İslam Gemici ( 30.12.1963)
yönetmen, yazar



30 Aralık 1963 tarihinde Gaziantep’te doğdu.
Aslen, Osmanlı Beyliği’nin kuruluşunda Kayı Boyu’nun yanında yer alan Karakeçili Aşireti’ndendir.

Gazi Mustafa Kemal ve Cumhuriyet İlkokullarında, Merkez Ortaokulu’nda ve M.R. Uzel Endüstri Meslek Lisesi’nde okuduktan sonra, üniversite sınavında 1982-1983 öğretim döneminde Marmara Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi’nin Elektrik bölümünde okumağa hak kazandı. Üniversitede geçen dört yıl, mezun olup diploma almasına yetmemesine rağmen, hayat okulundaki tecrübelerine bir kat daha tecrübe kattı.

İlkokuldan itibaren hem okuyup hem çalışan bir insan olarak, kitap okumayı ve resim yapmayı çok severdi.
Hatırladığı ilk film, Ses Sineması’nda seyrettiği Alfred Hitchkok’un Kuşlar adlı klasikleşmiş eseridir.
Okula gitmeden okuma-yazmayı öğrendi. Sezgin Burak’ın Tarkan adlı çizgiromanı ilk okuduğu basılı eserdir. Daha sonra Karaoğlan, Tolga, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin gibi geleneksel ve tarihle ilgili eserleri okurken, tarihe büyük bir ilgi duyduğunu keşfetti. Anonim halk edebiyatı eserlerini okurken, fantastik öğelerin hakim olduğu dünyanın bize ait olduğunu anladı. Bu tip konularla yoğrularak büyürken, gün gelip de film yönetmeni ve öykü yazarı olmağı hayal ederdi.

Üniversite öğrencisiyken Cağaloğlu’ndaki dergilerde part-time çalışarak yayın dünyasına ilk adımını attı.
İlk bilimkurgu öyküsü, bilim ve teknoloji dergisi İnsan ve Kâinat'ta müstear isimle yayımlandı.
1989 yılında TGRT’nin kurulması aşamasında ilk baştan itibaren radyofonik piyesler yazarak görev aldı. Bu sırada Nazif Tunç, Hüseyin Aydemir, Yusuf Özaslan, Mahmut Çetin, Rahim Er, Mehmet Niyazi Özdemir, Ümit İsmailoğlu, Durali Yılmaz ve İsmail Fatih Ceylan gibi sanatçılarla tanıştı. Bu kişiler, daha sonraki yazı ve drama çalışmalarında kendisini çok etkilediler.
İlk olarak tarihî bir roman olan Şehitlerin Efendisi Hazreti Hamza, Tuğra Yayınları tarafından piyasaya çıkarıldı.
1993-1994 yıllarında drama çalışmalarında senarist, yapımcı ve yönetmen olarak bulundu.

Apartmanda Bayram, Suikast, Gayret, Yanlış Numara ve Ateşin Teslim Olduğu Gün filmlerini yaptı.
Apartmanda Bayram: Senarist, Yönetmen
Suikast: Senarist, Yapımcı
Gayret: Yapımcı
Yanlış Numara: Yönetmen
Ateşin Teslim Olduğu Gün: Senarist, Yapımcı
1994-1995 yıllarında TGRT FM’de yüzlerce radyo oyunu, skeç yazdı.

Daha sonraki dönemde çeşitli televizyon programlarında yönetmen olarak çalıştı.
Biyografi Analiz Dergisi’nde edebiyat yazıları yayımlandı. Reklam ve tanıtım metinleri yazdı.
2000 yılından beri televizyon habercisi olarak çalışmakta.




HABER

İslam Gemici evlendi
sondevir 14 Temmuz 2012

Küresel İletişim Merkezi (KİM) şirketine bağlı Dünya Bülteni ve Son Devir internet sitelerinin hafta sonu eklerini hazırlayan ve yurt haberleri editörlüğü yapan İslam Gemici ikinci Bahar'ına 14 Temmuz 2012 Cumartesi günü Üsküdar'da, Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı'nın Merkezi'nde ilk adımı attı..

Uzun yıllar Türkiye gazetesi ve TGRT'de çalıştıktan sonra Küresel İletişim Merkezi'ne bağlı internet sitelerinde mesleki hayatına devam eden İslam Gemici, Üsküdar'da düzenlenen sade bir törenle dünya evine girdi.

Gemici, Üsküdar'da, Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı Salonu'nda düzenlenen düğün töreninde Kur'an-ı Kerim hafız hocası Berna Önçırak Hanımefendi ile hayatını birleştirdi.

Törene Küresel iletişim AŞ Yönetim Kurulu Başkanı Erhan Erken, Dünya Bülteni Genel Yayın Yönetmeni Akif Emre, Yazı İşleri Müdürü Ahmet Sezer, Sondevir.com Genel yayın Yönetmeni Yaşar Süngü, Son Devir Yazı İşleri Müdürü Üzeyir Başpınar, CafCaf Mizah Dergisi Yönetmeni Kerem Abadi, Grubun Teknik Müdürü Engin Demir Son devir yazarlarından Mahmut Çetin ve çalışanlarının yanı sıra medya camiasından birçok isim katıldı.

Küresel İletişim ailesi olarak yeni evli çifte ömür boyu mutluluklar diliyoruz.




YORUM



İslam Gemici yazdı:


Neden polisiye roman okur ve filmini seyrederiz?








HABER

İslam Gemici yazdı: Gizemli Bir Dünya: Sinema

Beylik laftır, “Türkler tarih yapmayı bilir, tarih yazmayı bilmezler.” Sinemadaki durum da bundan farklı değil. Yeşilçam kriz dönemlerinde bile film üretebilen dünyanın sayılı sinemasından biri. Ama sinemayı yazmak, Türkiye’de cazip bir yazı alanı değil. Sinema yazıları, öncelikle eleştiri türü içinde yer alan bir yazı türü.

‘Gizemli Bir Dünya: Sinema’nın odak noktası ABD ve Holivud Sineması dışındaki ülkelerin sinemalarından haberler sunmasıdır. Bu dünyanın değişik renkleri, popüler kültür cenderesinin aldatmalarına kanmadan ısrarla ele alınmıştır.

‘Gizemli Bir Dünya: Sinema’nın ikinci odak noktası ise Holivud Sineması’na eleştirel yaklaşımdır. ‘Sinema’nın sadece sinema olmadığının’ altı çizilir bu yazılarda...

Bu iki noktadan hareketle Türk Sineması’na değiniler ve uyarılar kitabın üçüncü damarını oluşturuyor.

Gizemli Bir Dünya: Sinema
İslam Gemici
Biyografi Net Yayınları
ISBN: 978-605-62521-9-8
180 Sayfa





HABER

İslam Gemici'den iki kitap birden!
sondevir 8 Kasım 2013

Televizyoncu-yazar İslam Gemici, hikayelerini ve sinema yazılarını iki kapak arasında topladı: Gecenin Kemanı ve Gizemli bir Dünya: Sinema.

Aynı zamanda Dünya Bizim'de yayınlanan yazılarıyla tanıdığımız televizyoncu-yazar İslam Gemici, hikayelerini ve sinema yazılarını iki kapak arasında topladı: Gecenin Kemanı ve Gizemli bir Dünya: Sinema.

Gecenin Kemanı'nda Gemici, uzun yıllardır yazdığı fantezi, bilimkurgu ve şehir hikayelerini topladı.

Gizemli Bir Dünya: Sinema'da ise yazarın Holivud, dünya sineması ve Türk sinemasına dair eleştirel yazıları toplandı.

Kitabın belki de en önemli özelliği, Holivud sineması dışındaki dünya sinemalarından bize değişik kültürel renkleri sunması...

Kitaplar Biyografi.Net Yayınevi’nden çıktı.




HABER

Düzgün cümle kuran herkes sinema yapabilir
7 Ocak 2013

İstanbul Ticaret Üniversitesi Kültür ve Edebiyat Kulübü olarak, eleştirinin avuçlarına bırakmak istedik beyinlerimizi. Ve eleştirinin önemli isimlerinden olan İslam Gemici’yi okulumuza davet ettik. Esma Torun yazdı.


Olumlu ya da olumsuz olsun hayatın bazı safhalarında, bazı alanlarda eleştiri gereklidir. Eleştiri bazen bir uyarıcı, bir ödül, bir düzeltmedir. Yerine göre dost ya da düşman olabilir. Genel olarak konuşacak olursak, bu iki zıt kavramın en uyumlu harmanlandığı işlerden biridir eleştirmenliktir. Ve yalnızca eleştirmen ya da eleştirilen değildir bazı farkındalıklar edinen. Okuyucu-dinleyici-seyirci de nasiplenir eleştiriden. Biz de İstanbul Ticaret Üniversitesi Kültür ve Edebiyat Kulübü olarak, eleştirinin avuçlarına bırakmak istedik beyinlerimizi. Keşfetmek, değerlendirmek, anlamlandırmak, beyin fırtınası yapabilmek için gerekli gördük bunu. Ve eleştirinin önemli isimlerinden olan İslam Gemici’yi okulumuza davet ettik.

Düzgün cümle kuran herkes sinema yapabilir

Edebiyatçılarımız çoğu zaman, imza günleri düzenleyerek buluşurlar okurlarıyla. Fakat imza günlerinde karşılıklı kayda değer bir iletişim ortamı oluşamıyor. Bu da imza günlerini sahiden adıyla sınırlı kılar. İşte bu durumu sevmiyor İslam Gemici. O gençlerle bir araya gelip sohbet ediyor, anlatıyor, dinliyor, yorumluyor. İslam Gemici, kitabından satırlar okuyup o satırların içeriğini yorumlamayı, tartışmayı sevdiğini söyledi. Onun için anlamlı olan buymuş.

Gemici, bize biraz kendinden bahsetti. Bunu sizlere özetle aktarmak isterim. Kendisi Gaziantep’te doğmuş, büyümüş. İstanbul’a gelmeye karar verdiğinde hayali, dünyanın en büyük yönetmeni, en büyük yazarı olmakmış. Elbette zamanla olamayacağını anlamış. Sinemanın parayla olan ilişkisiyle tanışmış. Tabii senaryo hariç. Bunu da şu sözleri ile açıkladı: “Senaryo yazmak için paraya değil; bir tomar kâğıda ve kaleme ihtiyaç var yalnızca.” Bu yüzden senaryo dersleri vermeye başlamış. Ve senaryoyu öğrencilerine şöyle tanımlamış: “Senaryo; bir kâğıdı ikiye ayırıp bir tarafında görüntüleri-sahneleri, bir tarafında da diyalogları canlandırmak, oluşturmaktır.” O zaman öğrencileri: “Bu kadar basitse neden aylarca ders alıyoruz?” dediğinde ise o görüntüleri, diyalogları oluşturmak için geliştirilmiş yaratıcılığa ihtiyaç olduğunu vurgulamış.

