|
Mehmet Ali Doğan
din adamı
‘El Hac Muhammed Ali Doğan’
Molla Muhammed el-Mûşî el-Kersî
Muhammed Doğan
1944 yılında Muş'un Varto ilçesi Kers köyünde doğdu. Kimlikteki doğum tarihi 16 Aralık 1951.
15 yaşında Risale-i Nur okumaya başladı. Said Nursi’nin öğrencilerinden emekli Albay Hacı Hulusi Yahyagil’in tedrisatında yetişti. Yahyagil’in 1986 yılında vefatına kadar ondan ayrılmadı.
25 yıl Muş’ta imamlık yaptı. 1998 yılında emekli oldu. İmamlığı sırasında ağırlıklı olarak Muş, Elazığ, Bingöl ve Bitlis çevresinde cemaatini büyüttü.
2004 yılında Tahşiye Yayınevi’ni kurdu. Yayınevi, ‘Risale-i Nur Şerhleri’ ile tanındı. Öncülük ettiği cemaat Tahşiyeciler olarak anıldı.
Tahşiyeciler Nurcular arasında ‘Mehdi’ düşüncesine en güçlü vurguyu yapan cemaat olduğu ileri sürüldü.
Ocak 2010’da Tahşiyeciler cemaatine yönelik operasyon yapıldı. Doğan ve onlarca arkadaşı yaklaşık 17 ay tutuklu kaldı.
İleri derecede görme kaybı bulunuyor.
HAKKINDA YAZILANLAR
Asiye Güldoğan yazdı: Kim bu Tahşiyeciler?
Asiye Güldoğan
Odatv.com 15 Aralık 2014
“Tahşiye örgütü deşifre oldu ama ona bir isim buluruz, Rahle örgütü deriz.”
Son yazılarımdan birinde, “AKP’lilerin Cemaat düşmanlığının dozajı düştü” demiştim. Sadece acıyorlar, yenilmiş, itibarsızlaşmış görüyorlar diye ilave ettikten sonra, son cümle olarak “Ama Erdoğan bu dozajı her an yükseltebilir” diye yazmıştım.
Gerçekten de, daha yazımın ertesi günü Erdoğan yanılmıyorsam bir işadamları derneğinde adeta parti lideri gibi hitap ederek hem muhalefete yüklendi, hem de cemaat düşmanlığının dozajını yükseltti.
İşte iki hafta sonra da, Cemaate yönelik “ilk ciddi operasyon” başladı. 14 Aralık operasyonu Cemaate yönelik ilk ciddi operasyon gerçekten de, o kadar ciddi ki daha önce yapılan “casusluk davaları” benzer davalar bu davaya eklenecek, bundan sonra da 14 Aralık’ta yaşanan en ciddi operasyondan çok çok daha ciddi operasyonların önü açılacak.
ABD’nin dünyaca ünlü mafya lideri Al Capone’nin adını duymayan yoktur. İtalyan asıllı bu mafya lideri 1920-1933 yılları arasındaki ABD alkol yasağından yararlanarak güçlendi.1929'da Amerikan ekonomisinin zor günler yaşadığı Büyük Bunalım dönemindeki fırsatlardan yararlanarak gücünü arttırdı. Ve zamanla devlet içinde devlet haline geldi, adeta hükümet gibi devletin bütün mekanizmalarında söz sahibi oldu. Devlet, ABD yönetimi, herkes onun kim olduğunu çok iyi biliyor ama hiç kimse ona bir şey yapamıyordu. Çünkü kanunları herkesten iyi biliyor, hukuki açıklardan da en iyi o yararlanıyordu. Zaten pek çok savcılar, yargıçlar, avukatlar parayla, şantajla Al Capone’nin emrindeydi.
AL CAPONE BASİT BİR SUÇTAN YARGILANABİLDİ
İşte bu yıkılmaz, sarsılmaz suç imparatoru işlediği cinayetlerden, tehditlerden, şantajlardan değil, basit bir suçtan “ruhsatsız silah taşımaktan” ve “vergi kaçırmaktan” hapse atılabildi, bu da onun sonu oldu.
Kartvizitinde “İkinci El Mobilya Satıcısı” yazan, mafyayı devlet içinde kadrolaştıran, pek çok vali ve belediye başkanını, emniyet mensubunu, yargının bir kısmını emri altına alan, ABD Başkanı Hoover’le bile dostluk kuran, komünizme karşı mücadele eden, Büyük Bunalım’da sendikaları sindiren Al Capone, Ajan Eliot Ness’in soruşturma açtırması ve Frank Willson’un da vergilerini kontrol etme çalışması başlatmasıyla beklenmedik sona geldi.
Elbette hakimlere rüşvetlerle, tehditlerle bu basit davadan sıyrılmaya çalıştı ancak Eliot Ness’in Dokunulmazlar ekibi buna fırsat vermedi ve Al Capone 11 yıl hapis ve varlığıyla orantılı para cezası almaktan kurtulamadı. Meşhur Alkatraz Hapishanesi’ne gönderirlince dış dünyayla bağlantısı kesildi. Gerçi hapishanede 5 yıl kaldı, şartlı tahliye edildi ama bu süre içersinde kurduğu mafya dağılmıştı, kalan mafya mensupları ise birbirleriyle savaşıyordu. Bunalıma girdi, akli dengesi bozuldu, 1947 yılında da öldü.
Kırk yıl boyunca büyüyen, gelişen, zenginleşen, devletin her kademesinde kadrolaşan Fethullah Gülen Cemaati, en parlak dönemini AKP iktidarı döneminde yaşadı. AKP’den öncekiler zaten, gerek ANAP, gerek DYP ve gerek Ecevit’in DSP’si Cemaati kollamışlar, “Erbakan’a karşı panzehir” düşüncesiyle gelişmelerine, büyümelerine katkıda bulunmuşlardı. TSK hariç, hemen bütün iktidarlar ve medya kuruluşları, “Atatürk’ü de sevdiğini” söyleyen, “gerici Erbakan’a mücadele eden”, Türk Okulları’nda “Atatürk posteri asan, İstiklal Marşı söyleten” cemaate hoşgörüyle bakıyor, maddi manevi destek oluyordu. AKP kurulunca ve iktidar olunca, “her iktidarı desteklemek” stratejilerinin ötesine geçmişler, “Erbakan’la mücadele eden cemaat” bu sefer “Erbakan’ın talebelerinin kurduğu” AKP’nin sadece destekçisi olmamışlar, “iktidar ortağı” olmuşlardı.
Bu iktidar ortağı, yargıda ve emniyette kadrolaştırmalarını daha da güçlendirince, kendilerine her zaman ters bakan TSK’ya, Balyoz, Ergenekon operasyonları yapmış, dahası ulusalcı, Atatürkçü, solcu yazarları da Odatv davasıyla Silivri’ye göndermeyi başarmıştı. Hem TSK’nın itibarını sarsmışlar, hem de çok güçlü bilinen yazarların cezaevine atılmasını sağlamışlardı. Nedim Şener, Ahmet Şık gibi Cemaate dokunan yandı. Ayrıca, yine hükümetin gücüyle Hürriyet gazetesinin en güçlü yazarları Emin Çölaşan, Bekir Coşkun, Soner Yalçın gibi yazarların gazeteden kovulmasını da bir şekilde gerçekleştirmişlerdi.
