Lütfi Bergen
yazar, düşünce adamı



1964 yılında Ankara'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. Ticaretle uğraştı. Yazıları ilk kez Dergâh Dergisi'nde yayınlandı. Bilahare aynı yayınevinin Ülke dergisinde haftalık yazılar yazdı. 1996'da Dergâh-Ülke yazılarını 'Azgelişmişlik Üstünlüktür' ismiyle kitaplaştırdı. Aynı yıl Umran dergisinde yazmaya başladı. Umran Dergisi'ndeki yazılarında 'Haluk Burhan' müstearını kullandı. Bu yazılarını 1999 yılında 'Ahlak Ayaklanması' kitabında topladı. www.dunyabizim.com, Hece, Hece Öykü, İdeal Kent ve Düşünen Siyaset dergilerinde yazıları yayınlandı. Evli ve iki çocuk babası.


ESERLERİ:

1.Azgelişmişlik Üstünlüktür (1996- 2012)
2.Ahlâk Ayaklanması (1999- 2012)
3.İsyandan Dirliğe: Anadolu’da Yerli Olmak (2011)
4.Edebî Metinde Din – İktisat (2012)
5.Kozmosta Yerlilik- Evlerimizi Kaybediyoruz (2013) 6.Kenti Durduran Şehir (2013)
7.Kent-İslâm ve Kapitalizm –Şehre Yürüyelim Batı Yıkılacak- (2014)
8.İslâmcılık Söylem ve Eylem –Bir Şiddet Eleştirisi- (2014)
9.Medeniyet – Müslüman Toplumsallığın İnşâsı- (2014)
10.Devlet ve Allah –Anadolu Sol Bakış- (2014)
11.İnsanın Beşinci Zindanı (2015)
12.Bilginin Kaynağı Nedir (2015)
13.Kalın Anadoluculuk- İsmet Özel’e Bir Cuma Mektubu (2015)
14.Milli Görüş ile Altı Ders (2016)
15.Umrandan Medeniyete (2016)



ESER-AYRINTI

Lütfi Bergen yazdı: Kent - İslam ve Kapitalizm(Şehre Yürüyelim Batı Yıkılacak)

"İslam Şehri" kavramı ile Batılı kent fikrinin karşısında bir toplum/mekân tasavvuru inşa etmeye çalıştığımız "Kenti Durduran Şehir" kitabının tezlerini bir ütopyaya bağlama ihtiyacı bu kitabın hareket noktası oldu. "Kenti Durduran Şehir" yayınlandıktan sonra en çok sorulan soru, "Batı Kent eleştirisi"nin karşısına ne koyulacağı idi. "İslamcılık, kentleşme, kapitalizm, küreselleşme, sömürgecilik" kavramları çerçevesinde Müslümanların yaşadığı dünyevileşmeye-kapitalistleşmeye getirdiğim eleştirilerin "eleştiri olmaktan başka" bir faydası bulunmadığı ifade ediliyordu. Tartışmacılara göre yaşadığımız kapitalist-küresel süreç de geriye döndürülemez durumdadır. Kitaptaki kimi yazılarda ülkedeki siyasilerin beledîye hizmetleri ve çalışmaları kapsamında Batı'dan kopya ederek getirmeye çalıştıkları teknik aktarımlara (Marmaray, TOKİ, teleferik, otoyol, kentleşme yoğunlaşmaları, çiftçiliğin tasfiyesi, üretimin endüstriyelleşmesi vs.) eleştiri getirildiği hususuna da değinilmelidir.
(Tanıtım Bülteninden)


Kent - İslam ve Kapitalizm(Şehre Yürüyelim Batı Yıkılacak)
Lütfi Bergen
Doğu Kitabevi / İslam Dizisi
Türkçe
304 s. -- Karton-- Ciltsiz -- 16 x 23 cm
Ankara, 2014
ISBN : 9786055296582