İslam Gemici, düşüncelerini Tarkovsky’den aldığı şu sözlerle destekledi: “Düzgün cümle kuran herkes sinema yapabilir.” Fakat İslam Gemici, Türkiye’de sinemacı olmak için yönetmenin çantasını taşımak, kafasına uymak gerektiğini düşünüyor. O yüzden edebiyata soyunmuş.

Bir toplumun nasıl yönetildiğini anlamak istiyorsanız, onun müziğine bakın!

Gemici konuşmasının devamında kitabından, 4-5 yıl önce yazdığı ve Kadavra filminden söz eden şu satırları okudu: “Batılı toplumların sosyal olarak müthiş bir çürüme içinde olduğu insanımızın dilinde yıllardır söylenir durur. Bu rivayet sonuna kadar doğrudur fakat bu çürüyüşün henüz net bir şekilde belli olmamasının nedeni; vs. gibi ülkelerin hala ekonomik olarak güçlü olmalarıdır. Toplumlarla ilgili en önemli ipuçlarını ne verir? Bence sanat eserleri. Yazılan kitaplardan, çevrilen filmlerden, çizilen resimlerden, yontulan heykellerden, dikilen binalardan, terennüm edilen şarkılardan yansır ipuçları.”

Ardından da şunları ekledi: “Şimdiye kadar her zaman söylemek istediklerim bu satırlarda zaten var.” Sonra da toplumları anlamak için sanat eserlerine bakmak gerektiğini anlattı. Ve ben de bu konuda, Konfüçyüs’ün sevdiğim bir sözünü paylaşmak isterim: “Bir insan toplumunun nasıl yönetildiğini anlamak istiyorsanız, onun müziğine bakın.”

Ve İslam Gemici’nin gözünden tiyatroya gelecek olursak şunları aktarabiliriz: Gemici, tiyatrodan pek haz etmiyor. Çünkü tiyatroda duygu olmadığını düşünüyor. Tiyatroyu abartılmış ve olayı-durumu vücudun kaba hareketleriyle anlatan bir dal olarak görüyor. Sinemayı tiyatroya şiddetle tercih ediyor. “Sinemada gözlerle rol yapılır” diyor.

İslam Gemici’nin değindiği bir diğer konu ise, onun tabiriyle, “Zihnimizi ve bilincimizi monitörlere emanet etmemiz”. Gerçekten de her yerde karşılaştığımız acı bir durum bu. Elimizden cep telefonları, ipadler düşmüyor. Gemici de bu duruma oldukça öfkeli olduğundan, artık sokakta başını kaldırıp insanlara bakmıyormuş bile. Ve hal böyleyken biz insanların düşünemez olduğumuzu, iletişimimizin kaybolduğunu belirtiyor.

İslam Gemici bu sözleriyle, hepimizin bildiği fakat uygulamaya geçmeye cesaret edemediği zavallı bir durumu, bir eleştirmen gözüyle bir kez daha masaya yatırmış oldu.

En başta da belirttiğim gibi, bazı durumlarda farkındalık kazanmak, “Evet, bu böyledir!” diyebilmek için, hayatımızda çoğu zaman eleştirmenlere ihtiyacımız var. Tıpkı İslam Gemici gibi…




GÖRÜŞ

İslam Gemici yazdı:


Daha insani bir hayat için nasıl bir şehir?









GÖRÜŞ

Teksas da Bağımsız Olmak İstiyor
İslam Gemici

İmparatorluk kaftanını sırtımızdan zorla çıkarıp da, misakı milli gömleğine sıkıştırıldığımız günden beri millet olarak tuhaf bir hazımsızlık sendromu yaşamaya başladık. Önceleri her türlü hadise karşısında büyük olgunluk gösteren, fevrî davranmaktan kaçınan, ihtiyatlı ve akıllıca hareket eden o şuurlu toplum gitti; yerine hemen öfkeyle ayağa kalkan, kendimizin bile şaşırdığı bir topluluk geldi. O yüzden geçen günlerde şu haberi okuduğumda pek şaşırmadım. Çünkü benzer protesto haberlerine önceki yıllarda da çok defa rastgeldik:

Tüm Emekli Özel Harekâtçılar Derneği üyeleri, "bir televizyon kanalında yayınlanan dizi filmde özel harekât polislerinin küçük düşürüldüğü" iddiası ile sözkonusu televizyon kanalının Ankara temsilciliği önüne siyah çelenk bıraktılar. Dernek Başkanı yaptığı açıklamada, "hayatın olağan akışı içerisinde böyle bir sahnenin yaşanamayacağını" belirtti. Başkan, dizinin yayından kaldırılması ve özür dilenmesi çağrısı da yaptı.

Dünyanın başka hangi ülkesinde bu çeşit "meslekî" protesto yapılır, ben şimdiye kadar duymadım, duyan varsa lütfen bildirsin de, hiç olmazsa biz de öğrenelim. Şimdi gelelim, bu mevzuyla alakalı ve hazım sıkıntısı çekilmeden yapılmış filmlerden birine: Bushwick.

"Yeni Amerikan Koalisyonu"nun emriyle Teksas, ABD'den ayrılıyor.

Teksas'ın yanındaki 11 güney eyaletiyle beraber, Amerika Birleşik Devletleri'nden ayrılmak istediğini pek çok Amerikan vatandaşı bilir. Bunun için 1861 ile 1865 arasında dört yıl süren bir iç savaş bile (Kuzey - Güney) yaşadılar. Bu kanlı savaşı anlatan pek çok roman yazıldı, film ve dizi filmler çekildi. İşte 2017 yapımı olan "Bushwick" filmi de bunlardan biri... Ancak "Bushwick"in bir farkı var. Film distopik yani karanlık ve kargaşanın hâkim olduğu bir gelecek zaman diliminde geçiyor. Filmde Teksaslı askerler gelerek New York şehrini işgal etmişler, önlerine gelen sivil insanları da öldürüyorlar. Yani ortada, Türkiye’de 15 Temmuz 2016 gecesini hatırlatan görüntüler var.

Başrol karakterimiz eski asker Stupe, işgalci askerlerden birisini yakalayıp ağzını burnunu kırdıktan sonra birkaç sual soruyor. Aldığı cevap net: Teksas, "Yeni Amerikan Koalisyonu"nun emriyle ABD'den ayrılıyor. Biz de bunun için savaşıyoruz.

Evine gitmeye çalışan üniversite öğrencisi Lucy rolündeki Brittany Snow ile kendini insanlardan gizleyen eski asker Stupe'yi canlandıran Dave Bautista'nın başroldeki işbirliği, bir goril ile yavrusunun dev bir ormanda yolculuk etmesine benziyor. Dev gibi Stupe ile minnacık Lucy yanyana geldiklerinde tuhaf bir görüntü meydana getiriyorlar. Kan, gözyaşının döküldüğü ve kurşunların havada uçtuğu şehrin sokaklarında hemen ortaya çıkan siyah tenli (zenci ve hispanik) yağmacılar, Amerikan filmlerinin vazgeçilmez unsurlarından bir başkasıydı. Nedense bir kargaşa çıktığında yerden bitiveren yağmacılar genellikle beyaz değil de renkli derili insanlar olurlar.

Filmde ikiyüz yıldan fazladır büyük bir özlemle beklenen Teksas ve ABD’nin güney eyaletlerinin hürriyeti hususu, dolaylı olarak tenkit edilirken, güya şu an için dünyanın en güçlü ordusu denilen Amerikan Ordusu’ndan bir tane bile askerin ortada görünmeyişi tuhaf geliyor. Ancak hatırıma hemen 2001 senesinin 11 Eylül’ündeki “önceden planlanmış” İkiz Kule saldırıları hücum etti. Çünkü o “kahraman ve güçlü” ABD ordusu o gün de ortada yoktu. Hani şu her Holivud filminde “dünyayı kurtaran kahramanların olduğu” Amerikan askerî birliklerinin yerinde yeller esiyor.

Zaten çok yaygın bir ifade vardır “Amerikan tarihi ve medeniyeti, kendini Holivud’a borçludur” diye… Eğer dev Holivud film endüstrisi olmasaydı, bugün “dünyayı sadece Amerikalılar kurtarır” saçmalığına kim inanırdı? Fakat maalesef işte o tenkit ettiğimiz, bazen beğenip bazen de yerden yere vurduğumuz filmler sayesinde, günümüzde dünya nüfusunun yarıdan fazlası “bir felaket olursa, bizi ABD kurtarır” yalanına inanıyor.

Bushwick filminde acayip olan bir şey de şuydu: Hayatında silah kullanmamış olan üniversite öğrencisi 20 yaşındaki Lucy, tabancayı ilk defa eline alıp da birkaç el ateş ettikten sonra usta bir silahşör kesiliyor başımıza... Biraz önce dediğim gibi, filmlerde “her Amerikalı bir kahraman adayıdır” tezi beyinlere bu şekilde nakşedildi yıllar boyunca. Bu filmde de eski bir asker ile daha çocuk diyebileceğim bir kız, önce Bushwick semtini sonra da New York’u kurtaranların başını çektiler. Bu uğurda kan dökmekten ve canları pahasına mücadele etmekten bir dakika bile geri durmadılar.

Kamera açılarının seyircinin arzu ettiği biçimde olmaması ve izleyenin gözlerini yorması, yönetmenler Jonathan Milott ve Cary Murnion’un filme bir belgesel havası vermeye çalışması, Bushwick'in noksanlarından bazıları... Evet, yeni bir iç savaşın çıkmış olduğu tezinden hareketle yapılan Bushwick filmi çok fazla kimsenin dikkatini çekmemiş olabilir fakat seyredenlerin genel itibariyle beğendiğini söyleyeyim. Çünkü hikâye; kan, şiddet, aksiyon ve Amerikan usulü kahramanlığın boy gösterdiği karamsar bir atmosferde yaşanıyor.

Viggo Mortensen'in başrolünde oynadığı “The Road – Yol” filmi kadar karanlık bir ortam olmasa da, yine de atmosferi beğendim. Hikâye olarak ilgi çekici olsa da, senaryodan kaynaklanan bazı eksiklikler var. Bu yüzden filmin akıcılığı istenilen seviyeye bir türlü ulaşmıyor. Orta seviye filmlerin senaristlerinden biri olan Nick Damici ile Graham Reznick'in ortaklaşa yazdığı senaryonun finalinde net bir sonuç ortaya konulmaması da can sıkıcıydı. İnsan daha tatmin edici bir son bekliyor.




GÖRÜŞ

Çürümüş ABD'nin Jessica'sı
İslam Gemici

Öyle ki, insan filmi seyrederken "satın alınmayacak bir politikacı var mı acaba?" diye düşünmekten kendini alamıyor. Hani "Amerika Birleşik Devletleri'nde sistem çok farklı, herşey mükemmel şekilde çalışıyor" dedikleri şeyin tamamı, aslında bir kandırmaca.

