Kemal Çiftçi ( 1959)
yazar, çevirmen, yapımcı



5 Eylül 1959 tarihinde Ardahan'ın Göle ilçesinde doğdu. 1975 yılında Erzurum Lisesi'ni bitirdi.
Aynı yıl ODTÜ Kimya bölümüne girdi. 1977 yılında İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümüne geçti ve 1982 yılında Amerikan Edebiyatı sertifikası da alarak buradan mezun oldu.

Turizm Bakanlığı bünyesinde açılan Profesyonel Turist Rehberliği kursunu tamamladı. British Council-Liverpool Üniversitesi işbirliğiyle yürütülen DOTE (Diploma for Overseas Teachers of English) sertifika programına devam etti. Bir süre İ.Ü. İktisat Fakültesi’nde okutman olarak çalıştı.

Yeşilköy Havaalanı Turizm bürosu elemanı, Maltepe Askeri Lisesi'nde ve Özel Akasya Lisesi'nde İngilizce öğretmeni ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinde okutman olarak çalıştı.

1986 yılında İnsan ve Kainat dergisinde redaktör olarak gazeteciliğe başladı. Bilahare Yazı İşleri Müdürü oldu. Türkiye gazetesinde çalıştı.

TGRT’de yapımcı-yönetmen olarak Bilim-Magazin ve Beynin Kıvrımlarında programlarını yaptı.

Reklam ve prodüksiyon firması Yedi Renk İletişim’in kurucuları arasında yer aldı.

BSF Akademide Yönetim Kurulu üyesi oldu.

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Birsad, İLESAM ve New York Bilimler Akademisi üyesiydi.

Yazılarını 1973’te Hür Söz (Erzurum) gazetesinde başlayarak İnsan ve Kainat, Diriliş, Kültür Dünyası, Beyan, Biyografi Analiz ve Yeşilay dergilerinde, Yeni Asya, Türkiye, Yeni Şafak ve Yeni Söz gazetelerinde yayımladı. İngilizce ve Fransızca biliyordu. Türkçeye ve İngilizceye çeviriler yaptı.

28 Aralık 2020 tarihinde İstanbul'da vefat etti. Esenyurt Yeni Mezarlığa defnedildi.

ESERLERİ:

RÖPORTAJ: Bilimin Penceresinden (1990).

DENEME: Uzayda Hayat Var (1997).
Zihniyet Dönüşümü (2020).

ÇEVİRİ:
Biraderlik (Stephan Knigh’ tan, 1989),
Asil Nadir Olayının İçyüzü (Tim Hinddle’dan, 1992),
The Holy Quran (İngilizceye, Ebu’l A’la el Mevdudi’den, 1996),
Çanakkale Destanı (İngilizceye, Ergun Göze’den, 2000),
The Garden of Besmeleh, Yüce Kur’an Meali (Mevdudi’nin İngilizce mealinden),
Bilim Nereye Koşuyor (2004).





ENGLISH BIOGRAPHY

Kemal Çiftçi

Studied English Literature and Language and has been working as a writer/journalist/director/producer almost for 30 years. In 1985, he started his professional life as a translator and science editor at Insan ve Kainat Journal, where he later continued as chief editor for 5 years. Later he wrote for Turkiye (Daily Newspaper). He used to work as a research assistant at Istanbul University Faculty of Economics. In 1989 attended Liverpool University’s DOTE certificate program. Worked as a producer/director at TGRT TV between 1993-1996.

He has written several books such as:

• Bilim Penceresinden

• Bilim nereye koşuyor?

• Uzay’da Hayat Var
Translations (English to Turkish):
• The Brotherhood –Stephan Knight
• The Sultan of Berkeley Square Asil Nadir and the Thatcher Years-Tim Hindle
• Talking with the Angel-Ewelyn Valarino

Translations ((Turkish to English):

• The Garden of Basmalah
• The Last Cry of the Swan





GÖRÜŞ

Kemal Çiftçi yazdı: Dünyada kölelik devam ediyor
erdemli hayat
7 Şubat 2013

Teknoloji inanılmaz boyutlara ulaştı ve büyük bir ivmeyle ilerlemesini sürdürüyor. İnsanoğlu şimdilerde uzayın kapılarını aşındırıyor.
Dünya küçüldü, insan haklarında önemli kazanımlar elde edildi. Ama bütün bunlara rağmen tarihin en eski çağlarından buyana gelen birçok kötü uygulamalar ne yazık ki hala varlığını sürdürüyor. Kökü kazınamayan bu hastalıklardan biri de kölelik. “Kölelik tarihte kaldı” dediğiniz duyar gibiyim. Keşke öyle olsaydı!

Yakın zamanlarda El Cezire televizyonunda yayınlanan bir belgesel, bu acı gerçeği tüm boyutlarıyla ortaya koymaktadır. “Slavery: A 21st Century Evil” (Kölelik: 21.Yüzyılın bir illeti). Oscar ve Emmy ödülü sahibi, Güney Afrikalı ünlü yapımcı John Blair’in gerçekleştirdiği belgesel, çok önemli araştırmalar sonucu yapıldı. Bir yıldan uzun süren belgesel, 3 kıtada çekildi. Derinlemesine yapılan araştırmalar sonucunda çekilen belgesel gösteriyor ki, kölelik hala dünya gündeminde. Üstelik inanılmaz boyutlarda ve çok yaygın olarak uygulanıyor.

Somali doğumlu gazeteci Rageh Omaar tarafından sunulan belgesel, çok çarpıcı gerçekleri gözler önüne seriyor: Mesela bugün 27 milyon insan fiilen köle olarak alınıp satılıyor. Kaçırılan ve zorla çalıştırılan bu insanların varlığından pek az insan haberdar. Bunlar arasında kadınlar ve çocuklar büyük yer tutuyor. Oysa Afrika’dan Amerika kıtasına asırlar boyu taşınan kölelerin toplamı 12.5 milyondu. Günümizde mevcut köle sayısı bunun iki katından daha fazla.

Bugün sürmekte olan köle ticaretinin parasal hacmi ise yılda 32 milyar dolar. Birçok prestijli marketin raflarını süsleyen ürünlerin önemli bir kısmı bu esirlerin eliyle toplanıp oralara geliyor. Ucuza aldığımız teknolojik ürünlerin bir kısmı da yine bu zavallı kölelerin el emeğiyle ortaya çıkarılıyor.





YORUM

Kemal Çiftçi, Mehmet Niyazı Belgeseli'ni yazdı: Kitapla Bir Ömür

Mehmed Niyazi… Kitapla Bir Ömür geçiren adam. Nam-ı diğer, Kütüphanede Yaşayan adam. Son yıllarda büyük atılımlar yapan TRT, çok hayırlı bir adım daha attı ve Mehmed Niyazi Özdemir’in hayatını belgeselleştirdi. Hayatını Türkiye ve Almanya kütüphanelerinde geçiren ve birbirinden güzel eserlere imza atan bir araştırmacı- yazarın hayatını genç nesillere aktarmak, son derece faydalı ve takdire şayan bir gayret.

Başta TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin ve genel müdür yardımcısı Zeynel Koç olmak üzere, bu konuda önayak olanları tebrik etmek lazım. Zira bizde yaşarken insanların fazla kıymeti bilinmez. Ama TRT bu konuda güzel bir gelenek başlatmış. İnşallah diğer kurumlarımız da bu davranışı örnek alırlar.
Türk Edebiyatına; Çanakkale Mahşeri, İki Dünya Arasında, Yazılamamış Destanlar, Varolmak Kavgası, Plevne, Yemen Ah Yemen gibi romanları kazandıran, Türk ve İslam Devlet Felsefesi çalışmaları ile akademik yayınlar ortaya koyan Mehmed Niyazi sohbet ve konferanslarıyla da genç nesillere “ağabeylik” yapmış saygın bir isim. Kitapla Bir Ömür: Mehmed Niyazi adlı 50 dakikalık belgeselde Mehmed Niyazi’yi yakından tanıyan üç kuşaktan kişilerle görüşüldü. Belgesel 1960’lardan itibaren Türkiye’de yaşanan siyasi- sosyal değişim ve dönüşüm çerçevesinde üniversite gençliği ve onlar içinde Mehmed Niyazi’nin öğrenci liderliğine yürüyüşünü, muhafazakar kesimde yayıncılık faaliyetine duyulan ciddi ihtiyacı ve bu yönde Mehmed Niyazi’nin faaliyetlerini, Almanya’daki akademik çalışmalarını ve Batıyı tanımasını, Almanya Kütüphanelerinden Türkiye kütüphanelerine dönüşünü ve yazdığı romanlarla tarihi yeniden topluma hatırlatma işini misyon edinmesini ele almıştır.

Hayatını kütüphanelerde kitap okuyarak ve yazarak geçiren Mehmed Niyazi, mütevazi kişiliğiyle de biliniyor. O kadar mütevazi ki, belgeselin galasının büyük ve gösterişli salonlarda yapılmasını bile istemedi. Bundan dolayı Kitapla Bir Ömür: Mehmed Niyazi Belgeselinin galası 15 Mart 2013 tariihinde Kalem Eğitim Kurumlarında gerçeştirildi. Mütevazi ama sıcak bir ortamda, dostlarıyla birlikte olmayı tercih etti ve öyle de oldu. Mehmed Niyazi’nin yakın dostları ve arkadaşları Kalem Eğitim Kurumlarının ev sahipliğinde buluşup filmi izlediler ve daha sonra birlikte yemek yediler.

Doç. Dr. Ali Satan ve Doç.Dr.Okan Yeşilot’un danışmanlığında yapılan belgeselin yönetmenliğini ise Erdoğan Şentürk yapmış. Bu belgeselde emeği geçen herkesi tebrik ediyorum. TRT1 ve TRT Belgesel kanallarında yayınlanacak olan belgeseli izlemenizi hararetle tavsiye ediyorum.
[email protected]




GÖRÜŞ

ALKOL YASASI VE BAZI GERÇEKLER
Kemal Çiftçi
15 Mayıs 2013

“Ortodoks tıp, sadece hastalıkların belirtilerini ortadan kaldırıyor.” Prof. Dr. Ahmet Aydın böyle diyor. Bu cümleyi sıradan bir insan söylemiş olsa, ciddiye almayabilirsiniz. Ama tıp alanında kendisini ispat etmiş, çok önemli araştırmalara ve eserlere imza atmış Böyle diyorsa ciddiye almak zorundasınız.

Gerçekten de zamanımızda bilim çok ilerledi. Tıp ilmi de elbette bu gelişmelerden nasibini aldı ve birçok hastalığa çareler bulundu. Ama öte yandan ilaç tröstlerinin de yönlendirmesiyle yeni yeni hastalıklar ortaya çıkmaya başladı. Mesela bundan 100 yıl önce şeker yaygın olarak kullanılan bir gıda maddesi değildi. İnsanlar tatlı ihtiyaçlarını bal, reçel ve marmelat gibi gıdalardan karşılıyorlardı. Daha sonra şeker yaygınlaştı. Bunun aşırı tüketimi sonucunda da diyabet hastalığı ortaya çıktı. Arkasından gelsin diyabet ilaçları. Ve bunların yan etkisiyle ortaya çıkan başka hastalıklar. Böbreklerin iflası… Diyaliz cihazları vs.

Eskiden insanlar genellikle tereyağı ve kuyruk yağı gibi doğal ürünler tüketirlerdi. Bir dönem tıp dünyası adeta bunlara savaş açtı ve onların zararlarından bahsetmeye başladı. Ne ilginçtir ki aynı dönemde margarin ve diğer sıvı yağlar piyasaya çıkmaya başladı. Tereyağının zararlarını duyan insanlar onun alternatifi olan yağlara yöneldiler. Arkasından kolesterol yaygınlaşmaya başladı. Ve tabii ki kolesterol ilaçları gündeme geldi. Dahası, ilaç firmaları bunu da yeterli görmemiş olacaklar ki, tıp dünyası her geçen yıl kolesterolün üst limitlerini daha aşağıya çekti. Böylece dün normal sayılan insanlar da birden hastalık tanımına dâhil edildi ve daha çok kolesterol ilacı tüketilir oldu. Kolesterol ilaçlarının tüketilmesi sonucunda karaciğerde ve böreklerde arızalar ortaya çıkmaya başladı. Bu sefer de yine doktor, yine ilaç…

Bir zamanlar sigara çok popüler bir tüketim malzemesi idi. Hatta bir yaşam tarzı olarak lanse edildi. Kovboy filmlerini ve Marlboro reklamlarını hatırlayın. Amerika kıtasında keşfedilen tütün tüm dünyaya yayıldı. Ekmek bulamayan insanlar sigara tiryakisi haline geldiler. Şimdi de sigaranın ortaya çıkardığı hastalıklarla uğraşıyoruz. Gazlı ve kolalı içecekler de aynı şekilde yaygınlaştı. Daha sonra şişmanlık, şeker ve kalp-damar hastalıkları başını alıp gitti.

Gerçekten de modern tıp genellikle hastalıkların belirtisini ortadan kaldıracak ilaçlar geliştiriyor. Ancak hastalığın belirtisini ortadan kaldırmak problemi kökünden çözmüyor. Diyelim ki ateşiniz var ve ağrı kesici ile ateşinizi düşüyorsunuz. Ama buna sebep olan hastalık ortada duruyor. Belki de aynı hastalık bu sefer etkisiz kaldığı yerden yol bulup başka bir organa sıçrıyor. Yine aynı kısır döngü. Yani doktor ve ilaç. Bu döngünün en acımasız olduğu alan ise kanser hastalıkları. “Kanser hastalarının çoğu kanserden dolayı değil, yanlış tedaviden dolayı ölüyor” dersek yanlış olmaz. Zira “kemoterapi” yöntemi vücudun bağışıklık sistemini öldürüyor. Ondan sonra zaten hastanın yaşama şansı kalmıyor. Özetlersek, tüm dünyada trilyonlarca doların döndüğü devasa bir ilaç endüstrisi var. Bu buradan elde edilen tatlı karları kolay kolay bırakmak istemiyorlar. Böyle olduğu için de akupunktur, homeopati, ozon tedavisi, fitoterapi gibi bağışıklık sistemine yönelik çalışan tedaviler tıp dünyasınca pek ciddiye alınmıyor. Zira bunlar yaygınlaştığı zaman ilaç tüketimi ciddi oranda azalacaktır.

Bugünlerde gündemde olan alkol yasasının bu kadar sert tartışmalara sebep olmasının altında da benzer endişeler var. Birçok sosyal hastalıklara, cinayetlere, aile facialarına ve trafik kazalarına sebep olan alkolün tüketimini azaltmak gelecek nesillerin istikbali açısından çok faydalı bir girişim. Öte yandan alkol tüketiminin azalması aynı zamanda dolaylı olarak ilaç tüketimini de azaltacaktır. Ekonomik olarak bu döngüden istifade eden başka sektörler de var elbette. Bunun içindir ki birileri bu yasal düzenlemelere çok büyük tepkiler veriyor.

Önemli olan, hastalıkların ortaya çıkmasını önlemek. Yani koruyucu tıp. Alkol tüketiminin azaltılması yönünde atılacak adımlar da bu anlamda devletin anayasal görevleri arasında. Peki buna muhalefet edenler hangi gerekçelerle karşı çıkıyorlar?
[email protected]





GÖRÜŞ

GEZİ PARKI EYLEMİ VE DÜNYANIN VİCDANI
KEMAL ÇİFTÇİ
15 Haziran 2013

Taksim Gezi Parkında başlayan olaylar bir anda dünyanın gündemine oturdu. Büyük medya grupları bu olayları aktarma yarışında. Oysa kendi ülkelerinde böyle olaylar meydana geldiği zaman görmezlikten gelirler.

Batılı ülkelerin başkentleri burada olan biteni çok yakından takip ediyor. ABD senatosu açıklama yaptı. Çeşitli ülkelerin dışişleri bakanları, başbakanları ve devlet başkanları bildiriler yayınladı. AB Parlamentosu ve BM de uyarı yaptı. Herkes tarafları itidalli olmaya çağırıyor, Türkiye’ye aba altından sopa gösteriyor. Bütün bunları görünce sanrısınız ki Türkiye’de yer yerinden oynamış. Sanki savaş ortamı varmış gibi bir hava oluşturuluyor.

Peki ne olmuştu Türkiye’de? İstanbul’da bir kısım insanlar Taksim meydanında Gezi Parkı’nın yıkılmaması için eylem başlatmış. Ardından da başka illerde bu eylemi destek amacıyla çeşitli sokak gösterileri yapılmıştı. Bu arada da polis ile göstericiler arasında zaman zaman çatışmalar olmuş ve biri polis olmak üzere toplamda 5 kişi hayatını kaybetmiş, birkaç kişi de yaralanmıştı. Elbette bunlar üzücü şeyler. Keşke hiç kimsenin burnu kanamasaydı. Çok şükür ki hükümetin iyi niyetli gayretleri sonucunda mesele geç de olsa tatlıya bağlandı. Umarız bunda sonra herkes gerekli dersleri çıkarır ve benzer sıkıntılar yaşanmaz.

Ama Batı’nın tepkilerini bu insani perspektifle açıklamak mümkün değil. Keşke dünyada her şey bu kadar toz-pembe olsaydı. Tüm dünya gerçekten insani meselelere bu kadar duyarlı olsaydı bugün daha huzurlu yaşıyor olacaktık. Ama kazın ayağı öyle değil.

Yıllardan beri devam eden bir Filistin meselesi var. İsrail arada bir canı sıkıldıkça oraya saldırıp sivil-masum demeden insanları öldürüyor, evlerini başlarına yıkıyor. Ermenistan haksız yere Karabağ’ı işgal altında tutarken, aynı zamanda Azerbaycan’ın bir kısım topraklarını da zorbalıkla elinde tutmaya devam ediyor. Çeçenistan’da bir milyondan fazla insan öldü. Hindistan’ın Keşmir bölgesinde Müslümanlar yıllardır zulüm ve baskı görüyor. Son günlerde Myanmar’da binlerce Müslüman dünyanın gözü önünde öldürüldü, sürüldü ve her türlü insanlık dışı muameleye maruz bırakıldı. ABD’nin “özgürleştirme ve demokrasi götürme” projesiyle girdiği Afganistan’da, Irak’ta hala insanlar ölmeye devam ediyor. Yanı başımızdaki Suriye’de her gün onlarca sivil öldürülüyor. Bugüne kadar ölen Suriyeli sayısı yüz bini geçti. Milyondan fazla insan göçmen durumuna düştü.

Bütün bunlar olurken AB, ABD ve BM ne yaptı? Bu trajediler karşısında kılını kıpırdatmayan Batı’nın Taksim Gezi parkında gösterdiği ilgi samimi olabilir mi? Olaya bir de bu açıdan bakmak lazım.

[email protected]





GÖRÜŞ

GEZİ PARKI EYLEMİ VE JİRİNOVSKİ
Kemal Çiftçi

Rusya’nın aşırı sağcı Liberal Demokrat Partisi Başkanı Vladimir Jirinovski’yi tanırsınız. Kabadayı tavırlarıyla bilinir. Bir de kafayı çekip irad ettiği nutuklaryla meşhur olmuştu. Aslında bu nutuklarda çok da doğru konuşur. Zira sarhoşlarda iç sansür mekanizması devre dışı kaldığı için inandıkları gibi konuşurlar. Derler ki, “sarhoşlar kişilerin, deliler de toplumların şuuraltını günyüzüne çıkarır.” Her iki durum da Jirinovski’ye uyar.
Bugünlerde Jirinovski, Türkiye’de “turuncu devrim” yaşandığını iddia ediyor. Rus politikacı, Türkiye’de yaşanan olaylara çok ilginç açıklamalar getiriyor.

Ona göre Batı, İslamlaştırılan bir Türkiye istemiyor. Ve ağzındaki baklayı çıkarıyor: “Türkiye sadece boş oturmayacak, aynı zamanda tüm Müslüman dünyasını birleştirecek. Batı’ya bu lazım değil! Batı’ya aynı zamanda yeni Osmanlı İmparatorluğu da lazım değil. Rusya ve Çin’in de işine gelmez. Demokratların, sosyal demokratların, hatta askerlerin geri dönmesi işimize yarar. Erdoğan’ın geleceği yok.”