SÖYLEŞİ

Lütfi Bergen: Müslümanlar, dünya nimetlerine karşı rövanşist davranıyor
SAMET ALTINTAŞ
Zaman Cuma 31 Ocak 2014

Lütfi Bergen, Ankara’da ikamet eden bir avukat. Fakat din, edebiyat ve şehir üzerine yazdığı makaleleriyle tanınıyor. ‘Kenti Durduran Şehir’ son çalışması… Bergen, Müslümanların Cumhuriyet tarihi boyunca yoksun kaldığını düşündüğü dünya nimetlerini rövanşist duygularla ele geçirmeye çalıştığını düşünüyor: “Bunu yapmaya çalışırken bedelini tabiata saldırganlaşmış müdahalesinin kazanımlarına ödetiyor.”

Kenti nasıl durdurmayı hedefliyorsunuz?

‘Kent’i Müslüman toplumun kendilik bilinci durdurabilir. Şehir (Medine) kuran ‘cemaat’e mahsus hususîyetlerle tarihe çıkmış bir topluluk durdurabilir. Bireysel tavırlar kenti durduramaz. Bugün ‘Müslüman toplum’ denilen bu yığın birbirine yabancıdır. Herkes başkasının manzarasını kapatarak yükselttiği kulelerde, ‘gökyüzüne sapladığı mızrağının’ meşruîyetini sağlamaya çalışıyor. Müslüman adam-kadın Cumhuriyet tarihi boyunca yoksun kaldığını düşündüğü dünya nimetlerini rövanşist duygularla ele geçirmeyi düşünüyor. Bunu yapmaya çalışırken bedelini tabiata saldırganlaşmış müdahalesinin kazanımlarına ödetiyor.

Kapitalizm dediğimiz ‘şey’ meşru hale geliyor…

Müslümanlar kentleri kapitalist birikimin aracı gibi görüyorlar ve Batı’da kapitalist sınıfı üreten Protestan faize karşı İslam’ın meşru bir aracı sayıyorlar, evet… Metro, otoban, AVM, yüksek katlı inşaatlar gibi yatırımlara karşı çıkmamalarının nedeni, bu yatırımların bir şekilde talan edilmiş toprağın değerlenmesinin zamanının gelmesiyle ilgili. Bu duruma bireysel taleplerimizle gelmedik, toplumsal akıl tutulması nedeniyle geldik. Bütüncül bir siyasetle kentlerin nüfusunu Anadolu’nun boş arazilerinde alnının teri ile üretmeye yöneltmek gerekiyor. Anadolu’da on-on beş hatta gerekirse yirmi beş-otuz ‘meslek şehri’ kurarak bu kentleri durdurmak gerekir. Kentleşmeyi durdurmazsak kent bizi yutacak ve hilkat dışı varlıklara dönüştürecek.

Kapitalizmin her türlüsünü hisseden insanların yaşadıkları yer umurlarında mı?

Umurlarında olmak zorunda! Öncelikle kent onlara bir ritüellik dayatıyor. Kafka’nın böceği gibi borçlu ve kentteki iş döngüsüne tutsak... İkincisi ise, bu kentleşme bir gün iflas edecektir. İşte Detroit bir kent olarak iflas etmiş, ölüler kenti haline gelmiştir. Nüfusun, sermayenin, emeğin, pazarın merkezileşmesi nedeniyle kısa zaman içinde gayrimenkul fiyatları yükseliyor. Eski kentsel yapıların yıkılıp yeniden yapılması, sosyal ve fizikî altyapının elden geçirilmesi, konutların kentin çeperlerine doğru büyümesi kaçınılmaz oluyor. Çöküş, bu noktadan başlayacak.

Neden?