Jessica Chastain adlı Amerikalı kadın oyuncuyu, başrolünde iyi bir performans gösterdiği "Miss Sloane - Bayan Sloane" filmiyle tanıdım. Filmi beğenmiştim ama sonrasında başrol oyuncusunu unutmuşum. Aradan fazla bir vakit geçmeden bu defa "Molly's Game - Molly'nin Oyunu" filmini seyredince, "ben bu kadını bir yerden hatırlıyorum" dedim ve kısa bir araştırmadan sonra ikisinin de aynı oyuncu (Jessica Chastain) olduğunu anladım. Merak ettim ve iddialı iki filmde gayet başarılı oyunculuk sergileyen Jessica'nın özgeçmişine sırf meraktan bir göz attım. İşte bu yazıyı da Jessica'nın hayat hikâyesi yüzünden yazıyorum. Belki de "ne idüğü belirsiz" bir çocuk olarak doğması ile ABD'nin kuruluşu ve yükselişi arasında zihnimde meydana gelen çağrışımlar, bana, Jessica ve ABD arasında bir paralellik kurdurdu.

Gayrımeşru bir çocuk olarak evlilik dışı doğan, üvey bir babanın kanatları altında, üvey kardeşlerle aynı evi paylaşan, liseyi bitiremese de, muhteris bir Amerikan genci olarak "başarıya aç" olarak büyüyen Jessica, büyük çabaları neticesinde, bir oyunculuk okulu olan Juillard'a kabul edilir ve 2003 senesinde de diploma alır.

Sonrasında film ve dizilerde aldığı rollerin altından başarıyla kalkan Jessica, önce "Miss Sloane" sonra da "Molly's Game - Molly'nin Oyunu" adlı yapımlarda üstün performans sergileyerek kendini sinema dünyasına kabul ettirdi.

Senaryosunu Jonathan Perera'nın yazıp, John Madden'in yönettiği 2016 yılı yapımı "Bayan Sloane" filminde Jessica Chastain, kazanmak için bütün fırsatları deneyen, hırslı ve çok başarılı bir lobici kadın rolünde... Jessica, yeni hazırlanan bir kanununun Amerikan Senatosu'ndan geçmesini önlemek üzere hareket eder ve yasayla ilgili bir kampanya başlatır. Fakat karşısında güçlü ve tehlikeli bir silah lobisi vardır. Bireysel silahlanmayı daha da arttırmayı hedefleyen bu lobicilik faaliyeti, kanunu onaylatmaya yakındır. Yasanın kabul görmemesi için muhalif lobi faaliyeti yürüten Bayan Sloane’un başından geçen mücadeleyi filmin son dakikasına kadar heyecanla izliyoruz. Enteresan olan şu ki; iyi bir hedefe yönelik hareket ederken, ahlakî olmayan taktiklerle yol alıyor ve bu yolda her şeyi mübah görüyor. Yani Jessica, her türlü ahlaksızlığın zirve yaptığı bir dünyanın has elemanlarından biridir.

Film, politika kulislerinde dönen pislikleri çok iyi sergiliyor. Öyle ki, insan filmi seyrederken "satın alınmayacak bir politikacı var mı acaba?" diye düşünmekten kendini alamıyor. Hani "Amerika Birleşik Devletleri'nde sistem çok farklı, herşey mükemmel şekilde çalışıyor" dedikleri şeyin tamamı, aslında bir kandırmacadan ibaret... Para ve dolayısıyla güç varsa, herşeyi ve herkesi satın alabiliyorsunuz.

2016 yılının en iyi filmlerinden olmasına rağmen Türkiye'deki sinemalarda hak ettiği ilgiye bir türlü ulaşamayan, hatta genel seyirci kitlesi tarafından da farkına varılmayan filmin en büyük handikabı, lobicilik faaliyetinin daha çok ABD'de popüler olmasından kaynaklanıyor. Filmin, lobicilik mesleğini anlama hususunda seyirciye çok büyük yardımı olsa da; anlaşılan, demokratik şekilde yönetilen ülkelerin halkları, bu adamların yani lobi şirketlerinin elinde bir oraya bir buraya yönlendirilen bilardo topları gibi...


Molly'nin Oyunu

Aaron Sorkin’in yazıp yönettiği film, bir biyografi kitabının sinemaya uyarlanmış hali… Uzaktan bakınca mutlu bir Amerikan ailesinin çocuğu olan Molly Bloom (Jessica Chastain) kayak sporcusudur ve küçük yaştan itibaren babasının kontrolü altında çalışarak ABD adına müsabakalarda yarışmaktadır. Psikoloji profesörü Larry Bloom (Kevin Costner) çocuklarının her ihtiyacıyla ilgilenen, mükemmel bir baba gibi görünürken, anne ve iki erkek kardeş de bu mutlu aile tablosunu tamamlayan diğer unsurlardır.

12 yaşındayken Molly kayak yarışları sırasında kaza yapar ve sakatlanır, tedavi edilir, spora yeniden döner. Yirmi yaşına geldiğinde olimpiyatlar esnasında bir daha sakatlanınca, kayak yapmayı bırakır, üniversitede hukuk fakültesini okumayı erteler ve ailesinden uzaklaşıp Los Angeles'a gelir. Film de bundan sonra başlar. Bir gece kulübünde garson olarak çalışmaya başlayan Molly, gün gelir "borç batağında ve meteliksiz olan fakat parasız olmadığını kanıtlamaya çalışan" bir adamla tanışır. Adam otel odalarında yasadışı kumar oynatan biridir. Böylece Molly kumar âlemiyle tanışır. Bir süre sonra adamdan ayrılıp, onun müşterilerini de kendi tarafına çeken Molly yasadışı kumar işinde ustalaşır. Artık paraya para demiyordur ama öte taraftan da gece hayatının bedeli olarak alkol ve uyuşturucuya müptela olur.

Aradan yıllar geçince Molly, çivisi çıkmış bu dejenere dünyanın dejenere Amerika'sının "poker kraliçesi" olur. Yine film ve romanlardan öğrendiğimize göre, ABD denilen "Dünya Cenneti"ndeki en büyük suç "vergisiz para kazanmak"tır. Molly'nin vergisiz olarak çılgın gibi para kazanması, devletin istihbarat teşkilatlarının gözünden kaçmaz.

Bir sabah güneş doğarken kapısı FBI denilen Federal İstihbarat Bürosu tarafından çalınır, daha doğrusu, kapı-baca demeden FBI ajanları eve dalar ve Molly'yi gözaltına alırlar. Sonrasında eski bir savcı olan avukat Charlie Jaffey (İdris Elba) devreye girer ve Molly'yi müdafaa etmeye başlar. Sonunda şapkadan tavşan çıkar ama nasıl olduğunu söylemeyeyim merak eden olursa, filmi seyretsin.

Söylemek istediğim başka birşey: Dünyadaki diğer milletlerin orada dev gibi bir kıta olduğunu bilmelerine rağmen bir faaliyette bulunmamalarını fırsat bilen Avrupalılar, Kolomb sayesinde oraya ayak basıp, Amerika ismini verdikten sonra yerli insanlara yüzyıllar boyunca katliamlar yaptılar. En güney ucundan en kuzeye kadar Avrupalı beyazların caniliğinden nasibini almamış olanlar, sadece Amazon ormanlarının derinlikleri yaşayan gariban kabilelerdi. Bu soykırımları yapanlar, Avrupa kıtasından gönderilen hapishane kaçkını katiller, caniler, hırsızlardı. Acımasızlığın zirve yaptığı bu insan kılıklı "yaratıklar" karşılarına kim çıktıysa ezdiler, yaktılar, parçaladılar, çiğnediler ve sonuçta ortaya "kan ve kemik üzerine kurulmuş bir haydut devlet olan" ABD çıktı. Kendi aralarında bile anlaşamayıp Kuzey - Güney veya Mavi - Gri (üniformaların renginden dolayı) savaşı yaptılar. Kendi seçtikleri başkanı (Abraham Lincoln) öldürdüler. İnsafsızlık mefhumu, Amerikalıların şahsında doruğa ulaştı. Cengiz Han, Sırplar, Çar Deli Petro, Almanlar hatta İsrail bile onlar kadar cani olamadılar. İspanyollar ve Portekizliler Orta ve Güney Amerika'yı talan edip Kızılderilileri katlederken; İngilizlerin önderliğinde diğer Avrupalılar da Kuzey Amerika halklarının üzerinden silindir gibi geçtiler. Verilen sözler tutulmadı, bütün hazineler yağma edildi, insanlar ya köle yapıldı veya rezervasyon denilen açık hava hapishanelerine tıkıldı. Kısacası Avrupa'nın kralları ve hükümdarları, ülkelerinde ne kadar ipten - kazıktan kaçma azılı haydut varsa gemilere doldurup "Yeni Kıta"lara (Amerika ve Avustralya) yolladılar.

Bu idam sehpası kaçkınlarının yerli halklara (Kızılderililer, Mayalar, İnkalar, Aztekler, Eskimolar ve Aborijinler) neler yaptıklarını kovboy veya benzeri filmlerden yahut romanlardan yüzlerce defa öğrendik. Bu katiller, caniler, hırsızlar; yerli halktan insanları öldürürken kendi aralarında da sonu gelmez mücadeleler yapıyorlardı. Tek dertleri vardı: Para - altın, dolayısıyla da güç yani iktidar...

Uzatmayayım, yaklaşık beş asırdır bitmeyen bu ihtiras mücadeleleri sonucunda artık öyle bir noktaya gelindi ki, 1900'lerin ortalarında "rüya ülke" diye propagandası yapılan ABD şimdi hızla tükenerek çöküşe gidiyor. Biraz önce rastgeldiğim bir haberde, Amerikan gençliği arasındaki uyuşturucu kullanımının 2001-2016 yılları arasında yüzde 292 oranında arttığı yazılıydı. Jessica Chastain'in şahsında, ABD'nin doğuşu, yükselişi ve geldiği çöküş macerasını görüyorum. Aralarında pek çok paralellik var: Jessica da gayrimeşru doğmuş, ABD de gayrimeşru... İkisi de tahsilini tamamlayamadan diploma almış. İkisi de melez... İkisi de açgözlü ve muhteris... İkisi de başarı için her türlü hileyi, düzenbazlığı yapmaya hazır...

Zaten Jessica'nın oynadığı bu iki filmden özellikle bahsettim. Her iki filmde de ABD'nin içinde bulunduğu bataklık pek güzel gösteriliyor. İnsanî anlamda müspet birşey yok. İçki, fuhuş, uyuşturucu, yalan, kandırmaca, hukukî madrabazlıklar, devletin vatandaşının sırtından kamçısını eksik etmemesi, polis devletinde yaşamanın getirdiği her türlü olumsuzluğun normal kabul edilmesi vs. Çökmekte olan bir emperyalist imparatorluğu kurtaracak ne olabilir, sorusuna cevap vermek isterim ama Amerikalıların aşırı kibri her çeşit kurtuluş reçetesini reddetmeye hazır olduğundan birşey dememe gerek yok.

Al Pacino ile Keanu Reeves'in başrolünde oynadıkları "Şeytanın Avukatı" filminin en son sahnesinde iblis rolündeki Al Pacino kameraya bakarak şunu söyler: "En sevdiğim günah, kibirdir." Ünlü yazar Ambrose Bierce'in de Newyork için "Şeytanın Başkenti" diye bir benzetmesi vardır. Gurur, kibir, ihtiras, sarhoşluk, paraya tapınma ve Şeytan'ın bir arada olduğu ABD'nin sonunun yakın olduğunu hissediyorum, tıpkı SSCB'nin başına gelenler gibi...