Jirinoski’nin kehanetleri-belki de temennileri diyelim- bununla da bitmiyor. Erdoğan’ın istifasına kadar çeşitli kentlerde protesto eylemlerinin devam edeceğini söylüyor. Rus politikacı, “Eminim ki, gelecek parlamento seçimlerinde Erdoğan’ın partisini fiyasko bekliyor.” demekten de kendini alamıyor. Jirinovski’ye göre Rusya da bu protesto eylemcilerine destek vermeliymiş.

Jirinovski’ye göre, sokaklara çıkan eylemcilerin “parkı kurtarmak” gibi bir dertleri yok. Daha ziyade, şimdiki Türk yönetiminin ülkeyi İslamlaştırma politikalarından rahatsız oldukları için gençler eylem yapıyor.

Ve hatırlayalım. Bu sözleri söyleyen kişi, bir zamanlar Türkiye’de KGB adına casusluk da yapmıştı. 12 Eylül 1980 öncesinde Türkiye’de hangi dolapları çevirdiğini kolayca tahmin ediyorsunuzdur. Gençlerin sokaklarda birbirlerini öldürmeleri için kurulan büyük tezgahları hep birlikte gördük. O dönemin sosyalist gençliği içinde yer alan bir kısım 68 kuşağı kalıntıları, “belki devrimi bu sefer yaparız” ümidiyle yeniden gençleri sokağa dökmenin hesabını yapıyorlar. Aslında boşuna çabalıyorlar. Çünkü köprülerin altından çok sular aktı. Dünya eski dünya değil. Türkiye de eski Türkiye değil artık. İlle devrim yapmak istiyorlarsa, komşumuz Yunanistan’daki yoldaşlarının imdadına yetişsinler mesela. Zira bugünlerde Yunaistan’da işçi sınıfı gerçekten de zor durumda. Ekonomi iflas etmiş. Devlet memur ve emeklilerin maaşlarını ödemekten aciz. En sonunda devletin radyo-televizyon kurumu da kapandı. O kurumun 2600 çalışanı kapı-dışarı edildi. Şimdi onlar da Avrupa’daki meslektaşlarından yardım istiyorlar. Türkiye’deki devrimciler ne güne duruyor?
[email protected]




GÖRÜŞ

MISIR’DAKİ DARBE VE ÇİFTE STANDART
Kemal Çiftçi
6 Temmuz 2013

Mısır, tüm dünyanın gözü önünde bir askeri darbe yaşadı. Üstelik her türlü iletişim araçları ve sosyal medya kullanılarak yapıldı darbe. Dahası, birçokları bunu Mısır halkının talebi gibi pazarlamayı başardı. Üzücü olan, bizde de bunu savunan bir kısım aydınların varlığı. Hatta bunun Türkiye’ye bir ders olması gerektiğini öne sürenler bile çıkıyor ne yazık ki.

İnsanı en çok üzen ise vicdanları acıtan bu çifte standart. Bir tarafta azınlıkların sesine kulak verilmesi gerektiğini savunanlar. Bu nasıl bir zihniyettir ki, demokrasi adına çoğunluğun azınlığa tahakkümüne karşı çıkılıyor. Ama öte yandan topyekûn bir ülkenin halkını yok sayan bir darbe ile meşru yönetimin alaşağı edilmesine ve böylece demokrasinin katledilmesine seyirci kalınıyor?

Bu zihniyeti anlamak için Batı’yı ve bilhassa Fransa’yı daha iyi tanımak gerekiyor. Zira aydınlarımızın şekillenmesinde Fransa’nın çok büyük bir rolü vardır. Mesela “ordu-millet” tabiri 18. yüzyılda Fransa’da doğmuş ve bize oradan gelmiştir. Zira Fransa’da bilim ve teknolojinin öncülüğünü hep askerler yapmıştır. Oysa İngiltere’de siviller bu konularda daha etkiliydiler. İngiltere’de Kraliyet Akademisi’nin öncülük ettiği ve ödüllendirdiği bilim zihniyeti, halka halka topluma yayılıyordu. Profesörler, meslek erbabı ve işadamları, toprak sahipleri ve askeri görevliler daima Akademi’nin yol göstericiliğinde ilerliyorlardı. Fransa’da ise çok farklı bir durum söz konusuydu. Zira burada mühendislik mesleği sadece askerlerin ve bürokratların tekelindeydi. 1780 yılında mesleki incelemelerde bulunmak üzere İngiltere’ye giden bir grup Fransız mühendis, hayretler içinde kalır. Zira İngiltere’de askerler kendilerini sivillerden üstün görmüyorlar, bilakis onlarla beraber çalışıyorlardı. *

17. yüzyılın İngiltere’si ile Fransa’yı kıyasladığımızda, bizde oluşan “bürokratik devlet” ve “askeri elit” zihniyeti çok daha kolay anlaşılır.

Böylece Jakoben aydınlarımızın hangi kaynaklardan beslendiğini ve klasik bürokratlarımızın vatandaşa neden hep tepeden baktığını daha iyi anlıyoruz. Darbeciliğin niçin hala birçoklarınca meşru görüldüğünü anlamak da zor değil artık...

Aslında biraz daha geriye gitmekte fayda var. Zira o zaman Batı kültürüne de beşiklik eden temel fikirlerin ne olduğunu daha yakından görmüş oluruz. Böylece anlamakta zorluk çektiğimiz çifte standartların şifresini çözmüş oluruz.

. “Karl Popper, Açık Toplum ve Düşmanları” adlı kitabında, Platon ve onun öğrencisi olan Aristoteles’e oldukça sık atıflarda bulunur. Açık toplumun tarihteki ilk ve en büyük düşmanlarından biri Aristoteles’tir. Ona göre demokrasi de gereksizdir. Hocası Platon’un kölelik kuramını sistemleştiren Aristoteles’in şu sözleri oldukça ilgi çekicidir: “Bazı insanlar doğaca özgür, bazıları ise köledirler ve bu sonuncular için kölelik, adil olduğu kadar uygundur da...” Popper bunu “Kölelik Kuramı” olarak tanımlar. O dönemde Helenler, “doğaca kendi kendisine değil, bir başkasına ait olma” durumunu ifade eden “kölelik” kavramını kendileri için değil, “barbar” diye adlandırdıkları, “diğer” toplumlar için kullanmaktadırlar. Aristoteles, “En İyi Devlet” adlı eserinde, Platoncu “Aristokrasi”, Sağlam ve dengeli “Feodalite” ile “Demokratik fikirleri” uzlaştırmaktadır. Demokratlarla birlikte, bütün vatandaşların yönetime katılabilmelerinin savunulduğu bu eserde söz konusu edilen “vatandaş”lara, “köleler” ile “üretici sınıftaki insanlar” dâhil değildir... Toprak, vatandaşların (yani Helenlerin) malıdır. Ancak, toprağı onlar işlememelidir. Hatta Aristoteles bu konuda o kadar ileri gidiyor ki, “her türlü meslek adamlığını ve profesyonelliği” bir “kast düşmesi” nedeni olarak niteliyor. Aristoteles’in tüm görüşlerinin, “güce ve otoriteye saygı” merkezli olması dikkat çekicidir. En önemli güç merkezi ise “Devlet”tir...

Hegel de buna benzer bir ifade kullanır: “Bizim amaç, ilke, kader dediğimiz şey, gizli gelişmemiş özden başka bir şey değildir... İnsanın kaderi, benliğine ayrılmaz bir biçimde bağlıdır; gerçekten de, o insanın ona karşı direnebileceği, fakat kendi hayatının bir bölümü olan bir şeydir.” düşüncesini ileri sürecektir”.

Hegel ayrıca, “Varlığa çıkmak istiyorsam, kişiliğimi ortaya koymam gerekir.” diyecek ve böylece, kökü Platon’a dayanan “kölelik kuramı”nı haklı çıkaracak bir kuram ortaya atacaktır. Çünkü ona göre, insanın başkaları ile olan bağıntıları söz konusu olduğunda, “kendini ortaya koymak” demek, “başkalarına egemen olmaya çalışmak” demektir.
Gerçekten de, Hegel tam bu görüşü ileri sürerek, “bütün kişilerarası ilişkiler”in, “köle ile efendisi” arasındaki temel ilişkiye, yani “egemen olma ve boyun eğme” ilişkisine indirgenebileceğine işaret ediyor. Bu düşüncenin elbette, uluslararası ilişkiler boyutunda da bir karşılığı vardır: “Uluslar, tarih sahnesinde bütün ağırlıklarını ortaya koymalıdırlar; dünyaya egemen olmaya kalkışmak, onların görevidir.”

Bu fikirlerle yoğrulan Batı’nın Şark’a farklı bir gözle bakması ne kadar mümkün olabilir?
[email protected]




GÖRÜŞ


ASRIN VİCDANI VE MEHMET AKİF
Kemal Çiftçi
28 Temmuz 2013

“Medeniyet denilen maskara mahluku görün, Tükürün maskeli vicdanına asrın tükürün..” Mehmet Akif Ersoy böyle demişti. Olan biteni görmezden gelen süper güçler, uluslararası kuruluşlar ve insan hakları adına Gezi olaylarında pireyi deve yapan Batı medyası şimdi nerede?

Mısır’da dünyanın gözleri önünde cereyan eden vahşet ve zülüm karşısında bir kere daha Mehmet Akif’i hatırladım. 100 yıl öncesinden sanki bugünü anlatıyordu.

“Tükürün
Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdarımıza!
Tükürün: Belki biraz duygu gelir arımıza!
Tükürün cebhe-i lakaydına Şark'ın, tükürün!
Kuşkulansın, görelim, gayreti halkın, tükürürün!
Tükürün milleti alçakca vuran darbelere!
Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere!
Tükürün Ehl-i Salib'in o hayasız yüzüne!
Tükürün onların asla güvenilmez sözüne!
Medeniyet denilen maskara mahluku görün:
Tükürün Maskeli vicdanına asrın, tükürün!”

Mısır denince Mehmet Akif zaten ilk akla gelen isimlerden biri. Zira ömrünün son demlerini orada sürgünde geçirmişti. Uğruna destanlar yazdığı vatandan uzakta yaşadı uzun sure. Düşünün ki, İstiklal Marşımız bile ondan başkası yazamamıştı. Fakrü zaruret içinde olduğu halde, ücret almadan yazmıştı bu marşı. Buna rağmen ömrünün en olgun dönemini Mısır’da geçirdi. Ama asla kişiliğinden ve ideallerinden vazgeçmedi. Onun bu tavrı bugün tüm İslam dünyasına ve özellikle de Mısırlılara cesaret verdi, ilham kaynağı oldu. Onun için Mısır’da Mehmet Akif çok sevilir. Zira onu kendilerinden biri gibi görürler.

Bugün Mısır’da yaşanan zulüm karşısında üzülmemek elde değil. Ancak şurası muhakkak ki, orada yaşanan acılar zaman içinde unutulacak. Ama unutulmayacak bir şey varsa , bu zulüm karşısında kimin hangi tavrı sergilediği. Hz. Musa’nın, Hz. İbrahim’in yaşadıkları zulümler unutuldu. Ama Nemrut’u ve Firavun’u tarih unutmadı.

Mevlana şöyle diyor: “Ey İnsan Kaf Dağı kadar yüksekte olsan da, kefene sığacak kadar küçüksün. Unutma her şeyin bir hesabı var; üzdüğün kadar üzülürsün."
[email protected]





GÖRÜŞ

İnsanlık katledilirken Batı seyrediyor
Kemal Çiftçi
14 Ağustos 2013

“Sen sen misin, yoksa başkası mı?”
40.000 insanın birkaç saniye içinde ölmesine sebep olan manzarayı Nagazaki’de gören ünlü filozof Bronowski böyle sormuştu.

Utanç içinde sorulan bu sorunun cevabı elbette ki “medeni” olarak bildiğimiz insanlık alemiydi. Bugün Mısır’da yaşanan cinayet ve soykırıma seyirci kalan dünyayı anlamak da mümkün değil. Türkiye dışında onurlu bir tavır sergileyen hiçbir ülke yok. Taksim Gezi Parkı için ayağa kalkan BM, ABD, AB ve diğer güç odakları dillerini yutmuş gibi suspus olmuşlar.

Tefessüh etmiş bir ahlak anlayışı bu… İletişimin şaha kalktığı bir dönemde, televizyonlarda dizi film seyreder gibi, Mısır’da günahsız sivilllerin üzerine ölüm kusan makinalı tüfekleri görup sessiz kalanlar insan olabilir mi?
Kadın, çocuk demeden vurulan, yerlerde sürüklenen, suçsuz yere zindanlara atılan zavallı insanların feryadını duymamak hangi vicdanlara sığar? Sadece insan gibi yaşamak isteyen Mısır halkının sesine kulak veren yok.

Medya etiğinden, basın ahlakından ve insan haklarından dem vuranlar nerede şimdi? Dün Gezi eylemcileri için dünyayı ayağa kaldıran, sosyal medyada yaygara koparan sivil dayanışma platformları dillerini mi yuttu?

Her türlü ahlaksızlığa ve çürümeye rağmen, bir avuç dürüst ve cesur insan hala var dünyamızda. Ama ne yazık ki onları da duyamıyoruz. Zira Batı’nın kontrolündeki medya onların sesini duyurmuyor.
Neredesin ey insanlık? “Sen sen misin, yoksa başkası mısın güzelim?” diye sormaktan kendimizi alamıyoruz. Ve adeta Mısır’la özdeşleşen Akif’in diliyle feryat ediyoruz:
“Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?
Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!”

[email protected]




GÖRÜŞ

Doğru bildiğimiz yanlışlar…
Kemal Çiftçi
1 Kasım 2013

“Önce doğruyu bilmek gerekir. Doğru bilinirse yanlış da bilinir. Ama önce yanlış bilinirse doğruya ulaşılamaz.” Farabi böyle diyordu asırlar öncsinden.

Bugünlerde, Kurban Bayramı vesilesiyle sıkça beslenme alışkanlıklarımız ve diyet konuları gündeme gelmeye başladı. Ben de bunu fırsat bilerek çok önemli bir konuya temas etmek istiyorum. Beslenme alışkanlıklarımız ve çağdaş hastalıklar…

Çağdaş hastalıkların en önemli sebeplerinden biri yanlış beslenme. Yanlış beslenme sonucunda ortaya çıkan hastalıklar, ilaç sektörünün de etkisiyle çığ gibi büyüyerek insanları öldürmeye devam ediyor. Bugün ilaçlar yüzünden ölen insanların sayısı, savaşlarda ölenlerden daha az değil. Zaten ilaç sektörünün silah sektöründen çok da farkı yok, dersek abartı olmaz. Zira dünya ticaret hacmini oluşturan en büyük 5 sektör arasında ilaç ve silah endüstrileri var. Silah endüstrisinin yıllık toplam hacmi 2 trilyon dolar iken, ilaç endüstrisi için bu rakam 1 trilyon doları geçiyor.

Bu rakamlar üzerinde biraz düşünelim. Bir kıyaslama yapmak gerekirse: Dünyada açlıktan ölme tehlikesi ile karşı karşıya olan yüzmilyonlarca insanın kurtulması için gerekli olan para sadec 19 milyar dolar. Bu para, silah ve ilaç endüstrisine yatıırlan paranın yanında devede kulak bile değil.

Son iki yüzyıldır dünyaya hakim olan Batı, her şeyi sömürdüğü gibi, bilimi de bir araç olarak kullanmaktan geri kalmadı. Dev gıda ve ilaç firmalarının gölgesinde çalışan tıp dünyası, insanoğluna çok büyük kötülükler yaptı. Araştırmacı Erdoğan Yeşilöz’ün tespitlerine göre, insan bedeninin en büyük gıda ihtiyacı yağ olduğu halde, insanlara şöyle dendi: “En az % 80 unlu ve şekerli gıda yiyin, yağlardan kaçın. En fazla % 20 yağ alın”.

1950’li yıllardan itibaren Tereyağı düşman ilan edildi. Zira o dönemde margarinler piyasaya sürüldü.

Bir taraftan un ve şeker tüketimi teşvik edildi. Öte yandan yapay yöntemlerle un ve şekerin beyazı elde edilip piyasaya sürüldü. Bunun sonucunda insanlar sağlıksız ve şişman olmaya başladılar. Bugün ABD’de hastalık derecesinde şişman diye tarif edebileceğimiz obezlerin nüfus içindeki oranı % 70’leri çoktan aşmış. 25 yaşındaki gençlerin kalplerinden baypas ameliyatı olmaları normal karşılanır olmuştur.

Gösterilen onca gayrete rağmen, damarlarının tıkanması korkusuyla yağdan kaçan bu halk içinde, hastalıktan ölümlerin yarısından fazlası hala kalp-damar hastalıkları vesilesiyle yani "damar tıkanıklığı ile" gerçekleşmektedir. Yüksek tansiyon ve yüksek kolesterol tahminlerin çok ötesinde yaygındır.

“Benim hiçbir kronik rahatsızlığım yok.” diyebilen insanlar parmakla gösterilecek derecede azalmıştır. Tıbbın bu derece geliştiği bir çağda, tıbbın imkanlarından dünyada en fazla oranda faydalanan Amerikan halkının düştüğü bu korkunç ve acı durum, insan vücudunun karbonhidrat (un-şeker) ile değil de yağ ile çalıştığının açık delillerindendir.

Eskimolar, milyonlarca yıldır tek bir gram karbonhidrat (Un-şeker-pirinç) almadan yaşamaktadırlar. Çünkü, eksi 50 derece sıcaklıkta ne buğday ve ne de pirinç, patates, mısır, şeker pancarı yetiştirmek mümkün değildir. Dolayısıyla, enerjilerinin neredeyse %60-80’ini yağdan alarak yaşamaktadırlar. Batı “gıda sanayii” ve “ilaç sanayisinin” söyledikleri doğru olsaydı, Eskimoların 30 yaşına ulaşamadan kalpten ölmeleri ve yeryüzünden şimdiye kadar çoktan silinmiş olmaları gerekirdi ! Buna rağmen hem vücutları, hem de kalpleri o zor şartlarda kolayca yaşayacak kadar dayanıklıdır !

İnsanoğlu yağ ile çalışmak üzere yaratıldığından, yeterli miktarda yağ aldığında doyma mekanizması devreye girer ve kişi doyar. Oysa karbonhidrat (un-şeker) insanda doygunluk oluşturmayı bırakın, kan şekeri seviyesini önce hızla yükseltip, sonra da hızla normalin altına düşürttüğü için, kısaca gereksiz yere dalgalandırdığı için, insanı sürekli acıktırmaktadır.

Sadece elli-yüz yıl önce binde değerlerle ölçülen şeker hastalarının sayısı, şu anda gelişmiş toplumlarda % 10’un üzerine çıkmıştır (7 kişide 1 kişi). Hasta sayıları milyonlarla ifade edilir hale gelmiştir. Şeker hastalığı (Tip 2), yıllarca yağ yerine, yağdan kaçıp aşırı miktarda beyaz un ve şeker yedikten sonra artık vücudun bu zararlı beyaz karbonhidratları (beyaz un ve şekeri) sindirememesi hastalığıdır. Şeker hastalığı, yağ bulamama durumunda kullanılması gereken ve kapasitesi sadece saatte 25 ile 50 gram arasında olan, insan vücudundaki minik yedek un-şeker jeneratörünün 40 yıl aralıksız kullanılması ve bunun sonucunda bozulması hastalığıdır. Batıdaki "gıda sanayii, tıp sanayii ve ilaç sanayii" bu açık gerçeği “Henüz şeker hastalığının sebebini bulamadık” biçimindeki bir yalanla ile gizlemeye çalışmaktadır.