Çünkü bu büyümenin -su, altyapı, organizasyonu yürütecek istihdam masraflarını- ihtiyaçlarını karşılamak için vergi alınıyor. Verginin alınması kent hayatının pahalılaşması ve maliyetlerin artması demek oluyor. Şirketler büyüyen maliyetlerden kaçmak için düşük maliyetli başka yerlere taşınıyor. Kentteki işsizlik, suç oranının yükselmesine ve kentin güvenlik bunalımına yakalanmasına neden oluyor. Kent bu süreçte iflas ediyor. Trafik sorunları, mekanikleşmiş insanlar, ruhlarını yitirmiş kitleler durumlarını umursamıyorsa demek ki mezarlıktan bahsediyoruz.

Turgut Cansever, “Şehir, ahlâkın, sanatın, felsefe ve dini düşüncenin geliştiği çevre olarak, insanın bu dünyadaki vazifesini, en üst düzeyde varlığının anlamını tamamladığı ortamdır.” der.

Turgut Cansever’in birçok analizini beğenirim; ama bence şehir ahlâkın geliştiği değil, ahlâkın geliştirdiği bir mekândır. Ahlâkı tamamlamak için gönderilmiş bir Peygamber şehri (Medine’yi) kurdu, yoksa Medine ahlâkı geliştirmedi.

İstanbul ‘Müslüman şehri’ midir? Ya da Müslüman kimlikli bir şehrimiz var mı?

‘Müslüman şehri’ terimini kitabımda şöyle kullandım: “Cum’a kılınır, pazar kurulur.” Şimdi bu tarife göre şehrin camisi şehrin erkeklerini her cum’a toplamalıdır. Bu fıkıh, şehri alabildiğine genişletmeyi imkân dışı bırakır. Yani İstanbul bir şehir değildir. Başı ve sonu belli değil. Pendik’ten sabah yola çıkıp; Büyükçekmece’ye gidecek kişi 91 km yol kat ediyor. Klasik fıkıhta bu mesafeye çıkan kişi seferî sayılacaktır. Yani fıkha göre şehri bu derece azmanlaştıramazsınız. Dikkat edin Büyükçekmece’den Tekirdağ’a yola çıkacak kişi 98 km yol kat etmekte ve seferî sayılmaktadır. İkinci işaretim “pazar kurulur” idi. Hz. Ali, dağdan topladığı odunu pazara götürüp arz edebiliyor, rızkını çıkarabiliyordu. ‘Pazar’ın anlamı budur. Şehri fıkıhla ve pazarla tanımladığıma göre şehir var mı siz cevaplayın!

Kırk kapı komşumuz olduğunda mekân algımız değişecek
Kitabınızda şiirle bir karşı çıkış da söz konusu, ‘bozuk düzen’e…

Bozuk düzene hepimiz karşıyız. Anadolu insanı adalet terazisi çarpıldığında bozukluklara şiirle itiraz etmiştir. Pir Sultan, ‘Pir Sultan Abdal’ım dünya kovandır/ Gitti adil beyler kalan avamdır’ diyor. Orhan Gencebay da ‘Kula kulluk edene yazıklar olsun!’ demişti. Kentleşme mülk sahiplerinin kiracılarını ırgatlaştırıyor. ‘Irgatlaşmaktan kurtulayım’ diyenler de, kredi verenlerin borçluları oluyor. Âşık Veysel de şöyle demiş: “Galiba dünyanın sonuna kaldık/ Gelin belli değil kız belli değil.” Şiirde hikmetten bir hisse vardır.

Apartmanlara rahmet okutacak bir gökdelenleşme söz konusu… Bulutlara yaklaşan insan ne demek istiyor?

Göğe çıkmak insanların güneşini, rüzgârını, bulutunu, manzarasını çalmak demek... ‘Gökyüzünü mülküme geçiriyorum ve sizi gökdelenimin karanlığına terk ediyorum.’ ifadesidir. Sinoplu filozof, İskender’e ‘Gölge etme başka ihsan istemez.’ diyordu. Biz de küresel kentleşmeye şöyle diyoruz: Güneşimden kaçıl!