CEMAATİN ÖZGÜVENİ YENİDEN ARTARKEN
En meşhur yazarların hapislere atılması, gazetelerinden kovulması, Generallerin ağır cezalar alması, Türkiye’de çok insanı korkuttu, sindirdi. Bu cemaatle baş edilmezdi. Daha düne kadar cami kapılarında kaset satan cemaat, hükümetten daha iktidardı. Hükümette, yargıda, emniyette, milli eğitimde, maliyede asıl iktidar onlardı.
Ancak Dersane olayından sonra Cemaatle-Hükümet arasında kavga başladı. Cemaatin dişe dokunur bir tabanı yoktu ama en kritik yerlerde en güçlülerdi. Hükümete 17-25 Aralık operasyonu yaptıklarında, gerçek iktidar olacaklarına kesin olarak inanıyorlardı. Başarılı olsalardı, “Erdoğan’ı mahkum edecekler, yerine kendilerinden birini” koyacaklardı. Ellerinde “Yolsuzluk” gibi güçlü argümanları vardı ve parti tabanı cemaatin hakim olacağı AKP’den kopmayacaktı. Bütün bunları da bir ay içinde gerçekleştireceklerine inanıyorlardı.
Ancak bilindiği gibi Erdoğan önce operasyonları yapanları bir şekilde görevden aldı, yolsuzlukla suçlanan bakanları yargılanmaktan kurtardı, süratle hükümet içindeki cemaatçileri temizlemeye başladı. Ardından da seçim boyunca cemaate karşı büyük bir savaş açtı. Cemaat seçimde CHP’yi ve MHP’yi desteklemek zorunda kaldı. Ancak cemaati itibarsızlaştıran Erdoğan, seçimi büyük bir farkla kazandı, ayrıca cemaatin dişe dokunur bir tabanı olmadığını da gösterdi. Cumhurbaşkanlığı seçimini de kazanınca, zaferini daha da pekiştirdi.
30 Mart seçimlerinden bu zamana Erdoğan cemaatin peşini bırakmadı. Meşhur kinciliğiyle, hemen her konuşmasında cemaate yüklendi. “Kırmızı Kitap’a alınacaklarını, yargılanacaklarını, asla cezasız bırakmayacaklarını” söyledi durdu. Cemaate yönelik zaman zaman operasyon yapıldı ama çoğu salıverildi. Her operasyon sonuçsuz kalınca, Cemaatin, “Fuat Avni’lerin, Ekrem Dumanlı’ların, Baransuların” özgüveni arttı, “Bize bir şey yapamazlar” duygusu yaygınlaştı. Zaten muhalefet partileri kendilerinden yanaydı, Ergenekon-Balyoz davalarında mağdur ettikleri insanların bir kısmı bile Hükümete karşı onların yanındaydı.
KÜÇÜK TAHŞİYE DAVASI, EN BÜYÜK DERT OLABİLİR
Ama 14 Aralık operasyonunda, Al Capone’nin basit bir suçtan yakalanması gibi bir durum yaşandı. Belki herkes daha neyin ne olduğunu bilinmiyor, ciddiyeti kavrayamıyor ama Cemaat ilk kez, hem de hiç beklenmedik bir noktadan kuyrukları yakalandı.
Beklemedikleri, belki de aklından hiç geçirmedikleri nokta, Tahşiye Davası..
Tahşiye Grubu diye bir şey yok aslında ama böyle adlandırılan grup, “minik sayılabilecek bir Risale-i Nur cemaati”. Tahşiye ise, Cağaloğlu’nda bu cemaate ait fazla da kitap yayınlamayan bir yayınevinin adı. Bu Nur cemaatinin Rahle ve Cihangir yayınevleri de var. Fakat neredeyse pek faal sayılmayan bu yayınevlerinde en çok Tahşiye Yayınları kitap yayınlamış, onun da fazla sayıda kitap yok.
Nur Cemaatlerinin içinde sayısal olarak en küçüklerinden olan Tahşiye grubu, “Said Nursi’nin ilk talebesi Hulusi Yahyagil’in yolunda gidenler” aynı zamanda. “Molla Muhammed” diye bilinen Mehmet Doğan, 76 yaşında ve Hulusi Yahyagil’in talebesi. Nurcuların çoğunun bile varlığından haberdar olmadığı bu minik cemaatte meşhur insanlar da yok. Belki bir zamanların en cevval Yeni Asya yazarlarından Mustafa Kaplan, Burhan Bozgeyik ve Bünyamin Ateş bilinen isimlerdir ama onları tanıyanların çoğu bu üç ismin bu cemaatte olduğunu bile bilmez.
1990’da Yeni Nesil-Yeni Asya cemaatlerinin ayrılıklarında Mustafa Kaplan, Bünyamin Ateş ve Burhan Bozgeyik Mehmet Kutlular tarafında yer aldı ve yeniden kurulan Yeni Asya gazetesinin en gözde yazarları oldular. Mustafa Kaplan, polemikleriyle ve sert yazılarıyla gazetenin en çok okunan yazarıydı. O dönem yeni yükselmekte olan Refah Partisi, Erbakan, Erdoğan en sert eleştirdiği konulardı. RP-MHP-IDP ittifakında da ittifaka yönelik ağır yazıları vardı. Bu üç yazar, zaten “Demirel’i övmek-Erbakan’ı yermek” anlayışında olan Yeni Asya’nın vazgeçilmez yazarlarıydı.
Ancak bir süre sonra Mehmet Kutlular ile yolları ayrıldı ve gazeteden kovuldular. Kendileri gibi kovulan Mesut adında bir arkadaşla İttihad Yayınları’nı kurdular. Zamanla Mustafa Kaplan Akit, Burhan Bozgeyik Milli Gazete yazarı oldular. Bünyamin Ateş ise RP’nin kazandığı ilk belediyelerden olan Güngören Belediyesi’nde çalışmaya başladı. Bir zamanlar Yeni Asya’da iken “İşte MSP” broşürünü hazırlayan ve bu broşürde “ayran içmekte” olan MSP milletvekili Korkut Özal’ı sanki “içki içiyormuş” gibi yayınlayan, nurcuların meşhur yazarı Hekimoğlu İsmail kızıp “İçki içmeyen bir müslümana içki içiyormuş gibi resim basmak İslam’a sığar mı?” diye telefon açtığında, “Seçimden sonra tövbe ederiz abi” diye cevap veren Bünyamin Ateş, şimdi Güngören belediyesinde RP’nin icraat broşürlerini hazırlıyordu. Bir dönemin en azılı RP düşmanı Mustafa Kaplan ile Burhan Bozgeyik ise RP’nin yayın organlarında yazıyorlardı.
Bu üç yazar, İttihad Yayınları’ndan da ayrıldılar ve Tahşiye Yayınlarının cemaatine girdiler. Muş’ta yaşayan Molla Muhammed’in küçük cemaatinde mütevazi katkılarda bulunuyorlardı. Tahşiye Yayınları’nda Risale-i Nurlarla ilgili kitaplar vardı. Bu cemaat, Fethullah Gülen’in Dinler Arasında Diyalog projesinden rahatsızdı ve Mehmet Doğan bu konuda bir kitap yazmıştı.
