|
İmamı Rabbani
mutasavvıf
Ahmed Faruk-i Serhendi
26 Mayıs 1564 tarihinde Türk Babür İmparatorluğu döneminde Hindistan'ın Serhend kentinde doğdu.
Önce babasından sonra da Baki Billah'tan ilim öğrendi.
20'li yaşlarında Baki Billah'a intisap etti. Nakşibendi tarikatı mensubu olmasının yanında Kadiriyye, Çeştiyye gibi diğer tarikatlar arasında da saygın bir yeri vardır.
Ekber Şah'ın İslâm'ı bozma ve yeni bir din oluşturma girişimlerine karşı mücadele verdi. Ekber Şah'ı sert bir dille eleştirdi.
Halkı irşat etmek için onlarca mürşit yetiştirip Hindistan'ın değişik bölgelerine gönderdi. Dini bilgilerin yaygınlaşmasını sağladı.
Ehli Sünnet inancını merkez alarak yeni kavramlarla tasavvuf kültürünü genişletti. İslam hükümleriyle tasavvufu birleştirmesinden dolayı 'Sıla' ismiyle anıldı.
Mektuplarında yaşadığı tecrübeleri anlattı.
1624 (H. 1034) yılında doğduğu kent Serhend'de vefat etti.
ESERLERİ:
1. Mektubat:
Bu eseri üç cilt olup, 516 mektubunun toplanmasından meydana gelmiştir. Kelam, fıkıh bilgilerini ve tasavvufun marifetlerini açıklayan uçsuz bir derya gibi eşsiz bir eserdir. Farsça aslı Hindistan ve Afganistan’da, 1972 yılında da Pakistan’da çok mükemmel bir şekilde ikinci ve üçüncü ciltleri bir arada iki cilt halinde basılmıştır. 1885 (H. 1302) yılında Muhammed Murad-i Kazani Mekki tarafından Dürer-ül-Meknunat adı altında Arapçaya çevrilerek basılmıştır. Daha sonra birinci cildi Türkçeye tercüme edilerek Müjdeci Mektublar Tercemesi adı ile İstanbul’da İhlas A.Ş. tarafından yayınlandı.
Mektubat’ın ikinci ve üçüncü cildinden de bir kısım mektuplar tercüme edilerek Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabı içinde (108 madde halinde) yayınlanmıştır. İmamı Rabbani hazretlerinin zamanında yaşayan alimlerden biri şöyle demiştir:
“Kalp ve ruh ilimlerinin mütehassısları ya kitap tasnif ederler veya te’lif ederler. Tasnif demek, bir arifin kendine bildirilen ilimleri, sırları, dereceleri, yazmasıdır. Te’lif ise, başkalarının sözlerini kendine mahsus bir sıra ile toplayıp yazmasıdır. Tasnif çok zamandan beri dünyadan kalktı. Yalnız te’lif kaldı. Fakat İmamı Rabbani’nin yazıları doğrusu tasniftir, te’lif değildir. Ben onun talebesi değilim. Fakat insaf ile söylemek lazım gelirse, onun yazılarına çok dikkat ediyorum. İçinde başkalarının sözlerini bulamıyorum. Hepsi kendi keşifleri, kalbine gelen ilimlerdir. Hepsi de yüksek, makbul, güzel veİslam dinine uygundur.”
İmamı Rabbani hazretlerinin talebelerinden biri şöyle nakleder: “Bütün yazılarımızı, ahir zamanda gelecek olan HazretiMehdi’nin okuyacağı ve hepsini makbul bulacağı bize bildirildi.” buyurdu. Son asrın din ve fen ilimlerinde kamil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir büyük alim ve ruh bilgilerinin mütehassısı, Seyyid Abdülhakim-i Arvasi hazretleri; “Kur’an-ı kerim’den ve Resulullah Efendimizin hadis-i şeriflerinden sonra en kıymetli kitab İmamı Rabbani hazretlerinin Mektubat kitabıdır.” buyurdu.
2. Redd-i Revafıd:
Şiileri reddeden bu kitabın Türkçesi Hak Sözün Vesikaları kitabında bir bölüm olarak İhlas A.Ş. tarafından yayınlanmıştır.
3. İsbat-ün-Nübüvve:
Peygamberlik Nedir? adı ile tercüme edilmiştir.
4. Mebde ve Mead.
5. Adab-ül Müridin.
6. Ta’lik-at-ül-Avarif.
7. Risale-iTehliliyye.
8. Şerh-i Rubaıyyat-ı Baki.
9. Mearif-i Ledünniyye.
10. Mükaşefat-ı Gaybiyye.
HAKKINDA YAZILANLAR
İMAM RABBANİ HAKKINDA
1563 (H. 971) yılında aşure günü Hindistan’ın Serhend şehrinde doğdu.
Hindistan’da yetişen büyük İslam alimi ve büyük veli. Adı, Ahmet bin Abdülehad’dir.
İnsanların, itikad, ibadet ve ahlak hususunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahu Teala’nın rızasına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen İslam alimlerinin yirmi üçüncü halkasıdır. HazretiÖmer’in soyundan olup babası ve dedelerinin hepsi, zamanlarının büyük alimi, salih, faziletli kimseleriydi.
İmamı Rabbani hazretleri doğduktan bir müddet sonra hastalanınca babası onu kendi hocası Şah Kemal Kıhteli Kadiri’ye göstermiş, o da; “Korkma bu çocuk çok yaşayacak ve büyük bir zat olacak.” buyurup, elinden tutarak ağzından öpmüş ve manevi feyzlere kavuşturmuştur.
İlk tahsilini babasından okuyup, Arapçayı öğrenmiş, küçük yaşında Kur’an-ı kerimi ezberlemiştir. Sesi güzel olduğundan bülbül gibi okurdu. Çeşitli ilimlere ait küçük kitapları ezberlemiş, sonra Siyalkut şehrine gidip büyük alim Mevlana Kemaleddin-i Keşmiri’den akli (fizik, kimya, biyoloji, matematik vs.) ilimleri gayet iyi okumuştur. Kadı Behlul-i Bedahşani’den de nakli, yani dini ilimleri okuyarak icazet (diploma) almıştır. On yedi yaşındayken tahsilini tamamlayıp, akli ve nakli (kelam, fıkıh, tasavvuf) ilimlerin hepsinden icazet aldı.
Tahsili esnasında babası vasıtasıyla Kadiri ve Çeşti yollarının büyüklerinden feyz aldı. Babası hayattayken, ilim öğretmeye başladı. Bu sıralarda Risalet-üt-Tehliliyye, Risalet-i Redd-i Revafıd, İsbat-ün-Nübüvve ve başka birçok risale ve kitap yazmıştır. Edebiyata çok meraklı olup, fesahatı, belağatı, sür’at-i intikali(çabuk kavrayışlılığı), zekasının üstünlüğü herkesi hayrette bırakıyordu.
