Biyografi Ara!

Binlerce biyografi keşfedilmeyi bekliyor

Dayatan perestroika öncesinde Türk Siyasetinde statükocu rehavet

I.Bir kıssa
Yeni Bosna’da tekstil atölyesi olan arkadaşım, Sovyetler Birliği’nde başlayan büyük değişimin hemen ardından kendini bu ülkeye atmıştı. Dünyanın ikinci süper gücü Sovyetler Birliği’nin adından başlayarak, bayrağı ve rejimi değişmişti. Arkadaşım kısa sürede Sibirya’da mermer ocağı bir işletmeye başladı. İstanbul’a döndüğünde anlattıklarını günlerce dinledik. Moskova’da kaldığı otelinin kalorifer ve teknik düzeninden eski bir astronot, idari işlerinden ise emekli bir subay sorumluymuş. Bu emekli subayın görevleri arasında Nataşa ticareti diyebileceğimiz bir işi yarı gizli olarak sürdürmek de varmış. Arkadaşımın elinde bir sürü rütbe, yıldız, bröve, madalya ve şilt vardı. O bütün bu askeri nişanların hangi büyük misyona işaret ettiğini bize bir bir anlatıyordu. Bir süper gücün çöküşünden başka bir şey değildi anlattıkları… Askerliğin onuru ve kadınların namusu ayaklar altına düşmüştü. Arkadaşımızın anlatılanları dinledikçe Türkiye’nin durumuna şükrediyor, bizim neler yapabileceğimizi tartışıyorduk. O günden bugüne yaşananları gözden geçirdikçe Türkiye’nin de kendi perestroikasını acilen gerçekleştirmesi gereğine olan inancım daha da pekişti.

II.Türkiye tarihi: bürokrasi x burjuvazi savaşı

Türkiye Cumhuriyeti tarihi, bürokrasi diye tarif edebileceğimiz seçkinlerle burjuvazi diyebileceğimiz güçler arasında sürekli çatışmalara sahne olmuştur. Türkiye bugün, dün olduğu gibi idare ediliyormuş gibi yapılıyor. Bu yapı Türk Siyasetine 1990’lara kadar, DP ve türevleri ile CHP arasında çatışma şeklinde yansımıştır. Taha Akyol’un dilinde bugünkü siyasi rejimimiz, ‘yönetemeyen demokrasi’ şeklinde ifadesini bulmuştur.

II.a.Yeni Bürokrasi: “Kadroları hapiste fikirleri iktidarda”

Yeni dönem, yapılar değişiyor… 1990’lara gelindiğinde Türk bürokrasisi 12 Eylül 1980 ihtilaliyle başlayan evrimini tamamladı. CHP, aşırı sol ve işbirlikçi liberal akımlar eliyle devleti kemiren bir kanser hücresine dönüşünce işlevini kaybetti. Bu misyon DSP ve Bülent Ecevit tarafından temsil edilme şansına da sahip olamadı. Çünkü DSP, ‘içtimai bir tercih’ olarak toplum katmanlarında görülemiyordu, DSP organizması buna müsait değildi. 1980’ler sonrasında başlayan alçak yoğunluktaki iç savaş, yeni bürokrasinin şekillenmesini sağladı. Siyasi planda HADEP ve MHP savaşın doğal aktörleri olarak öne çıktı. MHP, Kars’tan Hatay’a uzanan çizginin her iki yanında belirgin bir ‘içtimai tercih’ olarak şekillendi. Şiddetlenen iç savaş devlet içinde CHP’nin işlevsizliğinin tesciline ve bunun yerine MHP’li kadroların tahkimine yol açtı. Bugün Türk Kamu-Sen başta olmak üzere memur ve bürokratın kahir ekseriyetinin temsilcisi Yeni Bürokrasi olmuştur. Türkiye gelecek genel seçiminde sıradan siyasi partilerin değil küresel saldırganlıkla milli mukavemetin seçimini yapacaktır. Milli mukavamet zemini güvenlik dışındaki konularda (mesela şehircilik) kendini ispat etmedikçe küresel güçler karşısında yenik düşecektir.