FETHULLAH GÜLEN TAHŞİYE’DEN BAHSEDİNCE
İşte bu küçük Nur cemaati, 2009’da Fethullah Gülen’in sohbet konusu oldu. “Adına Tahşiye derler, silah koyarlar, örgüt olarak tanınırlar” gibi sözlerin geçtiği bu sohbet 6 Nisan 2009’da cemaate ait herkul.org sitesinde yayınlandı. Ardından Zaman gazetesinde bu konuyla ilgili haber yapıldı, yazılar yazıldı. Yetmedi, Samanyolu televizyonunda yayınlanan Tek Türkiye dizisinde, hiç de alakası yokken 64. bölümde, “Tahşiye diye bir örgütten” bahsedildi. Karanlık güçlerin Tahşiye adını verdiği bu örgüt, “silahlı bir dini örgüttü ve Ergenekon ile bağlantılıydı”. Dizinin 66. bölümünde ise karanlık adamlar şunu diyorlardı: “Tahşiye örgütü deşifre oldu ama ona bir isim buluruz, Rahle örgütü deriz.”
Rahle, cemaatin Tahşiye yayınlarından sonra ikinci yayınevinin adıydı. Küçük cemaatin her iki yayınevinin adı da, Ergenekon’la bağlantılı dini terör örgütü olmuştu.
Tabii bu iddia, dizide ve gazete yazılarında kalmadı; gerçekten de iddianameye dönüştü. Cemaat savcıları, Fethullah Gülen’in bahsedişinden, Zaman gazetesinin yayınlarından ve Tek Yürek dizisinde konu edinmesinden sonra, Tahşiye Örgütü iddianamesi hazırladılar ve operasyon yapıldı. Elbette örgüte yapılan baskınlarda silah da bulundu. Bahsettiğim üç yazardan en sakin, en efendi biri olan Burhan Bozgeyik’in kayınpederine ait Risale-i Nur dersanesinde bile bomba bulundu.
Tahşiye Örgütü’nün adı değişti, “El Kaide örgütü” oldu ve bu örgütün mensupları yargılandılar, Mehmet Doğan ile Mustafa Kaplan 17 ay hapiste kaldılar. Suç bulunamadığı için 17 ay sonra beraat ettiler. Suç bulunamadığı gibi, “bombaların, silahların üzerinde polislerin izi bulundu.”
Küçük cemaatin yaşadığı haksızlığa karşı yapabileceği bir şey yoktu. Silahların üzerinde polislerin izi çıkmasına rağmen 17 ay yatmışlar, sonra da çıkmışlardı. Belki buna bile şükrediyorlardı. Çünkü kendilerini içeri attıranlar, iktidarın içindeki asıl iktidardı.
Ancak, 17-25 Aralık operasyonundan sonra cemaatin artık iktidar olmadığını gördüklerinde cesaret bulup, Savcılığa şikayette bulundular. Hükümetin de aradığı işte buydu. Cemaat aleyhinde hukuki delil olabilecek bir olay ve polislerin silahlardaki izi vardı. Polislerin izi, bu operasyonu ciddi sonuçlara götürecek görünüyor.
Cemaat bu beklenmedik izden, davadan hayli şaşkın. Durumun vehametini de az çok görüyorlar. Savcı çağırdığı halde gitmeyen, gazeteye gelmesini bekleyen, böylece “basına baskın” resmi vermek için “kameralara gülümseyen” Ekrem Dumanlı, basına baskın olunca hem uluslararası, hem ulusal basından ve özellikle CHP’den destek geleceğini biliyor, geçmişte mağdur ettikleri Ahmet Şık’tan bile demokrasi adına destek bulmasından son derece hoşnut.
Cemaat de tabii ki memnun..
Ancak polislerinin küçük cemaatte kalan izleri var..
Kuyruktan yakalandıklarını kısa zamanda fark edeceklerdir.
HABER
14 Aralık’ın gerekçesi
Okan KONURALP
Hürriyet 16 Aralık 2014
GÜLEN Cemaati’ne yakın bazı medya kuruluşlarının yöneticilerinin de aralarında bulunduğu 31 isme yönelik 14 Aralık Operasyonu’nun merkezinde ‘Tahşiyeciler’ adlı grup yer aldı.
Gözaltına alınanlar, Tahşiyeciler hakkında ‘suç ve delil’ uydurmakla suçlanıyor. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ise operasyonda gözaltına alınanlarla ilgili dün Tahşiye Cemaati’nin öncüsü ‘El Hac Muhammed Ali Doğan’ lakaplı Mehmet Ali Doğan’ı kastederek, “17 ay iki gözü dahi görmeyen bir insanı tüm bir operasyonun başı diye yakalayıp 122 kişiyi içeriye alanlar işte bunlardı” dedi.
NUR HAREKETİ KÖKENLİ
Gülen Cemaati ile Tahşiye Cemaati arasındaki en önemli ortaklık, her iki cemaatin de referans kökeninin Said-i Nursi’nin temellerini attığı Nur Hareketi olması. Taraftarlarının “Zamanın güzelliği” anlamına gelen “Bedi-üz-Zaman” nitelendirilmesiyle övdüğü Said-i Nursi’nin öğrencisi Erzurumlu Mehmet Kırkıncı, Fethullah Gülen’in hocası kabul ediliyor.
‘Radikal’ atıflarının, El Kaide’nin de beslendiği ‘Selefi’ düşünceyle benzerlikler taşıdığı iddia edildi.
Savcılık iddianamesinde Doğan ve arkadaşları için, “Direkt olarak El Kaide’yle bağlantıları görünmese de aynı amaç ve stratejiyle hareket ederek ülkemizde eylemler gerçekleştirdikleri görülmektedir” deniliyordu.
ALINTI
HAKKINDA YAZILANLAR
Muhammed Doğan Kimdir?
www.nurmend.com 30.11.2014
Muhammed DOĞAN (Molla Muhammed el-Mûşî el-Kersî) Özgeçmişi
Muhammed DOĞAN (Molla Muhammed el-Mûşî el-Kersî) 1944 yılı Ağustos ayında, Muş'un ilinin Varto ilçesinin Kers köyünde dünyaya gelmiştir. (Kimlikteki doğum tarihi: 16.12.1951'dir.)
Molla Muhammed Hocamızın babası Molla Resul'ün iki hanımı olup, bunlardan dördü erkek ve üçü de kız olmak üzere 7 çocuk dünyaya gelmiştir. Erkeklerin isimleri: Muhammed, Ahmet, Emin ve Celal'dir. Molla Muhammed, Ahmed ve iki kız kardeşi bir anneden; diğer üç kardeş ise öbür anneden dünyaya gelmişlerdir. İki kız kardeşi vefât etmiş, diğer kardeşleri ise hâlen hayattadırlar.