Aslında hasta değiliz! Ama çoğu zaman ilaç devleri pazarlama illüzyonuyla hepimizi “hasta etmek”, her sağlıklı insana ilaç satmak istiyor.” Ve uydurma hastalıkların profesyonellerce yaratılıp bu hayal topluma pazarlanıyor. Sonra bu hastalıkların tedavisi için yan etkileri bol kimyasalların insanlara milyar dolarlar karşılığı içiriliyor. “Satılık Hastalıklar”, sağlık alanında uzmanlaşmış dünyaca ünlü Avustralyalı bir gazeteci ile, ilaç politikaları üzerinde uzmanlaşmış Kanadalı bir araştırmacının titiz çalışmalarının ürünü. İkili, büyük ilaç firmalarının “mallarını” sağlıklı insanlara da satabilmek için uyguladığı manipülasyon taktiklerini, pazarlama yalanlarını derlemiş! Tamamı belgeli ve kaynak gösterilerek…

Dünyayı ilaç bataklığına çevirmek isteyen profesyonel hastalık satıcıları insanları zayıf noktalarından vurmaya çalışıyor. Bir bakıma korkuyu pazarlıyor. Günlük hayatın sıradan iniş çıkışlarını mı yaşıyorsunuz? Yafta hazır; psikiyatrik hastalığınız var. Ya da çocuğunuzda ergenlik çağının basit gerilimleri mi var? İlaç şirketlerine göre bu da tedavi edilmesi gereken bir hastalık. Üstelik insanı intihara bile sürükleyecek yan etkilere sahip ilaçları ömür boyu kullanarak…

Kolesterol tuzaklarına ne demeli? Kolesterolün vücut için olmazsa olmaz bir madde olduğunu unutturup, yabancı düşman bir maddeymiş gibi gösteriyorlar. Kolesteroldeki hafif yükselmenin bile kalp krizi riskini oluşturan en önemli etken olduğu yalanını pazarlayarak insanların üçte birine avuç dolusu ilaç içiriyorlar.

Ama bütün bunları yaparken alkol, sigara, beslenme ve yaşam düzeni gibi en önemli etkenleri kulak arkası yapıyorlar. Oysa asıl olan hasta olmamayı öğrenmek. Yani koruyucu hekimlik. Ama birileri bunu istemiyor. Zira bunu yaptığınız zaman ilaç endüstrisi bu kadar para kazanamayacak.




GÖRÜŞ

Profesöre verilen değer
Kemal Çiftçi
6 Kasım 2013

“Marifet iltifata tabidir. Müşterisiz mal zayidir” demiş eskiler. Yani bir şeyin değer kazanması için ona gösterilen ilgi ve alaka önemli.

Bir ülkede bilimin gelişmesi isteniyorsa, öncelikle bilim adamlarına değer verilmesi gerekiyor. Bu bakımdan profesörlerin aldığı maaş en önemli göstergelerden biri.

New York Times gazetesinde yayınlanan bir araştırma, farklı ülkelerdeki professor maaşlarını alım gücüne göre sıralamış. Listenin en başında sırasıyla Kanada, İtalya, Güney Afrika, Hindistan ve ABD var. Bu listeye göre Türkiye, 20. srada. Rusya ve Çin ise listenin en sonlarında.

28 ülkede yürütülen araştırma, Uluslararsı Yüksek Öğretim Merkezinden (Center for International Higher Education) Philip Altbach ve arkadaşları tarafından gerçekleştirilmiş. Bu araştırma, aynı zamanda beyin göçünün sebeplerini de ortaya koyuyor. Böylece hangi ülkelerin neden beyin göçü verdiğini de daha net görebiliyoruz.

Mesela Çin’de yeni göreve başlayan bir öğretim üyesinin maaşı sadece 259 dolar. Listenin en başında yer alan Kanada’da başlangıç maaşı 5.733 dolar. Ortalama professor maaşı ise 9.485 dolar. ABD’de ise bu rakamlar 4.950 ve 7.358.
Listede yer alan ülkeler arasında Etyopya’nın durumu ilginç. 1.207 dolarla sondan dördüncü sırada yeralan bu ülke, alım gücüne bakıldığında oldukça yüksek maaş ödüyor aslında. Zira GSMH’nın tam 23 katı. Oysa ABD, Almanya veya Avustralya gibi ülkelerde bu rakam GSMH’nın iki katı. Bu demektir ki Etyopya gerçekten de bilim adamlarına çok büyük değer veriyor. Rusya ise profesörlere GSMH’nın da altında bir ücret ödüyor. Bu da gösteriyor ki, bu ülkede beyin göçünün yaşanaması hiç de tesadüf değil. Rusya ve Çin’de, öğretim üyeleri geçinebilmek için ek işler yapmak zorundalar.
Türkiye’nin 20.sıraya yükselmiş olması sevindirici bir durum. Ama henüz yeterli değil. Zira 2023 hedeflerini yakalayabilmemiz için bu konuda da ciddi bir mesafe katetmemiz gerekiyor.




GÖRÜŞ

Yaklaşan çevre felaketleri!
Kemal Çiftçi yazdı:
21 Kasım 2013

Geçtiğimiz günlerde Filipinler’de yaşanan korkunç tayfun felaketi, bir kere daha çevre konusunu gündeme getirdi. Filipinler’den sonra Viyetnam da tayfundan nasibini aldı. Yakın zamanda ABD ve İtalya’da da sel baskınları dolayısiyle can kayıpları yaşandı. Bütün bunlar, yaklaşmakta olan çevre felekatlerinin ayak sesleri aslında.

Modern insan sanayileşirken sadece karaları ve suları kirletmekle kalmadı, aynı zamanda atmosferin de dengesini alt üst etti. Bu yüzden atmosferde meydana gelen sıcaklık artışı sonucu dünyada mevsimler ve iklim olayları değişime uğradı. Böylece buzullar hızla erimeye başladı. Ardından deniz seviyesi yüksldi ve çeşitli yerlerde kara parçaları sular altında kaldı. Bu gidişatın böyle devam etmesi durumunda, yakında çok daha büyük felaketler yaşanacağı muhakkak.

Grönland’daki tüm buz dağları eridiği takdirde deniz seviyesi 65 cm. daha yükselecek. National Geographic dergisinin online olarak yayınladığı haritaya göre yakında birçok ülkenin vatandaşları kendilerine yeni vatanlar bulmak zorunda kalacak.

Mesela İngilitere’nin doğu kısmı, Danimarka’nın büyük çoğunluğu, ABD’nin doğu kıyıları, Bangaldeş ve Çin’in, hatta Hindistan’ın çok önemli kısmı sular altında kalacak. Bununla da bitmiyor. Karadeniz ile Hazar Denizi birleşecek. Avustarlya’nın ortasında devasa bir göl oluşacak.

Dünyamızda toplamda 5 milyon metreküpten fazla buzdağı var. Bunların tamamının erimesi 5.000 yıl sürecek. Atmosfere karbokdioksit salınımı bu şekilde devam ettiği takdirde dünyadaki tüm buzdağları eriyecek ve dünyanın ortalama sıcaklığı mevcudun yüzde ellisi kadar artacak.

Bütün bu iklim değişikliklerinden en sağlam çıkacak olan kıta ise Afrika görünüyor. Batı dünyasının ve özellikle de Çin’in neden Afrika’ya aşırı ilgi gösterdiği şimdi daha iyi anlaşılıyor.








GÖRÜŞ

Diyarbakır’ı yakından tanımak…
Kemal Çiftçi
9 Aralık 2013

Batılıların icadı olan oryantalizm şablonuna göre Doğu geridir. En iyimser yorumuyla Doğu az gelişmiştir ve Batı’nın aklı olmadan kendi kendini idare edemez. Bunun içindir ki Batı, zaman zaman Doğu’ya demokrasi götürme ihtiyacı duyar. Bazı ülkeleri döverek adam etmeye çalışır. Irak ve Afganistan bunun en yakın örnekleri…

Bu hastalık, ne yazık ki yüzü Batı’ya dönük olan aydınlarımız tarafından da aynen benimsenmiştir. Bunu o kadar ciddiye alırlar ki, Batı-Doğu karşıtlığı ülkelerin kendi içinde de geçerlidir. Onlara göre Batı her zaman Doğu'dan üstündür. Hiçbir ayırım yapmadan, Batı'nın Doğu'dan üstün olduğunu düşünürler.. Batı Avrupa, Doğu Avrupa'dan daha ileridir. Avrupa Asya'dan daha ileridir vb... Bu mantığa göre, Batı Anadolu da Doğu Anadolu'dan üstündür. Önyargılar devam eder gider. Buna göre Batı’ya ait tüm değerler iyidir. Doğu’ya ait olan tüm değerler kötüdür. Bu yüzden Hristiyanlık ve Yahudilik söz “dini özgürlük” alanına girer. Ama İslam söz konusu olduğunda hemen irticadan bahseder.

Bu oryantalist bakışın ürünü olarak, geçmiş yıllarda yaşanan bir olay her şeyi çok net olarak anlatmaktadır. 11 Eylül sonrası ABD’de bir çocuk köpeğin saldırısına uğrar. Orada bulunan Pakistan asıllı bir genç hemen yardıma koşar ve çocuğu köpeğin ağzından kurtarır. Bunu yapabilmek için de mecburen köpeğin boğazını sıkarak onu etkisiz hale getirir. Olayı görüntüleyen medya o genç ile röportaj yapar. Röportajı yapan muhabir, ertesi gün planladığı manşeti şöyle hazırlar: “Kahraman Amerikalı genç, çocuğu köpeğin elinden kurtardı”. Bunu duyan kahraman genç bir düzeltme yapmak ister ve der ki, “Ben Pakistanlıyım, Amerikalı değil.”. Muhabir bu bilgiyi notlarına ekler ve ertesi gün gazetede haberin başlığı şöyledir: “Pakistanlı vahşi genç, parkta köpeği boğdu”. İşte oryantalist bakışı açısı her olaya bu gözlükle bakar.

Geçtiğimiz günlerde Dicle Üniversitesi’nin daveti üzerine Diyarbakır’a gittim. Orada geçirdiğim iki gün sonunda doğu Anadolu’nun bugüne kadar medya tarafından ne kadar yanlış tanıtıldığını bir kere daha gördüm. Zira son otuz yıldır, diğer doğu illerimizi gibi, Diyarbakır da hep terörle, yoksullukla ve geri kalmışlıkla anılır oldu. Oysa burada çok kadim bir medeniyet olduğundan hiç söz edilmiyor. Zengin tarihi ve kültürel değerleri asla gündeme gelmiyor. Diyarbakır’ın 639 yılından İslam ile şereflenmiş mübarek bir belde olduğunu hatırlayan yok. Diyarbakır’ın bağrında yatan Peygamberler, sahabeler ve evliyalar tanıtılmıyor. Burasının yer altı ve yer üstü kaynakları bilinmiyor. Diyarbakır’ın verimli tarım arazileri ve dünya çapındaki turizm potansiyeli yeterince anlatılmıyor. Hele de Diyarbakır’da bulunan Dicle Üniversitesinin ne kadar önemli bir ilim yuvası olduğu hiç gündeme gelmiyor. Türkiye’nin en köklü Tıp Fakülteelerinden birine sahip olan Dicle Üniversitesi, 5 ihtisas hastanesi ile sadece Türkiye’nin doğusuna sağlık hizmeti vermekle kalmıyor, aynı zamanda komşu ülkeler için de bir umut kapısı olmuş. Irak’ta, Suriye’de, İran’da ve daha başka ülkelerde çözülemeyen en girift sağlık problemleri bile Diyarbakır’da başarılı bir şekilde çözüme kavuşturuluyor.

Umuyoruz ki, Diyarbakırlı doktorlar nasıl tüm bölgeye şifa dağıtıyorrsa, engin gönüllü Doğu insanının irfanı devreye girer ve aynı şekilde topyekün ülkemiz huzura kavuşur. Böylece de Diyarbakır’ın terörle anılan imajı geride kalır ve hep güzellikleriyle gündemde olur. İşte o zaman Diyarbakır insanı hızla kalkınır. Ve doğusuyla batısıyla, Türkiye’de herkes bundan kazançlı çıkar.
[email protected]




YORUM

Operasyon kime karşı yapıldı?
Kemal Çiftçi
23 Aralık 2013

Evvel zaman içinde, bir kurt ormanda dolaşırken tilki ile karşılaşır. Bir de bakar ki, tilki bir ağacın gölgesinde keyif çatıyor. Tilkiye doğru bakan kurdun gözü, ağacın dalında asılı duran koyun cesedine takılır. Tam bu sırada tilki kurda seslenir: “Hey kurt kardeş, ağaçtaki koyun senin nasibin.” Bu teklife şaşıran kurt, “Tilki kardeş, sen neden yemiyorsun ki? diye sorar. Tilki hemen cevabını yapıştırır: “Ben niyetli olduğum için yemiyorum”.

Bunun üzerine kurt ağaca yaklaşıp koyunu asılı olduğu yerden indirmeye çalışır. Bu arada büyük bir gümbürtü kopar. Meğerse koyunla birlikte bir de bomba dala asılmıştır.

Bombanın patlamasıyla birlikte kurt ağır yaralanıp yere düşer. Bunun üzerine tilki olduğu yerden kalkar ve yere düşmüş olan koyun cesedini iştahla yemeye başlar.

Tilkinin bu hareketini gören kurt, şaşkınlık içinde sorar: “Az önce oruçlu olduğunu söylemiştin ya?”. Kurnaz tilki, “Doğru ama biraz önce top patladı, duymadın mı?” diyerek yemeye devam eder.

“Temsilde hata olmaz” demiş atalarımız. Buradan çıkarılacak olan ders: Görüntü her zaman yanıltıcıdır. Her olayın görünen tarafı var, görünmeyen tarafı var.

Son zamanlarda Türkiye’de yürütülen kampanyalara ve operasyonlara bu gözle bakmak gerekiyor. Asıl sorulması gereken soru şu: Bu operasyonların hedefinde kim var?

İlk bakışta hedef Başbakan gibi görünse de bu çok eksik bir tanımlama. Mevcut hükümet veya Ak Parti ile iş de bitmiyor. Asıl hedef Türkiye… Her yönden çağ atlamış, ekonomisiyle ve altyapısıyla güçlenmiş bir Türkiye var şimdi. Dünyanın kurulu düzenine “hayır” diyebilen bir Türkiye. Menderes’in ve Özal’ın kazanımları ile önemli mesafeler katetmiş ve bilhassa son 10 yılda şaha kalkmış bir Türkiye var ortada.

Hedefteki sadece Türkiye de değil aslında. Tüm İslam dünyası var. Zira mazlumların sesine kulak veren ve gerektiğinde onların imdadına yetişebilen sadece Türkiye kaldı. Irak ve Suriye’nin durumu malum. Mısır’ın eli kolu bağlı. İrada İsrail’in önünde diz çöktü. Geriye kim kaldı?

Geçmişte Sultan Abdulhamit’e Kızıl Sultan deyip onu iktidardan uzaklaştıranlar sonunda Osmanlı nasıl paramparça olduğunu gözleriyle görmediler mi?.

Peki, bu operasyonların perde arkasında kimler var? Yıllarca sağ-sol, alevi-sünni, laik-İslamcı, Kürt-Türk diye kendi içinde çarpışan ve yerinde sayan ve zayıf olduğu için de teslimiyetçi politikalar güden bir Türkiye yok artık. Bütün yüklerinden kurtulmuş ve ayaklarının üzerinde duran bir Türkiye kimleri rahatsız ediyorsa onlar var. Dahası, dost ve komşu ülkelerle kurduğu ilişkiler sayesinde bölgenin enerji havsasına dönüşüp güç kazanan bir Türkiye’nin varlığı dostları sevindirdiği gibi, düşmanları rahatsız ediyor. Mazlumlara el uzatan, zalimlere “dur” diyebilen bir Türkiye kimleri rahatsız ediyorsa onlar var bu işin arkasında. Gerisi teferruat.

Rahmetli S.Ahmet Arvasi’nin anlattığı bir hikayeyi hatırlıyorum. Bir Amerikalı tanıdığı ile sohbet ediyorlarmuş. O Amerikalı Türk-Amerikan dostluğundan bahseder. En sonunda şu soruyu sormuş, Amerikalı dostuna: “Madem Amerika bizi o kadar seviyor. O zaman bize yardım etsin de nükleer enerjiye geçelim. Aldığı cevap çok manidar : “Evet, Türkiye müttefikimiz ama okadar da değil. Bir Fatih’in, Yavuz’un elinde nükleer güç olmasnı elbette istemeyiz.” Başka söze hacet var mı?

2023 ve 2071 hedeflerine kilitlenmiş bir Türkiye kimin işine gelir, kimi rahatsız eder? Herkesin buna göre vaziyet almasından daha doğal ne olabilir ki?

[email protected]





GÖRÜŞ

Abdulkadir Molla ve İslam dünyasında yaşananlar
Kemal Çiftçi yazdı:
9 Ocak 2014

Son zamanlarda İslam dünyasında çok ibret verici olaylar yaşanıyor ne yazık ki. Her tarafta kan ve gözyaşı var. Olaylara bütüncül bir bakışı açısıyla bakıldığında her şeyin gizli bir el tarafından yönetildiğini görebiliyorsunuz. 2013 yılına kısa bir göz atarsak dikkat çekici başlıklar olarak şunları görebiliriz: Gezi Olayları, Mısır’daki darbe, Suriye’de raydan çıkan gelişmeler, Irak’ın yeniden karışması, Libya ve Tunus’ta yaşananlar, Orta Afrika Cumhuriyeti’ndeki iç çatışmalar ve Türkiye’de 17 Aralık’ta başlayan operasyonlar zinciri. Bunların hiçbiri tesadüf değil. Ve hepsi birbirini tamamlayan halkalar.

Geçtiğimiz yıla damgasını vuran olaylardan biri de Abdulkadir Molla’nın idamı. Bangladeşli alim Abdulkadir Molla, tüm dünyanın gözleri önünde haksız yere idam edildi. Tek suçu, Müslümanların birlik olmasını istemek. İngilizler, sömürgeci olarak bulundukları Hindistan’da barınamayacaklarını anladıkları için önce o ülkenin içinden bir Pakistan çıkardılar. Daha sonra ise Doğu Pakistan’ı da ayırıp Bangladeş adıyla bir üçüncü parça oluşturdular. Oysa bugün Hindistan tek parça olsaydı o ülkede Müslümanlar 500 milyon ile çoğunluk olacaklardı. Abdulkadir Molla’nın tek suçu, böyle düşünmesiydi. Yani sadece düşüncelerinden dolayı idam edildi. (Hani düşünce suçu, suç değildi? Türkiye’de gazetecilerin hapse atılmasından rahatsız olan Batı medyası ve insan hakları savunucuları neden bu konuda sessiz kaldılar acaba?)

Prof. Muhammed Hamidullah da sırf böyle düşündüğü için İngilizler tarafından “istenmeyen adam” ilan edilmişti. Anavatanı olan Hindistan’a ve İngiltere’ye girişi yasaklandı. Bütün ömrünü gurbette geçirdi.

Menderes neden idam edildi? O da Abdulkadir Molla gibi düşündü. Parçalayıcı değil, bilakis bütünleştirici olma taraftarıydı. Bağdat paktı adıyla İran, Pakistan ve Irak’ı içine alan bir birliğe imza atanlardan biriydi.

Bağdat Paktı, Türkiye ile Irak arasında 24 Şubat 1955 tarihinde imzalanan Karşılıklı İşbirliği Antlaşması’na İngiltere’nin (4 Nisan), Pakistan’ın (23 Eylül) ve İran’ın (3 Kasım) katılması ile oluşan bir karşılıklı güvenlik ve savunma örgütüdür. ABD ise paktta gözlemci üye olarak yer alacaktı.

Türkiye ile Pakistan arasında imzalanan Dostluk ve İşbirliği Antlaşması ise kuruluş için önemli aşamalardan biridir. Bu anlaşma ile Türkiye ve Pakistan uluslararası sorunlarda görüş alışverişinde bulunmayı ve başka ülkelerin katılımını da desteklemeyi imza altına almışlardı.