Eski Bürokrasi işlevini tamamlayıp nüfuz alanlarını Yeni Bürokrasiye doğal olarak devrettikçe devlet-millet çatışması ortadan kalkacaktır. Bugün başörtüsü başta olmak üzere çözülemez gibi görülen bir çok sorun, hukuki düzenlemelerden önce yerel, tabii çözümlerle yerinde çözülecektir.

II.b.Anadolu Sermayesi ya da Yeni Burjuvazi

Sermayemizi tanıyalım… Bir büyük sermaye var, yabancı ortaklı, dışa açık. Attila İlhan’ın komprador sermaye dediği Tekelci Sermaye. Bir de Anadolu Sermayesi var, toprak ağalığından fabrikatörlüğe geçen. Birinci sermaye, gücünü pekiştirmek için yabancı ortaklar almış, dışa açık, rekabet gücü yüksek. Anadolu Sermayesi, Özal öncesinin dışa kapalı ortamında yaşama zemini bulmuş sermaye. Tekelci Sermaye, CHP’nin kanatları altında büyütülmüştür. İşverenlerin doğal örgütü TOBB, Tekelci Sermayenin isteklerini yönlendirme gücüne teknik olarak imkan sağlamadığı için, dernek çatısı altında bir baskı örgütü kurulur, bunun adı TÜSİAD’dır. TÜSİAD, Tek Parti’nin kanatları altında semiren Tekelci Sermaye (Koç, Eczacıbaşı gibi) yanında zamanla, Anadolu Sermayesinden terakki edenleri de sinesinde toplar (Sabancı gibi.)

Anadolu Sermayesi ise DP-AP çizgisinin ürünüdür. 12 Eylül’den sonra Anadolu Sermayesinde bir başka damar ortaya çıkar, eski MSP orijinli RP kanatları altında bir damar... Bu çizgi TOBB gibi işadamı liginde örgütlenmek ve ağırlık koymak yerine, TÜSİAD’ın karşısında olduğu izlenimi veren MÜSİAD adlı bir işveren örgütünü baskı grubu olarak kurar. Derneğin Kurucu Başkanı Erol Yarar, TÜSİAD kurucularından Özdemir Yarar’ın oğludur. MÜSİAD’ın MÜ’sü ‘müstakil’ kelimesinin kısaltılmışı olsa da, bu, kamuoyunda ‘müslüman’ olarak algılanır.

Tekelci Sermaye, KOBİ düzeyindeki Anadolu Sermayesini, dışa açılma hikayesinden gümrük birliğine mali ve siyasi ablukalarla yok etme yoluna girmiştir. Bu ideolojik değil, sınıfsal bir tepkidir. (Büyük balık küçük balığı yutar !) Dış ve iç borç kıskacına alınan Türkiye’de, Kemal Derviş adlı emperyalizmin genel valisi denetiminde IMF tarafından uygulatılan ekonomik operasyonlar tesadüf değil bir planın sonucudur. İTO Başkanı Mehmet Yıldırım’ı dinliyoruz: “Bu programın yeni hedefi KOBİ olarak tanımladığımız küçük ve orta ölçekli işletmeleri ortadan kaldırarak Tekelci Sermayenin önünü açmaktır.”

(Emperyalizmin yeni dönemde esnaf ve kobi düşmanlığı daha tavizsiz uygulatılacaktır. Mevcut İktidar Anadolu Sermayesi desteği ile iktidara gelmişse de kendinden önceki merkez sağ iktidarlarda olduğu gibi onun da uyguladığı politikalarla kobi ve esnaf düşmanlığı yapmaktan başka çaresi yok gibi görünüyor. Mali politikalar bunun en açık göstergesidir.)

Tekelci Sermaye ile Anadolu Sermayesi arasındaki temel fark zannedildiği gibi dini bir fark değil ölçek ve ciro farkıdır. Her iki sermaye çevresi de ‘Kıbrıs’ı Ver Kurtul Kampanyası’na ortak imza koyarak tek belirleyenlerinin çıkar olduğunu ispat etmişlerdir. Neticede Mesut Yılmaz’ın oğlu Coca Cola’nın Anadolu yakası temsilcisi iken Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu ise Cola Turka’nın Anadolu yakası temsilcisidir. Aradaki fark, farksızlıktır.

III.İsrail’le komşu olmak!