GÖRÜŞ

Dokunulmaz meslekler ülkesi: Türkiye
İslam Gemici
www.alemihaber 1 Temmuz 20181

Çocukluğumda TRT'de yayımlanan dizi filmleri saymazsak, dizi film seyretmek gibi bir alışkanlığım yok. Hele de son 10-15 yılda yerli televizyon kanallarında "dizi film" başlığı altında verilen "ucubelere" tahammülüm hiç yok.

Çünkü, dünyadaki televizyon kanalları için üretilen dizi filmlerin her bölümü 30 ilâ 60 dakika arasında olur.

Çünkü, dizi filmler sinema için yapılan filmlerde verilmesi güç olan hikâyeleri hakkını vererek işlemek için yapılırlar.

Çünkü, sinema filmi yapmak masraflı ve zor olduğu için, daha kısa zamanda ancak aynı tadı vermek için dizi film yapılır.

Çünkü, seyirciyi günlük veya haftalık periyotlarla ekrana bağlamak için dizi film yapılır.

Fakat Türkiye'de böyle mi ya? İnsanı çıldırtacak derecede uzun ve amaçsız yazılmış senaryolar üzerinden bol reklam kuşağı almak hedefleniyor. Konu kıtlığı varmış gibi "aşk" kelimesine hakaret niteliğinde berbat öyküler seyircinin önüne konuluyor. Gerçi senarist ve yapımcıların haksız olmadığı bir husus var ki: İzleyici -özellikle de kadınlar- bunu istiyor. Aynı karakterler, benzer mekânlar, verem edecek saçmalıklar... Seyirci kalitesinin pek düşük olduğu ABD'de bile bu kadar konu kısırlığı yaşanmazken, ülkemizde niye böyle oluyor, ben çözemedim. Ancak şunu biliyorum ki, gün gelecek bu devran sona erecek. İspanya, Kore, Danimarka, Hindistan gibi ülke sinemalarının başardığı işi biz de başaracağız fakat bu kuşak filmcilerle değil...

Dokunulmaz Meslekler ve İnsanlar

Yaşı 40'ın üstündeki nesil için, çocukluğumuzda seyrettiğimiz Vadideki Hayat, Kadın Polis, Bonanza, Ivanhoe, Uzay Yolu, Baretta gibi diziler hatıralarımızdan hiç silinmeyecekler. Yabancı dizilerin hepsine başarılı diyemeyiz ama aralarında bazıları var ki, bütün dünyada ilgiyle takip ediliyor, bir sonraki bölümü beklemek ızdırap halini alıyor. Yakın geçmişte bunun en güzel örnekleri olarak Lost, Prison Break, Fringe, Breaking Bad, X Files, Sopranos ve daha pek çok dizi film ismi sayabilirim. Son senelerde yapılan dizilerde, eskilerin kalitesi yakalanamasa bile, yine çok beğenilen diziler var. Vikingler, Walking Dead, Game of Thrones, The 100, Chicago Fire, Black Mirror vs.

Bu dizi filmlerden çoğu benim ilgi alanıma girmese de, neler olduğunu bilmek adına takip ediyorum. İsmini yazdığım veya yazmadığım bu dizilerin konularının çok çeşitli olduğunu görüyoruz. Fantastik, komedi, gizem, dram, polisiye, adliye, suç, politik, uzay, dünya, bilim kurgu, sanat, biyografi, tıp, aksiyon, din vb.

Peki, Türkiye'deki dizilerin konularına bakınca ne görüyoruz? Aşk kılıfı altında aile içi aldatma ve komedi. Başka adı "polisiye" olup da kendisi "absürt komedi" olan birkaç tane dizi film. Başka? Yok. Bunun sebebi nedir? Cevap: Toplumsal tabularımız.

Sadece dizilerde değil, sinema için çekilen filmlerimizde de aynı "kâbus" geçerli. Memleketimiz senaristleri, yapımcıları, yönetmenleri ve oyuncularının o kadar fazla tabuları var ki, bunlar yüzünden ne fantastik, ne polisiye, ne siyasi, ne biyografik, ne bilimkurgu, ne gizem, ne suç, ne adlî, ne bilim, ne de toplumsal film veya dizi yapılamıyor. Geriye ne kalıyor? Yalnızca aşk maskesi altında fuhuş ve komedi kılıfı altında da saçmalık filmleri yapmak.

Bu tabular neler demeyin, çünkü bu ülkede bütün polisler, bürokratlar, politikacılar, din adamları, bilim adamları, doktorlar, hemşireler, askerler ve sanat erbabının tamamı süt ile yıkanmışlardır. Herhangi bir meslekle ilgili bir dizi veya film yapılacağı zaman senarist ve yapımcı, bu insanları ya çok iyi gösterecektir veya o konuya el atmayacaktır. Hele bir dizi veya filmde bir doktoru, polisi, siyasetçiyi, imamı (bunun tam tersi de oluyor: İmam veya müezzinler kötünün de kötüsü olarak gösteriliyor), subayı, yargıcı, savcıyı ya da hemşireyi kanunsuz işlere bulaşmış gösterin bakalım. O meslek grubunun dernekleri memleketi başınıza yıkarlar, hakkınızda dâvâ açarlar, yayını yapan TV kanalının önüne siyah çelenk koyarlar, sizi "persona non grata - istenmeyen adam" ilân ederler.

İşte bu nedenler yüzünden, Türkiye'de biz, maalesef, uyduruk aile içi ensest ve aldatmanın zirve yaptığı dizi veya filmleri seyretmeye mahkûmuz. Senarist ve yapımcıların savunması da hazır: "Siz, gündüz kuşağındaki TV yayınlarını izlemiyor musunuz? O masum Anadolu insanı dediğiniz kişilerin birbirlerine neler yaptıklarını görmüyor musunuz da, biz aynı mevzuları filmlerimizde konu edindiğimizde bize saldırıyorsunuz?"

Karşılıklı etkileşmeyle başlayıp, suya atılan taşın etrafında büyüyen halkalar misâli, yıllar geçtikçe artan “toplumun bozulması” hadisesinde suçu üstüne alan yok. Maddî menfaatler için halkın duyguları sömürülürken, vatandaşlarımızın önceleri keyifle seyrettikleri dizi ve filmler şimdi günlük vakalar haline geldi. Televizyonlarda, gazetelerde, haber sitelerinde, radyolarda haber bültenlerinin büyük bölümü “3. Sayfa haberi” diye tarif edilen suçlara ayrılıyor: Çocuklar kaçırılıp öldürülüyor, komşunun karısına tecavüz ediliyor, adam karısını aldatıyor, buna mukabil kadın da kocasını boynuzluyor. Oluyor da oluyor…

Ve bu durumu düzeltmek için gayret göstermesi lazım gelen mercilerde oturanlar da yüksek tutarlı maaşlarını alarak, vicdan azabından zerre nasiplenmeyerek, olanları seyrediyorlar. Sanki bir gün kendi ailelerinden veya akrabalarından birinin başına bu çeşit bir olay gelmeyecekmiş gibi...





GÖRÜŞ

İslam Gemici yazdı: Aile Uçurumdan Aşağı Düştü



Rus sinemacısı Andrey Tarkovski’nin de vurguladığı gibi "sinema, insanlığa hiçbir şey öğretemez, çünkü insanlık, hiçbir şey öğrenemeyeceğini, son dört bin yılda yeteri kadar ispatlamıştır."

Elektrik enerjisinin keşfedilmesiyle birlikte dünya tarihinin akışı değişti ve geriye dönmek de bir daha da mümkün olmayacak.

Sanayi devriminin ürünlerinden biri kabul edilebilecek olan elektriğin kullanılmasının yaygınlaşması, sadece teknolojiyi ilgilendiren sahalarda değil, toplumu ve fertleri de doğrudan etkileyen pek çok hususta olumlu ya da olumsuz sonuçlar doğurdu. Fazla dikkat çekmese de, şayet bugün aile mefhumunun yeryüzünde azalmasının suçu da elektriğindir. Yüzbinlerce yıldır dünya üzerinde yaşayan insanların -birbirlerinden habersiz uzak ülkelerde yaşasalar da- toplum yaşantıları üç aşağı, beş yukarı birbirine benzerdi. Kadınlar ile erkekler biraraya gelerek bir aile kurarlar, günümüzün modern insanının "ataerkil" diyerek yerden yere vurduğu bu aile düzeninin içinde büyükanne ve büyükbabalar ile dayı, hala, teyze, amca gibi yakın akrabalar da bulunurlardı. Büyük aile şeklinde yaşayan bu insanlar, iyi ve kötü hadiseleri beraber yaşayıp giderlerdi.

Büyük savaşlar, göçler, âfetler, hastalıklar, bayramlar, festivaller insan topluluklarının hayatlarındaki vazgeçilmez olaylardı ve bütün bunların hepsi "aile" olarak yaşanırdı. Aile bireyleri, insanlar için çok mühim kimselerdi. İnsan, ailesi için avlanır, para kazanır, intikam alır, sevinir, üzülür, göçer, yerleşirdi.

Sonra bir gün evlerin ortasında bir "ışık" parladı. Bu, o güne kadar geceleri aydınlatmak için kullanılan diğer lambaların hiç birine benzemiyordu. İstenirse bu lamba sabaha kadar yanabiliyordu. Yüzbinlerce sene boyunca güneş battıktan birkaç saat sonra istirahate çekilen insanlar, artık bu parlak lambanın altında -arzu ederlerse- sabaha kadar oturabiliyorlardı. Böylece uyku düzeni değişen insanların hayatları da ufaktan bozulmaya başlamıştı ancak bunun korkunç neticelerini görmek için en az bir yüzyılın geçmesine daha ihtiyaç vardı.

Önceleri mekânları aydınlatan elektrik enerjisi, zamanla teknolojinin tam göbeğine yerleşti ve sanayinin candamarı oldu. Binlerce yılda yavaş yavaş gelişen teknoloji, bir asır içerisinde milyonlarca yıla eşdeğer biçimde sür'atlendi. İlk bakışta yalnızca sanayi ve teknolojiyi ilgilendiriyormuş gibi görünen bu gelişmelerin sonucunda "insan" ve "aile" de değişmeye başladı. Frenleri patlamış dev gibi bir kamyonun yokuş aşağı inmesine benzer şekilde, toplum hayatı da altüst oldu. Elektrik enerjisine bağlı olarak gelişen önce radyo ve televizyon, daha sonraları da bilgisayar ve cep telefonları; onbinlerce senedir birarada yaşayan insan neslinin yaşantısını değiştirdi, parçaladı.