1954 Ekim’inde ise Ankara’yı ziyaret eden Nuri Said Paşa Türkiye ve Irak ‘ın Ortadoğu’da bir savunma örgütü oluşturmayı kararlaştırdıklarını açıklıyor ve Türkiye-Irak Karşılıklı İşbirliği Antlaşması imzalanıyordu.

Ve Menderes, bunun bedelini hayatıyla ödedi. Daha sonra o imzayı atan diğer liderler de benzer şekilde cezalandırıldılar.

İşin özeti şu: Müslümanların birlik olması istenmiyor. “Böl, parçala, yönet” anlayışı sinsice çalışıyor. Bize düşen ise bu şeytani oyunu görmek ve ona karşı strateji geliştirmek. .

“Hep birden sımsıkı Allah'ın ipine sarılın ve ayrılığa düşmeyin. Allah'ın üzerinizdeki nimetini de hatırlayın ki, siz birbirinize düşman iken, kalplerinizi kaynaştırdı da Onun nimeti sayesinde kardeş oluverdiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarındaydınız; O sizi oraya düşmekten kurtardı. Doğru yola erişmeniz için, Allah size âyetlerini işte böyle açıklıyor”.( Âl-i İmrân suresi/ 103).





GÖRÜŞ

AKIL TUTULMASI
Kemal Çiftçi yazdı:
17 Ocak 2014

Çevremize şöyle bir bakalım. Yaşadığımız tüm problemlerin (kişisel, kurumsal, sosyal, ulusal veya global) temelinde akıl tutulması var. Evet, aklımızı yeterince kullanmıyoruz. Tüm dünyada bir akıl krizi var.

“Yemin olsun, şeytan, içinizden birçok nesli saptırmıştı. Aklınızı hiç işletmiyor muydunuz? Alın size, tehdit edildiğiniz cehennem!” (Sure 36:62-63)
Kuran’ı Kerimde, “akıl”, “akletmek”, “düşünmek” anlamına gelen ifadeler toplamda 750 defa tekrarlanıyor. Bunun elbette bir hikmeti olmalı. Hadis-i şeriflerde de aklımızı kullanmayı öğütleyen çok sayıda ifade var.

Bundan iki yıl önce yazdığım bir makaleyi, görülen lüzum üzerine burada bir kere daha tekrar etmek istiyorum. Zira içinde bulunduğumuz dönemde, her zamankinden daha çok akla ihtiyacımız var.
Geleceğimizi yoluna koymak ve anlamlı bir ıslah girişiminde bulunmak istiyorsak, çok sağlıklı bir durum tespiti yapmak zorundayız. Ümmetin içinde bulunduğu kriz bir inanç ve düşünce krizi mi? Yoksa yöntemlerimizde mi bir sorun var? Esas olan araçlar mı yoksa amaçlar mı? Ciddi bir çalışmaya başlamak için bu mesele çıkış noktamız olmalı.

Düşünce yöntemlerimizi değiştirmek ve yaklaşımlarımızı düzeltmek zorundayız. Aksi takdirde Müslüman zihni hiçbir şeye karşı eleştirel ve derin bir bakış geliştiremeyecektir. Ve bu yüzden bir başarısız çözüm arayışından diğerine sürüklenip durduk bugüne kadar. Mevcut durumun devam etmesi ise, daha çok bölünmeye ve çöküşe sebep olacaktır.

Prof. Dr. Abdulhamid A. Ebu Süleyman tarafından yazılan ve Mahya Yayınları tarafından Türkçeye kazandırılan “Müslüman Aklın Krizi” bu açıdan çok önemli. Mutlaka okunması gereken bir kitap. Aslen Suudi Arabistanlı olan yazar, Malezya İslam Üniversitesi’nin kurucu rektörü aynı zamanda. Yazarın bu özelliği kitabı daha da anlamlı kılıyor. Zira Malezya İslam Üniversitesi, bilim ve düşüncenin İslamileştirilmesi yolunda çok önemli çalışmalar yapan kurumların başında geliyor. Nitekim Türkiye’den de son zamanlarda çok sayıda akademisyen bu üniversitede araştırmalar yaptı ve öğretim üyesi olarak bulundu.

Şüphesiz bu kitap, medeniyetimizin çöküşünde en önemli sebep olarak görülen entelektüel ve kültürel gerileyişimizin sebepleri konusunda yapılacak araştırmalara daha fazla katkı sağlayacaktır. Zira düşünsel krizlerin kökenlerine inilmemesi, ıslah girişimlerini kriz belirtileriyle uğraşmakla sınırlandıracak ve hastalık katlanarak büyüyecektir.
Müslüman Aklın Krizi, özgün araştırmalara ve gündemlere kapı aralama yolunda atılmış önemli bir adım.

Yazının başında, tüm dünyada bir akıl krizi olduğundan söz etmiştim. İslam dünyasının da içinde bulunduğu bir kesimde akı yeterince kullanılmıyor. Dünyanın geri kalan kısmında ise, Batı dünyası başta olmak üzere, aklı putlaştırma problemi var. Rasyonalizmin ve pozitivizmin etkisinde olan Batı, aklı sonuna kadar kullanıyor. Hatta daha da öteye geçip akıl ilahlaştırmışlar. Ama vicdanlar susmuş. Vicdanın olmadığı yerde de akıl çoğu zaman faydadan çok zarar getirebiliyor.

Kısacası, “ya hep ya hiç” seçeneği söz konusu. Sonuçta her iki durum da insanlığın problemlerini azaltmıyor, bilakis çoğaltıyor. Peki çözüm ne? Elbette aklı bir araç olarak kullanmak. Vahyin ve ilmin rehberliğinde...





GÖRÜŞ

YORUMSUZ
Kemal Çiftçi

İmandan, gümandan, esen külekten
Bu millet bir nice yere bölündü.
Biri öbürünü iğnelemekten
Sanki çevrilerek akrebe döndü.

Bu ona şer atar, o buna bühtan
Allah kendi yetsin feryadımıza
Bıkıp kendimizi damgalamaktan
Şimdi de geçmişiz ecdadımıza.

Türk dünyasının en önemli milli şairlerinden Bahtiyar Vahapzade böyle diyor.

Bundan tam yüz yıl önce Bediüzzaman Said Nursi şöyle demişti:
“Ben tokadımı Antranik'le beraber Enver'e; Venizelos ile beraber Said Halim'e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir.."

Osmanlı’yı Birinci Dünya Savaşına soktuğu için Enver Paşa çok eleştirildi. Sarıkamış hezimeti dolayısıyla de hala eleştirilerin hedefindedir. Ama bütün bunlar, onun kahramanlıklarını yok saymamızı gerektirmez.

Zira bizim için gurur kaynağı olan Çanakkale Destanı yazıldığında o, Harbiye Nazırı idi. İstiklal Savaşını gerçekleştiren ordu da onun döneminde gerekli eğitim ve teçhizatla donandı.

Enver Paşa, Mondros Mütarekesinden önce, Komünist İhtilâlinin yapıldığı Rusya'ya gitti. Oradan da bağımsızlığını ilân etmiş olan Buhara'ya geçti ve Türkistan’ı topyekün işgale kalkışan Ruslara karşı çetin bir direniş başlattı. Önce başarılı oldu. Ama Rusya’dan büyük kuvvetler sevk edilince bozguna uğradı. Afganistan kralı kendisini ülkesine davet ettiyse de, o çarpışmaya devam etti ve Pamir dağlarının eteklerinde, bugünkü Tacikistan’da Rus saflarına hücum ederken şehid düştü.
Bediüzzaman'ın, "Ben tokadımı Antranik'le beraber Enver'e vurmam.." dediği günlerde Osmanlı İmparatorluğunun eski Harbiye Nazırı ve Başkumandanı, İslâm dünyasının en yüce âlimlerini yetiştirmiş, İslâm medeniyetinin unutulmaz merkezlerinden birisi olmuş, ve bir zamanlar Harzemşâhlar devletine başkentlik yapmış Buhara’da Ruslara karşı kurtuluş savaşını yürütüyordu. Bediüzzaman, "Bir Ermeni komitacısı olan Antranik'le, Osmanlı Devletinin Harbiye Nazırı Enver Paşa'yı bir tutmam” diyordu.

Peki Antranik Paşa kimdir?

Birinci Dünya Savaşından önce Türklere karşı kurulan Ermeni çetelerinin en ünlü komutanıdır. l865 yılında Şebinkarahisar'da doğdu. Çocukluğunda İstanbul'a geldi, bir süre işçi olarak çalıştıktan sonra l884-l896 yıllarında Ermenilerin Bitlis, Muş ve Van'da çıkardıkları isyanlara katıldı. l90l yılında çıkan Muş isyanında isim yaptı ve 'Antranik Paşa' unvanını aldı.

l905 yılında Bulgaristan'a geçti. İsviçre, İngiltere ve Fransa'ya gitti. l9l2 yılında tekrar Bulgaristan'a döndü ve Balkan Savaşları'nda Osmanlılara karşı Bulgar subayı olarak savaştı.

l9l4'de Birinci Dünya Savaşı başladığında, Rusya'ya geçti ve Tiflis'te çete kurarak, Rus ordusu saflarında Osmanlı kuvvetlerine karşı savaştı. l9l8 Sovyet ihtilali, Şebinkarahisarlı Antranik'e 'general' ünvanını verdi. Kafkasya Ermenistanı askeri bakımdan onun yönetimindeydi. Bu arada Ruslar çekilmeye başlayınca, Türk ordularına karşı Erzurum'u elinde tutan Ermeni birliklerinin başına geçti. Fakat Ermeni birlikleri dağılınca, tekrar Rusya'ya kaçtı. Ancak Sovyetler'den gereken ilgiyi göremeyince, Erivan'a geçti.

Erivan'dan Tiflis'e döndü ve Avrupa'ya geçerek oradan Amerika'ya ulaştı. l922'den l927'ye kadar Amerika'da yaşadı ve orada öldü. Kemikleri l928'de Amerika'dan alınarak Paris'e götürüldü ve orada Pere La Chaisse mezarlığına gömüldü. Doğumunun yüzüncü yıldönümünde, yani l965'te dünyanın her yerinde Ermeniler tarafından anıldı. Hatta Ermenistan'da bir kasabaya Şebinkarahisar adı verilerek Antranik’in heykeli dikildi.

Yoruma gerek var mı? Yine Bahtiyar Vahapzade’nin bir dörtlüğü ile bitirelim:

Hakkı ayaklarız biz hak adına
Dil uzun, el kısa, fikir derbeder
Ya Rab! Bu dünyada öz ecdadına
Çirkef atan var mı bu millet kadar?




GÖRÜŞ

Kemal Çiftçi yazdı: BURSA’DA ZAMAN

Ortalık toz-duman. Kasetler, tapeler, dedikodular ve her türlü şantaj havada uçuşuyor. İnsanların kafası fena halde karışmış durumda. Kısacası tarihimizin en kirli kara propaganda savaşları ile karşı karşıyayız. Bütün bu karmaşa içinde nefes alacak bir yer yok mu, derken yolumuz Bursa’ya düştü ve Tanpınar’ın meşhur şiirini yad ettik.

Bursa'da bir eski cami avlusu,
Küçük şadırvanda şakırdıyan su;
Orhan zamanından kalma bir duvar...
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar
Eliyor dört yana sakin bir günü.
Bir rüyadan arta kalmanın hüznü
İçinde gülüyor bana derinden.
Yüzlerce çeşmenin serinliğinden
Ovanın yeşili göğün mavisi
Ve mimarîlerin en ilâhisi.

Gerçekten de Uludağ’ın o temiz havasını solurken Bursa’nın tarihi çarşılarında dolaşmak insanı başka bir âleme götürüyor. Mustafa Özel, “İstikbal köklerdedir” demişti.

Ve bu arada Ulu Camii’nin o uhrevi havasını teneffüs etmek… Oradaki estetik güzellikleri seyretmek, sanatın ve bilimin mükemmel uyumunu görmek rahatlatıyor insanı. Ama aynı zamanda ister istemez soruyoruz: Atalarımız altı yüz yılı aşkın bir süre önce bu muhteşem eseri nasıl ortaya koymuşlar? Camiinin ahşap minberi bile başlı başına muazzam bir sanat eseri. Minberin iki yanına nakşedilmiş olan Samanyolu galaksisi ve Güneş sistemi insanı gerçekten hayrette bırakıyor. Gezegenlerin konumu, büyüklükleri ve yörüngeleri büyük bir hassasiyetle tespit edilmiş.

Dünyanın dört bir tarafından gelen ziyaretçiler hala burayı hayranlıkla inceliyorlar. Peki, biz ne ile meşgulüz? Gelecek nesillere nasıl bir miras bırakıyoruz? İşte bunu sorgulamalıyız.

Bunları düşünürken Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi’ne yolumuz düştü. Garaudy’nin “Cami yapacağınıza, camiler yapacak nesiller yetiştirin.” sözünü hatırladım. Hele oradaki “Bilimin Sultanları” projesini görünce, Garaudy’nin ne kadar haklı olduğunu bir kere daha anladım.

Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin vizyon projesi Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi, Türkiye’nin bilim ve teknoloji alanındaki gelişimine hız kazandırmayı ve bu kapsamdaki ilk örnek olarak tüm Türkiye’ye model olmayı hedeflemiş.

Merkezde yaklaşık 150 deney düzeneği ve özel tasarım galerileri bulunuyor. Yakında deney düzenekleri sayısı 240’ı bulacak. Simülatörler, planeteryum ve özel tasarım galerilerinin de eklenmesiyle Bursa, dünyadaki örnekleriyle rekabet edebilecek muazzam bir merkeze kavuşmuş olacak.
Ayrıca eğitim salonları, kimya ve fizik atölyeleri yanında, çocuklara bilimsel kamplar, atölye çalışmaları ve bilimsel şovlar da yapılmakta. Türkiye’nin en kapsamlı Bilim ve Teknoloji Merkezi’ne Bursa’nın yanı sıra çevre illerden gençler de gelip buradan yararlanabiliyorlar.
Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi, Türkiye’deki mevcut merkezlerin en kapsamlısı. Bu merkezin oluşturulması için Avrupa’dan Orta Doğu’ya, Amerika’dan Güney Afrika’ya kadar birçok ülkedeki örnek bilim merkezleri incelenmiş, onların tecrübelerinden yararlanılmış.

Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu kararı doğrultusunda 2016'ya kadar tüm Büyükşehirlerde, 2023'e kadar ise 81 ilde bilim merkezi kurulması kararlaştırılmış. Bilim merkezi projeleri için 1 milyar liranın üzerinde kaynak ayrılması planlanmış. TÜBİTAK bu kaynak ile bilim merkezlerinde sergiler ve eğitim programları düzenlenmesi gibi konularda destek verecek.
Gelecekte bu ülkeyi yönetecek, bilimi ve sanatı geliştirecek olan kuşaklar böyle yerler sayesinde yetişecekler. Böylesi merkezleri desteklemek, sahip çıkmak ve çoğaltmaktan başka çaremiz yok.

Türkiye böylesine güzel merkezleri yapacak noktaya gelmişse, her şeye rağmen geleceğe ümitle bakmanın vaktidir. Zira güneş balçıkla sıvanmaz. Necip Fazıl’ın ifadesiyle söylersek;
“Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes
Ey kahpe rüzgar artık ne yandan esersen es...”

[email protected]





GÖRÜŞ

Sağduyu ve diyalog
Kemal Çiftçi
10 Mart 2014

Meşhur bir hikâyedir. Kaynanası ile sürekli çatışma yaşayan bir gelin var. Ailedeki huzursuzluk öylesine artmış ki, dayanılmaz bir noktaya ulaşmış. Ve sonunda, hayati bir karar vermek durumuyla karşı karşıya kalmış genç gelin. Ya intihar edip kurtulacak, ya da kaynanasını ortadan kaldıracak. Bir hekime gitmiş. Anlatmış derdini ve çare bulunmasını istemiş. Tecrübeli hekim, "kolay" demiş ve şöyle devam etmiş: "Şimdi sana bir ilaç veriyorum. Bundan her gün bir ölçek kayınvalidenin yemeğine katacaksın. Yalnız bir konuda dikkatli olmalısın. Kimse senden şüphelenmesin diye onunla iyi geçinmeye çalış. Hep güler yüzlü ol."

Gelin, neşe içinde ilacını alıp evine dönmüş. Ve hekimin söylediklerini harfiyen uygulamaya başlamış. Fakat aradan zaman geçtikçe vicdan azabı duymaya başlamış. Zira kaynanası her geçen gün göz göre göre ölüme bir adım daha yaklaşıyor. Üstelik kaynanası ile arasındaki buzlar da zaten erimeye başlamıştı. Sonunda vicdan azabı azami noktaya ulaşmış. Gelin, dayanamayıp yeniden hekimin yolunu tutmuş. Şöyle demiş hekime: "O günden sonra kaynanamla çok iyi geçinmeye başladık. Hatta şimdi onu gerçek annem kadar seviyorum. Zaten o da beni kendi kızı gibi görüyor. Artık onun ölmesini istemiyorum. Lütfen bana verdiğin ilacın panzehrini hazırla. Onun ölmesini değil, yaşamasını istiyorum." Bilge hekim tebessüm etmiş ve "Panzehire gerek yok, kızım" demiş. "Çünkü sana verdiğim ilaç zehir değildi zaten. Asıl zehir sizin kafalarınızın içindeydi. Şimdi o da ortadan kalktığına göre mesele çözüldü demektir. Kaynanan ile ana-kız gibi ömür boyu yaşamaya devam edebilirsiniz."

İşte bu hikâyede olduğu gibi, çoğu zaman asıl problem kafalarımızın içinde. Yani önyargılarımızda... Öylesine önyargılarla kuşatılmışız ki, gerçekleri görmeye fırsat bulamıyoruz. Hatta görmek şöyle dursun; önyargılarımız her geçen gün biraz daha büyüyor ve bizi birbirimizden uzaklaştırıyor. Kişiler arası çatışmalarda olduğu gibi, milletlerarası olaylarda da önyargılar sanıldığından çok daha etkili. Nitekim bir filozof şöyle diyor: "Tarihte savaşlar saldırgan devletler tarafından çıkarılmamıştır. Daha ziyade savaşları, karşı tarafın saldırısından endişe eden taraf başlatmıştır." Kuran-ı Kerim’de de bu konuda çok sayıda dersler vardır. “Onları, yerlerinde gezip durdukları şu kendilerinden önce yok ettiğimiz bunca nesiller(in o korkunç akibeti) doğru yola sevk etmedi mi? Doğrusu bunda ibret alacak aklı olanlar için nice deliller vardır”. (Taha suresi, 128.ayet)

Kişisel ilişkilerimizde, aile ve iş ortamlarında, hatta siyasi problemlerde çoğunlukla benzer durumlar söz konusu. İslam dünyasını kana bulayan anlamsız düşmanlıklar ve kardeş savaşları da aynı şekilde izah edilebilir. Problemler hep önyargıdan ve diyalog eksikliğinden kaynaklanıyor. Çözüm ise daha fazla diyalog ve anlayıştan geçiyor. Diyalog olmadığı sürece önyargılar günden güne kuvvet kazanıyor. Oysa diyalog ve anlayış kısa sürede bu önyargıları tuz-buz eder ve çok verimli bir işbirliği doğar...

Sosyal öfkenin zirveye çıktığı şu günlerde, kendimizden başlayarak, “biraz daha sağduyu ve diyalog” diyelim. Devamında her şeyin iyiye gittiğini göreceksiniz.