Peki, bütün konfora rağmen neden sobalı evler nostaljisi dile getiriliyor?

Bugünkü konutları konforla açıklamak tehlikenin farkına varılmadığına işaret bence. Sadece burjuvalar ve Oblomovlar konformizmi soylulaştırabilir. İki tipoloji de kendi emrinde hizmetçiler istiyor. Oblomov çorabını dahi uşağının giydirmesine muhtaç bir acizdi. Bu ülkede odun, kömür varken uluslararası kavganın temel metaı sayılan petro-gaza bağlılık israf değil mi? Bir zamanlar ‘Parayla saadet olmaz.’ derlerdi. Konformizm yoksullar, madunlar, sessiz öfkeliler, evsizler üretiyor. Hz. Peygamber (sas) konfor isteseydi melik olurdu.

Neyi yitirdik de şehrimizi kaybettik?

Benim genel teorim şudur: Biz medeniyeti de şehri de kaybetmedik. Tam tersine bu hayatı isteyen Müslüman bir toplumsallık yani cemaatçilik vardı, onu yitirdik. Bireysel Müslümanlığı tercih ettik. ‘Kırk kapı komşumuz olmasın.’ dedik. Şöyle düşünün: Herkes ‘Kırk kapı komşum olsun.’ dediği an mekâna dair algımız ve dolayısıyla kentin bugünkü sapkınlığı değişecek.




GÖRÜŞ

İSMET ÖZEL VE TIMAR SİSTEMİ
Lütfi Bergen
Yeni Söz 22 Şubat 2016

Uzun zamandır İslâmî cenahta bir iktisat düşüncesi arayışı görülmüyor. Bunun nedeni sermayenin son dönemde yapısal anlamda değişiyor görüntüsü vermesidir. Genel söylem sermaye sınıfının içindeki çatlamaya ve el değiştirmeye işaret ediyor. Çatlamanın kutupları da “Kemalist-lâik sermaye” ile “Anadolu-yerli sermaye” gibi adlandırmalarla anılıyor. Bu adlandırmayı kabul etmeli miyiz?

Erken Cumhuriyet sermayesinin kurduğu dernek, üyeliğe kabul prosedürünü sıkı tutmaktadır. Capital Dergisi'nin 2002 tarihli bir araştırmasına göre TÜSİAD'a üye olmayan işadamlarının en önemli gerekçesini aidatlarının yüksekliği oluşturuyor. TÜSİAD'ın 2013 faaliyet raporunda 597 üye görünüyor. Aynı raporda, TÜSİAD'ın aidatı 28 bin TL ve dernek gelir hedefi ise 17 milyon TL.

TÜSİAD'ın kendi internet sitesinde verdiği bilgilere göre TÜSİAD üyelerinin ürettiği katma değer, Türkiye'de kamu dışında üretilen katma değerin yaklaşık yarısına denk gelmektedir. TÜSİAD üye kuruluşları toplam dış ticaretin %80'ini gerçekleştiriyor.

MÜSİAD'ın ise binlerce işletmesinin faaliyet/cirosunun milli gelirdeki payı yüzde 10'dur.

TÜSİAD Görüş Dergisi 2010/64. sayısında Ayşe Buğra “Türkiye'de Devlet ve İşadamları” başlıklı çalışmasında incelediği kesimin, TÜSİAD'da örgütlenmiş sermaye olduğuna işaret eder. Bu sermayenin devletten bağımsız hareket edebildiğine, özerkleştiğine vurgu yapar.