Bu kadar ilmi ve herkesin üstünde olgunluğu ile birlikte kalbi Ahrariyye büyüklerinin aşkı ile yanıyor, bu yolda yazılmış kitapları okuyordu. Babasının vefatından bir sene sonra, hacca gitmek üzere Serhend’den yola çıktı. Hindistan’ın hükümet merkezi olan Delhi şehrine gelince orada büyük veli Muhammed Baki-billah hazretlerini ziyaret etti. Huzuruna girince kalbinde bir nur parladı. Mıknatısın iğneyi çektiği gibi çekilip, duymadığı, bilmediği şeyler kalbine doldu. Hacdan sonra uğrayıp istifade etmeyi niyyet ettiyse de, kalbindeki sevgi ve arzu, kendisini bırakmayıp, ertesi gün huzuruna gelerek Ahrariyye feyzine kavuşmak şevkini bildirdi. Edeple ve can kulağı ile hocasının sözlerine ve hallerine bağlandı. Yüksek kabiliyeti ve bütün varlığı ile çalışıp, hocasındaki bütün kemalat, olgunluklar ve üstünlükler kendisinde hasıl oldu. Hocası Muhammed Baki-billah, zamanının büyüklerinden bazı dostlarına yazdığı bir mektupta şöyle buyurmuştur:
“Serhend şehrinden bir genç geldi. İlmi pekçok, her hareketi ilmine uygun. Birkaç gün bu fakirin yanında bulundu. Onda çok şeyler gördüm. Dünyayı nurla dolduracak bir güneş olacağını anlıyorum.”
İmamı Rabbani, hocasının lütfu ve himmeti ile iki ay içinde kimsede görülmeyen hallere kavuştu. Birkaç ay sonra hocası Muhammed Baki-billah’tan kayıtsız, şartsız icazet aldı. Böylece tasavvuf ilminde ve hallerinde de yüksek dereceye kavuştuktan sonra memleketi olan Serhend’e dönmesi emrolundu. Hocası talebesinden çoğunun yetiştirilmesini de ona bırakıp, onları da arkasından Serhend’e gönderdi. Hocası onun için şöyle buyurdu: “Kalplere deva, ruhlara şifa olan bu tohumu Semerkand ve Buhara’dan getirip, Hindistan’ın bereketli toprağına ektim. Taliplerin yetişip kemale gelmesi için uğraştım. O (İmamı Rabbani) her dereceyi aşıp, üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip, talebeyi ona bıraktım.”
İmamı Rabbani hazretleri memleketine gelince ilim öğretmeye, tasavvuf ve marifet nurlarını dünyaya yaymaya, talipleri yetiştirmeye ve yükseltmeye başladı. Şöhreti her yere yayılıp, her taraftan aşıkları, onun ilminden, nurundan faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beydavi Tefsiri, Sahih-i Buhari, Mişkat-i Mesabih, Avarif-ül-Mearif, Pezdevi, Hidaye ve Şerhi Mevakıf gibi bazı din kitaplarını ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu. Ömrünün son zamanlarında dahi talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nur ile dolduruyor, Muhammed Aleyhisselam’ın dinini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamanının padişahlarını, vali, kumandan, alim ve hakimlerini çok tesirli mektupları ile dine, sünnet-i seniyyeye teşvik ediyor, çok alim ve evliya yetiştiriyordu. Allahu Teala’ ona öyle bir ilm-i batın ihsan etmişti ki, kendine mahsus olan ilimleri de cihana yaydı. Hocası da bu yeni ilimlere kavuşmak için huzuruna gelir, hürmetle otururdu. Hatta birgün geldiği zaman, kendisini kalbi ile meşgul görüp, odaya girmedi, hizmetçiye de haber verip, “Rahatsız etme!” dedi ve sessizce kapıda bekledi. Bir müddet sonra İmamı Rabbani hazretleri kalkıp; “Kapıda kim var?” deyince, üstadı; “Fakir Muhammed Baki.” dedi. Bu ismi duyunca kapıya koşup, edep ve tevazu ile karşıladı. Hocası kendisine çok müjdeler vermiş, dostlarına medhetmiş ve öleceği zaman bütün talebelerine ona tabi olmalarını emretmişti.
Zamanın alimleri İmamı Rabbani hazretlerine “Sıla” ismi ile hitap ettiler. Sıla, birleştirici demektir. Çünkü o, tasavvufun İslamiyetten ayrı bir şey olmadığını İslamiyete uygun bir şey olduğunu ispat ederek, ahkam-ı İslamiyye ile tasavvufu vasletmiş, birleştirmiştir. Bir mektubunda da; “Beni iki derya arasında sıla yapan Allahu Teala’ya hamd olsun.” diye dua etmiştir. Hadis-i şerifte; “Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefaati ile çok kimseler Cennete girer.” buyrularak, onun geleceği haber verilmiştir. Bu hadis-i şerif, İmamı Süyuti’nin Cem’ül-Cevami kitabında vardır.
İmamı Rabbani hazretleri, Müceddid-i Elf-i Sani’dir. Yani hicri ikinci bin yılının müceddididir. Eski ümmetler zamanında, her bin senede yeni din getiren bir Resul gönderilirdi, yeni din önceki dini değiştirir, bazı hükümleri kaldırırdı. Her yüz senede de bir Nebi gelir, din sahibi peygamberin dinini değiştirmez, kuvvetlendirirdi. Hadis-i şerifte, bu ümmete ise her yüz yıl başında İslam dinini kuvvetlendiren bir alim geleceği haber verilmektedir. Peygamber Efendimizden sonra peygamber gelmeyeceğine göre, kendisinden bin sene sonra, İslam dinini her bakımdan ihya edecek, dine sokulan bid’atleri temizleyip, asr-ı saadetteki temiz haline getirecek, din ve fen ilimlerinde tam varis, alim ve arif bir zatın olması lazımdı. Hadis-i şerifler bunu bildirmektedir. Bu mühim hizmeti İmamı Rabbani hazretleri yapmıştır. Bütün İslam alimleri bu zatın o olduğunda ittifak etmişlerdir. Peygamber Efendimizden tam bin sene sonra ilim ve irşad kürsüsüne mutlak olarak oturup, cihanı Resulullah’ın nurları ile aydınlattı, bid’atleri temizleyip İslam dinini ihya etti. Başta vahdet-i vücud bilgileri olmak üzere daha birçok yanlış anlaşılan meseleleri gayet açık bir şekilde izah ederek insanların zihinlerini ve kalplerini yanlış ve bozuk inanışlardan, bid’atlerden temizledi; hakkı batıldan ayırıp, Peygamber Efendimizin, hak, doğru yol olduğunu haber verdiği Ehli sünnet itikadını her yere yaydı. Genç ihtiyar herkes ve birçok alim onun etrafında toplandı. Kendisine ilk defa Müceddid-i Elf-i Sani ismini veren, zamanının en büyük alimlerinden Abdülhakim-i Siyalkuti’dir. O zamanın diğer büyük alimleri de onu methetmiş, övmüştür.