GÖRÜŞ

İhracatı arttırmanın en kolay yolu
Kemal Çiftçi
12 Nisan 2014

Son yıllarda Türkiye’nin ihracatı yıldan yıla ciddi artışlar gösteriyor. Elbette ki bu, ülkemiz adına sevindirici bir gelişme. Bu anlamda Türkiye’nin bir üst lige, tabir caizse ikinci lige çıktığını söyleyebiliriz. Ancak 500 milyar dolarlık 2023 yılı hedeflerine ulaşmak için bir adım daha öteye gitmemiz gerekiyor. Yani birinci lige geçmek zorundayız. Birinci ligde kimler mi var? ABD, Fransa, Kanada, Almanya ve Japonya gibi ülkeler. Bu ülkelerin ortak özellikleri nedir peki? Bunların hepsinde yüksek teknoloji var. Nükleer enerji ve uzay gibi ileri teknolojiler var. Dahası, hepsinde AR-GE çok önemli noktalara gelmiş durumda. GSMH’dan AR-GE’ye ayrılan pay, yüzde 2 ile 3 arasında. Böyle olduğu için de mesela Almanya, ihraç ettiği her bir kilo üründen 4.1, İtalya 3, Japonya 3.8, Kore 2.7 dolar kazanıyor. Türkiye ise henüz sadece 1.6 dolar kazanıyor. Bu farkı oluşturan ise yüksek teknoloji. Yüksek teknolojiye, yani yüksek katma değerli ürüne geçmenin tek yolu var: AR-GE’ye daha fazla önem vermek ve teknolojik ürünler elde etmek.

Yıllarca ABD’de araştırmalar yapan Prof. Dr. Yunus Çengel’e göre 2023 hedeflerine ulaşmak için mutlaka karlılığı arttırmak zorundayız. "Bir ülke bilgi üretmiyorsa, teknoloji üretmiyorsa önüne koyduğu hedefleri gerçekleştirmesi asla mümkün değil. Günümüzde çok küçük karlarla ürün satabiliyoruz. Özellikle, üniversitelerin bilgi üretiminde, iş gücü yetiştirilmesinde çok ciddi rolleri var. Bir ülkede üniversiteler kaliteli değilse, iyi değilse, Ar-Ge'nin içerisinde değil de yüksek lise seviyesinde ise rakiplerini geçemezler" diyor Prof. Dr. Yunus Çengel.

Prof. Dr. Çengel’e göre, bilgi ve teknolojiyi geliştirmenin yolu Ar-Ge'den geçiyor. Ar-Ge ye baktığımız zaman Amerika, Güney Kore, Japonya gibi ülkeler dikkat çekiyor. Bu ülkelerin patent sayısına bakıldığında yüz binlerle ifade edilirken, ülkemizde ise binler seviyesinde. Ar-Ge'ye yapılan harcama konusunda bu ülkelerle aramızda çok ciddi bir fark oluşuyor. Yine, Ar-Ge bütçesine bakıldığında, bizim Ar-Ge'ye ayırdığımız pay 7 - 8 milyar lira iken bu ülkelerde birkaç yüz milyar lira olduğunu görüyoruz.

Prof. Dr. Çengel ilginç bir örnek veriyor. Mesela Gana ile Güney Kore 1950'li yıllarda çeşitli parametrelerde hemen hemen seviyedeler. Ancak Güney Kore eğitime, teknolojiye yatırım yaptı ve şu anda geliri Gana'nın üç katı. 1970'li yıllarda Güney Kore ile Türkiye aynı iken, onlar bizden farklı olarak bilime, teknolojiye yatırım yaptı ve şu anda dünya devi olma yolunda.

Bilgi her şeyin başı. Nitekim en kıymetli meta üretilen yeni bilgi. Ne toprak ne de sanayi ürünleri bilgi kadar kıymetli değil. Türkiye için de 2023 için hedeflenen 500 milyar dolarlık ihracat hedefine ulaşmanın iki yolu var: Ya şu anda sattığımız ürün miktarını 3 katına çıkaracağız. Ya da aynı miktarda ürün satacağız ama teknolojik ürünlerin payını arttıracağız. Yani kemiyet-keyfiyet meselesi…





YORUM

Türkiye’de güzel adımlar atılıyor…
Kemal Çiftçi
1 Mayıs 2014

Türkiye’de güzel şeyler oluyor. Her türlü engellemelere ve felaket tellallarının gürültü-patırtısına rağmen…

Geçtiğimiz günlerde yayınlanan “Teknolojik Ürün Yatırım Destek Programı” hükümetin son zamanlarda attığı en önemli adımlardan biri. Zira bu adım, Türkiye’de teknolojiye ve bilime yatırım yapacak olanların önünü açacaktır. Böyle bir çalışma, gerçekten de özlediğimiz, yıllardır hayal ettiğimiz tablonun ipuçlarına işaret ediyor.

Teknolojik Ürün Yatırım Destek Programı Hakkında Yönetmelik 30.04.2014 tarihinde 28986 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi. Bu haber, Türkiye’de sadece rant üretmeye ve faaliyet dışı kar etmeye alışmış iş kesimini memnun etmeyebilir. Ama gerçekten de üretim yapmaya odaklanmış Anadolu sermayesi için son derece önemli ve faydalı olacağa benziyor.

Bu yönetmelik sayesinde; ülke ekonomisinin uluslararası düzeyde rekabet edebilir bir yapıya kavuşturulması için kamu kurum ve kuruluşları ile kanunla kurulan vakıflar veya uluslararası fonlar tarafından desteklenen sanayiye yönelik, ar-ge ve yenilik projeleri sonucunda ortaya çıkan teknolojik ürünler veya özkaynaklar kullanılarak yapılan ar-ge faaliyetleri sonucunda ortaya çıkan ve patenti alınan teknolojik ürünler ile ilgili Türkiye’de yerleşik gerçek ve tüzel kişilerce gerçekleştirilecek yatırımlar desteklenecektir.

Yönetmeliğe göre, bir Ar-Ge ve yenilik projesi kapsamında geliştirilen Teknolojik ürünün yatırımının; makine teçhizat desteği, kredi faizi desteği ve işletme gideri desteği kalemlerinde desteklenmesi söz konusu.

Bu yönetmeliğin, Teknoloji Geliştirme Bölgelerine ilgiyi ve yatırımı önemli ölçüde artıracağı ve ülke ekonomilerine katkılarını büyük ölçeklere ulaştırması bekleniyor.

Teknoloji yatırımlarına geri ödemesiz teşvik verilecek. Makine ve teçhizat, kredi faizi ile işletme gideri geri ödemesiz olarak desteklenecek. Yatırımın 50 milyon liraya kadarlık kısmı destek kapsamına giriyor.

Düzenlemeyle yatırımcı, başarıyla tamamlanan her Ar-Ge ve yenilik projesi sonucunda ortaya çıkan teknolojik ürünün yatırımı için destek unsurlarından yalnızca bir defa yararlanabilecek. Ar-ge süreçleri yurt dışında gerçekleşen, o ülkedeki fonlar tarafından desteklenen, öz kaynaklar kullanılarak yapılan ve patenti alınan teknolojik ürünlerin yatırımları da Türkiye’de yapılırsa destek kapsamına girecek.

Teknolojik ürünün yatırımı için aracı kurumlardan kullanılacak en az bir yıl vadeli yatırım kredileri, yatırım proje tutarının 10 milyon liraya kadar olan kısmı için ödenecek finansman giderinin tamamı bakanlıkça karşılanacak.

Umarız bu çalışmalar başarıyla uygulanır ve yeni yeni teşvikler için işaret fişeği olur. Zira ülkenin geleceği bilim ve teknolojiden geçiyor.





GÖRÜŞ

Soma faciasının düşündürdükleri…
Kemal Çiftçi
15 Mayıs 2014

Soma’da meydana gelen maden faciası tüm ülkemizi yasa boğdu. Öncelikle ölenlere rahmet, ailelerine baş sağlığı diliyorum. Türkiye’nin başı sağ olsun. Rahmetli Ahmet Yüksel Özemre’nin ifadesiyle söylersek: “Allah beterinden saklasın, bu acıyı unutturacak daha büyük acılar yaşatmasın..”
Bu olay karşısında üzülmemek elbette mümkün değil. Ancak bundan daha üzücü olan bir şey var:: Olayın patlak verdiği ilk saatlerden itibaren birileri bu bahaneyle günah keçisi aramaya başladı. Hatta işi “hükümet istifa” ya kadar götürmek isteyen şaşkınlar çıktı.

Yaşanan bu felaket karşısında üzülmek, madencilerin ve ailelerinin acısını paylaşmak insani bir duygu. Ama onların bu hassas durumunu fırsat bilip toplum mühendisliğine ve kirli siyasete malzeme yapmak asla affedilmeyecek bir vicdansızlıktır. Olayın tüm sıcaklığı devam ederken, oradaki insanlara yardım etmek dururken, suçlu aramak kime, ne fayda sağlar? Ortada bir yangın varken, elinizden geliyorsa yangını söndürmeye çalışırsınız. Yapacak hiçbir şey yoksa dua edersiniz. Suçlu aramak veya meydana gelen olayın sebeplerini araştırmak daha sonra yapılacak bir iştir. Bu basit mantığı tüm olaylara tatbik etmek, hatta aile hayatımızda da aynı yola başvurmak her zaman faydalı bir yöntemdir.
Elbette yaşanan büyük bir musibet. Ama önemli olan, musibetlerden ders çıkarmak. Soma’daki maden işletmesinin veya diğer yetkililerin hataları varsa bulup ortaya çıkarmak ve tabii ki gereğini yapmak gerekir. Bu konuda hiçbir tereddüt yok. Ama bunun için öncelikle sağduyuya ve zamana ihtiyaç var.
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. Çuvaldızı başkalarına batırırken, hiç değilse iğneyi kendimize batıralım. Şunu kabul edelim ki, Türkiye ilk defa bu çapta büyük bir felaket yaşıyor. Ve yine ilk defa devlet tüm kurum ve kuruluşları ile elbirliği içinde hızla olaya müdahale etti, ediyor. Kısacası devlet orada. Türkiye tarihinde belki de ilk defa “devlet nerede?” şeklinde bir soru abesle iştigaldir. Ayrıca son zamanlarda iş güvenliği konusunda çok ciddi kanuni düzenlemeler yapıldı.
Devlet bunu yaparken bizler ne yapıyoruz? Şirketler ve çalışanalar olarak aynayı kendimize tutalım. Üzerimize düşeni ne kadar yapıyoruz? Gündelik hayatımızda, trafikte, evde, işte… Kısacası, hayatımızın her anında neleri ihmal ediyoruz? Her gün gazetelere yansıyan birçok olumsuzluğu önlemek için her birimiz kendi çapınızda çok şeyler yapabiliriz.

Evet, arzu edilmez ama başımıza gelen her felaketten ders çıkarmak zorundayız. Buna gayret ettiğimiz zaman, “Karanlığa küfretmek yerine bir mum yak”mış oluruz. Dahası, herkes kendi işini en iyi şekilde yapmak zorunda. Bunu başarabildiğimiz ölçüde yaşanan olumsuzlukları asgariye indirmiş oluruz.





GÖRÜŞ

Hiperprestij Grupları ve İmagoloji
Kemal Çiftçi
28 Mayıs 2014

1991 yılında, 1. Körfez Savaşı esnasında kullanılan karabatak kuşlarının görüntüsünü çoğumuz hala hatırlarız. Ama o savaşta ve 11 Eylül bahanesiyle başlayan 2.Körfez Savaşında ölen yüzbinlerce insan unutulup gitti. Bu savaşın niçin yapıldığı ve hangi amaca hizmet ettiğini izah etmek de mümkün değil.
Suriye’de ölen yüzbinlerin ve yersiz yurtsuz kalan milyonlarca insanın dramı da sıradan bir istatistik olayına dönüştü ne yazık ki. Ama Angelina Jolly’nin BM elçisi olarak mülteci kamplarına yaptığı ziyaret medyada çok daha geniş bir şekilde yer aldı.
Bir başka tipik örnek: Microsoft firması… Bu firma, tüm dünyayı sömürerek elde ettiği paranın çok küçük bir dilimiyle vakıflar kurup göstermelik işler yapıyor. Böylece Bill Gates’in ne kadar hayırsever(!) bir insan olduğunu görmüş oluyoruz. Nobel Ödülleri ve Greenpeace etkinlikleri de benzer göz boyama operasyonlarına örnek gösterilebilir. İşin açıkçası, “sosyal sorumluluk” kılıfıyla, birçok çirkinliğin üstü örtülüyor.

Genç yazarlardan Mehmet Doğan, “Hiperprestij Grupları” adlı kitabıyla bu meseleye dikkat çekiyor: “Gölgeler ve görsel büyü çağında vicdanımızı manipüle eden birçok yol ve araç üretilmiş durumda. Batı uygarlığı ''çıkara dayalı insan tanımının '' iflas ettiğinin farkında. O yüzden de bir tarafıyla da vakıf medeniyeti olan İslam medeniyetinin en gelişmiş öğelerinden birisini kendi araçlarıyla pazara sürdü. Esasen bu bağlamda sosyal hizmet çalışmaları Batının iflas etmiş çıkarcı insan modeline bir itirazdır. Ancak ne var ki veri tabanı çıkara dayalı bir uygarlık, bu araçları da kendi genel çerçevesine hizmet edecek bir çerçeveye taşıdı.”

“Kadim Çin; inleyen bir halk, yeni işbaşı yapmış hükümdar için bulunmaz bir sermayedir, derdi. Her türlü inleyişin bu çağdaki sermayedarları ise hükümdarlar değil, beynelmilel iktisadi şirketler, yüksek sosyete grupları ve bazen de kötü niyetli karanlık organizasyonlardır. Bu karmaşık fert, zümre ve organizasyonların böylesi ortak bir paydada buluşmalarını sağlayan temel amil, iyi niyetli ve insan merkezli bir faaliyet disiplini olan ''sosyal hizmet '' fikrinin müspet imaj oluşturmada sağladığı sonsuz kredidir.”

Sosyal hizmet, insanlığın vicdanı için her türlü sosyal anomaliyle baş etmeye çalışan bir hipermelek olduğu için; patenti mahiyetinden, ambalajı özünden daha kıymetli bir olguya evrilmiştir. Yazarın ifadesiyle söylersek; “Bu dünyada bazı kapılardan hiç giremeyecek bazı fert, kurum ve ülkeler; sosyal yardım ve onun alt faaliyet sahalarından birinin pasaportuyla o kapılardan VIP olarak geçebilmektedirler.”

“Dünya'nın cari akçelerine (para, şöhret, prestij vb.) bir biçimde malik olan fert, zümre ve müesseseler olarak Hiperprestij Grupları; çok boyutlu psiko-sosyal saiklerle dezavantajlı gruplara el uzatan bir sosyal hizmet faaliyeti gütmektedirler. Sinema veya müzik sektöründe küresel şöhreti haiz fertlerin, beynelmilel çapta faaliyet gösteren iktisadi sektörlerin ve hatta kimi örgüt ve müesseselerin, ülkelerin; klasik sosyal hizmet motivasyonlarının ötesinde, ''imajinatif, algı inşa eden, hayat tarzı dikte eden'' sosyal hizmet sahalarındaki faaliyetleri artık olgu boyutunda cereyan ettiği için, onların bu faaliyetlerini tetkik ve analiz etme lüzumu hasıl olmaktadır. Dolayısıyla yeni bir kavramlaştırma deneyimiyle beraber söz konusu olguyu analiz etmek lüzumu hasıl olmuştur.”

Yazar ve aynı zamanda şair arkadaşımız Mehmet Doğan’ı bu derinlikli çalışmasından dolayı tebrik ediyorum. Bu vesileyle, bir başka şairi rahmetle anıyoruz. Merhum şair arkadaşımız Olcay Yazıcı, sık sık dünyadaki bu sömürü çarkına dikkat çekerdi. Henüz 80’li yıllarda, içinde bulunduğumuz zaman dilimine “İmagoloji Çağı” demiş ve şu tespitlerde bulunmuştu:.

“Aldırmayın, sözde iletişim çağının, fikir fakiri şaşaasına! İletişim dünyasının, metafizikten cırcırböceği kadar habersiz bireyleri, peki sözün erdemini, soyutun güzelliğini ve sonsuzluğunu size kim öğretecek? İletişim çağının, mutsuz, muştusuz, yarınsız beyleri. Bilseniz, ne trajik bir son bekliyor sizleri!”

İnternet dünyasının “net” olmadığını her fırsatta söylerdi merhum Olcay Yazıcı. “Puslu. Bulanık ve kuşkularla çevrili. Dünyevî bazı kolaylıklar sağlasa da, etik açıdan tekin değil. ……..
Hiçbir eziklik ve eksiklik duygusuna kapılmadan itiraf ediyorum ki: Network ne demektir bilmiyorum. (Fakat ön sezilerim, birileri birilerini tuzağa düşürmek için küresel bir menfaat ağı örüyor galiba diyor bana!) Mikroçip neyin karşılığı haberim yok. Haber portalı ile kast edilen nedir kestiremiyorum. Balzac’ın “Vadideki Zambak”ını, “Menekşeli Vadi”yi biliyorum da, esrarengiz ve bilimsel Silikon Vadisi’nde neler oluyor, neler üretiliyor; bu üretilenler insanın kemale ermesine, kötülüklerden/yırtıcılıklardan arınmasına, ruh yüceliğine kavuşmasına ne kadar katkı sağlıyor, doğrusu bilemiyorum.”

Mehmet Doğan’ın kitabındaki final ifadelerinden bir alıntı yaparak yazımı sonlandırıyorum: “Netice olarak, mevcut dünya sisteminin pin kodu olan hiper modeller ve süper starlar, dünyanın cari akçelerine (para, şöhret, prestij) bir biçimde malik olan fert, zümre ve müesseseler olarak çok boyutlu psiko-sosyal saiklerle dezavantajlı gruplara el uzatan bir sosyal hizmet faaliyeti gütmektedir.
[email protected]




GÖRÜŞ

Akil adamlara ihtiyacımız var!
Kemal Çiftçi
16 Haziran 2014

Akil adamlara şiddetle ihtiyacımız var. Hem de çok acilen… Zira mevcut problemlerin çözümü başka türlü mümkün değil. Sadece ülkemiz için değil, tüm İslam dünyası için tek çözüm bu.

Şurası bir gerçek ki, aklımızı yeterince kullanmıyoruz. Oysa Kuran-ı Kerim’in en çok üzerinde durduğu kavramlardan biridir akıl. Böylesi bir derin kriz ortamında aklımızı kullanmayacaksak, daha ne zaman kullanacağız? Biz aklımızı ve akil insanlarımızı kullanmazsak çözüm nereden ve kimden gelecek?

Aklı kullanmanın en önemli göstergelerinden birkaçını örnek olarak ele almak istiyorum: Kütüphaneler ve müzeler... Bu konudaki rakamlar bize çok şey söyleyecektir. Bugün ABD’de müze sayısı 35.000. Türkiye’de ise son yıllardaki artışa rağmen hala 300’ün altında. Nüfusa böldüğümüz zaman, ABD’de 9. 000 kişiye, bizde ise 250.000 kişiye bir müze düşüyor. Aradaki uçuruma bakınca durumun ne kadar vahim olduğunu görüyoruz.
ABD’nin kütüphane sayısı 120.000. Türkiye’de ise son yıllardaki artışla birlikte 1.400. Nüfusa göre bakarsak, ABD’de 2.650 kişiye için bir kütüphane var. Türkiye’de ise kütüphane başına 53.000 kişi düşüyor.

Kişi başına düşen kitap okuma oranında da durum pek iç açıcı değil. Zamanımızın çok önemli bir kısmını kahvehanelerde ve televizyon başında geçiriyoruz. Diğer İslam ülkelerinde durum daha da vahim. Böyle bir ortamda aklımızı yeterince kullandığımızı söyleyebilir miyiz? Karşımızdakilerin kurduğu planları önceden görme ve başetme şansımız var mı? Bu gerçeği bir an önce görup aklımızı başımıza almanın zamanıdır.