Ayşe Buğra, söyleşisinin devamında üretim örgütlenmesinin değiştiğine de işaret ediyor. O'na göre dikey entegrasyon modeli ile örgütlenmiş şirket modeli terkedilmektedir. 1980 sonrasında “post-Fordizm”, “esnek üretim” gibi kavramlarla gelen değişimle üretim sürecinin farklı aşamalarını birbirinden ayırmak ve bu değişik aşamaları değişik mekanlarda üretme imkanı ortaya çıkıyor. “Post Fordist üretim modeli ve sanayi sonrası toplum” şeklinde belirginleşen iki olgu, eski merkezin (İstanbul) statüsünü muhafaza ediyor. “Esnek üretim literatürü çerçevesinde, küresel meta zincirleri içinde farklı merkezlerin rolleri üzerinde durulmalıdır (Üretim zincirinde imalatçı montaj mı yapıyor? Parça mı üretiyor? Bütün ürünü mü üretiyor? Kendi markasıyla mı üretiyor? Kendisi mi satıyor?). Buğra'ya göre pazar bağlantısını hâlâ eski merkez (İstanbul sermayesi) kuruyor.

Ayrıca, Ayşe Buğra iki önyargıya itiraz ediyor: 1) “Erken Cumhuriyet döneminde burjuvazi devlet eliyle yaratıldı, yeni burjuvazi ise kendi kendine rekabetçi ortamda gelişti” varsayımı yanlıştır; 2) “Yerel merkezlerde sermaye oluşuyor ve buradan büyük işadamları çıkıyor” tezi de gerçekliği yansıtmıyor.

Buğra'nın söyledikleri Türkiye'de sermayenin küresel entegrasyona girecek büyüklüğe erişmediği takdirde devlet tarafından şekillendirildiği yönündedir. Fakat “devletten özerk” sermayenin küresel sermaye ile de özerk bir ilişki kurabildiği söylenebilir mi?

Diğer taraftan devletin muhafazakâr sermaye üzerindeki vesayet ilişkisini kabul edersek bunu tımar modeline benzetebilir miyiz?

İsmet Özel, 09.03.2001 tarihli “Sanayi ve finans alanında tımar” başlıklı yazısında tımar modelinin Batı kapitalizmi ile okunabilirliğine işaret etmişti:

“Uzun yıllar önce (...) Türkiye eğer ekonomik gelişme ve ilerlemenin kendine mahsus bir yolunu arıyorsa bunu tımar sistemini günümüze uyarlamak suretiyle bulabileceğini yazmıştım (...) Sanayi ve finans alanında “tımar” önermenin herkese ne derecede fantezi geleceğini fark edebilecek derecede gerçekçiyim. Nitekim bunu bir kez yazmakla yetindim (...) Ben bu fikrimde ısrar etmeli, söylediklerimi yüksek tonda bir sesle tekrar etmeliymişim. Çünkü geçenlerde Federal Almanya'nın özelleştirme uygulaması sırasında fabrikaları sattığı iş adamlarına ileri sürdüğü şartlardan kısmen de olsa haberdar olunca Almanların özelleştirme etiketi altında tımar sistemini modern şartlarda yürürlüğe koymaktan fazla bir şey yapmadıkları düşüncesine ermiş oldum.”

Türkiye'de imalat ve finans sektöründe tımar üzerinden yürütülen “İslâm iktisadı” çalışması okuduğumu hatırlamıyorum.

İsmet Özel keşke “sanayi ve finans alanında tımar” önerisinin muhtevasını güçlendirseydi.





ESER AYRINTI

MİLLİ GÖRÜŞ İLE ALTI DERS
Yazar: Lütfi Bergen
Yayınevi: Yazıgen Yayınevi
Ölçüleri: 13,5cm x 20cm
“Milli Görüş İslâmcılığı” kentlere gelen ve kıt kanaat geçim tutan dindarlara dar geliyor.

Kitaba “Altı Ders” başlığının konulmasının gerekçesinden kısaca bahsetmeliyim. Bilindiği üzere, İslâm siyaset düşüncesinde “göreve talip olunmamakta; görev tevdi edilmektedir.” Fakat demokratik sistemlerde görev, halktan “oy talep etme” usulüyle alınmaktadır.