Lafı uzatmadan söyleyecek olursam, artık aile kavramı çok zayıfladı. Elektrikle çalışan cihazlar yüzünden aile fertleri önce konuşmayı azalttılar, sonra da birbirlerinden uzaklaştılar. Beden olarak yanyana ama zihin olarak birbirlerinden kilometrelerce ırakta olan kişiler haline geldiler. "Tanıdığımızı" zannettiğimiz aile fertlerini meğerse "hiç de tanımadığımızı" farkettiğimizde suratımızda patlayan yumruğun şiddetini sonradan anlamaya başladık ama iş işten geçmişti. Şimdi "alışkanlıklarımız" bizi pençesine almış durumdalar... En korkunç narkotik maddelerden bile daha tehlikeli olan cihazlar, şu anda yasal olarak her tarafta satılıyor: Cep telefonları, tabletler, bilgisayarlar ve televizyonlar.

Kayıp Aranıyor

Başrollerinde ABD doğumlu Koreli aktör John Cho ve Debra Messing'in oynadıkları, Hint asıllı Aneesh Chaganty yönettiği, Kazakistanlı Timur Bekmambetov'un yapımcısı olduğu, senaryosunu Aneesh Chaganty ile Sev Ohanian yazdığı "Kayıp Aranıyor - Searching" adlı 2018 senesi yapımı filmden çarpıcı bir örnek vermek istiyorum. 16 yaşındaki lise öğrencisi Margot (Michelle La) kaybolduktan sonra polis dedektifi Wick (Debra Messing) ile onu arayan baba (John Cho) "sevgili küçük kızını" tanıdığını zannetmektedir. Çünkü baba, birkaç sene önce karısı da öldükten sonra aynı evde kızıyla beraber yaşamakta, onun bütün ihtiyaçlarını karşılamakta, günde pek çok defa telefonda Margot ile konuşmakta, piyano derslerine yollamaktadır. Böyle olunca bir babanın kızını tanımadığını düşünmek herhalde safdillik olur, değil mi?

Fakat hakikat hiç de öyle değildir. Kız kaybolduktan sonra başlatılan arama çalışmaları esnasında dedektif Rosemary Wick, babaya alışılagelmiş soruları sormaya başlar. Adam cevap vermeye çalışırsa da aradan geçen her bir dakikada aslında "kızını tanımadığını" idrak eder. Baba, kızı Margot'un sadece bebeklik ve çocukluk dönemlerini biliyordur, sonrası ise meçhuldür. Gittiği okulun ismini bilmesi, bindiği arabayı ona almış olması, bilgisayar ve cep telefonu üzerinden sürekli olarak mesajlaşıyor olması kızını tanıdığı anlamına gelmiyormuş. Baba bu feci durumun farkına vardığında iş işten geçmiş ve 16 yaşındaki Margot ortadan kaybolmuştur. Hani şu "çocuğuma her istediğini alırsam, bol harçlık verirsem, her dediğini yaparsam çok mutlu olur" düşüncesindeki ebeveynler var ya, "Kayıp Aranıyor - Searching" filmindeki baba da aynı zihniyete sahip... Sonunda bin pişman oluyor ama iş işten çoktan geçmiş oluyor. Günümüzün dünyasında aileler aynı evde oturduklarından ötürü birbirini tanıdıklarını, herşeyi bildiklerini sanıyorlar ama yanılıyorlar.


Danimarka'dan İki Film

Türkçe ismi "Suçlu" olan "Den Skyldige - The Guilty" filmi aslında tek mekânda geçen bir psikolojik gerilim... 112 acil yardım hattında akşam mesaisinde çalışan bir polis, yarı karanlık genişçe bir odada 3-4 tane daha memur gelen aramalara cevap verip, lazım gelen yönlendirmeleri yaparak Kopenhaglı insanlara yardım ediyorlar. Polis Asger Holm gelen bir telefonla beraber berbat bir vaziyetle karşıkarşıya olduğunu anlar. Bir kadın "kaçırıldığını" söyleyerek yardım talebinde bulunmaktadır. Holm (Jakob Cedergren) zekâsının bütün kıvraklığını kullanarak Iben isimli kadını içinde bulunduğu zor durumdan kurtarmaya çalışır. Fakat ilerleyen saatlerde polis Holm anlar ki, manzara hiç de göründüğü gibi değildir.

Bu filmle alakalı anlatacağım pek çok şey sürprizbozan olacağı için ben daha çok ailevî ayrıntılardan bahsedeyim. Suç ile din mefhumlarının birbiriyle ne kadar yakın ilişkisi olduğunu anlamak için teolog veya kriminolog olmaya gerek yok, gerçi bu iki tür bilim adamlarının anladığını da pek zannetmiyorum ya... Çünkü ilahiyatçılar da suçbilimciler de ayrı tellerden çaldıkları için ve "akort" konusunda fikir sahibi olmadıklarından, suç ve din kavramları arasında birebir irtibat kuramıyorlar. Bu bağlantıyı bir farketseler epeyce problemi çözmeyi başaracaklar fakat azgın egoları buna müsaade etmiyor. Neyse konuyu dağıtmayayım.

Ortada suçlu bir baba (çeşitli cezalar almış, hapse girmiş çıkmış), iki çocuk annesi suçlu bir kadın (ki, sonlara doğru onun da akıl sağlığının yerinde olmadığı anlaşılacak), iki küçük masum çocuk (Mathilde ve Oliver) ve de yaptığı büyük bir kusurdan dolayı suçlu olan polisimiz Asger Holm. Her "suçlunun" ayrı bir hikâyesi var ve sonuçta da parçalanmış iki aile... Avrupa filmlerinin, romanlarının, öykü kitaplarının hangisine bakarsanız bakın, hepsinde ilk karşılaşılan unsur "parçalanmış aile" oluyor. Toplumu oluşturan en küçük birim olduğu iddia edilen "aile müessesesi" paramparça edilince, geriye ne kalıyor? Hastalıklı, sapık, alkolik vb bireylerden oluşan kaotik bir toplum. Aileyi meydana getiren fertler sıhhatli olmayınca, sağlıksız bir cemiyet meydana geliyor; sağlıksız toplumun oluşturduğu devlet mekanizması da para ve güç ile bir yere kadar gidebiliyor, sonra debriyaj balataları sıyrılıyor, rot-balans ayarı bozuluyor, motor yalpa yapıyor ve aile arabası uçurumdan aşağı...


"İkinci Bir Şans" Her Zaman Ele Geçer mi?
Evlenmek ve çocuk sahibi olmanın çok ama çok fazla abartıldığı ve de sonuçta nüfusun hızla tükenişe gittiği modern toplumlardan bir örnek daha ödüllü yönetmen Susanne Bier'in 2014 yapımı "İkinci Bir Şans - En Chance Til - A Second Chance" filminde net şekilde önümüze seriliyor.

İki polis dedektifinden Andreas Thomsen (Nikolaj Coster-Waldau), mesai arkadaşları tarafından mutlu biri zannedilirken, ölmüş olan çocuklarının acısını unutamayan karısı Anna ise (Maria Bonnevie) bir bebek hayaliyle yanıp tutuşmaktadır. Bir soruşturma esnasında uyuşturucu müptelası (Nikolaj Lie Kaas) ile sevgilisinin pislik içindeki bebeğini çalan Andreas, eşi Anna'ya getirir ve "artık bu bizim bebeğimiz" der. Bunun üzerine Anna psikolojik olarak düzelme yoluna girer.

Katolik Hıristiyanlığın batı dünyasına bir hediyesi olan nikâhsız hayat, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra moda oldu. Katolik inancının "boşanmanın yasak olduğu" iğreti evlilik anlayışından ötürü Protestan Hıristiyanlar arasında yaygınlaşan metres hayatı yaşamak, 1960'ların sonundaki "özgürlük" eylemlerinden sonra önü alınamaz bir çığ gibi dünyaya yayıldı. Son senelerde Türkiye'de de "düzeyli birliktelik" yaftası altında yapılan fuhuştan sonra çiftler arasında evlilik teklifi yapmak "garipsenir" hale geldi ki, zaten buna filmlerde çok fazla rastlanıyor. Ulusal yayın yapan televizyon kanalizasyonlarındaki dizi filmlerde hep evlilik dışı hayat özendirilir hale geldi.

Evlenmeden çocuk sahibi olan modern insanların sayısı milyonları bulunca, toplumdaki bozulma ve çözülmeler de fazlalaştı. Bu kadar "özgürlüğe" rağmen yine de modern insanlar çocuk sahibi olamıyorlar. Çünkü modern kadın sürekli olarak güzel görünmek istiyor. Bunun yanında vücudunu bozmamak, çocuk zırıltısıyla gecelerini doldurmamak, her gece başka bir yere eğlenmeye gitmek, aynı erkekle bir ömür geçirmemek gibi isteklerle etrafına yüksek bir duvar örüyor. Sonra da gelsin bunalımlar, anti-depresan ilaçları, yalnızlık... (Aramızda kalsın, böylesi tiplere zerre miktar acımıyorum. Beter olsunlar, sürünsünler.)

İnsanlığın berbat bir durumda olduğuna, toplumların ve modern uygarlığın çökme yolunda hızla bozulduğuna dair son senelerde özellikle İskandinav sinemasında güzel örnekler veriliyor. Hele de Oscar ödülü de kazanmış olan kadın yönetmen Susanne Bier'in verdiği sinema eserlerine (Herşey Güzel Olacak / Alting Bliver Godt Igen; Daha İyi Bir Dünyada - In A Better World vs) dikkat edilirse, Danimarkalıların insan neslindeki dejenerasyonu anlatmak için hususi bir gayret gösterdiği bile iddia edilebilir. Ancak Rus sinemacısı Andrey Tarkovski’nin de vurguladığı gibi "sinema, insanlığa hiçbir şey öğretemez, çünkü insanlık, hiçbir şey öğrenemeyeceğini, son dört bin yılda yeteri kadar ispatlamıştır."

"İkinci Bir Şans" filmi; pisliğinde boğulmaya terkedilmiş modern toplumun, depresif aile yapısı ve sağlıksız çalışan adalet müessesesi gibi unsurları ön plana çıkararak, insanların yaşadıkları olaylar üzerinden ciddi mesajlar veriyor. Öte yandan modern insanın ihtirası, bencilliği ve kibrine mühim vurgular yapılıyor. Mesela; intihar eden kızın annesiyle babası eve geldiklerinde üzülmedikleri gibi, konuştukları mevzu da "tabut ahşap mı olsun, tabutun rengi ne olsun, çiçekler hangi cins olmalı, zambak mı gül mü?" vs. İnanılır gibi değil ama böyle... Kendi canına kıymış olan kızın trajedisine ve o raddeye nasıl geldiğine kafa yormak yerine, cenaze merasimini kendi toplumsal seviyelerine uygun olarak ve şatafatlı biçimde halletmenin derdindeler. İnsan (gayrimeşru da olsa) torununa bir bakmak istemez mi? "Bu bebek, bizim kızımızın çocuğu" diye düşünmez mi? Hayır, yok, düşünmüyorlar.


Uçurumun Dibinde Cennet Yok

Modern-müreffeh-azgın-bencil-kudurmuş batı ve batıya hayran olan toplumlar çökmüş vaziyetteler... Nüfusları sür'atle azalırken, dış dünyaya karşı hep muhteşem, ihtişamlı görüntü vermenin derdindeler... Ancak hepsi kandırmaca, hepsi yalan. Düştükleri uçurumu bile bize cennetmiş gibi pazarlamanın derdindeler, ki bizler de aptal gibi onların peşinden sürüklenip aşağı atlayalım.