Sezai Karakoç’un sık sık dile getirdiği gibi; İslam dünyası parçalanarak değil, birleşerek büyüyebilir. Şu anda İslam dünyası topyekûn bir saldırı ile karşı karşıya. Aslında adı konmamış bir Üçüncü Dünya Savaşı cereyan ediyor. Bu savaşın bir tarafında emperyalist Batı dünyası var. Hedefinde ise İslam dünyası… Libya, Orta Afrika, Etopya, Sudan, Yemen, Mısır, Suriye, Irak, Afganistan, Pakistan, Doğu Türkistan, Nijerya, Kamerun, Nijer, Mali, Çeçenistan, Kırım ve başka İslam beldelerinde nice trajediler yaşanıyor.. Her geçen gün yeni yeni cepheler açılıyor. Ama biz olayları sıradanmış gibi görüyoruz ve resmin bütününü fark edemiyoruz. Hani Müslümanlar bir bedenin uzuvları gibiydi? Bir yerlerimizden parçalar kesilirken bizim canımız acımıyor. Bitkisel hayatta mıyız yoksa?
Ya bu oyunu fark edip bozacağız. Ya da paramparça olup zelil duruma düşeceğiz. Bunun için de aklımızı kullanmaktan başka çare yok. Bir araya gelmeli ve tüm farklılıkları bir kenara bırakarak diyalogla kendi içimizde çözüm aramalıyız. Herkesle kurduğumuz diyalogu Müslüman kardeşlerimize neden çok görüyoruz? Bugünden tezi yok. Hiçbir ayırım yapmadan, kendisini Müslüman olarak gören herkesi diyaloga davet etmeliyiz. Sivil toplum kuruluşları, akademisyenler ve cemaatler bir araya gelmeli, acil çözümler üretmeli. Aramızdaki meseleleri şiddetle, inkârla ve baskıyla değil; kardeşlik ruhuyla çözecek formüller bulmalıyız. Ve bu formülleri tüm İslam dünyası ile paylaşmalıyız.

Her türlü eksikliğine rağmen, Türkiye bu konuda gerekli birikime ve insan kaynağına sahiptir. Yeter ki samimi olalım ve mevcut potansiyelimizi harekete geçirelim. Bu medeniyet tarihte nice işgaller gördü ve kendi dinamizmiyle hepsini bertaraf etmesini bildiyse bugün de aynı hamleyi yapacak güçtedir.




GÖRÜŞ

Yassah Hemşerim!
Kemal Çiftçi
4 Temmuz 2014

Eskiden ülkemizde bilet tarifelerinde şöyle ayırımlar vardı: Asker, memur, öğrenci ve sivil. Ve genelde en pahalı olan tarife sivildi. Birçok yerin kapısında “Sivillerin girmesi yasaktır” şeklinde uyarılar vardı. Bu anlayış, tek parti döneminin tipik uygulamalarından biriydi. Fransız Jakobenizm anlayışından bize miras kalan bu uygulamada sivil pek makbul değildi. Zaten askerler de sivili “başıbozuk” olarak tanımlıyorlardı. Bu yüzden sivil cumhurbaşkanı bile kolayca hazmedilemedi ülkemizde. Oysa sivil (civil) Latincede “vatandaş” demektir. Zira Roma İmparatorluğunun merkezinde oturma ayrıcalığına sahip olanlar ancak vatandaş (civil) sayılabiliyordu. Mesela o dönemde Almanlar ve İngilizler vatandaş sayılmıyordu. Günümüzde ise “civil” medeni anlamına gelmektedir. Bizde ise “sivil” veya “vatandaş” ifadeleri yakın zamana kadar pek makbul sayılmazdı.

Sivilin bu kadar aşağılandığı bir ülkede, onu devletten uzak tutmakla görevli “Bekçi Murtaza” tiplemesi vardır. Bekçi Murtaza, devlete yaklaşan bir sivil gördüğü zaman “Yassah Hemşerim” reaksiyonuyla ona engel olur. Bu anlayış toplumun genlerine o kadar işlemiştir ki, dünyadaki ve ülkemizdeki tüm gelişmelere rağmen, ne yazık ki bunun kalıntılarını hala bazı bürokratlarımızda görebiliyoruz. Şimdi size yakın zamanda yaşanmış iki tipik olayı aktarmak istiyorum. Bu olaylar, eski Türkiye’nin hastalıklarından olan “Yassah Hemşerim” anlayışının hala bir yerlerde yaşamakta olduğunu göstermek bakımında önemli. Türkiye’nin en köklü üniversitelerinden birinde önemli bir etkinlik vardır. Bir televizyon ekibi o sergiyi çekmeye gitmiştir. Ancak kapıdaki güvenlik görevlileri “Buradan geçiş yasak” diyerek ekibi geri çevirir. Bir başka kamu kurumunda da ciddi masraflar yapılarak bir sergi oluşturulmuştur. Buradaki görevliler basının fotoğraf çekmesini ve görüntü almasını yasaklamıştır. O zaman sormazlar mı? Bunca masrafı yapıp bu sergiyi neden açtınız? Basında yer almayacaksa sergi yapmanın ne anlamı var? Bir serginin çekime kapalı olması, “Tesettür defilesi” kadar tezatlarla dolu bir garabettir.
Ülkemizde hala böylesine trajik komediler yaşanırken dünyanın hangi noktaya geldiğini görmek için İngiltere’den küçük bir örnek vermek istiyorum. İngiltere’nin meşhur “British Museum” her yıl on milyonlarca ziyaretçiyi ağırlar. Üstelik giriş serbesttir. Yani hiçbir bilet ücreti ödemeden dünyanın bu en önemli müzesini ziyaret edebiliyor, hiçbir engelleme ile karşılaşmadan çekim yapabiliyorsunuz. Böyle yaptığı için İngiltere zarar mı ediyor? Bilakis, kendi kültür ve medeniyetini bu sayede dünyaya pazarlıyor. Ülkesine imaj kazandırıyor. Üstelik kendisine ait olmayan malzemeler üzerinden… Zira British Museum’da sergilenen eserlerin büyük çoğunluğu Çin’den, Hindistan’dan, İran’dan, Mısır’dan ve Türkiye’den aparılarak götürülmüştür. Müzeyi dolaşırken bir İngiliz arkadaşa takıldım. “Bunları bizden çalmışsınız” dediğimde, bana şöyle cevap verdi: “Hayır çalmadık, emanete alıp muhafaza ettik. Şimdi bu sayede o eserleri görebiliyorsunuz” dedi. Ne diyelim! Çok da haksız sayılmaz.
Biz kendi değerlerimize sahip çıkmayınca maalesef başkaları bizim değerlerimiz üzerinden rant devşiriyor. Biz ise oturduğumuz yerde şikayet ediyoruz.





GÖRÜŞ


Malezya uçağını kim düşürdü?
Kemal Çiftçi

Ukrayna semalarında düşen Malezya uçağı, arkasında çok büyük soru işaretleri bıraktı. Bundan bir süre önce de bir başka Malezya uçağı esrarengiz bir şekilde kaybolmuştu. O uçağın akibeti konusunda bugüne kadar hiçbir inandırıcı bir açıklama gelmedi. Bu sefer düşen uçağın akibeti belli ama çok daha ciddi soru işaretleri var. Uçağın kim tarafından vurulduğunu henüz bilmiyoruz. Ama neden vurulduğu konusunda çok ciddi spekülasyonlar var.
MH17 sefer sayılı uçağın 289 yolcusundan 100’ü AİDS konusundaki uluslararası bir konferansa katılmak üzere Avustralya’nın Melbourn şehrine gidiyordu. Ekibin başındaki Prof. Joep Lange ise dünyanın bir numaralı AİDS araştırmacısı idi. Uzun yıllardan beri Hollanda’da AİDS konusunda yaptığı araştırmalarla ünlenen Lange, AIDS’in tedavisi konusunda çok önemli buluşlara sahip. Aynı zamanda anneden çocuklara AİDS’in bulaşmasını önleyen ilaçlar geliştirdi. Üstelik bunlar çok ucuz ilaçlar. Lange, Uluslararası AİDS Derneği eski başkanı idi.

Sözkonusu konferansın katılımcıları arasında bulunan Kanadalı araştırmacı Trevor Stratton, araştırma ekibinin HİV aşısı konusunda sonuca çok yaşlaştığını söylüyor. Stratton’a göre AİDS tedavisi konusunda çok ciddi mesafeler katedilmişti. Hatta belki de aşının formülü bu uçakla birlilkte kayıplara karıştı. Avustralya’dan Profesör Richard Boyd, Guardian gazetesine verdiği beyanatta, HIV alanında araştırma yapan çok önemli bilim adamlarının düşen uçağın yolcuları arasında olduğunu teyit ediyor. Bu alanda çalışan uzmanlara göre, düşen uçaktaki bilim adamlarının yeri kolay kolay doldurulamayacak. Böylece AIDS’in tedavisiyle ilgili çözümler konusunda bilim dünyası çok önemli kazanımlardan mahrum kalacak.

Bu olay, 2007 yılında düşen Isparta uçağını hatırlatıyor. Isparta Süleyman Demirel Havaalanı'na yaklaşmışken dağa çakılan uçak da arkasında önemli soru işaretleri bırakmıştı.

Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi'ndeki bir fizik konferansına katılmak üzere uçakta bulunan nükleer fizikçiler Engin Arık, Fatma Şenel Boydağ ve yanlarında bulunan 4 akademisyen kazada hayatını kaybedenler arasındaydı.

Kanser ve AİDS ilaçlarından milyar dolarlar kazanan ilaç kartelleri bu hastalıklara kesin ve ucuz çözümler bulunmasından çok rahatsız olurlar. Dünyada en kolay ve bol para kazanan petrol kartelleri de ucuz enerji imkanı veren nükleer teknolojiye karşıdırlar. Bu bağlantı üzerinde biraz düşünürsek, kaza sürü verilmiş birçok olayın perde arkasını daha rahat anlayabiliriz. İŞİD, Gazze vb. savaşların da aslında çok önceden planlanmış matematik hesaplara dayandığını görebiliriz.




GÖRÜŞ

Bu taksimi kurt yapmaz, kuzulara şah olsa…
Kemal Çiftçi
25 Ağustos 2014

“Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul;
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;”
Necip Fazıl Kısakürek

Her yıl dünyada 1,74 trilyon dolar silaha harcanıyor. Oysa bu paranın yüzde 1 ile tüm dünyanın eğitim problemleri kökünden çözülebilir ve dünyada hiç kimse cahil kalmayabilir.

Dünya nüfusu her geçen gün gençleşiyor. Ancak doğan bu çocukların çok önemli bir kısmı almaları gereken eğitimden mahrum. Dünyadaki bilgi miktarı her gün katlanarak çoğalıyor. Ama dünyanın gelişmekte olan bölgelerindeki yüz milyonlarca genç insan bu yeni bilgilerden habersiz yaşıyor.

Bugün ilkokul çağında olduğu halde, hiç okuma-yazma bilmeyen 250 milyon çocuk var. Orta öğretim çağında olup da okula gitme imkânı bulamayanlar ise 71 milyon. Gelişmekte olan ülkelerde ilkokulu yarıda bırakanların sayısı ise 200 milyon. Yani ABD nüfusunun üçte ikisi kadar bir kitle kara cahil olarak hayat geçiriyor.

Oysa huzurlu bir dünya istiyorsak gençlerin okula gitmeleri şart. Yarının dünyasında insan gibi yaşamaları ve iş sahibi olabilmeleri için bugün okulda olmaları gerekiyor. Aksi takdirde istikrar, barış ve sürdürülebilir kalkınma içindeki bir dünya hayali hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir.

Sadece Arap ülkelerinde 15-25 yaş arasında bulunan 28 milyon genç ilkokul eğitimi alamamış. Bu da tüm Arap dünyasının onda biri demektir. Sahra altı Afrika’da 56 milyon genç ilkokul eğitimimden mahrum. Bu da gölgenin genç nüfusunun üçte biri demektir.

Bugün dünyada her sekiz gençten biri işsiz. Dört kişiden biri günde 1 dolara çalışmakta. Birçok yerde kız çocuklar ve kadınlar dayak yiyor.. Şehirlerde ve kırsal alanlarda fakirler birçok imkandan mahrum. Bütün bunlar yüzünden insanlar cahil kalıyor. Dünya genelinde hiç okuma-yazma bilmeyenlerin toplamı ise 775 milyon. Bir başka ifadeyle dünyadaki her yüz kişiden 11’i okur-yazar değil.

UNESCO tarafından yayınlanan Gençlik raporu (Education for All Global Monitoring Report on ‘Youth and Skills)’nun ortaya koyduğu çarpıcı gerçekler bunlar. Bütün bu eğitim problemlerin çözümü icin 16 milyar dolar gerekiyor. Bu fazla bir para gibi görünüyor. Oysa dünyada 1 yılda yapılan askeri harcamanın tutarı 1,74 trilyon dolar. Yine sözkonusu rapordan öğreniyoruz ki, eğitime yapılan her 1 doları karşılığında kişinin ekonomik hayata katılmasından dolayı bunun ekonomik getirisi 10-15 dolar.

İşte acı gerçekler ortada. Bu şartlar altında insanlığın huzur ve mutluluğu yakalaması mümkün mü?





GÖRÜŞ

Doğru bildiğimiz yanlışlar…
Kemal Çiftçi
28 Eylül 2014

“Sağır duymaz yakıştırır” derler. Tıpkı bunun gibi, insanlar anlam veremedikleri şeyleri kendi mantık süzgeçlerinden geçirerek ona biçim verirler veya farklı anlam giydirmeye çalışırlar. Her zaman ve her yerde karşılaştığımız bu uygulamanın en yaygın örneklerinden biri üzerinde durmak istiyorum.

Bilim dilinde “halk etimolojisi” olarak bilinen bir kavram vardır. Halk etimolojisi (Volksetymologie) kavram ve adını ilk kez ortaya koyan Ernst Förstemann. İşte en yaygın örneklerden bazıları… Paşaport: Aslı Passport ama Türk insanı bunu anlamsız bulduğu için bildiği “Paşa” kelimesi ile bağlantı kurarak kendince anlamlı hale getirmiştir.
Kürtaş: "küretaj", genel anlamda istenmeyen bir gebeliğin tahliyesi anlamına gelmektedir. Demir hindi: Temr Hindi’den gelmektedir (Arapça’da Hindistan Hurması)

Taş ören: Fransızca’daki "tacheron" kelimesinden gelir. Büyük bir işin bir parçasını asıl müteahhitten alan kişidir. Başka örnekler de var: Askeri ücret (“asgari ücret”, yani en düşük ücret), Kardolabı (gardobe), Dişpanser (Dispensary)…
Halk etimolojisi, çözümlenmesi zor yabancı gelen bilinmedik bir formdan daha bilindik yerli bir forma zaman içinde dönüşen ve etimolojik açıdan yanlış ve yakıştırma olan kelime ya da deyim olarak tanımlanmaktadır.

Haiti'deki Taino dilinde hamáka kelimesinden dünya dillerine geçen hamak kelimesine Almancada 1529 yılında Hamaco ya da Hamach biçiminde rastlanırken yıllar içinde Hänge («asılı») ile Matte («hasır») kelimelerinden kurulu sanılarak Hängematte biçimine dönüşmüştür. Flemenkçe(hangmat) ile İsveççe (hängmatta) biçimleri de aynı şekildedir.
İngilizce’de kullanılan cockroach “hamam böceği” adı İspanyolca “cucaracha” kelimesinden geçmedir ve İngiliz halkı İspanyolcayı çözümleyemediği için etimolojik açılımını cock “horoz” ile roach “kızılgöz” (Rutilus rutilus balığı) biçiminde yakıştırır.

Halk, ana-dilinin yapı ve işleyişine ters düşen yabancı kelimeleri gerek ses, gerekse anlam kaymalarına uğratarak Türkçeleştirmeye çalışır ve bu durum folklor ve filolojiyi birbirine kaynaştırır.

Evliya Çelebi tarafından 17. yüzyılda yazılan Seyahatname adlı 10 ciltlik gezi yazısı kitabında halk etimolojisi örnekleri bolca görülür. Evliya Çelebi en çok yer adlarının açıklamasını yaparken genellikle yerleşim yerinin adıyla tarihte yaşamış bir kişinin adı arasındaki ses benzerliğinden faydalanır. Bunun yanı sıra bazı yer adları etrafında bir olay, menkıbe anlatmak suretiyle yabancı adın kökenini izah etmeye çalışır.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde İstanbul için "Kostantiniyye" adıyla birlikte birçok cildinde "İslambol" kelimesi de kullanılmıştır ve bu "İslambol" adı diğer adlardan daha yoğun bir kullanıma sahiptir. Evliya Çelebi, İslāmbol adının etimolojik açıklamasını “anıñçün islāmı bol ismiyle müsemmā olup...” biçiminde yapar. Seyahatname'de İpsala'nın adını ibtidā ṣalā, Üsküdar'ı Eskidār, Bursa'yı Bulursa bulmak, Ankara'yı üzümü bol olduğundan Engüriyye yapması diğer bazı halk etimolojisi örnekleridir.

Daha ilginç halk etimolojisi örnekleri de var: Mesela İngilizcedeki sub-basement “su basmanı”, main dock ise mendirek olmuş. Fransızca’daki “sans numero” (numarasız oda), 100 numara olmuş. Oysa bu kelime, yüz anlamındaki “cent” ile aynı şekilde okunduğu icin Türkçeye “100 numara” olarak geçmiş. İtalyancadaki “brillante”, “pırlanta” olmuş. Bugün dubleks lastik i olarak kullandığımız kelimenin aslı da “tubeless” (yani borusuz).. Aslında eski tip şambriyelli (chambre d'air-hava bölümü) lastikler iki katlıdır ama biz dublex'in "iki katlı" anlamını bir kenara koyup, "sağlam" vurgusunu kullanmışız.

Bütün bunlar gösteriyor ki, insanların zihin yapıları ve ideolojileri de farklı şekilde formatlanabiliyor. Böylece kişiler yetiştikleri ortamın eseri/esiri olarak şekil alırlar ve dünyaya bulundukları noktadan bakmaya alışırlar. Bunun dışına çıkabilenler ise ancak çok yönlü yetişebilen istisnai insanlardır.





HABER

El TURKO BELGESELİ BAŞLIYOR
5 Kasım 2014

El Turko belgeselinin ilk bölümü 13.11.2014 Perşembe günü Saat 23.30’da TRT Türk’te ekrana geliyor.

19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Anadolu’dan, Suriye'den ve Lübnan'dan yola çıkan Osmanlı vatandaşı; Müslüman, Ermeni, Marunî, Ortodoks ve Musevilerin Amerika’ da EL TURKO kimliğiyle yaşadıkları olağanüstü hayatları belgesel oldu. Yedirenk Film-Yapım tarafından gerçekleştirilen EL TURKO BELGESELİ izleyicileriyle TRT Türk ekranlarında buluşuyor.

Osmanlı topraklarından sayıları 100 binleri bulan Müslüman, Marunî, Ermeni, Yahudi ve Ortodoks etnik kökenli vatandaşlar ayakta kalabilmek, ekmek parası kazanmak için geçtiğimiz asırda ana yurtlarından göç etmek zorunda kaldılar. Başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere Amerika kıtasının dört bir yanına göç ettiler.

Bir zamanların Osmanlı vatandaşları, Amerika kıtasında kimliğine, dinine, diline ve ırkına bakılmaksızın El TURKO oldular. Göç eden 100 binlerce değişik etnik kökenli Osmanlı vatandaşlarının göç sırasında ne zorluklar yaşadıkları, ekmek parası için çıktıkları yolda çektikleri çileleri, gittikleri ülkelerde hayata tutunma çabalarını ve daha birçok ayrıntılı hikâyeyi bu belgeselde ulaşacaksınız.

Günümüzde Arjantin’ de, Meksika’da, Brezilya’da, Şili ‘de ve kıtanın her yerinde sayıları 20 milyona yaklaşan El TURKOLAR’ın 3. ve 4. kuşağının tarihlerine sahip çıkma çabasına, ekonomik ve sosyal başarılarına da şahit olacaksınız.
Lübnan ve Suriye'den başlayarak ABD, Arjantin, Brezilya, Meksika, Şili ve Uruguay'da Osmanlı torunlarının izini takip eden ve Yedirenk Film Yapım tarafından 13 bölüm olarak çekilen El TURKO belgeseli, TRT Türk ekranlarında izleyiciyle buluşacak. Çok geniş bir ekip tarafından hayata geçirilen belgeselin yapımcılığını Kemal Çiftçi ve Bilal Arıoğlu üstlendi. Belgeselin danışmanlığını Dr. Kazım Baycar, Prof. Dr. Abdürrahim Abu Hüseyin , Dr. Guita Hourani, Heloisa Abreu Dib Julie ve İsmihan Yılmaz yaptı. Belgeselin yönetmen ve metin yazarı ise İsrafil Kuralay. Müzikler Gökhan Tamir tarafından hazırlandı. Güney Amerika koordinasyonları Aslı Pelit, Sebastian Tajan, Recep Gani, Ali Karabulut; Lübnan organizasyonu ise Ali Daou tarafından yürütüldü.