İmamı Rabbani hazretlerinin dine yıllarca yaptığı bu büyük hizmetleri ve sağlam, ikna edici delillerle kendilerinin çürütüldüklerini gören bazı sapık kimseler ona cephe aldılar ve iftira etmeye başladılar. O zamanın Sultanı Selim Cihangir Hanın devlet adamları, hatta büyük veziri ve baş müftisi ve etrafındakiler Şii idiler (Bkz. Şiilik). Halbuki İmamı Rabbani hazretlerinin birçok mektupları ve bilhassa ayrıca yazdığı Redd-i Revafid risalesi, Şiilerin bazılarının yanlış yolda olduklarını bildirmekteydi. Hindistan’daki itikatları bozuk olan bu insanlar, Sultana gidip İmamı Rabbani hazretleri hakkında çeşitli iftiralarda bulunarak şikayet ettiler. Sultan, oğlu Şah Cihan’ı gönderip İmamı Rabbani hazretlerini, evlatlarını ve yetiştirdiği talebelerini çağırıp, hepsini öldürmeye karar verdi. Bunun üzerine Şah Cihan, bir müfti ile yanına gitti. Sultana secde caiz olduğunu gösteren bir fetvayı da götürdü. Onun üstünlüğünü biliyordu. Babama secde edersen seni kurtarabilirim, deyince, İmamı Rabbani hazretleri bu fetvanın zaruret zamanında izin olduğunu, azimet ve din bütünlüğünün secde etmemek olduğunu, ecel gelince, ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını söyledi ve secde etmeyi kabul etmedi. Çocuklarını ve talebelerini bırakıp sultana yalnız gitti. Kendisine yapılan iftiralara karşı sultana o kadar güzel ve doyurucu cevap verdi ki, sultan yüksek hakikatleri anlayabilecek birisi olmadığı halde, neşelendi ve serbest bırakıp özür diledi. Hatta o, sultana kendisine yapılan iftiraların asılsız olduğunu açık delillerle anlatırken, orada bulunan ateşe tapıcı Hinduların büyük bir kumandanı onun dinde olan kuvvetini, sözlerini, lezzet ve kıymetini görerek Müslüman oldu.
Sultanın ikna olduğunu, kendi uğraşmalarının boş olduğunu gören iftiracı sapıklar; “Bunun adamları çoktur. Sözleri bütün memlekette yürürlüktedir. Bunu serbest bırakırsak bir karışıklık çıkabilir.” diyerek uzun konuşmalardan sonra sultanı aldattılar. Sultan, İmamı Rabbani hazretlerini memleketin en sağlam ve korkunç kalesi olan Guvalyar Kalesine hapsedilmesini emretti ve hapsedildi. Bu hadiseye çok üzülen talebeleri sultana isyan etmek istediler. Bunu yapabilecek güçteydiler. Fakat İmamı Rabbani hazretleri onları rüyalarında ve uyanıkken bu işten men etti. Sultana hayır dua etmelerini emredip; “Sultanı incitmek bütün insanlara zarar verir.” buyurdu. Kendisi de sultana hep hayır dua ediyordu. Sultanın veziri koyu bir muhalif olduğundan zindanda İmamı Rabbani hazretlerinin başına kardeşini tayin etmiş ve çok şiddetli davranmasını emretmişti. Bu görevli ise ondan çeşitli kerametler, üzülmek yerine heybet, sabır ve hatta neş’e görerek tövbe etti. Muhalefeti bırakıp ehli sünneti seçti ve onun halis talebelerinden oldu. Kalede hapiste bulunan insanlar, onun bereketi ve sohbetleri ile müslüman olmakla şereflendiler. Birçok günahkar tövbe etti. Hatta bazıları yüksek alim oldu. İmamı Rabbani hazretleri kalede iki veya üç sene kaldıktan sonra, sultan yaptığına pişman oldu. Hapisten çıkarıp ikram ve ihsan eyledi. Bir müddet, asker arasında kalmasını istedi. Sonra serbest bırakıp, hürmetle vatanına gönderdi. Hapisteki bu sıkıntılardan ve uğradığı dertlerden sonra evvelce bulundukları hallerin ve makamların binlerce üstünde derecelere yükselmiş olarak memleketine döndü.
İmamı Rabbani hazretlerini hapsettiren Selim Cihangir Hanın oğlu Şah Cihan, padişah olmak için babasına karşı geldi. Askeri çok ve babası tarafındaki kumandanların çoğu kalpten kendisine bağlı olduğu halde zafer kazanamadı. O zamanın evliyasından birine halini anlatıp dua istedi. O veli dedi ki; “Senin zafer kazanman için vaktin dört kutbunun sana dua etmesi lazımdır. Bunlardan üçü seninle beraber ise de, en büyükleri olan dördüncüsü bu işe razı değildir. O da İmamı Rabbani Müceddid-i Elf-i Sani hazretleridir.” Şah Cihan, İmamın huzuruna gelip dua etmesi için yalvardı. Fakat, babasına karşı gelmesine mani olup nasihat etti; “Babana git elini öp, gönlünü al; yakında vefat edecek, saltanat sana kalacaktır.” diye müjde verdi. Şah Cihan emirlerini dinleyip arzusundan vazgeçti. Az zaman sonra 1627 (H. 1037) de babası vefat edince saltanata kavuştu.
Müslümanların zayıf düştüğü; küfrün, sapıklığın zulmetin, felsefecilerin ve bozuk tarikatlerin her tarafı kapladığı bir zamanda, yüz binlerce kafir, İmamı Rabbani’nin elinde Müslüman oldu. Çok sayıda fasık ve facir onun güzel hallerini görüp, sohbetini işitip tövbe ederek salih Müslüman oldu. Uzaktan yakından çok kimseler rüyada ve uyanıkken onu görerek yanına koşmuş, huzuruna geldiklerinde gördüklerini aynen bulmuşlardır. Alim, salih, genç, ihtiyar binlerce kimse onu görüp, sohbetinde bulununca feyz alarak kalpleri zikreder olmuştur.
İmamı Rabbani, İslam dininde her sözü senet olan, Ehli sünnetin temel direklerinden çok büyük bir alim ve velidir. Kelam ilminde müctehiddir. Kendisinden önceki birkaç asırda İslamiyete çok sinsi bir şekilde sokulmak istenen felsefe düşüncelerini tamamen temizlemiş, yazdığı mektuplar ve kitaplarla kıyamete kadar bu yoldaki bütün suallere cevap teşkil edecek izahlar ve açıklamalar yapmıştır. Daha 18 yaşındayken yazdığı İsbat-ün-Nübüvve kitabı ile peygamberleri filozoflardan kesinlikle ayırarak, peygamberlerin Allah’ın dinini bildiren peygamberleri; filozofların ise, yalnız aklını rehber edinmiş herhangi insanlar olduğunu açıkça ve kesin delillerle isbat etmiştir. Böylece peygamberliğe inanmayanların, peygamberleri filozof zanneden veya onlarla bir tutmaya kalkışanların ne kadar yanlış düşündüklerini göstererek İslam dinine insan düşüncesi ve fikri karıştırmak ve böylece dini zamanla değişir hale getirmek isteyenlerin yolunu kapatmıştır. Büyük Ehli sünnet alimleri ve evliyalarının da ancak Peygamber Efendimizin tam izinde yürüyen yüksek insanlar olduğunu belirterek bunlara da filozof diyenlerin bu sözlerinin ne kadar yanlış olduğunu göstermiştir. Daha sonraki asırlarda ve zamanımızdaki filozofların her türlü sözlerine onun eserlerinde bol bol cevaplar bulunmaktadır.