Muhammed DOĞAN (Molla Muhammed el-Mûşî el-Kersî) Hocamız 7. göbek ecdâdına kadar olan şeceresini bizzat şöyle anlatmıştır:
“Babam Molla Resul, annem ise Gülo’dur. Babam Molla Resul, Molla Yusuf’un oğludur. Molla Yusuf, İbrahim’in oğludur. İbrahim, Hasan’ın oğludur. Hasan, İbrahim’in oğludur. İbrahim de Süleyman’ın oğludur. 7. babaya kadar olan şeceremi bu şekilde biliyorum. Ondan öncesi hakkında herhangi bir bilgim yoktur. Benim bildiğim kadarıyla 7. babamıza kadar Kürdüz. Ben seyyid değilim. 7. babamız Süleyman Efendi Elazığ’ın Karakoçan İlçesinin bir köyünden göç ederek Muş ilinin Varto ilçesinin Kers köyüne yerleşmiştir. Bu bilgi kesindir. 7. babamız Süleyman’dan öncesi nesebimizin nereden geldiği hakkında hüccetli ve şecereli olarak bir bilgim yoktur. Bu nedenle herhangi bir aşirete karşı mensubiyet iddia etmek hurâfe olur. Hayatım boyunca delîlsiz ve hüccetsiz konuşmak ve iddiada bulunmak âdetim değildir. Yani özetle söylemem gerekirse: Hüccetli ve delîlli olarak saydığım 7. Babamız Süleyman’a kadar an’anemiz ve nesebimiz Kürttür. Dolayısıyla seyyid değilim. Nesebimizde ağalık da yoktur. Benim bir aşîrete mensup olduğum hakkındaki iddialar tamamen asılsızdır. Bu söylentileri art niyetli kişilerin delîlsiz ve hüccetsiz bir şekilde yaydıklarını düşünüyorum ve bu iddiayı kesinlikle reddediyorum.”
Molla Muhammed'in İlmî Tahsili
Molla Muhammed, babası Varto'nun Darebi Köyü'nde imamlık yaparken, Molla Ömer denilen bir talebesinin yanında Kur'an'ı öğrenir. Yedi yaşındayken Kur'an'ı hatmeder. Yedi yaşından on yaşına kadar babasının yanında Molla Halil-i Siirdî'nin Nehcü'l-Enam ve Ahmed-i Hani'nin Nûbehar adlı Kürtçe kitaplarını ve Şafii fıkhına ait Gayetü'l-İhtisar adlı kitabı okur. Fakat o zaman çok küçük olduğu için bu kitabı ezberleyememiş; ancak daha önce ismi geçen iki Kürtçe kitabı ezberlemiştir. Arapça Sarf kitaplarından İzzî, Avamil, Terkib'e kadar olan sıra kitablarını babasının yanında okur.
Molla Muhammed, dokuz buçuk-on yaşında ilmi tahsil etmek için evinden ayrılır. On yaşından yirmi üç veya yirmi dört yaşına kadar ilim tahsiliyle meşgul olur. Medrese ilmini, yaklaşık olarak on beş senede tahsil etmiştir.
İlim tahsili yaparken, herhangi bir hocanın yanında devamlı kalmamıştır. Bir yerde en fazla üç-dört ay kaldıktan sonra kader-i İlahi'nin sevkiyle oradan ayrılıyordu. Bu sebeble muhtelif hocaların yanında ilmini tahsil etmiştir.
Arapça tahsilinden sonra bazı köylerde tedrisat vazifesi yapmıştır. Daha sonra Hınıs'ın bir köyünde ve Hınıs'ın Sarlı denilen bir mahallesinde, ardından Varto'nun Yılanlı köyünde bu tedrisat vazifesine devam etmiştir. Bu arada pek çok ulema yetiştirmiştir. Yılanlı köyünden sonra Rındalye denilen Varto'nun bir köyünde tedrisat yapar. Bu köyde imamlık vazifesi yapan bir kısım meşayih evlatlarına ders vermiş, tedrîsat karşılığında hiçbir maddi karşılık beklememiş, bunu sadece Ellah rızası için yapmıştır.
Molla Muhammed'in İmamlık Vazifesi
Molla Muhammed, 1973 yılında Muş Merkez İstasyon Camii'nde resmi olarak imam-hatiblik vazifesine başlamış, 1998 yılında emekli oluncaya kadar aynı camide vazifesine devam etmiştir.
Molla Muhammed'in Evliliği ve Çocukları
Molla Muhammed, 1973 yılında evlenir. Bu evlilikten 1 kız ve 4 erkek çocuğu dünyaya gelir. Erkek çocuklarının isimleri: Yusuf Fatih, Resul, Hulusi ve Mustafa'dır. Erkek çocuklarının hepsi üniversite mezunu olup ticaretle uğraşmaktadırlar.
Molla Muhammed'in Risale-i Nur ile Tanışması
Üstad'ın vefat senesi olan 1960 senesinden altı ay önce, Molla Muhammed, küçük yaşlarda talebe iken, bazı hocaların Üstad Bediüzzaman Said Nursi (ra) Hazretleri'nden sitayişle bahsetmeleri ve bu Zat'ın eserlerinden harika cümleleri nakletmeleri, Molla Muhammed'in ruhunda büyük bir te'sir yapar. Bundan sonra Bediüzzaman Hazretlerinin Asay-ı Musa adlı eserini görür.
1963 yılında Risale-i Nur'u biraz okur, fakat az istifade eder. 1964'den 1965'in sonuna kadar faal ve hummalı bir şekilde Risale-i Nur'u okumaya devam eder. O zaman hem talebelik yapar, hem Risale-i Nur'u okur, hem de talebelerine ders verir. O dönemde Risale-i Nur'un bütün eserlerini müdakkikane ve mütefekkirane okumuş ve çok yerlerini ezberlemiştir.
Molla Muhammed, "Kavl-i Ahmed" denilen kitabı okurken hastalık sebebiyle trenle Diyarbakır'a gelir. Ramazan-ı Şerif ayına tekabül eden o seyahatinde Üstad'ın talebelerinden Mehmet Kayalar ile beş-on dakika görüşür. Bir gece Diyarbakır'da kalır. Üstad Hazretleri'nin Muhakemât ve Asar-ı Bediiyye adlı eserlerini bir dükkândan tavsiye üzerine alır. O gece uykusunu da harab ederek bu kitabları okumaya başlar. Hatta tren ile Arapkent'e dönerken yolda bile bu eserleri okur. Böylece yaklaşık yirmi dört saatlik bir zaman zarfında Muhakemat ve Asar-ı Bediiyye adlı eserleri okuyarak bitirir.
Molla Muhammed, Risale-i Nur'u hem okuyor, hem de ders veriyordu. O zaman camia içinde Risale-i Nur mesleğine muhalif bazı efkâr hâkimdi. Bazı yanlış efkârdan dolayı o dönemde Risale-i Nur'u anlamak hususunda zorluk çekmiştir. Zira Risale-i Nur'un beyan ettiği hakaik ve düsturlarla Risale-i Nur namına ortaya çıkan bazı eşhasın efkâr ve harekât ve hizmet düsturları birbirinden farklı idi.