TİKA’nın destek ve katkılarıyla hazırlanan El Turko belgeseli,13.11.2014 gününden itibaren her Perşembe Saat 23.30’da TRT Türk kanalında… Yayının tekrarı ise ertesi gün Saat: 05.10’da…

Ayrıntılı bilgi ve fragman için
: http://yedirenkfilm.com/belgesel.htm




GÖRÜŞ

Gerçek hekim
Kemal Çiftçi
2 Mart 2015

Bir grup insan, Konfüçyüs’ü ziyaret eder ve “Bu ülkenin en iyi hekimi kim?” diye sorar. Şu cevabı alırlar bilge Konfüçyüs’ten: “Şu karşıda gördüğünüz tepede oturan bir hekim var. O hekim, kendisine gelen hastaları güzelce muayene eder, tahliller yapar ve dikkatli bir şekilde bir teşhis eder. Daha sonra, teşhisine uygun tedavi yöntemlerini belirler. Son olarak da doğru bir şekilde uygular ve sağlığına kavuşturur hastasını.”
Bu sözler üzerine ziyaretçiler tekrar sorarlar: “Peki bu ülkenin en iyi hekimi o mu?”. “Hayır” der Konfüçyüs. “En iyi hekim, doğru teşhis, doğru çözümler ve doğru uygulama yapan kişi değildir.”

Öyleyse kimdir en iyi hekim? “Şu tepenin arkasındaki tepede oturan bir hekim var. Hasta olacak insanı önceden anlar ve gerekli tedbirleri alır.”

Meraklı ziyaretçiler heyecanla sorarlar: “En iyi hekim o öyleyse? Konfüçyüs: “En büyük hekim hastalanacak olanı görür görmez anlayan ve tedbir alan değildir.”

Bu açıklama üzerine daha çok şaşıran ziyaretçiler tekrar sorarlar: “Öyleyse, ülkenin en iyi hekimi kimdir?” diye tekrar sorarlar.

Ve heyecanla bekledikleri cevap gelir: “Daha uzak tepede oturan bir başka hekim var. O hekim insanlara hasta olmamayı öğretir.”

Evet, gerçekten de en büyük hekim, insanlara hasta olmamayı öğretendir. Yani bütüncül (holistik) bakış açısına sahip hekim. İş işten geçmeden tedavi etmek marifet değil. Aslolan, hasta olmadan koruyucu önlemleri almak. Aslında bunun bir başka adı da “Tıbb-i Nebevi”. Kısacası, sağlıklı beslenme ve doğru yaşam biçimi… En iyi hekim bu konuda hastasına yol gösterir. Bugün Batı dünyası da artık meselenin farkında. Biz ise aslında bize ait olan bu prensiplerden çok uzaklaşmışız.
Amerikalı ünlü tıp tarihi uzmanı Jeremy Greene, ideal doktor adayının profilini şöyle çiziyor: “Hastayla empati yapabilmeli, tıbbın kesin cevap veremediği durumlarda da tedaviyi yönlendirebilmeli. Bir tıp öğrencisi en iyi biyoloji, kimya, matematik ve fizik bilen değildir. Biz öyle zannediyoruz ama en büyük hata bu. İyi bir tıp fakültesi öğrencisi olabilmek için iki özellik gerekiyor”.

“Birincisi, kişinin doğasını bilmeli aynı zamanda insancıl, sosyal yaklaşımı da olmalı. Mezun olduğunda karşısına gelen hasta kitapta yazan bulguların yansıyan bir resmi değil. Onun duyguları var. Ortamında değerlendirmesi gerekiyor. Tıp fakültesi öğrencisinin empati yapabilme kabiliyeti olması gerekiyor. İkincisi, öğrencinin belirsizliği tolere edebilme yeteneği. Bir röntgenin sonucunu aldığınızda sizden bir karar vermeniz ve ona göre hareket etmeniz beklenir. Ama elde ettiğiniz sonuçlar her zaman siyah ya da beyaz değildir. Tıpta gri alanda kalan noktalarımız hâlâ var. Bunu kabullenerek tedavileri yönlendirmeleri gerekiyor. Her şeyi çözecek cevaplarımız halen elimizde yok. Çok iyi bir araştırmacı olabilir ama klinikte hastalarla birebir karşılaştığında yaşayabileceği belirsizlikler konusunda da sağlam olması gerekiyor.”

Bilginin her daim değişebileceği, bazen de belirsiz olduğu bir dünyada karar vermek gerekiyor. Tıp öğrencisi tıbbın biyoloji ile sosyal bölümünü dengeleyebilmeli.

Aslında İbni Sina, yüzyıllar öncesinden doctor olması gerekenler ışık tutmuş ve yaşam tarzı ile sağlık arasındaki ilişkiyi çok net bir şekilde ortaya koymuştu.

“Yemekten önce bir miktar spor yapın. Öncesinde ve sonrasında dinlenin. Yemekten sonra hareket etmeyin. Hamurlu tatlılar damarları tıkar” demişti İbni Sina.

Aşırı uykunun zararlı olduğunu da söyleyen İbni Sina, tatlılar hakkında bin yıl önce şu çarpıcı değerlendirmeyi yapmış: “Tatlılar iki türlüdür. Ballı ve hamurlu. Ballı olanlar ağızda eriyip mideye giderse sindirime yardımcı olur. Hamurlu olanlara gelince, bunlar katıdır, sindirimi ağırdır. Damar ve eklem tıkanıklarına sebep olur.”
Albertus Magnus, Thomas von Aquino ve Johannes Scotus tarafından en büyük filozof olarak nitelendirilen İbn Sina, Julius Scaliger'e göre Galenos'tan bile büyük bir hekimdir
İbn Sina'nın ölümünden bir asır sonra tıbba dair en ünlü eseri el-Kanûn fi't-tıbb'ın hemen İspanya'da Latinceye çevrilip Avrupa üniversitelerinde tıp fakültelerinde ders kitabı olarak okunmaya başlanması ve hatta 17. yy.'da Vallodolid Üniversitesi'nde bir Avicenna (İbn Sina) Kürsüsü'nün tesis edilmesi, onun sadece İslâm aleminde değil Avrupa'da da gelmiş geçmiş en büyük hekim olarak kabul edildiğinin, hatta tababette Hippokrat ve Galenos'un şöhretini bile gölgelediğinin birer delilidir. Ayrıca İbn Sina'nın el-Kanûn fi't-tıbb isimli eserinin Pavia'da 1510'da yayınlanan Latince tercümesinin kapağındaki resimde, İbn Sina'nın (Avicenna) ortada tababetin hükümdarı olarak tahtta otururken, solunda Hippokrat, sağında Galenos'un onun veziri gibi yer almış bir şekilde gösterilmiş olması bu hususu belgeleyen diğer bir delildir.

Sokrat’ı, Eflatun’u tanımadan felsefe yapmak nasıl imkansız ise, İbni Sina gibi bilgeleri okumadan gerçek hekim olmak mümkün değil.

[email protected]




GÖRÜŞ

Neden İnsan ve Kainat?
Kemal Çiftçi
www.insanvekainat.net
17 Nisan 2015

“İnsan ve Kainat” adı Türkiye için çok şey ifade etmektedir. Bu ismin çok önemli çağrışımları var. Zira yakın tarihimizde önemli izler bırakmış çok önemli bir dergiyi yeniden gündeme taşımak ve o süreçte emeği geçen güçlü bir ekibi hayırla anmak istedik. Bu vesileyle, yarım kalmış bir hamlenin kaldığı yerden devam edebilmesi için de bir umut ışığı yakmak istiyoruz.

Yıl 1985. Aylardan Eylül. İnsan ve Kainat adlı bir dergi yayınlanır. Türkiye’de Zihniyet Dönüşümü yapmayı hedefleyen derginin yayıncısı, Türkiye Gazetesi’nin ve bilahare İhlas Holding’in kurucusu Enver Ören. Derginin başında ise Ömer Öztürkmen var. Genel Yayın Yönetmenliğini tecrübeli gazeteci Ömer Öztürkmen’in yaptığı derginin ilk çekirdek kadrosunda Ramazan Aydın, Ali İbrahimoğlu ve Vedat Kızıl var. Ben de 1986 yılı başlarında bu ekibe dahil olma bahtiyarlığına erdim.

Daha sonraları Hüseyin Sarıkoç ve merhum Olcay Yazıcı bu ekibe destek vermeye başladılar. Zaman içinde yeni katılmalar oldu. İslam Gemici ve Saffet Yılmaz gibi isimler var. Tabii işin başından beri rahmetli Mehmet Emin Alpkan, İrfan Atagün ve Vecihi Ünal ağabeylerimiz bu ekibe kol-kanat gerdiler. Bu ağabeylerimizle aynı mekanı paylaşmanın mutluluğunu yaşadık. Bizi engin tecrübeleriyle ve sohbetleriyle beslediler.

Dergiye mütercim olarak katkıda bulunan Dr. Ergin Korur ve Muzaffer Soysal’ı , ayrıca musahhih olarak görev yapan Hasan Alaybeyoğlu’nu da unutmamak lazım. Ve tabii ki Prof. Asaf Ataseven, Prof. Dr. Ayhan Songar, Prof. Dr. Kemal Kafalı, Prof. Dr. Nimet Özdaş, Prof. Dr. A. Hikmet Üçışık, Prof. Dr. Turhan Yazgan gibi akademisyenlerin de dergiye önemli katkıları oldu. Bu arada Fransa’dan bize muhabirklik yapan Tansu Sarıtaylı ve İngiltere’den Mustafa Köker de İnsan ve Kainat’a önemli destek verdiler.

Elbette bu süreçte kurulan Bilim ve Teknoloji Vakfı’nı anmak gerekiyor. Zira Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre’nin yönetiminde faaliyet gösteren bu vakıf, İnsan ve Kainat dergisinin bünyesinden çıkan en önemli projelerinden biriydi. Vakıf, düzenlediği bilimsel toplantılarla ve verdiği ödüllerle kısa zamanda bilim dünyasının merkezine oturdu. Türkiye’de henüz özel üniversite yokken, bu vakıf 1980’li yılların sonlarına doğru uluslararası çapta bir vakıf üniversitesi projesini ortaya attı. Hatta rektörlüğüne ABD’nin Miami Üniversitesinde Hidrojen Enerjisi Enstitüsü Direktörü Prof. Dr. Nejat Veziroğlu atandı. Ama ne yazık ki çeşitli sebeplerden dolayı bu proje hayata geçirilemedi.

İnsan ve Kainat Dergisi, 2000’li Yıllarda Türkiye Sempozyumu gibi çok sayıda uluslararası projeye de imza atmayı başardı. Yaptığı yayınlarla Türkiye’de birçok ilki gerçekleştirdi. Mesela Lazer teknolojisi, Optik, İnternet, Ozon tabakasının incelmesi, Sera etkisi, Soğuk Füzyon, Klonlama vb. birçok yeni konu Türkiye gündemine İnsan ve Kainat dergisi marifetiyle girdi. O günlerde yurt dışında önemli yerlere gelmiş çok sayıda Türk bilim adamını adını da ilk defa Türk insanı İnsan ve Kainat dergisi aracılığıyla duymuş oldu. Prof. Dr. Cahit Arf, Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, Prof. Dr. Behram Kurşunoğlu, Prof. Dr. Nejat Veziroğlu, Prof. Dr. Feza Gürsey, Prof. Dr. Asım Barut, Prof. Dr. Tuncer Ören, Prof. Dr. Fuat Sezgin, Prof. Dr. Münci Kalayoğlu, Prof. Dr. Gazi Yaşargil ve daha nice değerli Türk bilim insanı bu sayede ana vatanında tanınma imkanı buldu. Bunların önemli bir kısmı bilahare Türkiye’de önemli hizmetlerde bulundu. Hatta Pakistanlı ünlü fizik alimi ve Nobel ödülü sahibi Prof. Dr. Muhammed Abduselam da ilk defa İnsan ve Kainat dergisi tarafından defalarca Türkiye’ye davet edildi.

1985 yılında başlayan İnsan ve Kainat macerası, 1994 yılında sona erdi. Bu zaman zarfında çok önemli konular işlendi. O dönemde dergiyi takip edenler gençler arasından çok önemli insanlar yetişti ülkemizde. Bugün onlar arasında çıkıp profesör ve hatta rektör bile olanlar var. O günlerde Türkiye’de üniversite sayısı 20 bile değilken, bugün 200’den fazla üniversitemiz var. O dönemlerde milli gelirden AR-GE’ye ayrılan pay yüzde 0,2 iken bugün yüzde 1’in üstüne çıkmış bulunuyoruz. Elbette bunlar sevindirici gelişmeler. Gönül ister ki daha ileri gidilsin. Bilime ve teknolojiye ne kadar önem versek azdır. Sayısal olarak belki epeyce gelişmeler var ama hala yeterli değil. Sadece kantite ile değil, artık kalite ile de ilgilenmenin zamanı gelmiştir.

Ümit ediyorum ki, bu sitemiz, tıpkı İnsan ve Kainat dergisinin geçmişte yaptığı gibi, zihniyet dönüşümü konusunda gerekli gelişmeyi sağlayacaktır. Geçmişten gelen bir meşaleyi yeniden tutuşturduk. Bunu besleyecek ve daha ilerilere götürecek olan gençleri göreve davet ediyoruz.

Bu vesileyle, İnsan ve Kainat dergisine emeği geçen ve ahirete irtihal etmiş tüm büyüklerimizi rahmetle anıyoruz. Hayatta olanlara ise sağlık ve afiyetler diliyoruz.




YORUM

Ankara’yı kim bombaladı?
Kemal Çiftçi
12 Ekim 2015

Ankara’daki bombaları kim patlattı? Henüz bombaların dumanı soğumadan birileri çıkıp, “bu işi devlet yaptı” diyor ve arkasından da “hükümet istifa” diye bağırıyorsa, senaryo çok açık ve net. Buradaki nüansa dikkat edelim. “Hükümet istifa” diyenler aslında “Devlet istifa” demek istiyorlar am buna dilleri varmıyor. Yani aslında Recep Tayyip Erdoğan’a ve Ak Parti’ye karşı çıkanlar da bu vesileyle dillerinin altındaki baklayı çıkarmış oluyorlar.

Ankara’da patlatılan bombalar sadece bir başlangıç. Fitili ateşlemek kolaydır ama sonrasında nerelere varılacağını kestirmek kolay değildir. Devamında çok daha büyük şeytani oyunlar tezgahlanıyor. Bu olay bahane edilerek ülkede grevler, protestolar ve çatışmalar devreye sokuluyorsa; son derece girift ve haince bir plan ile karşı karşıya olduğumuz aşikardır.

Elbette oradaki taşeronlar bulunabilir. Ama gerçek faillerin bulunması o kadar kolay değil. Aslında hem zor hem de çok kolay. Gezi olaylarının, kanlı 1 Mayısların, Nevruzların vb. tüm kaos planlarının arkasında kim var idiyse, burada da aynı güçler devrededir.

Olayların arkasındaki karanlık mahfiller gizli olsa da hedef çok açık ve net. Çünkü Ankara’da patlatılan bombalar, sadece o meydandaki bir grup insanı hedef almamıştır. Esas hedef Türk devletidir. Ve aslında topyekûn İslam dünyasıdır. Zira şu anda yeryüzünde yaşanan zulümlere karşı sesini çıkarabilen başka ülke kalmamıştır. Ne yazık ki yakın zamanda ufukta böyle bir potansiyel görünmemektedir.

Bugün Filistin’de, Irak’ta, Suriye’de, Doğu Türkistan’da ve başka yerlerde horlanan, öldürülen ve yurtlarından sürgün edilen mazlumların sesine kulak verebilen başka güç kalmamıştır. İşte Türkiye bunun için hedeftedir ve o zulümleri devam ettirmek isteyenleri rahatsız etmektedir. Bu yüzden istikrarsızlaştırılmak istenmektedir.

Kısacası, İslam dünyasını köleleştirmek, onların yer altı ve yer üstü zenginliklerine el koymak isteyen güçler kim ise, Ankara’daki olayların arkasında da onlar var. Lütfen bu haince tezgahı görelim ve buna alet olmamak için uyanık davranalım. Aklımızın ve vicdanımızın sesine kulak verelim ki düşmanların ekmeğine yağ sürmeyelim. Düşüncelerimiz, siyasi tercihlerimiz farklı olabilir. Ama bilelim ki hepimiz aynı gemideyiz ve karşımızda çok ciddi bir tezgah var. Gemi batarsa hiç kimse sağ kurtulamaz.

[email protected]





GÖRÜŞ

Arap çöllerinde bir İngiliz kadın
Kemal Çiftçi
6 Ocak 2016

Arap çöllerinde bir İngiliz kadın… Nam-ı diğer: “Çölün kızı”. O da kim, diyeceksiniz Gertrude Bell.. Bundan yüz yıl önce bu toprakları karşı karış dolaştı, fotoğrafladı ve İngiliz İmparatorluğu’nun menfaatleri doğrultusunda çalıştı. Ortadoğu haritasını pasta keser gibi parça parça böldü. Tıpkı bugün olduğu gibi... Bilim insanı, arkeolog kılığında dolaştı ama bugünden bakıp değerlendirdiğimizde, onun casus olduğu konusunda hiç şüphe yok. Tıpkı bir zamanlar Doğu Anadolu’da dolaşan “Barış gönüllüleri” gibi…

Evet, gerçekten de tarih tekerrür ediyor. Bugün de “gazeteci”, “İnsan hakları savunucusu”, “İŞİD” vb. maskeler altında çok sayıda Avrupalı, Amerikalı bu bölgede cirit atıyor. Bugün de benzer planlar dört tarafımızda sahneye konuyor. Türkiye’nin Güneydoğusunda üçbin gizli servis ajanının bulunduğu söyleniyor.

Çöl kraliçesi filminde Nicole Kidman’ın canlandırdığı casus Gertdude Margaret Lowthian Bell, elinde cetvelle Ortadoğu ülkelerinin sınırlarını çizmiş, ülkelere kukla krallar oturtmuş bir kadın. Dağcı, tarihçi, yazar, dilbilimci, arkeolog, kaşif, fotoğrafçı gibi ünvanları olan Bell'i daha yakından tanıyalım.

1868 doğumlu Bell, kadınların okutulmadığı o yıllarda Oxford Üniversitesinin Tarih Bölümü'nü iki senede bitirir. Hem de birincilikle...

At sırtında Anadolu bozkırlarını, bugünkü Irak ve Suriye’yi, Filistin’i boydan boya geçerek araştırma ve incelemelerde bulunur. Aşiretleri, nüfus gruplarını, kervan yollarını, su kuyularını, yer altı ve yer üstü zenginliklerini tespit eder; haritalarına işler. Geçtiği yerleri adım adım fotoğraflar ve günlüklerini neşreder. Üstelik 1890’lı yıllarda çektiği Filistin’e ait fotoğrafları “İsrail” adıyla etiketleyip arşivler. Oysa o günlerde İsrail diye bir ülke yoktur.

Fransızca, İtalyanca, Almanca bilen Bell, Türkçe, Kürtçe, Farsça ve Arapçayı bildiği için Ortadoğu’da yüzlerce aşiret ve kabileyle kolayca ilişki kurar, birbirine düşürebileceği ve Osmanlı’ya karşı ayaklanabilecek kabileleri gözüne kestirir.
Arkeolojik çalışmalar yapmak bahanesiyle bütün bir Ortadoğu’yu gezen Bell, elde ettiiği bulguları İngiliz çıkarları için çarpıtmaktan da geri kalmaz. Günlüğünde "Her aşireti burası sizden bir parça, sizin aslınız bu diye ikna etmek için gayret gösteriyorduk. Çoğu zaman da başarıyorduk” diyor. Arap isyanlarının örgütleyicisi Arap Lawrence’ı da o yetiştiriyor.