Irak’ın ABD (ve dolayısıyla İsrail) tarafından işgaliyle başlayan süreç, Türkiye’yi yeni bir yol ayrımına getirmiştir. Realite, ‘gergedanla birdirbir oynanmayacağını’ bize göstermektedir. Türkiye PKK’yı iç düşmanlığın organize gücü olarak tarif ederken, Barzani yahudisiyle irtibatlı eroin baronu aşiret reisleri Türkiye Cumhuriyeti devletine ‘posta koyar’ hale gelmiştir.

Bu tünelden tek çıkış yolu en geniş toplumsal mutabakat olarak öne çıkıyor. Bürokrasi ve burjuvazi zümrelerinin durumun vehametini görerek bir an önce aklı selim çizgisine ulaşmaları gerekiyor.

(Toplumsal mutabakatın uzanımı toplum zemininde HADEP’i demokrasimiz içine daha fazla almak olarak şekilleniyorsa devletin bekası ve milletin selameti için bunu da uygulamaktan çekinmemeliyiz. Diyarbakır Belediye Başkanı’nın tavırlarına takılıp, yanlış adımlar atmamalıyız.)

IV.Tren kazasından sel felaketine beklenen büyük depreme perestroika dayatıyor

“Şehir fikirdir…” Her şehrin coğrafi konumuna özgü bir misyonu vardır. Bu misyon, bir cümle ile ifade edilebilecek bir fikir haline getirilerek şehrin vücut bulması sağlanır. İstanbul başta olmak üzere Türk şehirleri fikirsiz kalmış vatan topraklarıdır. Türk Sağı, Turgut Cansever’in kitaplarını okuyup anlama kabiliyetine sahip olmayan bir güruh olmaktan ileri gidememiş midir ? sormak zorundayız. Bugünkü Alibeyköy faciasından yarınki Büyük İstanbul Depremine Türk Sağı, hemen her sahada olduğu gibi şehircilik sahasında da dökülmüştür. Artık geçmişi suçlayarak işin içinden çıkmak o kadar kolay değil. Çünkü artık hepimiz geçmişin bir parçasıyız.

Bürokrasi ve burjuvazi çatışmaları Türkiye’nin elini kolunu bağlamış, sorunlar karşısında devlet acze, millet zillete düşürülmüştür. Bu durum 17 Ağustos depremi sonrasında yaşandığı gibi bugün de büyüklü küçüklü bir çok olay karşısında yaşanmaktadır. Türkiye’nin sorunları, artık toplumsal mutabakatı ve bunun ardından gelecek perestroikayı (yani Tanzimat) dayatmaktadır. Bunu bugün kendi irademizle yapamazsak, yarın inisiyatifini yitirmiş insanlar olarak yapmak zorunda kalacağız. Toplum kesimleriyle mutabakatı reddedip, mutabakatın adresini millet olarak göstermek, iktidarların ilk yıllarında söylenebilecek ama zamanla tükürülenin yalanacağı bir söz yığınıdır. Bu aklı iktidar seçkinlerinin kulağına Yeni Şafak ve Ilıcaklar’ın Tercüman’ında konuşlanmış, bir kısım zevat üflemektedir. Bu kanat önderlerinin sicili kirlidir, ecnebilerle bağlantıları ifşa olmuştur. Çatışma yolu çıkmaz bir yoldur. Çünkü demokrasi sadece halkın iradesini yönetime yansıtan bir rejim değil aynı zamanda yabancı güçlerin sermaye, basın ve sivil toplum örgütü kılıfı altında içerde politik aktör olmasına yol açabilmektedir. Türkiye’deki bir kısım medya kuruluşu yabancılar hesabına çalışır hale gelmiştir.

V.Hatime

Girişte anlattığım kıssadan hissemizi alalım… Benim kaybedecek ne rütbelerim (ve buna bağlı olarak elde ettiğim yönetim kurulu üyelikleri) ne de kola şirketlerinden göçürdüğüm mümessilliklerim var. Ama testiler çarpışınca bardakların kırıldığını biliyorum. Bugün bürokraside ve hükümette aktif çatışma içinde yer alanları yarın otelde teşrifatçılık yapar durumda görmek istemiyorum.

Son söz büyük dava adamı Osman Bölükbaşı’dan:
“Başım diye böbürlenme, ne gelirse başa gelir.
Dizler yere yaslanır, baş düşerse taşa gelir.”

Mahmut Çetin

info@biyografi.net