Bu anlamda günümüzde siyasetle iştigal eden kişi ve kadrolar ne kadar bilgili, ehliyetli, mahir, dürüst, tecrübeli, ihtiyar (irade sahibi) de olsalar “TALEBE”dir; dağdaki çobanın oyuna “talip”tir. Bu anlamda siyasetçi her ne kadar politik söylemlerini inşa edip halkın huzuruna çıkıp ideolojisini/programını anlatma-söylev verme makamında görse de, “oy talep etme” nazarıyla bakıldığında “ders almak” pozisyonundan kurtulamayacaktır.

“Milli Görüş İslâmcılığı” kentlere gelen ve kıt kanaat geçim tutan dindarlara dar geliyor. Milli Görüş, cemaat tipi hayatın geçerli olduğu bir toplumda (köyden kentin varoşlarına gelen gecekonduda, varoş toplumda) söylem üretmişti. 2000 sonrası muhafazakâr-İslâmcılık ise kent merkezine taşınan ve görece yüksek gelir sahibi olan dindarların yürüttüğü bir siyasettir. Bu toplumsal değişime rağmen Necmettin Erbakan’ın fikrî müktesebatıyla yürütülen hareketin Türkiye’nin kayda değer tek siyasi-fikrî cereyanını oluşturduğu kanaati, MGH (Milli Görüş Hareketi) ile ilgilenmeyi kaçınılmaz kılmaktadır.

Milli Görüş Hareketi’nin (MGH) ideolojik konumlanışının “çift başlı” niteliği de bu ilgiyi cazip kılmaktadır: MGH (Milli Görüş Hareketi), 1) “Bin yıllık nizam” söylemiyle “Anadolu”da hayat bulmuş adalet ve nizama (devlete) vurgu yapmaktadır; 2) “İslâm Birliği, Ümmetin Kardeşliği” söylemi ile de Osmanlı’nın birleştirdiği Müslüman toplumun yeniden inşası ihtimaline işaret etmektedir. Bu iki söylemin siyasal karşılıklarının birbiriyle çatıştığı söylenebilecektir. İki söylemin pratize edilirken yakalandığı çatışma-buhranların nasıl halledileceği meselesi MGH hareketini izlemeyi kaçınılmaz kılmaktadır.





GÖRÜŞ

İBN HALDUN’UN YANILGILARI- ATLI ORDU 1
Lütfi Bergen
Yeni Söz

Türk düşüncesinde İbn Haldun'un bedavet-göçebelik konusunda yazdıklarından etkilenmeyen fikir adamı bulmak pek mümkün görünmüyor. İbn Haldun'un görüşlerinin Türk düşüncesini bu derece etkilemesinin sebebi ne olabilir?

Bir: Osmanlı Devleti, kendisini kuran marifet topluluklarından kopunca 1402'de Timur tarafından yıkıldı. Bu savaşta (Ankara Savaşı), Türkmenler ve Anadolu Beylikleri Timur'u desteklediler. 1453'te İstanbul fethedilince Sultan II. Mehmed'in de Türkmen asker-kadı ve ulemaya kesin bir tavır koyduğunu görüyoruz. Bu siyaset, 1453-1500 arasında tımar sistemini yapısal anlamda değilse de psikolojik olarak etkilemiş olmalıdır. Nitekim bu siyasetin memnun etmediği Türkmen topluluklar Erdebil Tekkesi'nin devletleşme sürecine katkıda bulunmak üzere Anadolu'dan İran'a tersine göç hareketi geliştirdiler. Sadece bu hadise dahi İbn Haldun'un tezlerini çürütmektedir.