İmamı Rabbani hazretleri, tasavvufun bütün inceliklerine ve en yüksek kemallerine ererek, Muhyiddin-i Arabi, Seyyid Abdülkadir-i Geylani, Bayezid-i Bistami ve Cüneyd-i Bağdadi başta olmak üzere kendisinden önce yaşamış velilerin sekr (tarikat sarhoşluğu) halindeyken söyledikleri ve iyi anlayamayanları şaşırtan yüksek sözlerini, vahdet-i vücud bilgilerini gayet net bir şekilde açıklamış, bu büyüklerin yanlış anlaşılarak düşmanlık yapılmasına mani olmuştur. Tasavvuf deryasından bol bol saçtığı yüksek marifetler, beliğ ifadeler ve fasih sözleri ile bazı evliyanın dahi kafi şekilde anlamak ve anlatmaktan aciz kaldığı yüksek hakikatleri candan arzulayanlara sunarak bu sonsuz deryanın susuzlarının hararetini teskin etmiş, yolunu şaşırmışlara doğru yolu göstermiş, aşağı derecelerde takılıp kalanları çok yükseklere çıkarmıştır. Sorulan bütün suallere cevaplar vererek tasavvufta iyi anlaşılmayan bir yer bırakmamıştır. Tasavvufi kelime ve terimleri çok mükemmel bir şekilde yeniden açıklayarak bu konulardaki karışık ifade ve bilgilerin arkasında saklanarak Müslümanları kandıran ve şaşırtan cahillerle, dünya düşkünü bozuk tarikatçilerin maskelerini indirmiş, bu hususta esaslı görüşleri açıklamış, bütün bu isim ve sıfatların vasıflarını, asıllarını ve hakikatlerini gözler önüne sermiştir. Böylece bu yoldan ve tasavvuf kelimesi perde edilerek İslam dinine bozuk inanç ve ibadetlerin, uydurma merasim ve toplantıların, her türlü sapıklık ve hurafelerin girip yerleşmesini önlemiştir. Vilayetin ve veliliğin olağanüstü şeyler göstermek demek olmadığını, asıl veliliğin Allahu Teala’yı unutmamak ve Allahu Teala’nın isimlerine, sıfatlarına ve fiillerine olan marifet, yakınlık olduğunu, tasavvufun, İslam dini dışında ayrı bir yol değil, bizzat dinimizin içinde emir ve yasakların kolaylıkla yapılmasına yardımcı olan Allahu Teala’ya muhabbet yolu olduğunu çok veciz şekilde izah ederek din bilgisi az olanların ve hakiki tasavvuf ehli olmayanların insanları kandırmalarına ve böylelerinin marifet ve keramet sahibi hakiki velilerle karıştırılmasına mani olmuştur. Kısacası onun tasavvuf deryasında çözemediği bilmece, haber vermediği esrar kalmamıştır.
İmamı Rabbani hazretleri, kitaplarında, mektuplarında, sohbetlerinde ve günlük hayatında bütün bid’atlerle (dine sonradan ilave edilen hurafelerle) şiddetle mücadele etmiş, bunları bir bir ayıklayarak unutulmuş olan nice sünnetleri, hatta farzları yeniden meydana çıkarmıştır. Bid’atlerin en çirkininin itikadda (inançta) ortaya çıkanlar olduğunu bildirerek, bunlarla ve ibadetlere sokulmak istenen bid’atlerle mücadele etmiş, her sözü ve işinin sünnete uygun olmasına pekçok titizlik göstermiştir.
Ayrıca zamanındaki bütün fen ilimlerini en üstün şekilde biliyordu. Fen bilgileri üstüne yaptığı açıklamalar bu ilimlerin mütehassıslarını hayrette bırakmıştır. Mesela elektronların çok hızlı dönüşlerinden dolayı atomların içinin ve böylece maddelerin dolu sanıldığını, halbuki boş olduğunu ilk olarak bundan dört yüz sene önce açıklamıştır. Bu husus, fen adamları tarafından ancak 20. yüzyılda ve uzun deneyler sonucu anlaşılabilmiştir.
Vefatı:
İmamı Rabbani ömrünün son zamanlarında evinde inzivaya çekilip beş vakit namaz ve Cuma namazı hariç evden çıkmadı. Kendi oğulları ve kıymetli talebelerinden birkaç kişi hariç başkaları çok nadir içeri girebiliyordu. İnzivaya çekilip insanlardan uzak kalmasının hikmeti sorulunca; “Bu dünyadan göçmemi çok yakın görüyorum. İş böyle olunca tamamen inziva ve ayrılığı tercih edip daima istiğfar ediyorum, af diliyorum. Bunları zaruri görüyorum. Bütün vakitlerimi ve nefeslerimi, zahiri ve batıni ibadetle geçirmeyi daha lüzumlu buluyorum. Bu da ancak insanlardan ayrılmak ve tam bir uzlette kalmakla ele geçer. Bunun için, beni bırakınız, benden ayrılınız ve beni Allahu Teala’ya ısmarlayınız.” buyurdu. Ömrünün son altmış üç günü humma hastalığı çekti. Hastalığının en şiddetli günlerinde bile cemaatle namaz kılmayı terk etmeyip sadece son dört beş gün yalnız namaz kıldı. Bir gecenin üçüncü yarısında kalkıp abdest aldı ve teheccüd namazı kılıp; “Bu bizim son teheccüdümüzdür” buyurdu. Vasiyetini bildirdi. Vasiyetlerinin çoğu dine uymak, sünnete yapışmak, bid’atlerden sakınmak, farz ve nafile ibadetlere devam etmek hakkında olup; “Dinin kıymetli kitaplarından dine tam uymağı öğreniniz ve bununla amel ediniz. Benim techiz ve tekfin işlerimi yaparken sünnete uyunuz” buyurdu.
1624 (H. 1034) senesi Safer ayının yirmi dokuzuncu Salı günü abdestli olarak sedir üzerine yatıp sünnet üzere sağ ellerini sağ yanağının altına koyup zikirle meşgul oldu. Bu sırada sık sık nefes aldığını gören büyük oğlu; “Hal-i şerifiniz nasıldır babacağım?” diye sordu. İyiyim ve kıldığım o iki rekat namaz kafidir, buyurdu. Bundan sonra bir daha konuşmayıp, yalnızAllahu Teala’nın ismini zikrederken ruhunu teslim etti. Vefatında 63 yaşındaydı. Cenazesi yıkanırken bir müddet tebessüm edip ellerini namazda olduğu gibi bağladı. Yıkama esnasında ellerini çözdüler, fakat tekrar bağladı. Bu durum birkaç defa tekrarlanınca oradakiler bunda gizli bir sır olduğunu anlayıp bir daha ellerini çözmeyip öylece bıraktılar. Serhend’de evinin yanında defnedildi. Daha sonra Afganistan padişahı Şah-i Zaman, kabri üzerine büyük ve çok sanatlı bir türbe yaptırdı.
