınlar yaparlar. Buhara ve çevresini ele geçirirler. Abdurrahman bunu hoş
karşılamaz.(15) Ubeydullah da direkt Halife'ye yazarak kazandığı zaferi bildirir.
Övgü ve taltif beklerken, Hazret-i Muaviye'nin sert bir cevabıyla karşılaşır; "Anan
sana matem tutsun. Harekatı derhal durdur. Onlara neden ilişiyorsun. Vallahi
Rasulullah'tan işittim ki, Türkler yavsan otu biten yerlere kadar hakim
olacaklardır."
TÜRK HAKANI'nın KIZI
Efendimiz, peygamberlikle şereflendiklerinde İran Sasani İmparatorluğunun başında
kisra olarak Nuşirevan vardır. Bu zat adaletiyle ün yapmıştır. Sadece İranlılar
değil komşu ülke insanları dahi onun adaletine hayran kalmışlardı. Nuşirevan, o
yıllarda hayli güçlü olan Göktürk Hakanı'nın kızıyla evlenmiştir. Bu evlilikten
peşpeşe üç kız dünyaya gelir ki, İslam tarihinin en önemli şahıslarından
olurlar. Hazreti Ömer döneminde yıkılan Sasani İmparatorluğu'na mensup önemli
kişiler esir olarak Medine'ye getirilir. Aralarında Nuşirevan'ın kızları da vardır.
Anneleri Türk Hakanı'nın kızı, Babaları da İran kisrası olan bu nazenin kızlara
Hazreti Ömer kıyamaz. Eshabı kiramdan üç ünlü zatın çocuklarıyla evlendirir.(16)
Bunlardan Şehr Bânû Ğazele, Hazreti Ali'nin oğlu Hazreti Hüseyn ile evlendirilir.
Bundan Zeynel Abidin hazretleri dünyaya gelir.(17) Birisi Hazreti Ömer'in oğlu Salim
(veya Asım) ile evlendirilir. Bunun kızından da Emevi halifelerinden Ömer b.
Abdülaziz dünyaya gelir ki; adaleti ile ün yaptığı için ikinci Ömer diye anılır.
Üçüncü kız Hazreti Ebubekr'in oğlu Muhammed ile evlendirilir. Bu evlilikten Kasım
b. Muhammed hazretleri doğar.(18)
SONSÖZ
Biz kaynaklardan ulaşabildiklerimizi sizlere aktarabiliyoruz. Ancak bunların çok
sınırlı olduğunu da hemen ifade etmek durumundayız. Bu konuda asıl hizmet
verecekler, konuya profesyonel olarak eğilebilecek türk tarihçileri ve hadisi şerif
uzmanları olacaktır şüphesiz. Bizim yaptığımız bir kibrit yakmaktan öte
değildir. Ehil eller harekete geçerlerse tarihimizde karanlık kalmış noktalar
aydınlanmış olacaktır.
DİPNOTLAR ve ASRI
SEADETTEN PORTRELER
|