Safevî Devleti'nin kuruluşunu (1501) Türkistan-Horasan'dan Anadolu'ya yönelen Türkmen nüfus hareketinin İran coğrafyasını beslemesiyle ilişkili düşünüyoruz. Böylece Anadolu ile İran coğrafyası aynı nüfus yapısına dayandığı halde, Selçuklu havzası olduğu halde parçalandı. Bu parçalı yapı nedeniyle Osmanlı, (1511) Şahkulu, (1519) Bozoklu Celal'in isyanıyla yaklaşık yüz yıllık sürece yayılan Türkmen isyanları dönemine girdi. Bu iki olay (tersine göç ve Yüzyıl İsyanları) Osmanlı'nın kurucu marifet topluluklarını kaybetmesiyle sonuçlandı.

İbn Haldun'un aydınlar üzerindeki ilk etkisi bu tarihsel arka plan ile okunmalıdır. Devleti yeniden inşa etmek için hangi asabiyete dayanmak gerektiği sorusu, önce Osmanlı'yı ve ardından Safevî devletini kuran Türkmen Atlı Ordusu yerine ücretli-piyade-devşirme Yeniçeri ordusunu cazip gösteriyordu. Dolayısıyla Osmanlı Devleti tarihini yekpare düşünenler İbn Haldun'a referans verdiler.

Osmanlı'da ilk güçlü Batılılaşma, kardeş katlini uygulayan ilk padişah olan Yıldırım Bayezid (1389 – 1403) zamanında görüldü. Yıldırım Bayezid, Sırp Kralı'nın kızıyla evlendi. Timur'a karşı çıkarılan Osmanlı Ordusu'nun ¼'ü (yaklaşık 20.000 nefer) Sırp askerlerinden oluşturuldu. Yıldırım Bayezid'ın annesinin Bulgar Kralı'nın kızı Maria, eşinin ise Sırp Kralı'nın kızı Prenses Olivera olduğu düşünüldüğünde Türkmenlerin, Anadolu Beylikleri'nin ve Timur'un tepkilerini anlamak kolaylaşır.

İbn Haldun'un asabiyet tezleri Osmanlı yöneticilerinin Batılılaşmasını meşrulaştıran “ilahi kanun” iddiası içeriyordu. İbn Haldun, “keşfettiği” “ilahi kanun”la devletlerin ikinci devrede “soy asabiyeti”nden “bağlılık asabiyeti”ne geçtiğini ilan ediyordu. Osmanlı yöneteni için bu “tarihsel ve toplumsal kader” okuması, müsebbibinin kendisi olduğu meseleleri meşrulaştıran eşsiz bir izah modeli oluşturuyordu. Nitekim Celalî isyanlarından yılmış topluma “Bozuklukların Düzeltilmesi için Düstur” yazan Kâtip Çelebi'nin dahi Yeniçeri ordusuna karşı tımarlı sipahi (Atlı Ordu) düzeni öneremediğini ve İbn Haldun'un tezlerini savunduğunu görüyoruz.

İki: İbn Haldun'un tezlerinin sürekli gündemde kalmasının diğer sebebi, aydın-bürokratların Osmanlı-Türkiye'nin Batı karşısında “geri kalmışlığını” tarım toplumuyla ilişkilendirmeleridir. Bu teze göre Osmanlı (ve Türkiye) Batı karşısında “tarım toplumu” olmakta ısrar ettiği için varlık gösterememektedir. İbn Haldun'un “Bir toplum zaruri ihtiyaç maddeleriyle yetinmek zorundaysa bedevî ve göçebedir” fikrini alan aydınlar Türklerin tarih boyunca göçebe yaşadıklarını, Anadolu'ya geldiklerinde de kurdukları düzenin “köylülük” olduğunu ifade ettiler. Medeniyet “Londra-Paris gibi kentler yapmak, ağır sanayiden yüksek teknolojiye varan bir üretim düzeni kurmak” idealiyle mitleştirildi. Mukaddime'yi tercüme eden Süleyman Uludağ dahi İbn Haldun'un tezlerini “geri kalmışlık & gelişmişlik” kategorileri kurarak anlamlandırdı: “Şöyle de söylenebilir: Geri kalmış cemiyetler ilk, basit ve zaruri ihtiyaç maddelerini, gelişmekte ve kalkınmakta olan cemiyetler hacî ve lüzumlu ihtiyaç maddelerini, gelişmiş ve kalkınmış cemiyetler kemâlî ve lüks ihtiyaç maddelerini tüketirler. Böylece üretim ve tüketimin cemiyetlerin bünyeleri, yapı biçimleri ve içinden geçtikleri değişme süreci üzerindeki tesiri kısa ama özlü bir şekilde İbn Haldun tarafından gösterilmiştir” (Süleyman Uludağ, İbn Haldun-Mukaddime içinde dipnot, Dergâh Yayınları, c: 1, 1988: 415).