İmamı Rabbani hazretleri vefatından sonra da sevilmiş, asırlar boyu medh edilmiş, eserleri okunup istifade edilmiştir. Büyük veli Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri onu şöyle medh etmektedir:
“Ya Rabbi! O nihayetsiz yolun yolcusu, ilim sahiplerinin reisi, bu göz ile görülmeyen ve akıl ile varılamayan gizli sırların menbaı, insanların anlıyamadığı, ancak senin bildiğin büyüklüğün sahibi, köpüren dalgaların manalar deryası; maddesizlik mekansızlık aleminin reisi, nurları ile Hindistan’ı aydınlatan, Serhend şehrini Musa Aleyhisselama Allahu Teala’nın kelamı geldiği şerefli vadi (gibi) yapan, Muhammed Aleyhisselam’ın dininin büyüklüğünün vesikası, keskin görüşlüler meclisinin ışığı, dini bütün olanların sertacı, düşünülemeyen yüksekliklere erişen, izinde gidenleri de oraya çeken Ahmed-i Faruki’nin gözlerinin nuru hürmetine beni affet...”
Evliyanın büyüklerinden ve meşhurlarından olan Mevlana Halid-i Bağdadi’ye hocası Şah Abdullah-ı Dehlevi hazretleri yazdığı bir mektupta şöyle buyuruyor:
“İmamı Rabbani’yi sevenler, mümin ve takva sahipleridir. Sevmeyenler ise şaki ve münafıklardır. Bütün alem-i İslama, İmamı Rabbani’nin şükrünü eda etmek vaciptir.” Yine bu mektupta; “İnsanlarda bulunabilecek her kemali, her üstünlüğü, Allahu Teala’, İmamı Rabbani hazretlerine vermişdir...” buyurarak onu medh etmek için Farsça şu şiiri yazmıştır.
Her letafet ki, nihan bud pes-i perde-i gayb
Heme der suret-i hub-i tu ıyan sahte end
Herçi ber safha-i endişe keşed kilk-i hayal
Şekl-i matbu’i tu zibater ezan sahte end
Şiirin manası şöyledir: “Gayb perdesinin arkasında gizlenmiş olan bütün güzelliklerin hepsini, senin güzel şeklinde meydana çıkarmışlardır. Hayal kalemi düşünce sayfasına ne yazarsa yazsın, senin o güzel şeklini onlardan daha güzel yapmışlardır.”
Talebeleri:
Muhammed Sadık; yirmi dört yaşındayken çok az insanın kavuşabileceği yüksek derecelere kavuşan büyük oğludur. Babasının sağlığında H. 1025’te vefat etmiştir. Muhammed Said; yüksek haller, güzel ahlak ve temiz ameller sahibi ikinci oğludur. Akli, nakli ilimlerde ve tasavvuf bilgilerinde mütehassıs olan ve babasının hususi sırlarına, büyük derecelerine, eşsiz kemalat ve hallerine kavuşup onun nurunu bütün aleme yayan üçüncü oğlu Muhammed Ma’sum-i Faruki’dir (Bkz. Muhammed Ma’sum-i Faruki). Bu talebelerinden başka Mir Muhammed Nu’man, Tahir-i Lahori, Şeyh Bediuddin, Nur Muhammed Pütni, Hamid Bengali, Şeyh Müzemmil, Tahir Bedahşi, Mevlana Ahmet Berki, Seyyid Ahmed-i Bennuri, Mevlana Kasım Ali,Mevlana Yusuf Semerkandi, Mevlana Muhammed Salih Gülabi ve İmamı Rabbani hazretlerinin hayatını, hallerini, kerametlerini ve talebelerini bildiren Zübdet-tül-Makamat veya Berekat adıyla meşhur kitabı yazan en yüksek talebelerinden olan Muhammed Haşim-i Kişmi gibi binlerce talebe yetiştirmiştir. Bu talebelerinden herbiri bulundukları yerlerde Ehli sünnet itikadını, İslam ahlakını ve din bilgilerini yayarak insanları ebedi saadete kavuşturdular ve büyük hizmetler yaptılar.
İMAMI RABBANİ HAZRETLERİNİN KIYMETLİ SÖZLERİ
“Allahu Teala’nın hayırlı işlerde kullandığı kimselere müjdeler olsun!”
“Her işi, dinini seven ve kayıran doğru alimlerin kitaplarından öğrenmelidir.”
“İyi kimselerle arkadaşlık kurmalı, kötü kimselerle arkadaşlıktan kaçınmalıdır.”
“Malayani (boş şeyler) ile vakit geçirmek,Allahu Teala’dan uzaklaşmağa işarettir.”
“İhlas ile yapılan küçük bir iş, senelerce yapılan ibadetler gibi kazanç(sevap) hasıl eder.”
“Her ibadeti seve seve yapmalı. Kul hakkına dokunmamaya, hakkı olanlara hakkını ödemeğe titizlikle çalışmalıdır.”
“Mektubat” kitabından seçmeler:
Bir din alimi gençlere din öğreteceği zaman, bunlara önce, İslam düşmanları ve cahil kimseler tarafından şırınga edilen, yanlış bilgileri, iftiraları anlayıp, onların temiz ve körpe kafalarını, bu zehirlerden temizler. Zehirlenen ruhlarını tedavi eder. Sonra, yaşlarına, anlayışlarına göre, İslamiyyeti ve meziyetlerini, faydalarını, emirlerindeki ve yasaklarındaki hikmetlerini, inceliklerini ve insanlığı saadete ulaştırdığını, onlara yerleştirir. Böylece gençlerin ruh bahçelerinde, dertlere deva, ruhlara gıda olan nefis çiçekler yetişir. Böyle bir din alimini ele geçirmek, en büyük kazançtır. Onun bakışları, ruhlara işler. Sözleri, kalplere tesir eder. Din-i İslamı hazır lokum gibi yutmak, susuz kalmışken, soğuk şerbet içip ciğerlerine kadar serinliyebilmek, ancak böyle bir Allah adamının sunması ile mümkündür (23. mektup).
Bu mektup, Seyyid Ferid hazretlerine yazılmıştır:
Akıl ve baliğ olan erkeğin ve kadının birinci vazifesi, Ehli sünnet alimlerinin yazdıkları akaid bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır. Allahu Teala’, o büyük alimlerin çalışmalarına bol bol sevab versin! Amin. Kıyamette Cehennem azabından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmaya bağlıdır. Cehennemden kurtulacak olanlar, yalnız bunların yolunda gidenlerdir. (Onların yolunda gidenlere “Sünni” denir.) Resulullah’ın (sallAllahu aleyhi ve sellem) ve Eshabının (rıdvanullahi aleyhim ecma’in) yolunda gidenler, yalnız bunlardır. Kitaptan, yani Kur’an-ı kerimden ve Sünnetten, yani hadis-i şeriflerden çıkarılan bilgiler içinde kıymetli, doğru olan, yalnız bu büyük alimlerin, kitaptan ve sünnetten anlayıp bildirdikleri bilgilerdir. Çünkü, her bid’at sahibi, yani reformcu ve her sapık kimse, bozuk düşüncelerini, kısa aklı ile, kitaptan ve sünnetten çıkardığını söylüyor. Ehli sünnet alimlerini gölgelemeye, küçültmeye kalkışıyor. Demek ki, kitaptan ve sünnetten çıkarıldığı bildirilen her sözü, her yazıyı doğru sanmamalı, yaldızlı propagandalarına aldanmamalıdır.