Molla Muhammed'in Nur'un İlk Talebesi Olan Hacı Hulusi Bey'le Tanışması
Molla Muhammed, Hacı Hulusi Bey'in ismini ve yüksek evsafını Risale-i Nur'da gördüğü için O Zat'ı görmek arzu eder. 1967 yılında Elazığ'a hacıları karşılamaya gider, hacılar gecikir. Hacıları beklerken, Hacı Hulusi Bey'i ziyaret etmek ister. Nerede bulabileceğini sorar. Kendisine Yeni Camii tarif ederler, orada bulamaz. Evini tarif ederler. Hacı Hulusi Bey'in evine gider. Akşam-yatsı arası kapıyı çalar. Bir hanım kız çıkar, ne istediğini sorar. O da, Hacı Hulusi Bey'le görüşmek istediğini söyler, haber verirler. Hacı Hulusi Bey kapıya gelir, kapıda görüşürler. Hacı Hulusi Bey sorar:
-Kimsin?
-Varto'luyum.
-Ne istiyorsun?
-Sizi ziyaret etmek istedim, der. Hacı Hulusi Bey'i ziyaret eder ve oradan ayrılır. Bu görüşme çok kısa sürer. Zira Molla Muhammed, hacıları beklemektedir. Fakat o görüşme neticesinde müdhiş bir inkılâb geçirir, halet-i ruhiyesi ve âlemi birdenbire değişir, kafasında sualler meydana gelir, kendisinde Kur'an ve hadis okumaya karşı büyük bir iştiyak uyanır. Bir buçuk sene boyunca "Kad-ı Beydavi, Celaleyn" gibi pek çok tefsiri ve pek çok hadis kitabını hem okur, hem de ders verir.
1968 yılında veya ilk görüşmeden bir buçuk sene sonra, bir ziyaret daha vuku bulur. Öğlen vaktidir, kapıyı çalar, yine o hanım kız çıkar ve:
-Ne istiyorsun? Der
-Hacı Hulusi Bey ile görüşmek istiyorum, diye cevap verir.
Hacı Hulusi Bey kapıya çıkar ve aralarında şöyle bir muhavere geçer:
-Kimsin, nerelisin?
-Varto'luyum.
- Beni nereden tanıyorsun?
-Risale-i Nur vasıtasıyla tanıyorum.
-Ne istiyorsun?
-Sizin bir dersinizi dinlemek istiyorum.
-Bizim dersimiz haftada iki veya üç gündür. (Molla Muhammed, dersin iki veya üç gün olduğunda tereddüd eder, tam hatırlayamıyor.) Bu gün ders günü değil.
Hacı Hulusi Bey bir müddet sükut ettikten sonra şöyle der:
-Sende bir heyecan hissediyorum, o heyecandan dolayı gel, seninle bir ders yapacağım. Sonra der:
- Bahçe kapısı tarafından gel, ben sana kapıyı açarım, içeri girersin.
Molla Muhammed kapıdan içeri girer, Hacı Hulusi Bey, onu salonda karşılar. Misafir odası eski tahtalardan yapılmış olup, içeride oturmak için iskemleler vardır. Odanın arka tarafında kapıya yakın çok muammer bir koltuk bulunmaktadır. Kendisi o koltukta, Molla Muhammed de karşısında oturur. O'na şeker tutar, sonra da pasta türü bir şey ve bir limonata ikram eder. Daha sonra Küçük Sözler'den hulasa edilmiş ve hutbe halinde yazılmış "Birinci Söz" ü ders yapar.
Molla Muhammed, daha sonraları Hacı Hulusi Bey'in kendisine okuduğu bu sözü, Kars'ta iken hulasa olarak yazdığını anlar. Bu söz, ezberinde olduğu halde hulasa edildiğinin farkına varamamış. Zira çok dikkatli bir şekilde hulasa edilmişti.
Hacı Hulusi Bey, hulasa olarak yazdığı besmele sözünü okuduktan sonra, Molla Muhammed'e hitaben;
-Anladın mı? Diye sorar. O da cevaben:
-Anladım. Der. Ardından aralarında şöyle bir muhavere geçer:
-Efendim ben hastayım.
-Ne hastası?
-Kalp hastası.
-Doktora görün!
-Ben kalp hastasıyım, bana dua edin.
-Doktora görün.
-Efendim ben maddeten hasta değilim, manen hastayım.
Bunun üzerine Hacı Hulusi Bey, bir miktar durur ve şöyle der:
-Şimdi Peygamber Efendimiz (asm) ve Üstad, ikisi de buradadırlar.
Molla Muhammed, 1969 yılının ilkbaharında Muş'a gelerek burada medrese açar. O medresede Risale-i Nur'u okumaya, okutmaya başlar. Aynı yıl içerisinde, yani 1969 yılının kış mevsiminde Hacı Hulusi Bey birkaç arkadaşıyla birlikte Muş'a gelir.
Molla Muhammed 1970 yılından itibaren sık sık Elazığ'a giderek O Zat'ın derslerine devam eder; sohbetlerine katılarak Risale-i Nur'u anlamadığını anlar. Çünkü O Zat, Risale-i Nur'u -medrese usulü gibi- kelime kelime tahlil ederek müdakkikane ve mütefekkirane ders veriyordu. Bu usul, Molla Muhammed'in çok hoşuna gidiyordu. Meslek ve meşrebine, zevk-i ruhanisine de çok münasip geliyordu. Molla Muhammed sık sık şöyle der; "O Zat'ı tarif etmek, mümkün değil. Yalnız şu kadarını derim ki; O Zat'tan çok ders aldım, çok ruhanî feyzler gördüm."
Molla Muhammed, 1970 tarihinden itibaren Hacı hulusî Bey'le mektuplaşır. O mektuplarla Risale-i Nur'da takıldığı yerleri sorar. Hacı Hulusî Bey'in bu Zat'a yazdığı mektublar, "Mektubat-ı Hulusiyye (2)" adlı eserde neşredilmiştir.
Hacı Hulusi Bey, 1970 yılında derslerinde Haşir Risalesi'ni takip ederken, Molla Muhammed de onlardan haberi olmadan Muş'ta, Seyfettin Büte adlı talebesiyle O Zat'ın ruhaniyetinden istifade ederek çok müdakkikane bir şekilde Haşir Risalesini, -zeyilleri hariç-okumuş ve bu eseri altı ayda bitirmiştir.
Molla Muhammed diyor ki: O zaman Hacı Hulusi Bey, bizi manen kontrol altına alıp, mahza lütf-i İlahi olarak manen talebeliğe kabul etti. Riyakârlık için demiyorum, fahr için de demiyorum, derste manevi nüfuzunu üstümde devamlı hissediyordum. Hatta kendisi bizzat bir defasında şöyle dedi: "Molla! Sabahları Muş'a git, akşamları Elazığ'a gel. Veyahut akşamları Muş'ta kal, sabahları Elazığ'a gel." Bu mealde bir şey söylüyordu. O zamanlarda ben bu cümlenin manasını tam kavrayamıyordum. Fakat ruhaniyetinin tesiri altında olduğuma ve füyuzat nev'inden Risale-i Nur'u bize manen ders verdiğine inanmıştım.
Yine Molla Muhammed diyor ki: Bizim gibiler bin sene değil, bir milyon sene ömrümüz olsa ve mütemadiyen çalışsak, O Zat'ın bir dersinden aldığı füyuzatı, -lütf-i İlahi müstesna- almak mümkün değildir. Çok zeki, çok müdakkik, sadece Risale-i Nur'da değil, diğer ulum-u İslamiyede de çok muhakkik bir âlimdi. Aynı zamanda Risale-i Nur dairesinde ferdiyet makamının mazharı idi. O Zat'ın zahidane bir hayatı da vardı, dünyaya bulaşmamıştı.