Hep diyorum ya, toplumları, ülkeleri, insanları tanımak için o toplumun sanat eserlerine bakacaksınız. Sanat eserleri; insanların, toplumların bütün sırlarını ifşa ederken, ipuçlarını önünüze serer, DNA, RNA, genetik kodları ve artık daha ne varsa herşeyi öğrenmenizi sağlar. Fakat görmek istemeyen kişiler için yapacak birşey yok. Onlar zaten kördür görmezler, sağırdır duymazlar, beyinlerine de soksanız tabularından taviz vermezler. Çünkü onlar modernite, çağdaşlık, özgürlük, demokrasi, laiklik putlarından oluşan tanrılar panteonuna iman ettikleri için, kendi elleriyle sıkı sıkı bağladıkları zincirlerinden kurtulmayı düşünmezler bile. Halbuki insanlar biraz akletseler ki, bu gidiş gidiş değil; bu azgınlığın sonu çok kötü... İnsan için kendi eliyle yaptığı puta tapmaktan daha ahmakça ne olabilir ki? Ama oluyor işte.




GÖRÜŞ

İslam Gemici yazdı: Korku İmparatorluğu da Bir Gün Yıkılır
alemihaber 5 Mart 2019

Dünya sinema sektöründe söz sahibi ülkeler, kendi çaplarında, iyi - kötü insanları b/ilgilendiren filmler yaparken, bizim memlekette ise "patlamış mısır" üzerinden sinema savaşları yapılıyor.
19 yaşındaki Amerikalı zenci Adam Green, savaşmak için orduya katılmak istediğinde, annesi kütüphaneden aldığı dünya haritasını açar ve oğluna bağırarak sorar: "Savaş bir oyun değildir... Afganistan nerede, göster bana? Varlığından bîhaber olduğun insanlarla savaşacaksın. Ne yaptığını biliyorsan eğer Afganistan'ın nerede olduğunu haritada göster."

Verecek cevabı olmayan genç zenci, babasına bakarak "babamdan da savaşa giderken haritada Vietnam'ın nerede olduğunu bulmasını istediler mi?" diye sorar. Anne ve baba suskun kalırlar, asker namzedi Adam Green'in üstüne başkan yardımcısı Dick Cheney'nin sesi düşer: "Saddam Hüseyin'in nükleer silah arayışında olduğunu öğrendik." Takvimler 2001 yılını gösterirken, Cheney, ABD ordusunu Irak'a yollayabilmek için bahane arayanların başında geliyordu. "Öğrendik" dediği haberi de Newyork Times Gazetesi'nde okumuştu. Bu uydurma bilgiyi de gazeteye veren yine kendisi ve/ya adamlarıydı. Ortada pis bir kumpas kurulmuştu. Dünya tarihinde eşine az rastlanır rezil bir tuzaktı bu: Irak ve Afganistan işgal edilecekti.

Genellikle Amerikan Devleti'nin propagandasını yapan filmlerin çekildiği Hollywood fabrikasından arada sırada bu şekilde insaf ehli kişiler tarafından yapılmış filmler de çıkıyor. İşte bunlardan biri olan 2017 yılı yapımı "Şok ve Dehşet - Shock and Awe", 11 Eylül 2001 provokatif saldırısını bahane ederek Irak'ın işgaline yol açan Amerikan yalanlarını ifşa eden bir film. Böylesi güzel bir filmi yaptıkları için özellikle de yönetmen ve başrol oyuncusu Rob Reiner'ı tebrik ediyorum.

Senaryosunu Joey Hartstone'un yazıp, Rob Reiner'in hem ünlü gazeteci John Walcott'u canlandırıp, hem de yönetmenliğini yaptığı filmde anlatılan olaylar tamamen gerçek... Kaliteli oyuncuların rol aldığı filmde gözüpek iki gazeteciyi Woody Harrelson ile James Marsden canlandırıyorlar. Tommy Lee Jones'un da Joe Galloway rolünde başarılı bir performans gösterdiği filmde, en fazla beğendiğim kişi ise Knight Ridder Haber Ajansı'nın idarecisi John Walcott'u canlandıran Rob Reiner oldu. Walcott, oğul W. Bush ve avanesinin Irak ve Afganistan'ı işgal için geçerli hiç bir mazeretinin olmadığını bilip, bunu ispat için doğru haberler yaparken; "ana akım medya" denilen Washington Post, Newyork Times, CNN, Fox News, NBC, ABC ve diğerleriyse Amerikan hükümetinin yalanlarını dünyaya duyurmak için borazanlık vazifesini icra ediyorlardı.

2001 yılında ben de bir televizyon kanalının haber merkezinde çalıştığım ve o berbat gündemi insanlara aktarmak zorunda olduğum için "bunu" çok iyi biliyordum fakat o günkü rezil şartlar içinde elimden birşey gelmiyordu maalesef.

Bir gece sabaha karşı Amerikan savaş uçakları Bağdat'a bomba yağdırmaya başladılar, peşinden ABD ve İngiliz askerî birlikleri güneyden, batıdan, kuzeyden Irak ülkesini işgal ettiler. Vakit geçirmeden de (dünya kamuoyunun bir anlam veremediği) 7 Ekim 2001 günü Afganistan işgali gerçekleşti. Aradan aylar, yıllar geçti, binlerce masum insan "terörist" yaftası altında idam edildi, öldürüldü, şehirler yağmalandı, petrol yatakları Amerikan ve İngiliz şirketleri tarafından aralarında taksim edildi. İşgal askerlerinin canlarını kurtarmak için de, özel güvenlik şirketlerinin elemanları tarafından işkence, cinayet ve zulüm sürdürüldü. Çünkü ABD'li ve İngiliz askerleri ölüm korkusu yüzünden üslerinden dışarı adım atamıyorlardı.

"Vietnam Sendromu"nun benzeri "Irak ve/ya Afganistan Sendromu" türedi. Çok kahraman Amerikan ve İngiliz askerleri işledikleri cinayetler yüzünden mahkemelerde yargılanmadılar ama vicdan mahkemesi onlara bir türlü rahat vermedi. Kendi ülkesine döndükten sonra katliam yapan da oldu, seri cinayetler işleyen de... Özellikle Ortadoğulu stratejistler tarafından "ABD ve müttefikleri girdikleri Afganistan - Irak - Suriye bataklıklarından çıkamıyorlar" gibi yorumlar yapılsa da, iki yıldır dünyanın altını üstüne getiren Donald Trump gibi inşaat pazarlamacısı ABD başkanı için bu coğrafya "oyun alanı" olarak görülüyor. Trump'ın sabah söylediğini öğleden sonra Pentagon ve Dışişleri Bakanlığı yalanlıyor, aynı günün akşamı Donnie bir başka twitter bombası sallıyor, para piyasaları alt üst oluyor, televizyon ve internet habercileri "kırmızı bant" içinde "son dakika" çığlıkları atıyorlar ama ne gam... Günümüzün dünyası bu şekilde idare ediliyor. Öte yanda her gün yüzbinlerce insan öldürülüyormuş, işkence görüyormuş, açlık çekiyormuş, kutuplardaki buzdağları eriyormuş, uyuşturucu kullanımı tarihteki en yüksek seviyeye gelmiş, intiharlar artmış, kimsenin umurunda değil.

Kendi rahat memleketlerinde, saray yavrusu konutlarında, para ve güç hesapları yaparak milyonlarca insanın yuvasını yıkan emperyalist patronlar ve devlet idarecileri, gün gelip de kendilerinin de yuvalarının yıkılacağını hiç hesap etmiyorlar. Fakat sömürgecilerin bilmediği bir Türk atasözü vardır: Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner.

Türkiye'de Durum Ne?

Dünya sinema sektöründe söz sahibi ülkeler, kendi çaplarında, iyi - kötü insanları b/ilgilendiren filmler yaparken, bizim memlekette ise "patlamış mısır" üzerinden sinema savaşları yapılıyor. Yerli sinemacılarımız, ürettikleri çok kaliteli Organize İşler: Sazan Sarmalı filmiyle Türk insanına hem ekranda hem de gişede çok büyük bir kazık attıktan sonra, diğer yapımcılarımız geri durmamak için yine çok kaliteli siyasi - toplumsal muhtevalı filmler yaptılar. Bu filmlerden birkaçının ismini sayayım, siz de ne kadar yüksek seviyeli toplumsal filmler ürettiklerini anlayın:

Hep Y3k
Sir-Ayet
Bir Aşk İki Hayat
Tez: 13. Gece
Döndüm Ben
Sibel
Musabbar
Yalan Dolan
Öldür Beni Sevgilim
Hüddam
Kapan
Türk İşi Dondurma
Çat Kapı Aşk

ve

Hababam Sınıfı Yeniden

Üstelik çok turizmli Kültür Bakanlığımız da bu filmlere bol keseden destekler veriyor ki, milletimizin kültürü artsın, ülkemiz film ihracaatında bulunsun. Bu filmleri yabancılar seyretseler, ne düşünürler, zihinlerinde nasıl bir Türkiye canlandırırlar, onu da sizin geniş hayal gücünüze bırakıyorum. Sağcı sinemacılar ilkokul müsameresi seviyesinde tarihî filmler yapar, solcu sinemacılar Türkiye'yi kötüleyen/yerden yere vuran aşırı muhalif filmler yaparken, ortayolcu sinemacıların ürettiği filmlerden bazılarının isimlerini yukarıda yazdım.

Anlayacağınız bu ülkenin sinemacılarından adam olmaz.




GÖRÜŞ

Masal Anlatan Filmler - 1
İslam Gemici
alemihaber 4 Nisan 2019

Masallar, destanlar ve efsaneler milletlerin toplumsal hafızasını oluşturur. Ninelerin, dedelerin, annelerin renkli bir dille anlattığı o gerçeküstü hikâyeler, çocukları âlemden âleme seyahat ettirirken, öte yandan da çok çeşitli hayat dersleri verirdi.

Geçtiğimiz hafta içinde, birkaç gün arayla yeni yapılmış iki Rus filmi seyrettim. Biri 2017 yılı yapımı "Son Şövalye" (Posledniy bogatyr - The Last Warrior), diğeri de 2015 yapımı "O, Ejderha" (On - drakon, I am Dragon, Dragons)... Ejderha filminin senaristi ve yönetmeni Indar Dzhendubaev iken; şövalye filminin senaristleri biraz kalabalık bir kadro: Pavel Danilov, Vasiliy Kutsenko, Vitaliy Shlyappo, Igor Tudvasev ve Dmitriy Yan; yönetmeni de Dmitriy Dyachenko.

Her iki filmin de ortak özelliği Rus masallarının sinemaya başarıyla aktarılmış olması. Slav mitolojisinde var olan, Rus halkının dağarcığında yer alan iki güzel masal, genç - yaşlı herkesin zevkle seyredebileceği şekilde senaryo haline getirilmiş, karakterlere uygun oyuncular seçilmiş ve gayet kaliteli şekilde nihayete erdirilmiş.