Ehli sünnet vel-cemaat alimlerinin bildirdiği doğru itikadı açıklamak için, büyük alim Tür Püşti hazretleri bir kitap yazmıştır. El-Mu’temed adındaki bu kitabı çok kıymetlidir ve açık yazılmıştır. Kolayca anlaşılabilir. Toplandığınız zamanlarda bu kitabı okuyunuz. Fakat, bu kitapta, her bilgi, mantık yolu ile isbat edilmiş olduğundan uzamış ve genişlemiştir. Öğrenilmesi ve inanılması herkese çok lazım olan bilgileri kısaca anlatan bir kitap olsaydı daha uygun ve daha faydalı olurdu. Bu arada fakirin de, Ehli sünnet vel-cemaat itikadını kısa ve açık olarak yazmak hatırıma geldi. Eğer yazmak nasib olursa, size de gönderirim.
Allah korusun, itikad edilecek şeylerde, bir sarsıntı olursa, kıyamette, Cehennemden hiç kurtulmak olmaz. İtikad doğru olup da, işlerde gevşeklik olursa, tövbe ile ve belki tövbesiz de affolunabilir. Eğer affolunmazsa, cehenneme girse bile, sonunda yine kurtulur. Görülüyor ki işin aslı, temeli, itikadı düzeltmektir. Hace Ubeydüllah-i Ahrar buyurdu ki: “Bütün iyi halleri ve buluşları bize verseler, fakat Ehli sünnet vel-cemaat itikadını kalbimize yerleşdirmeseler, halimi harap, istikbalimi karanlık bilirim. Eğer, bütün haraplıkları, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi Ehli sünnet itikadı ile süsleseler, hiç üzülmem”. Allahu Teala’ bizi ve sizi, Ehli sünnet itikadından ayırmasın! İnsanların efendisi hürmetine (aleyhissalatü vesselam) duamızı kabul buyursun! Amin.
Lahor’dan gelen bir talebe, Şeyh Ciyu’nun eski Nahhas Camiinde cuma namazı kıldığını söyledi. Meyan Refi’üddin, şeyhin iltifatına kavuştuktan sonra, kadı Şeyh Ciyun’un, kendi bahçesinde bir cami yaptırdığını söyledi. Böyle haberleri işittiğimiz için, Allahu Teala’ya hamd olsun!Allahu Teala’ böyle iyi işleri arttırsın! Saygı taşıyanlarımız, böyle haberleri işitince, çok, hem de pekçok sevinmekteyiz.
Muhterem Seyyid hazretleri! Bugün, Müslümanlar kimsesiz kaldı. İslamiyete yardım için, bugün az birşey vermek, binlerce altın vermiş gibi kıymetli olur. Hangi talihli kimseye bu büyük nimeti ihsan ederlerse, ona müjdeler olsun. Dinin yayılmasına, İslamiyetin kuvvetlenmesine çalışmak, her zaman iyidir ve kim olursa olsun, böyle çalışan, cihad sevabına kavuşur. Fakat, İslam düşmanlarının her yandan saldırdığı bu zamanda, Ehl-i Beyt-i Nebeviden olan siz kahramanların, yardım etmesi, elbette daha iyi, daha güzel olur. Çünkü, Allahu Teala’, İslamiyet gibi en büyük nimetini, kullarına, sizin yüksek ceddiniz ile gönderdi. Sizin yardımınız, kendi yaptığı şeye yardım etmek olur. Başkalarının yardımı ise böyle olmaz. Resulullah’a (aleyhi ve ala alihi minessalevati efdalüha ve minettehıyyatı vetteslimati ekmelüha) tam varis olabilmek, bu büyük işi yapmakla olur. Resulullah sallAllahu aleyhi ve sellem, Eshabına buyurdu ki: “Siz, öyle bir zamanda geldiniz ki, Allahu Teala’nın emirlerinin ve yasaklarının onda birini yapmaz iseniz, helak olur, Cehenneme gidersiniz. Sizden sonra öyle Müslümanlar gelecek ki, Allahu Teala’nın emirlerinin ve yasaklarının onda birini yapabilseler, Cehennem’den kurtulurlar.” İşte bizim zamanımız, o zamandır ve müjdelenenler de, şimdiki Müslümanlardır.
Farsça beyit tercümesi:
Saadet topu, ortaya kondu.
Topu kapan yok, erlere n’oldu?
Bu yakınlarda, melun Guvendval kafirinin öldürülmesi çok güzel oldu. Onun ölümü, Hinduların burunlarının kırılmasına bir sebeptir. Ne niyetle olursa olsun, niçin öldürüldüyse öldürülsün, İslama saldıranların alçalması, Müslümanlar için bir kazançtır. O kafir öldürülmeden önce rüyada, devlet reisimizin, kafirlerin liderlerinin başını kestiğini görmüştüm. Doğrusu, o kafir, düşmanların önderi ve kafirlerin şefleriydi. Allahu Teala’, o alçakları yardımsız bıraksın! Din ve dünyanın efendisi (aleyhissalatü vesselam) kafirlere karşı, bazan şöyle dua buyurdu: “Allahumme şettit şemlehüm ve ferrık cem’ahüm ve harrib bünyanehüm ve huzhüm ahze azizin muktedir!”