Muş'ta çok defa hocalar arasında mesail-i diniye üzerinde medar-ı münakaşa oluyordu. Hatta rü'yet-i hilal ile alakalı bir münakaşa olmuştu. İl Müftüsü, bu konuyu araştırmam için beni görevlendirdi. Ben de Mezahib-i Erbaa, İbn-i Abidin, Nihayetu'l-Muhtac, İbn-i Hacer'in Fetava-yı Kübrası gibi muhtelif fıkıh kitablarından altmış-yetmiş sayfalık bir not hazırladım ve bu notu Müftü Bey'e takdim ettim. Hocalarla beraber bu notu mütalaa ettik. O sıralarda Hacı Hulusi Bey Muş'a gelmişti. Aynı soruyu kendisinden sorduk. Cevabını tek bir cümleyle ifade etti. Almış-yetmiş sayfalık o notu bir cümle ile hulasa etti. Fıkıhta çok mütehassıs bir Zat olduğunu bir kez daha müşahede ettik.
Bir gün Elazığ cemaatinden Hacı Sabri'ye dedim; "Hafızam çok zayıf. Mezheb imamlarının kitaplarını okurken, Şafii ve Hanefi Mezheblerinin görüşlerini birbirine karıştırıyorum, hafızamda tutamıyorum. Bu Zat'tan benim için bir dua talep et." O da bu isteğimi, Hacı Hulusi Bey'e iletti. O Zat da: "Haa! Molla usulleri istiyor." dedi. Ben de kendi kendime; "Ellah Ellah, ben fıkhî mesaili birbirine karıştırmamak için hafızamın kuvvetlenmesi için dua istedim. Bu Zat ise, usul-ü fıkıh ilmine işaret etti." dedim. Çok zaman sonra, Cenab-ı Hak, lütf-u İlahisiyle usul-ü fıkıhta garib bir kabiliyeti bana ihsan etti.
Aynı o gün, sabah faslında Harput'ta bir ağacın altındaydık. Güneş'ten dolayı yer değiştirmek ihtiyacı hâsıl oldu. Hep beraber ayağa kalktık. Hacı Hulusi Bey, o sırada bütün cemaatin huzurunda hiçbir sebeb yokken şunu söyledi; "Bu Molla, cemaatiyle beraber Hazret-i İsa'yı karşılayacak!" Ben, bu sözü te'vil etmiyorum; te'vil edenlere, yanlış yorum yapanlara ve bunun altında başka mana arayanlara da hakkımı helal etmiyorum. Ben bu Zat'a teslim olmuşum ve söylediği cümleyi aynen söylüyorum. Muradı nedir, bilemiyorum.
Bazen bana ilişenler olurdu. Hacı Hulusi Bey diyordu; "Bu Molla'ya ilişmeyin, karışmayın. O, benim Mollam'dır. Bir zaman gelecek, size çok menfaati dokunacak ve O'ndan çok istifade edeceksiniz." O zamanlarda ileride böyle eserlerin (Kur'an tefsirleri ile Risale-i Nur'un şerh ve izahıyla alakalı eserlerin) yazılacağını bilemiyordum; demek işaret veriyordu.
Molla Muhammed, on yedi sene boyunca, 1969'dan 1986'ya kadar bu Zat'ın yanına sık sık gider. Ancak 1974 yılında bazı esbaba binaen beş-altı ayda bir gider. Bu tarihten sonra Cenab-ı Hakk'ın lütfuyla yaz-kış demeden bazen haftada bir, bazen iki haftada bir, en fazla ayda bir defa Elazığ'a giderdi. O zaman, şimdiki gibi arabalar da fazla yoktu. Ekseriyetle seyahatlerini trenle yapardı. Hacı Hulusi Bey'in pazar günkü derslerine katılır ve bu derslerden çok feyiz alırdı.
Elâzığ'da, Muhammed Efendi adında bir lastikçi vardı. Hacı Hulusi Bey, O'nun dükkânında ders yapardı ve bu dersten çok füyuzat hâsıl olurdu.
Hacı Hulusî Bey, cemaatiyle Elazığ'da 33. Söz Pencereler Risalesi'ni takip ederken, Molla Muhammed de ders arkadaşlarıyla beraber Muş'ta gayr-i ihtiyari olarak bir yaz boyunca devamlı Pencereler Risalesi'ni takip etmişlerdir. Molla Muhammed, bu derslerde çok feyiz ve çok bereket hissettiğini ve bunları dille anlatmanın mümkün olmadığını ifade eder ve "O derslerin lezzeti ruhaniydi, haliydi; onları kal ile anlatmak mümkün değil. Ayrıca kabiliyetim de yok." der.
Hacı Hulusi Bey, bir gün Molla Muhammed'e dönerek şöyle der:
- Üstad bana dedi ki; "Senin yaptığın manevi vazife ile senin şahsî kabiliyyetin birbirinden çok uzaktır." Ben dedim:
- Estağfirullah Efendim. Benim kabiliyetim hiç yoktur. Dedi:
- Dad-ı hak-ra kabiliyyet şert nîst.
Daha sonra Hacı Hulusi Bey, Molla Muhammed'e dönerek şöyle der:
- Molla! Sen de diyorsun, "Kabiliyetim yoktur." Fakat senin yaptığın işle, kabiliyetin arasında benim gibi değil, çok fark var. Seninki bütün bütün dad-ı haktır, dedi.
Molla Muhammed diyor ki: Ellah'ın vergisine engel olacak halimiz yok. Ben Risale-i Nur'u Hacı Hulusî Bey ile görüşmeden evvel çok okumuştum. Nurculuk âlemini de fazla tanımıyordum. Risale-i Nur'u kimsenin yanında okumamışım, öğrenmemişim. Ancak Risale-i Nur'un içine beni sokan, zabt eden Hacı Hulusi Bey'dir. Çok müdakkikti. İstikbale ve mukadderat-ı İslam'a dair ve Risale-i Nur'un şerh ve izahıyla alakalı bazı sözleri söylüyordu. O sözlerden muradı ne olduğunu o zamanlar anlayamıyordum. Hala da anlayamadığım bazı sözleri var. Hafızamda kalmış. Hapse girdiğim zaman o sözlerin çoğunun manası zuhur etti; bir kısmı da daha sonra zuhur etti; bir kısmı da zamanı gelmediğinden henüz manası zuhur etmemiştir. Keza Risale-i Nur'un tahliliyle alakalı izahlarını da o yerler okunduğu zaman o cümleleri hatırlıyorum, zar zor anlıyorum.
Medrese hayatımda talebeler kitablarını sür'atle okuyordular. Ben hiçbir zaman öyle yapmadım. Zira fıtratım buna müsaade etmiyordu. Çok teenniyle okuduğum ve çok tedkik etiğim için geri kalıyordum. Medresede o zaman öyle bir usul de yoktu. Onların "anladık" dedikleri yeri, ben anlamıyordum. Çok müdakkikane gittiğim için, kitablarımı uzun sürede bitirdim. Cenab-ı Hak, medresedeki tahkikat-ı ilmiyeyi, Hacı Hulusi Bey'in himmet ve duasıyla zamanla Risale-i Nur'a çevirdi.