Masalların ve mitolojik öykülerin sinemaya aktarılması hadisesi yeni birşey değil. Hintlisinden Çinlisine, Amerikalısından Avrupalısına kadar bütün sinemacılar masalların sinemaya devşirilmesi işini gayet güzel hallederken, bizim diyemeyeceğim yerli sinemacılar ne halt ediyorlar? Bol bol saçmasapan romantik komedi ve korku filmleri çekiyorlar. Hakkını teslim etmek gerekirse, bir iki yerli sinemacımız masallardan film yapmak gayreti içine girdiler ama keşke hiç bulaşmasalardı, hem masalları mahvettiler hem de fantastik film yapacak insanların yolunu tıkadılar. Şimdi yerli sinemacılardan hiç kimse, masalsı unsurların hâkim olduğu fantastik film çekme riskine girmiyor. Çünkü önünde hem film kalitesi hem de gişe geliri olarak başarısız örnekler var.

Şimdi

Ben de yeni öğrendim. Memleketimizde Fransa'dan gelip, Türkçe'yi gayet iyi şekilde öğrenip, yıllardır da kalabalık topluluklara masal anlatan bir ablamız varmış: Judith Malika Liberman. 15 sene gibi insan hayatı için uzun sayılacak bir süreyi, bir Avrupalı'nın, tahammül etmesi zor bir memleket olan Türkiye'de geçirmiş olmasını takdir mi etsek, altında bir bityeniği mi arasak bilemiyorum ama Judith Liberman'a tanıyan, tanımayan herkes "helal olsun" diyor. Bence de... Epey dirayetli bir hanımmış.

Bu hanımın 1996'da Paris'de bir lokantada başlayan masal anlatma macerası, hâlihazırda ülkemizde devam ediyor. Topluluklara masal anlatmanın hâricinde, NTV radyoda her hafta program yaptığı gibi, yayımlanmış iki de kitabı bulunuyormuş. Judith ablayı en çok takdir ettiğim durum şu: Diyor ki "Masal anlatmak için Türkçe öğrendim. Masal, hayata ait noktaları farklı birleştirmeyi öğreterek modernliğin toplum üzerinde oluşturduğu gerilimlerden kaçmamızı sağlıyor. Ben de unutulmakta olan bir geleneği yeniden canlandırıyorum." Hakikaten takdire şâyân.

Bir Zamanlar TGRT

2000 krizinden sonra maddi olarak bocalayan TGRT isminde bir televizyon kanalı vardı, sonradan beynelmilel yahudi Rupert Murdoch'a satılarak yayınına "Fox" ismi altında devam eden... İşte o TGRT kanalının ilk yıllarında Türk ve İslâm dünyasının en güzel hikâyelerinden bazıları, karınca kararınca, önce radyofonik tiyatro sonra da TV filmleri olarak hazırlanıp yayımlandı. Menkıbe ve masalsı unsurların ön planda olduğu hikâyelerden uyarlanarak yapılan ve 3-4 yıl devam eden bu radyo oyunu - televizyon filmleri dönemi, 1994'de Tansu Çiller ablamızın patlattığı büyük ekonomik kriz neticesinde üzücü bir şekilde sona erdi ve o günden sonra kimse de bu çeşit işlere yönelmedi.

İşte o film ve radyo tiyatrolarını hazırlayan birkaç kişilik yazar-senarist kadrosunun içinde ben de vardım. Bugün hâlâ 1990'lı yılların başında yapılmış o film ve radyo tiyatroları bazı televizyon kanallarında yayımlanıyor, hatta birkaç yabancı ülkeye de satılmış diye duydum. Hatasıyla sevabıyla 35-40 adet yapılan o filmlerin yakaladığı ivme, geleceğe yönelik ümitler bir sabah patlayan ekonomik buhranla berhava olduktan sonra, bir umut ile "belki yeniden başlanır" diye yıllarca bekledik fakat o başlangıç hiç olmadı.

TGRT logosu altında yapılan işlerin en önemli özelliği, Türk ve İslâm geleneğinin hafızasını meydana getiren destanların, olayların, öykülerin dramatik yönteme uygun olarak sistematize edilmesi ve insanların önüne yeni bir "dil" ile çıkarılmasıydı. Mustafa Akad'ın yaptığı ve hâlâ yerine konulacak üçüncü bir filmin bulunamadığı "Çağrı - The Message" ve "Ömer Muhtar" filmleri kadar olamasa da, yeni denemeler yapılabileceğinin gayretleriydi. Devlet politikası olarak, büyük sermayelerin el atarak yapacağı işler, ihlas sahibi insanların canhıraş çabalarıydı fakat "küçük bir ekonomik darbe" hem ülke ekonomisini hem de bu "sinema denemelerini" alt üst etti.

Masal Deyip Geçin Ama Unutmayın

Masallar, destanlar ve efsaneler milletlerin toplumsal hafızasını oluşturur. Ninelerin, dedelerin, annelerin renkli bir dille anlattığı o gerçeküstü hikâyeler, çocukları âlemden âleme seyahat ettirirken, öte yandan da çok çeşitli hayat dersleri verirdi. Çocuklar daha minicikken, iyiyle kötüyü nasıl ayırt edeceğini masallarla öğrenir ve hayatta iyilerin yanında kötülerin de olduğunun farkına varırlardı. Çünkü iyilerle kötülerin mücadelesinde bizim tarafımız bellidir: İyilerin tarafı...

Çocuklar, yaradılıştan gelen fıtratlarında bencillik, kıskançlık, açgözlülük vs. olmasına rağmen, masallarda bu kötü özelliklerin olmadığı kişi ve mahlûklarla kendini özdeşleştirirler. Bu bile, iyi değerlerin çocuklara aktarılmasında masalın ne kadar önemli bir vasıta olduğunu göstermeye yeter. Çocuk, masalın gidişatına göre kendi zihninde çözümlemeler yapar, çünkü masal çocuklara tahlilci/analitik düşünmeyi öğretir, hayal gücünü geliştirir.

Anlaşıldı, bu konu uzayacak. Siz de yazının devamını okumak konusunda sıkılacaksınız. O yüzden bir sonraki yazıda bu mevzuya devam etmek istiyorum.



GÖRÜŞ

İSLAM GEMİCİ YAZDI: MASAL ANLATAN FİLMLER 2
ALEMİHABER 19 NİSAN 2019

Beyni batılı romanlar, filmler, bilgisayar oyunları ve benzerleri tarafından iğdiş edilmiş; sadece Türk-İslâm değil, doğuya ait ne varsa hâkir görülen insanların ülkesi burası…

Şehrazat binbir gece süren masal anlatma serüvenini yaşamasaydı "bugün sinema dünyasının hali nice olurdu?" diye düşündünüz mü hiç? Yoksa "Binbir Gece Masalları"ndan haberiniz bile yok mu? Doğrudur. Şayet birbirinden ilginç masalları Şehrazat değil de misâlen Jennifer Lopez veya Lady Gaga anlatmış olsaydı pek çoğunuz ezbere bilirdiniz. Herhangi birşeyi bir ecnebi anlatınca hoşunuza gidiyor da bizden biri tarafından yazılmış veya anlatılmışsa, ilginizi hiç çekmiyorsa, doğru yerdesiniz: 21. yüzyıl Türkiye’sinde...

Beyni batılı romanlar, filmler, bilgisayar oyunları ve benzerleri tarafından iğdiş edilmiş; sadece Türk-İslâm değil, doğuya ait ne varsa hâkir görülen insanların ülkesi burası… Son yıllardaki Güney Kore filmlerine olan hayranlık da aslında Avrupa ve Amerika'nın moral olarak tükenmesinden kaynaklanıyor. Güney Kore'yi "doğulu" olarak bile kabul etmiyoruz çünkü cebimizdeki telefonlardan, kullandığımız bilgisayarlara ve televizyonlara kadar, elimizdeki her teknolojik cihaza sarı benizli – çekik gözlüler hükmediyorlar. Pek çok Türk gencinin sırf bu filmlerden ötürü Korece gibi zor bir lisanı öğrendiğini biliyor musunuz? Nereden bileceksiniz çünkü gençlerin eline verdiğiniz o çok gelişmiş telefon-bilgisayarlarla neler yapılabildiği hakkında zerre kadar fikriniz bile yok.

Psikolog gözüyle masal ile çocuk ilişkisi şöyle tarif ediliyor: Her ebeveyn, çocuğuna masal anlatmalıdır. Çocuklarımız mutlaka, uçan halıya binerek denizleri aşmalı, Kaf Dağı’na çıkmalı, bir şehzade veya prenses ile saray bahçesinde dolaşarak büyümelidir. Çocuk ruhunun esrarengiz odaları Alâeddin’in sihirli lambasıyla aydınlanmalıdır. Çünkü modern çağın, dört duvar arasında büyüyen çocukları, ne yazık ki, masalların renkli dünyasından mahrum yetişiyorlar. Hasta olmaması için çocuğuna her sabah mükellef kahvaltı sofrası hazırlayan sıkan anne, minik yavrusunun ruhunun kanatlanması için ona her akşam masal anlatmıyor. Bu büyük çelişki, minik zihinlerde müthiş bir karışıklık oluşturuyor. Bunu düşünmeden çocuğunu televizyon veya telefon ekranlarının esaretine bırakıyor. O yüzdendir ki “temelsiz, yanlış önermeli” bir büyülü dizi televizyonda çıktığında çocuklar arasında hemen revaç buluyor.

Anne-babasından, ninesinden-dedesinden masal dinlemiş bir neslin bugünkü çocukları ise, “masal çağı”nı masalsız geçiriyorlar. Önemli olan, çocukla çok zaman geçirmek değil “kaliteli” zaman geçirmektir, masal anlatarak geçirilen zaman da çocuklarla geçirilebilecek en kaliteli zamandır.

Modern Zaman Masalları ABD'den
Çok fazla örnek var ama son haftalarda gündemde olan "The Highwaymen" filminden dolayı, 1930'lu yılların meşhur banka soyguncusu katilleri Bonnie ve Clyde ile konuya başlamak istedim. 2019 senesi kaliteli bir yapım olan, başrollerini Kevin Costner, Woody Harrelson ve Katy Bates'in paylaştıkları "The Highwaymen"i seyretmeyi bitirdiğimde, daha önce iki defa izlediğim 1967 yapımı ve yönetmenliğini Arthur Penn'in yaptığı "Bonnie ve Clyde"a bir daha dönüş yaptım. Çünkü 1967'deki Faye Dunaway - Warren Beatty'li filmdeki bazı olayları yeniden hatırlamalıydım ki, 2019 tarihli filmde ekrana yansıtılmayan mevzuları birbiriyle ilişkilendirebilmeliydim.