İslamiyetin ve Müslümanların yükselmesi, kafirlerin ve kafirliğin kıymetten düşmesine, aşağı olmasına bağlıdır. Allahu Teala’, zimmilerden cizye almayı emreyledi. Onlardan bu vergiyi almak, onları aşağı kılmak içindir. Kafirler ne kadar yükselirse, Müslümanlar da, o kadar alçalır. Bu inceliği iyi anlamalıdır. Çok kimse, bu bağlılığı anlayamıyor. Bu yüzden dinlerini yıkıyorlar. Allahu Teala’, Tövbe suresinin, 73. ayetinde; “Ey sevgili Peygamberim (sallAllahu aleyhi ve sellem)! Kafirlerle ve münafıklarla cihad et, döğüş! Onlara sert davran!” buyurdu. Kafirlerle döğüşmek, onlara sert davranmak, dinde zaruri lazımdır, yani imanın şartıdır. Geçen hükumet zamanında, yayılmış olan kafirlik alametlerinden, şimdi ötede beride kalmış bulunması, kafirlere yüz vermeyen bu hükumet zamanında, Müslümanlara çok ağır gelmektedir. Bugün, her Müslümanın birinci vazifesi, o alçakların kötülüklerini hükumet adamlarına anlatmaktır ve alametlerinin millet arasından kalkmasına çalışmaktır. Bu kötü alametlerden ötede beride görülmesi, belki de, bunların kötülüğünü anlamamaktan ileri gelmektedir. Elinizden gelirse, güvendiğiniz din adamlarına haber yollayınız. Bu kafirlik alametlerini, millete duyursunlar. İslamiyetin emirlerini bildirmek için, harika işler yapmak, keramet sahibi olmak şart değildir. Bilenlerin, bilmeyenlere öğretmeleri lazımdır. Elimde gücüm, kuvvetim yoktu da, İslamiyetin yasak ettiği şeylerin kötülüklerini söyleyemedim diyerek, özr ve bahane ileri sürmek, kıyamette insanı azaptan kurtaramayacaktır. İnsanların en iyileri olan Peygamberler (aleyhimüssalevatü vetteslimat) İslamiyetin emirlerini, yasaklarını bildirirlerdi. Ümmetleri mucize isteyince; “Mucizeleri Allahu Teala’ yaratır. Bizim vazifemiz O’nun emirlerini bildirmektir.” buyururlardı. Allahu Teala’, dilerse ümmetlere merhamet ederek, inanmaları, saadete kavuşmaları için, o anda mucize yaratırdı. Her ne olursa olsun, İslamiyeti bildirmek, gençlere öğretmek, faidelerini açıklamak, düşmanların yalanlarını, iftiralarını cevaplandırmak elbette lazımdır. Bilenler, bildirmezlerse, cezadan, azaptan kurtulamayacaklardır. Bu vazifeyi yaparken, fitne çıkarmamaya, dikkat etmelidir. Dikkatle çalışırken, kendine bir sıkıntı gelirse, bunu nimet bilmelidir. Peygamberler (aleyhimüssalevatü vetteslimat) Allahu Teala’nın emirlerini bildirirlerken, görmedikleri sıkıntılar, çekmedikleri işkenceler kalmadı. Onların en üstünü (aleyhim minessalevati efdalüha ve minettehıyyati ekmelüha) buyurdu ki: “Hiçbir Peygambere, benim çektiğim eziyet çektirilmedi.” Farsça beyit tercümesi:
Ömür geçti, derdimi anlatmak bitmedi.
Bitireyim artık, gece devam etmedi.
Vesselam. (193. mektup)
Kıymetli yavrum! Cenab-ı Hak, hayırlı işlerinizde yardımcınız olsun! Gençlik çağının kıymetini biliniz! Bu kıymetli günlerinizde, İslamiyet bilgilerini öğreniniz ve bu bilgilere uygun olarak yaşayınız! Kıymetli ömrünüzü faydasız, boş şeyler arkasında geçirmemek için ve oyunla, eğlence ile geçirmemek için uyanık olunuz. (179. mektup)
HABER
İmâm-ı Rabbânî Sempozyumu devam ediyor
15-17 Kasım 2013
Haliç Kongre Merkezi
Haliç Kongre Merkezi’nde Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı ve İstanbul Tasavvuf Araştırmaları Merkezi tarafından düzenlenen Uluslararası İmam-ı Rabbani Sempozyumu başladı. Üç gün sürecek olan sempozyumda, İmam-ı Rabbani’nin tasavvuf tarihine ve kültürüne kazandırdıkları anlatılacak.
İslam dünyasına düşünceleri ve eserleriyle damga vuran büyük âlim İmam-ı Rabbani’nin tasavvufa kazandırdıkları, yerli ve yabancı akademisyen ile ilahiyatçılar tarafından masaya yatırılıyor. Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı ve İstanbul Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’nin (İSTAM) düzenlediği Uluslararası İmam-ı Rabbani Sempozyumu, ilk gününde Kur’an tilaveti ve sinevizyon gösterimiyle başladı. Sempozyumda konuşan Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, kendi çağındaki bütün insanlara İmam-ı Rabbani’nin mektuplar gönderdiğini söyleyerek, “İmam-ı Rabbani’yi ‘İkinci Bin Yılın Yenileyicisi’ kılan husus nedir? Kendi çağındaki bütün insanlara mektuplar göndererek yenilemeye çalışmıştır. O mektuplar sadece kendi coğrafyasına gönderilmiyor. Siyasi liderlere, tasavvuf erbabına da gönderiliyor.” ifadelerini kullandı.
Sempozyuma katılan TBMM Başkanı Cemil Çiçek ise İslam dünyasının bir fetret dönemi yaşadığını belirterek, “Tam da böyle bir zamanda İmam-ı Rabbani Hazretleri ve benzeri ilim irfan sahiplerinin mesajlarının insanlığa ulaştırılmasında fayda var.” dedi. Çiçek, onun yaşadığı sıkıntıların günümüzde de yaşandığını belirterek, şöyle konuştu: “İyi niyetli ikbal peşinde olmayan bilginler yöneticilerden uzak durmamalıdır. Onlara adaletli olmayı hatırlatmalıdır. Eğer bugün birtakım sıkıntılar yaşıyorsan burada bir soru işareti koymak gerekir.” İslam ile terörü besleyenler olduğuna dikkat çeken Çiçek, “Her gün kan akıyor. Şam, Halep eskisi gibi değil başka yerlerde de nerede böyle bir İslam toplumu varsa bugün terör, kavga, kan ve kinden sonra birlik ve beraberlikten bahsediyoruz. İslam toplumu her geçen gün etnik temelli ve mezhep esasına dayalı bir çatışmanın ortamına koşar adımlarla geliyor. Her gün birbirine kurşun sıkanlar nasıl sarılıp kardeş olacaklar” diye konuştu.
Sempozyuma,Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanı Cemil Çiçek, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı Yönetim Kurulu üyesi Abdullah Sert, Marmara Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Hamza Kandur, gazeteci yazar Hayrettin Karaman’ın yanında İtalya, Pakistan, Yeni Zelanda, Hindistan, Özbekistan ve Makedonya’dan 40 akademisyen katıldı.
Zaman 16 Kasım 2013
Düzenleme Kurulu / Organization Committee
Prof. Dr. Necdet Tosun
Prof. Dr. Süleyman Derin
Dr. Âdem Ergül
Hidayet Erdoğan
Sadettin Ekinci
Sekreterya ve İletişim Bilgileri / Secretariat and Contact Information
Hasan Baydemir +90 (532) 500 26 28 [email protected]
Katılımcılar
Prof. Dr. Arif Naushahi (Government Gordon College, Islamabad, Pakistan)
Prof. Dr. Abdülhakim Yüce (Celal Bayar Ün. İlahiyat Fak.)
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil (Marmara Ün. Fen Edebiyat Fak.)
Prof. Dr. Angelo Scarabel (Ca’Foscari University, Venice, Italy)
Prof. Dr. Arthur F. Buehler (University of Victoria, Wellington, New Zealand)
Prof. Dr. Demetrio Giordani (University of Modena and Reggio Emilia, Italy)
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci (Marmara Ün. Hukuk Fakültesi)
Prof. Dr. Ghulam Moeen ud din (Punjab University, Lahore, Pakistan)
Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz (Diyanet İşleri Başkan Yrd.)
Prof. Dr. Hayrettin Karaman (Marmara Ün. İlahiyat Fak. Emekli Öğretim Üyesi)
Prof. Dr. İrfan Gündüz (Marmara Ün. İlahiyat Fak. Emekli Öğretim Üyesi)
Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç (Marmara Ün. İlahiyat Fak.; İKÖPAB Genel Sekreteri)
Prof. Dr. Mehmet Emin Ay (Bursa Müftüsü)
Prof. Dr. Mehmet Görmez (Diyanet İşleri Bşk.)