Medresemde Risale-i Nur ile beraber Arapça tedrisatında da bulundum. Bir-iki yıl ara vermişsem de Arapça tedrisatını terk etmedim. Risale-i Nur dersiyle beraber yerine ve zamanına göre tefsir, hadis, fıkıh derslerini de ihmal etmedim.
Molla Muhammed diyor ki: Bazen nefsimden şikâyet ediyordum. Bu derdimi, yani zalim nefsimin kusuratını Hacı Hulusi Bey'e anlatmak istiyordum. Ancak bunu şifahi olarak ifade edemiyordum. Elazığ'a gittiğimde, Risale-i Nur'da nefs-i emmareyle ilgili yerleri okutturuyordu. Bir gün 26. Mektub Dördüncü Mebhas Birinci Mes'ele'de geçen "Çok büyük asfiya ve evliya var ki, nüfusları mutmainne iken, nefs-i emmareden şekva etmişler." cümlesi okunduğu zaman "Molla! Sizi rahatsız eden nefs-i emmare değil, bu tip bir şeydir." der ve ardından şöyle buyurur: "Ben, bu Molla'ya İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani nazarıyla bakıyorum. Onlar gibidir." Böylece teselli verip iltifat eder.
Molla Muhammed diyor ki: Ellah şahittir, değil kendimi İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani gibi görmek; Onların ayaklarının toprağı da olamam. Fakat O Zat, öyle diyordu; öyle benzetme yapıyordu. Hikmetini de bilmiyordum. Hacı Hulusi Bey'in ayağının toprağı da olamam.
Bir zat, bazen Molla Muhammed'e ilişiyormuş. Bir gün o zat ile beraber, Hacı Hulusi Bey'in evine ziyarete giderler. Molla Muhammed, evde onlardan başkasının var olup olmadığını hatırlamıyor. Hacı Hulusi Bey, o zata hitaben;
- Bu Molla'ya karışma. Bu Molla "manevi imam"dır, der.
Molla Muhammed, Hacı Hulusi Bey'e sorar:
-Efendim! Risale-i Nur'da böyle bir şey var mıdır? Benim şahsiyetim çürük, böyle bir şey olabilir mi?
Hacı Hulusi Bey (ra) şöyle der:
-Kaderde varsa olur.
Kat'i olarak bilinmelidir ki; benim kutbiyet, gavsiyet, mehdilik, müceddidlik gibi bir davam yoktur. O Zat'ın bu nevi sözlerini de bunun için nakletmiyorum. Her kim, "Molla, bir makam sahibidir veya gayesi bu makamlardır." derse, ben bu nevi düşünce ve mülahazaları kabul etmem. Yalnız şu kadarı var ki: Bu aciz, Kur'an'ın ve Risale-i Nur'un dersinin başına geçtiği zaman, o anda bir hal ve tavır veriliyor. Hayatımda öyle bir şey hayalimden geçmediği halde, o anda çok ilhamat-ı harika vücuda gelir, manalar tezahür eder. O hal ve tavır, Kur'an'ın şakirtliğinden kaynaklanan bir ikram-ı İlahidir. Benim bu şahsiyetle alakam yoktur. Şahsım itibariyle bütün Kur'an şakirdlerine, hususan Risale-i Nur'un hakiki talebelerine hâdim olmak sıfatına haiz olsam, dünyada benim için en büyük şereftir. Vasiyetim de odur ki; eğer ölürsem, kabrim üzerine: "Hâdimü'l-ulemâ ve tullabi'n-Nur; Muhammed" yazılsın. Hem ulemânın hizmetçisiyim, hem de Nur talebelerinin hâdimiyim.
Büyük bir makamın peşinde değilim. Bir tek merakım ve davam var. O da Kitab, sünnet, icma ve kıyas denilen edille-i şer'iyyeye ve erkân-ı imaniyeyi berahin-i kat'iyye ile isbat eden Risale-i Nur'a hizmet etmektir. Daha açık ifadeyle Kur'an-ı Azimüşşan; "Âlem nedir, nereden gelmiş, nereye gidiyor?" diye sorulan ve bütün ukûlu hayrette bırakan âlemin muamma ve tılsımını açmış, hikmet-i hilkatini halletmiştir. Kur'an, bir hikmet-i Rabbaniye olduğu gibi; Risale-i Nur da bir hikmet-i Kur'an'dır, O'ndan gelen bir mu'cizedir. Cenab-ı Hak, O mu'cizenin esrarını çözmeyi hepimize nasib buyursun. Kabiliyetimizin dâhilinde o esrarı çözmeye çalışıyoruz. Çözdüğümüz o esrar, denizden bir katre, Güneş'ten bir lem'a gibidir.
Molla Muhammed'in Risale-i Nur'u Şerh ve İzahı
Molla Muhammed, 2003 yılında, Risale-i Nur'un daha iyi anlaşılması ve Risale-i Nur'da yanlış anlaşılan yerleri; Kur'an, Hadis ve Risale-i Nur'dan alıntılar yaparak şerh ve izah yapmaya başlamıştır. O'nun ders ve sohbetleri kayda alınır, daha sonra o ders ve sohbetler çözülüp tashih edilir; böylece Risale-i Nur'a aid bazı eserlerin şerh ve izahları vücuda gelir. Hulasa, bu şerh ve izahlar, ilmî bir hey'etin sa'y u gayretleriyle ortaya çıkmıştır.
Molla Muhammed diyor ki: Risale-i Nur'u şerh ve izah ederken veya Kur'an'ı tefsir yaparken: "Mana sadece budur, haricinde mana yoktur." demiyoruz. Belki tefsir olsun, hadis olsun, fıkıh olsun, Risale-i Nur olsun, Cenab-ı Hakk'ın lütfu ile o kelime ve cümlelerden gelen füyuzatı bu kadar anlıyoruz, o kelime ve cümlelerin manalarının bir masadakı budur ve tarz-ı telakkimiz budur, diyoruz. İşte tefsir, şerh ve izahtan muradımız budur. Yoksa "verdiğimiz mananın dışında o kelime ve cümlelerin başka manası yoktur" demiyoruz ve böyle bir iddiamız da yoktur. Bu asırda Kur'an'ın manevi bir tefsiri hükmünde olan Risale-i Nur, bir sofra-i Rabbaniyedir. Kıyamete kadar herkes, o sofradan illa istifade eder. Biz de kabiliyetimize göre istifademizi, Kitab, sünnet, icma ve kıyas ile ölçerek yazıyoruz. Ayrıca bu eserlerimiz, bir hey'et-i ilmiye tarafından Kitab, sünnet, icma, kıyas-ı fukahaya muvafık olup olmadığı tahkik, tedkik ve tashih edildikten sonra basıma gönderiliyor.