Neyse uzatmayayım, iki filmi peşpeşe seyredince insan duygulanıyor, öfkeleniyor, memnun oluyor, tatmin oluyor ancak biraz düşününce, Amerikan folklorunun temelini oluşturan "kahramanlar" denizinde kaybolup gidiyor. Nasıl mı? Amerikan milleti diye bir mefhum olmadığından, Amerikalılık kavramını meydana getirecek belli unsurlara ihtiyaç var: Dil, din, bayrak, vatan, millî marş gibi... Amerikan tarzı "bu kahramanların" iyi veya kötü, siyah veya beyaz yahut hispanik ya da sarı benizli, suçlu veya suçsuz olması hiç mühim değildir. Amerikalılar açısından "kahraman - hero" olması önemlidir. Nitekim biraz önce zikrettiğim mevzuda Bonnie ve Clyde eli kanlı katil ve soyguncu iken, peşlerine düşüp onları yakalayıp infaz eden Teksas Korucuları Frank Hamer ve da en az onlar kadar gaddar, acımasız, cani ve katillerdir. Zaten hikâyenin sonu (her iki filmde de) aynı şekilde biter: Yüzlerce mermiyle infaz edilen Bonnie ve Clyde...

Peki bu iki sevimli soyguncu ve katil öldürüldükten sonra ne oluyor? Amerikalılar her ikisinin de cesedini görmek, cenazelerine dokunmak için çılgıncasına hareket ediyor, yaşadıkları olaylar destanlaştırılarak gazeteler ve dergilerde haftalarca yayımlanıyor, cenaze merasimlerine onbinlerce kişi iştirak ediyor. Neden? Çünkü her milletin, her topluluğun "kahramanlara, efsanelere ve destanlara" ihtiyacı vardır. İnsanlar hayatın gündelik monoton akışının yaşandığı, tatsız bir yemeğe benzemesin isterler. Hele de Amerikalılar gibi hayatı çılgınca yaşamak isteyenlerin fazlasıyla bulunduğu bir toplumda "bu husus" gayet normaldir.

İşte bu yüzden Jesse James, John Dillinger, Al Capone, Wyatt Earp, Buffalo Bill, Ted Bundy vs. gibi kahramanlara ihtiyacı var Amerikalıların. Bunlar yetmediği için de daha sonra daha masalsı kahramanlar türemiştir: Süpermen, Batman, Demir Adam, Hell Boy, Örümcek Adam, Kedi Kız... Bu kahramanların da yaşadıkları masalsı evrenlere olan ihtiyaçları da Marvel, DC Comic vs. sağlamıştır. Hatta pek çok beyaz Amerikalı’nın nefret ettiği Müslüman önder Malcolm X ve hıristiyan papazı Martin Luther King ile Kızılderili reisi (Apaçi) Geronimo bile Amerikan pop kültürünün ikonik karakterleri arasına dâhil olarak filmlere ve romanlara konu olmuşlar ve olmaya da devam ediyorlar. Bahsettiğim bu üç isimden ikisi suikast neticesi kurşunlarla hayata veda ederken, kendi lisanındaki ismi Gokhlayeh olan Geronimo’nun ise işkenceyle acı çektirilerek öldürüldüğünü söylemeye lüzum var mı, bilmiyorum.

Başka Milletlerin Masalları
Durum ABD'de bu merkezdeyken, diğer milletlerin sinema sektörleri boş mu durmuştur? Ne gezer? Çin, Hong Kong, Hindistan, İngiltere, Fransa, Rusya, Danimarka, İsveç, Japonya, İspanya da kendi mitolojilerini, hiç birşey bulamazlarsa, Batı medeniyetinin temelini oluşturan Helen ve Roma mitlerini romanlara, öykülere, masallara, filmlere konu etmişlerdir.

İlk olarak hatırıma gelenlerden isim vermem gerekirse; Koreliler "Ansi Kalesi" filmiyle, Japonlar samuray filmleriyle, Hintliler "Hindistan Eşkiyaları", "Asoka" vb. Çinliler "Maymun Kral" gibi efsaneleriyle, Avrupalılar mitolojik öyküleriyle (mesela Spartacus, Asteriks, Truvalı Helen, Beowulf, Thor, Yüzüklerin Efendisi) romanlar ve filmler üretirken; sadece Dede Korkut Hikâyeleri ve Keloğlan Masalları ile bile hepsine fersah fersah fark atan biz ne yapıyoruz? İçi boş komedi-romantik ya da uyduruk korku filmleri...

Zaten bizim yerli sinemacıların yaptıkları masalsı filmleri hatırlayınca tüylerim diken diken olurken, bu işlere hiç bulaşmamaları belki de daha iyi...
Bu konu yine bitmedi. Devam edeceğim inşallah.
(Birinci Bölüm: "Masal Anlatan Filmler 1")




GÖRÜŞ

MASAL ANLATAN FİLMLER - 3
İSLAM GEMİCİ
29 NİSAN 2019

Tamamında büyü, sihir, Avrupa veya Uzakdoğu mitolojisi anlatılan bu filmleri seyrettikten sonra gençlerimizin yazdıkları "yorumlara" bir baksanız aklınızı yitirirsiniz.

Son birkaç yılda yapılmış masaldan uyarlama veya masal havasındaki filmlerden bazılarının isimlerini yazayım:

1. Yenilmezler (Marvel Evreni'nin 20 yüksek bütçeli filminden oluşan bölümü)

2. Ejderhanı Nasıl Eğitirsin - 3

3. Alita - Savaş Meleği

4. Fantastik Canavarlar - 2 Grindelwald'ın Suçları

5. Dev Avcısı (I kill giants)

6. Örümcek Adam, Örümcek Adam Evreni'nde

7. Grinç - The Grinch

8. Tabaluga

9. Sihirbazın Balonları (Here comes the grump)

10. Karlar Ülkesi (Frozen)

11. Mumya (Tom Cruise'lu versiyonu. Filmin sunuş cümlesi şöyle: Tanrıların ve canavarların dünyasına hoşgeldiniz.)

12. Ölümcül Makineler (Mortal engines)

13. Kral Olacak Çocuk (The Kid Who Would Be King)

14. Asteriks - Sihirli İksirin Sırrı (Asterix: Le Secret De La Potion Magique)

15. Monster High - Acayiplerin Korkusu (Monster High Fright On)

16. Macera Günlükleri Sihirli Adaya Yolculuk (The Shonku Diaries A Unicorn Adventure)

17. Scooby Doo ve 13'üncü Hayaletin Laneti (Scooby Doo and the Curse of the 13th Ghost)

Ve daha yüzlerce film...

Hem sinemalarda hem de internetteki çevrimiçi yayın yapan film sitelerinde yüzbinlerce, hatta milyonlarca çocuk ve gencimizin keyifle izledikleri işte bunlar. Tamamında büyü, sihir, Avrupa veya Uzakdoğu mitolojisi anlatılan bu filmleri seyrettikten sonra gençlerimizin yazdıkları "yorumlara" bir baksanız aklınızı yitirirsiniz. Ne övgüler, ne iltifatlar yağmış. İki tane Türk destanı bilmeyen, velilerin kerametlerinin anlatıldığı menkıbelere dudak bükerek alay eden gençlerimizin nasıl bir eğitimden geçirildiklerini ve batılı tanrılara ne şekilde kurban edildiğini gören bir hükümet yetkilisi var mı acaba? Maalesef yok. Kültür bakanımız turist avcılığı peşinde, Milli Eğitim Bakanımız özel okulları kurtarmanın derdinde, Aile bakanımız ‘erkekler nasıl ezilir ki kadın hegemonyası sağlanır’ diye gayret sarf ederken, çocuklar ve gençlerimizin zihinleri de doğulu ve batılı sinemacı, dizi filmci ve oyun yapanların insafına kalmış durumda...

Yukarıda yazdığım filmlerin isimleri bile ne çeşit olduklarını anlatırken, bana inanmayanlar filmlerin konularını okusunlar da, çocuklarına ne tür filmler izlettirdiklerine baksınlar. Ama nerdeeee? "Çocuk birşeylerle meşgul olsun, beni rahatsız etmesin" düşüncesindeki anne ve babaların yetiştirdikleri genç fidanlar büyüdüklerinde tam bir hayalkırıklığı oluyorsa bu ebeveynlerin şikâyet etmeye hakları yok. Fakat akşamları televizyon ana haberlerinde en fazla şikâyet eden de yine aynı anne ve babalar...

Çocuklara masal anlatmamız için sayılacak 10 sebebi sıralarsak bile, bahsettiğim tehlikenin büyüklüğü hemen anlaşılacak:

1. Masal anlatmak/dinlemek anne-baba ile çocuk arasında samimi bir iletişim/irtibat sağlar.

2. Çocuklar hayatı masalla öğrenir.

3. Masallar, çocukların hayal dünyasını renklendirir, zenginleştirir.

4. Anlatılan her masal; yeni kelimeler, güçlü ve renkli bir ifade dili demektir.

5. Çocukların soyut düşünebilme yeteneği masalla gelişir.

6. Henüz okuma yazma bilmeyen okulöncesi çağındaki çocukların başlıca fikir ve duygularını masallar teşkil eder.

7. Çocuk, anadilinin kelimelerini, kullanma yollarını masallar yoluyla kavrar.

8. Çocuk, günü geldiğinde doğrudan okuyabilmek üzere arzu duymaya başlar.

9. Çocuk, masal sayesinde insanları ve çeşitli karakterleri tanır.

10. Masallarda iyiler her zaman kazanır, bu da erdemli olanın kazanacağı fikrini her zaman canlı tutar.

Türk milletinin çocukları yabancıların masalları, destanları ve efsanelerini öğrenerek büyürken; bizi idare eden devlet büyüklerimiz de kulaklarımıza "refah, zenginlik, sanat, edebiyat, Türk dili vs" gibi masallar fısıldamaya devam ediyorlar.





ESER-AYRINTI

Gizemli Bir Dünya:Sinema
İslam Gemici
İkinci baskı

Beylik laftır, “Türkler tarih yapmayı bilir, tarih yazmayı bilmezler.” Sinemadaki durum da bundan farklı değil. Yeşilçam kriz dönemlerinde bile film üretebilen dünyanın sayılı sinemasından biri. Ama sinemayı yazmak, Türkiye’de cazip bir yazı alanı değil. Sinema yazıları, öncelikle eleştiri türü içinde yer alan bir yazı türü.

‘Gizemli Bir Dünya: Sinema’nın odak noktası ABD ve Holivud Sineması dışındaki ülkelerin sinemalarından haberler sunmasıdır. Bu dünyanın değişik renkleri, popüler kültür cenderesinin aldatmalarına kanmadan ısrarla ele alınmıştır.

‘Gizemli Bir Dünya: Sinema’nın ikinci odak noktası ise Holivud Sineması’na eleştirel yaklaşımdır. ‘Sinema’nın sadece sinema olmadığının’ altı çizilir bu yazılarda...

Bu iki noktadan hareketle Türk Sineması’na değiniler ve uyarılar kitabın üçüncü damarını oluşturuyor.

İkinci baskı
Yayın Tarihi: 15.01.2021
ISBN: 9786056252198
Dil: TÜRKÇE
Sayfa Sayısı: 192
Cilt Tipi: Karton Kapak
Kağıt Cinsi: Kitap Kağıdı
Boyut: 13.5 x 21 cm






www.biyografi.net (Binlerce Biyografi)