Prof. Dr. Metin Izeti (Tetova/Kalkandelen Üniversitesi, Makedonya)
Prof. Dr. Muhammad Iqbal Mujaddidi (Government Islamia College, Department of History, retired, Lahore, Pakistan)
Prof. Dr. Mustafa Aşkar (Ankara Ün. İlahiyat Fak.)
Prof. Dr. Mustafa Kara (Uludağ Ün. İlahiyat Fak.)
Prof. Dr. Mustafa Tahralı (Marmara Ün. İlahiyat Fak. Emekli Öğretim Üyesi)
Prof. Dr. Necdet Tosun (Marmara Ün. İlahiyat Fak.)
Prof. Dr. Ömer Çelik (Marmara Ün. İlahiyat Fak.)
Prof. Dr. Ramazan Ayvallı (Marmara Ün. İlahiyat Fak.)
Prof. Dr. Ramazan Muslu (İzmir Müftüsü)
Prof. Dr. Reşat Öngören (İstanbul Ün. İlahiyat Fak.)
Prof. Dr. Süleyman Derin (Marmara Ün. İlahiyat Fak.)
Prof. Dr. Süleyman Uludağ (Uludağ Ün. İlahiyat Fak. Emekli Öğretim Üyesi)
Prof. Dr. Yakup Çiçek (Marmara Ün. İlahiyat Fak.)
Doç. Dr. Dilaver Selvi (Kastamonu Ün. İlahiyat Fak.)
Doç. Dr. Ekrem Demirli (İstanbul Ün. İlahiyat Fak.)
Doç. Dr. Halil İbrahim Şimşek (Hitit Ün. İlahiyat Fak.)
Doç. Dr. Safi Arpaguş (Marmara Ün. İlahiyat Fak.)
Doç. Dr. Sayfiddin Rafiddinov (Özbekistan Fenler Akademisi Alişir Nevai Dil ve Edebiyat Enstitüsü, Taşkent, Özbekistan)
Dr. Abdurrahman Memiş (Araştırmacı Yazar)
Dr. Âdem Ergül (Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı İLAM)
Dr. Necdet Yılmaz (Araştırmacı Yazar)
Dr. Tayyeb Sajjad Asghar (Aligarh Muslim University, India)
Ahmet Hamdi Yıldırım (Araştırmacı Yazar)
Erdal Çiftçi (Araştırmacı Yazar)
Mahmut Eren (Araştırmacı Yazar)
Müfit Yüksel (Araştırmacı Yazar)
Nimetullah Arvas (Van Müftüsü)
Talha Hakan Alp (Araştırmacı Yazar)
Yacoub Doukoure (Araştırmacı Yazar)
İmâm-ı Rabbânî Sempozyumu
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî XVII. yüzyılda Hindistan’da yaşamış bir âlim ve sûfîdir. O bir taraftan İslâmiyet’in Kur’ân ve sünnet çizgisinde yorumlanması ve toplumun hurâfelerden arındırılması için mücâdele etmiş, bir taraftan da tasavvuf yolunun yüksek tecrübelerine erişip edindiği bilgileri dostları ile paylaşmıştır. Yaşadığı dönemde özellikle Hindistan’da müslümanların din ve tasavvuf anlayışını düzene koymak için mücâdele etmiş, tekke ile medreseyi, sûfîlerle âlimleri uzlaştırmak için gayret sarfetmiştir.
Dönemindeki pâdişahlarının İslâmiyet’e aykırı uygulamalarına sessiz kalmayan İmâm-ı Rabbânî hapsedilmeyi göze almış ancak ilkelerinden ve mücâdelesinden vaz geçmemiştir. Sonunda çabaları ve mücâdelesi sonuç vermiş, müslümanların din ve tasavvuf anlayışında önemli bir canlanma ve yenilenme meydana gelmiştir. Bu yönleriyle o, toplumun din ve tasavvuf anlayışını yenileyen (müceddid) bir rehber olarak telakkî edilmiş ve kendisine “Müceddid-i Elf-i Sânî” (hicrî ikinci bin yılın yenileyicisi) lakabı verilmiştir.
Dış mihrakların İslamiyet’i içeriden dejenere etme yolundaki faaliyetlerinin hızlandığı günümüzde İmâm-ı Rabbâni’yi anmak, anlamak ve onun misyonunu tekrar hatırlamak önemli bir hizmet olacaktır. Ayrıca onun tasavvuf tarihine ve kültürüne kazandırdığı yeni kavramlar ile Kur’an-Sünnet çizgisindeki tasavvuf anlayışının hatırlanmasına ihtiyaç vardır. Ülkemizde Mektûbât isimli eseriyle tanınan ve başka eserleri de olan bu büyük Allah dostunun düşünce dünyasının günümüz insanına ilmi bir üslupla anlatılması için yurt içi ve yurt dışından 40 kadar akademisyen katılımcı ile bu sempozyum hazırlanmıştır.
Bilim Kurulu / Academic Board
Prof. Dr. Adnan Aslan (Süleyman Şah Ün. İnsan ve Toplum Bilimleri Fak.)
Prof. Dr. Ali Köse (Marmara Ün. İlahiyat Fak.)
Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu (Ankara Ün. İlahiyat Fak.)
Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz (Diyanet İşleri Başkan Yrd.)
Prof. Dr. İrfan Gündüz (Marmara Ün. İlahiyat Fak. Emekli Öğretim Üyesi)
Prof. Dr. Mustafa Aşkar (Ankara Ün. İlahiyat Fak.)
Prof. Dr. Mustafa Çiçekler (Medeniyet Ün. Edebiyat Fak.)
Prof. Dr. Mustafa Kara (Uludağ Ün. İlahiyat Fak.)
Prof. Dr. Mustafa Tahralı (Marmara Ün. İlahiyat Fak. Emekli Öğretim Üyesi)
Prof. Dr. Necdet Tosun (Marmara Ün. İlahiyat Fak.)
Prof. Dr. Osman Türer (Kilis 7 Aralık Ün. Rektör Yrd.)
Prof. Dr. Ömer Çelik (Marmara Ün. İlahiyat Fak.)
Prof. Dr. Ramazan Ayvallı (Marmara Ün. İlahiyat Fak.)
Prof. Dr. Süleyman Derin (Marmara Ün. İlahiyat Fak.)
Prof. Dr. Süleyman Uludağ (Uludağ Ün. İlahiyat Fak. Emekli Öğretim Üyesi)
Doç. Dr. Safi Arpaguş (Marmara Ün. İlahiyat Fak.)
Doç. Dr. Semih Ceyhan (TDV İslam Araştırmaları Merkezi)
Dr. Âdem Ergül (Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı İLAM)
Yrd. Doç. Dr. Ali Namlı (Marmara Ün. İlahiyat Fak.)
Ahmet Taşgetiren (Araştırmacı Yazar)
|
Siz de biyografi.net'te yer alabilirsiniz "
İyi ki, biyografi.net var!" |
|