Risale-i Nur'u şerh ve izah yaparken Sarf, Nahv, Mantık, Belağat (Bedi', Beyan, Meani), Usûlü't-Tefsir, Usûlü'l-Fıkıh, Usûlü'l-Kelam yani Akide gibi ilimlerin cümlesi gözden geçirilerek cümle kuruluyor. Üstad'ın cümleleri ise, ekseriyetle lütf-i İlahinin bir eseri olarak ani olarak kalbe ilham edilmiş ve yazdırılmıştır. Bizim öyle değildir. Cenab-ı Hak, sünûhat nev'inden bazen konuşturuyor. Kitablarımızın ekserisi ise, nakil olup o nakilleri yan yana getirmek suretiyle vücuda gelmiştir. Bizim, "şerh ve izah" adını verdiğimiz bu kitablarımıza, "Risale-i Nur'dur." demek hatadır.
Fitneye kapılmayalım. Bunları söylemekteki gayemiz ve davamız; kutbiyyet, gavsiyyet, mehdiyyet, müceddidlik veya Üstad'ın yerine geçmek değil. Hâşâ. Vekil-i Üstad olmak da değil. Ancak biz, Kur'an ve hadisin dellalı, icma ve kıyasın dellalı, Risale-i Nur'da bulunan hakaikin dellalıyız. Me'haz değiliz, vekil değiliz, Üstad'ın aynısı da değiliz. Biz hâdimiz. Seyyidi, hizmetçisinin eline ne kadar vermişse, hizmetçi o kadar sarf eder.
Şerh ve izahlarımıza me'haz teşkil eden dersler, Hacı Hulusi Bey'in vefatından sonra ilk olarak İstanbul'da başladı. 1970'ten 1973'e kadar O Zat'tan aldığımız füyuzatı; Cenab-ı Hak, sanki o dakikada "yerinden alıyorum." gibi bir füyuzat veriyordu, ders yapıyorduk. Haşir Risalesi'ni, kırk günde ders olarak İstanbul'da bitirdim. Keza Kader Risalesi'ni orada işledik. Daha sonra bunlar ve diğer bazı âsârı "şerh ve izah" haline getirdik. Şu ana kadar kırka yakın eser ümmetin istifadesine lütf-u İlahi ile sunulmuştur. Bunların devamı da izn-i İlahi ile gelecektir.
Müslüman kardeşlerimizden ricamız; bütün bu eserleri okumakla beraber, bahusus "Kader Risalesi ve Şerhi"ni bir defa bile olsa, okusun. Keza Tasavvuf ile alakalı olan "Telvihat-ı Tis'a Risalesi ve Şerhi"ni en az bir defa okusun. Hususan "Rahman Sûresi'nin Tefsiri", mahza lütf-u İlahiyle bize yazdırıldı. Bu eserin dikkatle mütalaa edilmesi, çok faideli olacaktır. Daha evvel çok arkadaşlar, "Rahman Suresi'nin tefsirini yaz." diye, istekte bulundular. Ben kasem ederim ve Rabbimle sizi te'min ederim ki; "Böyle bir tefsir yazmaya benim gücüm yoktur." dedim. Ancak bir gün Tefsir Dersi'nde Rahman Suresi'ni ders verirken, birden acib bir inkişaf başladı. O zaman dedim; "Kardeşim! Bu inkişafat, benim kabiliyetimin dışıdır; bunları not edin. Rahman Suresi'ni tefsir edelim. Bir masadak olsun."
Kur'an'ın kalbi olan Yâsin Sûresi'nin tefsiri de 3 cild olarak ümmetin istifadesine sunulmuştur. Layık olmadığımız halde, Üstad Bediüzzaman Hazretleri'in emrettiği Risale-i Nur'daki şerh ve izahı ve emrettiği tefsiri yazmaya çalışıyoruz ve bu hayırlı işe devam ediyoruz. Keza ayetleri tefekküre sevk eden ve Rûm Sûresi'nin 17-27. ayet-i kerimelerinin tefsiri hükmünde olan "Dokuzuncu Şua'nın Dokuz Âlî Makamı" adlı eseri, tevfik-i İlahi ile kaleme aldık. Bu kitabın esasını teşkil eden hakikatler bize aid değildir; derste ani olarak mahza lütf-u İlahiyle kalbe hutur etti ve bu hakikatler inkişaf etti. Daha sonra kalbe gelen o hakikatler, nakillerle geliştirildi.
Kur'an'ın tefsiri ve Risale-i Nur'un şerh ve izahı önünde bir engel yoktur. Hiç kimsenin önü kapalı değildir, açıktır. İnşaEllah, daha evlası ve daha mükemmeli kaleme alınır. Şayet kaleme alınmıyorsa, o zaman bize destek ve yardımcı olun; bu son derece ehemmiyetli ve hayırlı işi bitirelim. Ümmete faideli birer ferd olalım. Kitablarımızda "Hata yoktur." diyemem, hata olabilir. Tesbit edilen hataları beraberce tashih edelim, tenkîd etmeyelim. Biz, hiçbir Müslüman'ı tenkîd etmiyoruz.
Hacı Hulusi Bey'in vefatına kadar, Molla Muhammed'in dersleri kayd altına alınmıyordu. O Zat-ı Nurani'nin vefatından sonra dersleri kayd altına alındı. Hacı Hulusi Bey (ra), bir gün Molla Muhammed'e:
-Konuş konuş, der. Sonra kendisi cevap vererek:
-Haa! Anlaşıldı, bu Molla konuşmaz. Ben öldükten sonra konuşacak.
Öyle de çıktı. Molla Muhammed diyor ki; "Bu kitabların te'lifine bizi sevkeden kader-i İlahidir. Kader bizi bu hizmete sevketti ve çalıştırdı."
Molla Muhammed'in 2010 Yılında Tutuklanması
Molla Muhammed'in hizmet usulü ve yapmış olduğu şerhler, bazı cemaatlerce hoş karşılanmayıp; gerek basında, gerekse sanal ortamda birçok tenkid ve iftiralara maruz kalmıştır. Bu yüzden hedef olarak gösterilmeye başlanmıştır. Gizli bir ecnebî örgütün de tahrikiyle, 2010 yılında Molla Muhammed ve cemaatinden bir kısmı, "Silahlı örgüt kurmak ve El-Kaide örgütüne yardımcı olmak" iftirasıyla, 22 Ocak 2010 Cuma günü sabah saat 05.00'de bir operasyon yapılarak -16 ilde toplam 120 kişi- evlerinden alınarak tutuklandılar. Tutuklananların bir kısmı, 4 gün nezarette kaldıktan sonra serbest bırakıldı. Hiçbir somut delil bulunmamasına rağmen, İstanbul'da mahkeme önüne çıkarılanlardan 10 kişi tutuklanarak cezaevine götürüldü. Bu 10 kişiden beşi, 8 ay cezaevinde kaldıktan sonra, ilk mahkemece 27 Eylül 2010'da tahliye edildi; diğer beş kişi ise tekrar cezaevine gönderildi. Bu beş kişiden dördü, 20 Mayıs 2011 tarihinde yapılan mahkemece tahliye edildi. Diğer kişi ise, Eylül 2011 tarihinde mahkeme sonucunda tahliye edildi. Yaklaşık 7 sene devam eden mahkeme süreci sonunda Bakırköy 3. Ağır Ceza Mahkemesi 15.12.2015 tarihinde beraat kararı vermiş, Yargıtay kararı 14.11.2016 tarihinde onamıştır.
|
Siz de biyografi.net'te yer alabilirsiniz "
İyi ki, biyografi.net var!" |
|