Bu yaklaşımda İbn Haldun'un fikirleri yirminci yüzyıl iktisat teorilerinin gelişmeci-ilerlemeci paradigmalarına indirgendi. Diğer taraftan asıl tartışılması gereken konu İbn Haldun'un paradigmasının kendisidir. İbn Haldun,“Maişetlerini davar ve sığır gibi (arazide güdülen) yayılan hayvanlardan sağlayanlar göçebedir” (1988: 418) ve “Bedeviler geçimlerini şehir haricinde ve arazide sağlayan köylü ve göçebeler(dir. Bunlar) Çiftçilik yapmak ve hayvan beslemek suretiyle tabiî olan bir geçim yolunu tutmuşlardır” (1988: 417) demekteydi. İbn Haldun'a göre maişetlerini davar ve sığır gibi arazide güdülen ve yayılan hayvanlardan kazanan Türkler, Türkmenler ve Kürtler göçebedir (1988: 418).

İbn Haldun'un tezi şudur: bedevîler (1. göçebeler, 2. ziraat ve hayvancılıkla uğraşanlar) ihtiyaç maddeleriyle yetinirler. Hadarîler ise maişetlerinde, âdetlerinde refah ve kemâl nevinden olan lüks maddelere itina gösterir. Badiye (bedevîlerin yaşadığı kırsal, dağlar, köyler), şehir ve kasabaların köküdür. Bedevîlik, hadarîliğin aslıdır ve ondan önce gelir. Bedevîlik hayra yakındır. Onlarda hadarîlikteki kötü huylar, çirkin âdet ve alışkanlıklar, fena melekeler, şerler bulunmaz (1988: 419-421).

İbn Haldun'un bedevîlerin hadarîlere nazaran daha hayırlı olduğu iddiası Kur'an nazarından reddedilmiştir: “El a'râbu eşeddu kufran ve nifâkan ve ecderu ellâ ya'lemû hudûde mâ enzelallâhu alâ resûlihî, vallâhu alîmun hakîm / Bedevîler kafirlik ve münafıklık bakımından hem daha beter hem de Allah'ın Rasul'üne indirdiği kanunları tanımamaya daha yatkındırlar” (9 Tevbe 97). İbn Haldun, bedevîler hakkında açık hüküm varken konuyla hiç alakası olmayan bir ayete dayanarak “Bedevîler, hadarîlerden (ve şehirlilerden) hayra ve iyiliğe daha yatkındır” dedi (1988: 421). Delil gösterdiği ayet şuydu: “Hayır, Kim ahdini yerine getirir ve takva sahibi olursa, o takdirde muhakkak ki Allah, takva sahiplerini sever” (3 Al-i İmran 76). Ayetlerin bağlamından kopuk olarak delil alındığı söylenebilecektir.

İbn Haldun'un fikirlerine ikinci itirazım ise Türklerin davar-sığır güdücü olduğu meselesidir. Türkler davar güdücüsü değil at yetiştiricisidir. Tarihi at merkezli okursak paradigma değişir.




www.biyografi.net (Binlerce Biyografi)