Günlüğüne "Bir daha kral yaratma işine katiyen bulaşmayacağım, sinirleri çok yıpratan bi iş” diye de yazan Bell, Suriye tahtından indirilmiş olan Faysal’ın Irak kralı yapılması için Winston Churchill’i ikna eder.

İngiltere'nin sömürgeci planlarını oya işler gibi gerçekleştirerek ülkesinde kahraman olan kadın, ne gariptir ki bugün bile birçok Arap ülkesinin ders kitaplarında 'kahraman kadın' olarak geçiyor.
Gertude Bell, ne ilk ne de son casustur. Ne yazı ki biz aklımızı yeterince kullanmadığımız için benzer filmleri tarih boyu hep yaşadık ve yaşamaya devam ediyoruz. Yemen’e “kuş uzmanı” olarak giden Wayman Bury de benzer bir şekilde oradaki aşretleri Osmanlıya karşı kşkırtıp kullandı.

M. Niyazi Özdemir’in “Yemen Ah Yemen" kitabında şöyle anlatılır: “İngiliz; Londra’da büyümüş, kuş uzmanıdır buradaki kuşları araştırmak için Yemen’e gelmiş. Kuşlarla ilgilenirken İslamiyet dikkatini çekmiş, araştırıp Müslüman olmuş. Uzun yıllardan beri burada yaşıyor. (yaklaşık 30 yıl) Beş vakit namazını kesinlikle sektirmez; Üç ayları, Pazartesi - Perşembe oruçlarını tutar. Abdestsiz yere basmaz, doksan dokuzluk tesbih elinden düşmez.”

Yukarıda bahsi geçen şahıs; Wayman Bury, nam-ı diğer Şeyh Mansur, 30 yılını Yemen’in dağ köylerinde Arapları Osmanlı’ya karşı kışkırtmaya ayırmış bir İngiliz ajanıdır.

Benzer bir olay da 19.yüzyılda Endonzeya’nın Açe bölgesinde yaşandı. Hollanda’nın emperyalizmine direnen yerli halkı içeriden çökertmek icin Hollandalı bir antroplog oraya sızdı ve Müslüman olduğunu söyleyerek Açe halkının direnişini kırdı. 1891’de Açe’ye Abdulgaffar adıyla giren Hollandalı Christian Snouck Hurgjonje, daha sonraları “Beyaz hacı” lakabıyla ünlü oldu ve halkın sempatisini kazandı. Bu sayede halk Hollandalılara karşı durmaktan vazgeçti ve savaşla alınamayan Açe, kolay bir şekilde işgal edildi.

Ne yazık ki bu tür olayları saymakla bitiremeyiz. Tarihin tekerrür etmesini istemiyorsak, aklımızı kullanmak zorundayız. Aksi takdirde bu oyunlar hep tezgahlanır ve biz “ah-vah” dediğimiz zaman iş işten geçmiş olur.




GÖRÜŞ


Terör ve aydın sorumluluğu
Kemal Çiftçi
21 Mart 2016

Son zamanlarda ülkemizde ne yazık ki terör olayları tırmanışa geçti. Özellikle de canlı bomba şeklinde cereyan eden suikastlar toplumu ciddi anlamda tedirgin etmeye başladı. Kitleler panik ve ümitsizliğe doğru sürükleniyor. En tehlikelisi bu aşamadır. Zira terörün nihai hedefi de budur zaten.
Kabul etmeliyiz ki, ortada topyekün bir savaş var. Bu saldırıya karşı durmak için de topyekün bir direnç ve seferberlik gerekiyor. Herkes bulunduğu yerde, işini en iyi şekilde yapmak suretiyle bu mücadelede yerini almak zorundadır.

Peki biz ne yapıyoruz? Herkes en kolay yolu tercih ediyor: Ümitsizlik ve başkalarını suçlama. Bunu yaparak aslında terörü yapanların oyununa gelmiş olmuyor muyuz? Özellikle de hükümeti ve devleti suçlamak en sık yapılan şey. Devletin, hükümetin, bürokrasinin yapması gereken çok önemli görev ve sorumluluklar var elbette. Ama bu, bizi sorumluluktan kurtarmaz. Ayrıca da yapısı gereği devlet her zaman güvenlikçi politikaları önceler. Yani sineklerle mücadele eder. Oysa asıl yapılması gereken, sineklerin üremesini ve yaşamasını sağlayan bataklığı kurutmaktır.

Özellikle aydınlara ve bilim dünyasına bu konuda çok önemli görevler düşüyor. Sadece eleştirmek ve birilerini göreve çağırmak en kolay iştir. Sıradan vatandaş bunu yapabilir. Çünkü onun yapabileceği çok fazla bir şey de yoktur aslında. Ama bilim camiası, ülkenin karşı karşıya olduğu her soruna gerektiği gibi teşhis koymak ve tedavi yöntemleri önermekle mükelleftir. Özellikle de sosyal bilimler alanında çalışanların bu konuda yapacakları çok büyük işler vardır. Mesela terör nereden beslenir, bir genç teröre nasıl bulaşır, bir insan nasıl olur da canlı bomba olmaya karar verir? Bütün bu soruların cevabı aranmalı ve bu konuda yetkililere, hükümete yol gösterilmeli. Ayrıca toplum bu konularda aydınlatılmalı, kurumlara, kişilere ve ailelere gerekli uyarılar yapılmalı.

Türkiye yaklaşık yarım asırdır terör belasıyla karşı karşıya. Bu süreç içinde on binlerce genç insanını teröre kurban verdi. Nice hükümetler geldi, geçti. Ama problem bir şekilde hep devam etti. Zaman içinde terörün amacı, yöntemleri, kullandığı kitle ve argümanlar belki değişti ama sonuç ve hedef değişmedi. Ülkemizin istikrarı bozuldu, ekonomisi zarar gördü ve en önemlisi insanlarımız acı çekti. Peki böylesine ciddi bir problemin çözümü konusunda bilim adamlarımız bugüne kadar ne yaptı? Hiçbir şey yapmadı, dersek abartı olmaz. Zira bu ülkede 200’e yakın üniversite var. Akademisyen sayımız 150.000’i geçmiş durumda. Bugüne kadar on binlerce doktora tezi yapıldı, binlerce uluslararası çapta bilimsel yayın gerçekleşti. Peki bunlar arasında ülkemizin sorunlarına neşter atan kaç tanesi var? Mesela terör gibi ciddi bir sorunu ele alan çalışma sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor neredeyse. Sadece ve sadece 26 çalışma yapılmış. Kimse çıkıp da bu kısırlığın ve ilgisizliğin sebebini, hesabını sormuyor. Öte yandan binlerce bilim adamı bir araya gelip terör konusunda devleti suçlayan bir bildirinin altına imza atabiliyorlar. Başkaları da çıkıp fikir özgürlüğü adına bu imzacılara destek veriyor, onların çok kutsal bir insanlık görevi yaptıklarını savunabiliyor.

Şimdi, bir fıkra ile konuyu bağlayalım. Savaş esnasında bir grup asker esir düşmüş ve düşman tarafından sorgulanıyor. Esirlerin büyük kısmı da suçsuz olduklarını iddia ediyorlar. Bunlardan biri aşçı olduğunu ve dolayısıyla savaşa bulaşmadığını söyleyince haklı bulunup kurşuna dizilmekten kurtuluyor. Bundan cesaret alan bir başkası hemen ortaya atılıyor ve “borazancıbaşı” olduğunu söyleyerek affını istiyor. Hatta müzisyen ve sanatçı oluğunu da ekleyerek düşman komutanını ikna etmeye çalışıyor. Ama komutan çok sert bir şekilde hüküm veriyor: “En büyük cezayı buna verin. Zira bütün askerleri gaza getiren kişi aslında bu”. Bizde de ne yazık ki çok sayıda “borazancıbaşı” var. Hem de her meslekten… Ama işini doğru yapan insan sayısı yok denecek kadar az. Böyle olduğu için de herkes suçu başkasına yükleyerek sorumluluktan kaçmaya çalışıyor.





GÖRÜŞ

Allah’ın Lütfu!
Kemal Çiftçi
21 Temmuz 2016

“Hak şerleri hayr eyler
Arif anı seyreyler
Zannetme ki gayreyler
Mevlâ görelim neyler.
Neylerse güzel eyler”

Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretleri dünya ahvalini böyle özetliyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 15 Temmuz darbe akşamı yaptığı konuşmada, “Bu darbe Allah’ın bir lütfudur” şeklinde bir ifade kullandı. İslami lüteratüre yabancı olanlar bunu anlamakta epeyce zorlandılar. Hatta çok farklı yerlere çeken bir kısım zavallılar da oldu.

Peki Cumhurbaşkanı ne demek istemişti? Aslında işin bir kaza-kader boyutu var. Elbette “vaki olanda hayır vardır” diye inanırız. Burası külli iradeyle ilgili bir konu olduğu için “en iyisini Allah bilir” demekle yetinelim.

Gelelim işin dünyevi boyutuna. Dünyaya adım attığımız andan itibaren yaşadığımız olaylar ve geçirdiğimiz hastalıklarla bağışıklık sistemimiz gelişir ve güçlenir. Hatta bağışıklık sistemi anne karnındayken gelişmeye başlar. Doğum sancısı ve bu esnada yaşananlar da bebeğin bağışıklık sistemini formatlar. Doğan her çocuk ağlar. Bu ağlama onun ciğerlerinin genişlemesini ve ve nefes almasını sağlar.
İşte toplumlar da bu tür badireleri atlattıkları zaman her defasında biraz daha güçlü hale gelirler. Zira yaşanan her musibet o topluma tecrübe kazandırır, gelecek tehditlere karşı bağışıklık kazandırır. Zaafların ortaya çıkmasını ve bunların onarılma imkanlarını ortaya çıkarırır.

Osmanlının yıkılış döneminde yaşadığı Galiçya, Çanakkale, Yemen ve Kutul Amare gibi kanlı savaşlar olmasaydı, Kurtuluş Savaşı başarılı olamazdı. Buralarda yıkım yaşayan bir toplum, dişini tırnağına takarak varlık-yokluk mücadelesi verdi ve dört tarafımızı saran super güçleri defetmesini başarabildi.

15 Temmuz’da yaşanan darbe teşebbüsü tabii ki ilk değildi. 7 Şubat MİT Krizi, Gezi Olayları, 17-25 Aralık siyasi ve ekonomik darbe teşebbüsü, Güneydoğudaki Hendek Savaşları vb. kalkışmalar hepsi bir zincirin halkalarıydı. Bu olayların her biri Türkiye’yi salladı ama başarısız olunca toplum bir sonraki adımda daha güçlü olarak ayağa kalktı. Bu vesileyle bir olağanüstü hal döneminden geçeceğiz. Mecburi bir budama hareketi gerçekleşecek. Ve elbette toplum çok daha güçlü ve sağlıklı bir yapıya kavuşacak. İşte “Allah’ın lütfu” ifadesini böyle anlamak lazım.

Ve tarihten bir ibret vesikası. Kıbrıs’ın fethi esnasında Venedik Elçisi Barbaro İstanbul’da bırakılmıştı. Venedik elçisi, Osmanlı donanmasının 1571 senesinde İnebahtı’da yenilmesinden sonra Osmanlı Devleti’nin sulhe taraftar olup olmadığını ve Haçlılara tâviz verip vermeyeceğini anlamak istiyordu.

Bir görüşme esnasında Veziriazam Sokullu Mehmed Paşa’ya bu yenilgiyi alaylı bir şekilde anlatmaya kalkışmıştı. Sokullu Mehmed Paşa ise:
“İnebahtı muharebesinden sonra cesaretimizin sönmediğini görüyorsunuz. Sizin zayiatınızla bizimki arasında fark vardır. Biz sizden bir krallık (yani Kıbrıs’ı) alarak kolunuzu kestik. Siz ise donanmamızı yok etmekle sakalımızı tıraş etmiş oldunuz. Kesilmiş kol yerine gelmez. Ama tıraş edilen sakal daha gür çıkar” diyerek tarihî bir cevapla Venedik elçisinin ağzının payını vermiştir.

[email protected]




HABER

ÇEVİRİ İŞLETMELERİ DERNEĞİ BASIN BÜLTENİ

FETÖ çetesinin milli egemenliğimize karşı giriştiği terör saldırısını başarıyla bertaraf eden Türk halkı ikinci bir seferberliğe başlıyor! Çeviri İşletmeleri Derneğinin öncülüğünde başlatılan seferberlik “Ses Ver Türkiye” adını taşıyor ve dünya kamuoyunu doğru
bilgilendirme amacını taşıyor.

Dünyadaki herkesi kendi ana dilinde bilgilendirmeyi hedefleyen seferberlik projesi için Çeviri İşletmeleri Derneği tarafından 32 dilde hazırlanan bilgi mektubu ve video kliplerinde Türkiye’de
ekonomik ve sosyal yaşamın herhangi bir kesinti olmadan normal seyrinde devam ettiği anlatılıyor ve
dünya kamuoyunun Türk iş insanlarıyla ilişkilerinde herhangi bir kaygı unsuru taşımaması gerektiği
vurgulanıyor. 5 Ağustos 2016 tarihinde İstanbul’da düzenlenen basın toplantısında konuşan Çeviri
İşletmeleri Derneği Başkanı Rafet Saltık, “Yaşadığımız ulusal terör eylemi hepimizi derinden
sarsmış bulunmaktadır. Ülkemizin bağımsızlığına, ulusumuzun yüksek iradesine ve demokratik parlamenter sitemimize yönelik bir saldırı girişimi olan bu eylemin ilk etkilerinin bertaraf edilmiş olması teselli noktamızdır. Türk halkı tüm dünyaya eşsiz bir demokrasi dersi vermiştir. Buna karşın, “görevimiz bitti!” diyemeyiz. Şimdi ikinci bir görev bizi bekliyor.” dedi. Darbe girişimin olumsuz etkilerinin uzun vadeye ve dünya coğrafyasına yayılma ihtimali üzerinde duran Rafet Saltık, konuşmasında özellikle yabancı basın ve yayın organlarında ülkemiz hakkında yapılan olumsuz yorumlara dikkat çekerek, Türkiye’ye çağrıda bulundu. “Ortaya konan ulusal terör eylemini bertaraf etmiş olmamız yeterli değildir. Türkiye olarak şimdi de ikinci bir savaşı başarmak zorundayız. Bu savaş, ülke imajımızın zedelenmesine engel olma savaşıdır. Gelin, tanıdığımız tüm yabancıları bilgilendirelim. Dünyadaki herkese onların ana diliyle hitap edelim ve ülkemizin gerçek durumunu anlatalım. Her vatandaşımız yurt dışında tanıdığı bir vatandaşa onun ana dilinde bir mektup gönderirse Türkiye’den 79 milyon mektup gidecektir.”

Çeviri İşletmeleri Derneği (ÇİD) tarafından hazırlanan mektup ve video klipler Türkiye’de ekonomik ve sosyal yaşamın normal şekilde sürmekte olduğunu anlatılıyor. 32 dünya diline tercüme edilen
mektup ve video klipler http://www.cid.org.tr adresli ÇİD web sitesinden indirilebiliyor.

Edirne’den Ardahan’a ülkemizdeki her vatandaşı, kamu ve özel her kurumu, tüm sivil toplum kuruluşlarını seferberliğe davet eden ÇİD, herkesin söz konusu mektup ve video kliplerini kendi adıyla göndermelerini öneriyor. Konuyla ilgili açıklama yapan Başkan Saltık “Çeviri İşletmeleri Derneği olarak, “SES VER TÜRKİYE Seferberliği çerçevesinde hazırlanan malzemelerle ilgili her türlü telif hakkımızdan peşinen feragat ediyoruz, yeter ki ülkemizi doğru anlatalım.” şeklinde

ÇEVİRİ İŞLETMELERİ DERNEĞİ

http://www.cid.org.tr

İrtibat için: Başkan Rafet Saltık Tel 0532 204 69 72 ePosta [email protected]




GÖRÜŞ

Tillo yolu, ilim dolu…
Kemal Çiftçi
25 Eylül 2016

Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretleri, 18.yüzyılda yetişmiş en önemli ilim adamlarımızdan biri. Dini ilimler yanında astronomi, psikoloji, matematik ve fizikte de çağını yakalayan, hatta o günkü toplumun çok önünde bir alim. Hem teorisi hem de pratiği olan bir rol model.

Bilim ve teknolojide bir yerlere gelebilmek ve eğitim sistemini geliştirmek için istifade etmemiz gereken önemli rehberlerden biri. Onu keşfetmeye ve anlamaya çok ihtiyacımız var.

Işık doğudan yükselir. Biz de bu ışığın kaynağına yaklaşmak amacıyla geçen hafta kısa bir yolculuğa çıktık. İstanbul Ticaret Odası meclisi üyesi Sait Kılıç’ın bir organizasyonuyla 22 Eylül’de İstanbul’dan yola çıktık. Tillo kökenli işadamı Sait Kılıç, aynı zamanda İbrahim Hakkı hazretlerinin torunu. Çoğunluğu işadamları olmak üzere, aynı zamanda gazetecilerin, akademisyenlerin ve bölge milletvekillerinin de bulunduğu bir heyetle sabahın ilk ışıklarında Batman’a vardık. Batman, güneydoğu Anadolu’nun çok önemli merkezlerinden biri ve son derece gelişmiş bir şehir. Güneşin sıcaklığıyla bizi karşılayan Batman’dan ayrılıp, Hasankeyf’e doğru keyifli bir yolculuğa çıktık.

Hasankeyf, 15.000 yıllik tarihi miras. Mezopotamya medeniyetinin önemli merkezlerinden. Burası tam bir açık hava müzesi. Tüm dönemlerde önemli bir medeniyet merkezi olmuş. Dicle nehrinin kenarındaki bu kadim şehir, dünyanın en büyük taş köprüsünü barındırıyor. Burası, Ortadoğu ile Anadolu arasında çok önemli bir kavşak noktası. Kaya şehirlerinde mağara içi evler ve ibadethaneler var. Yine kayaların içine oyulmuş çok muhkem kalelere sahip. Hz. Ömer döneminde İslam’a kapılarını açmış. 639 yılında, Halid Bin Velid komutasındaki bir ordu bu beldeyi Bizans’tan almış.
Hasankeyf’teki doyulmaz ziyaretimizi tamamlayıp Midyat’a doğru yola çıktık. Burası, Gaziantep, Mardin, ve Diyarbakır gibi çok renkli bir şehir. Aynı zamanda Türk İslam medeniyetinin en önemli dönemlerine başkentlik yapmış bir merkez. Türk, Kürt, Arap ve Süryani gibi farklı etnik grupların yüzyıllarca barış içinde birlikte yaşadıkları bir örnek yer. Artuklu devletine başkentlik yapmış. Dünya çapında robotun mucidi olarak kabul edilen Ebul İz El Cezeri, ünlü kitabını burada yazmış. Her donemde bilim ve sanat merkezi olmuş. Medreseleriyle ve tarihi taş evleriyle dünya mirasında büyük bir yere sahip. Cizre’de yeralan Mor Gabriel manastırı 1600 yıllık tarihi ile dünyanın en eski dini merkezlerinden biri olarak tüm heybetiyle ayakta duruyor ve medeniyetimizin hoşgörüsünü dünyaya haykırıyor.

Verimli Midyat yolculuğundan ve lezzetli yemeklerinden sonra yeniden Batman’a döndük. Akşam yemeğinde ise Batman valisi Ahmet Deniz’in misafiri olduk. Ertesi sabah erken saatlerde yola çıktık. Güneş doğmadan Tillo’ya ayak bastık. Ulu Cami avlusuna yaklaştığımızda muhteşem bir Kuran tilaveti ile kulaklarımızın pasını giderdik. Sabah namazı sonrasında ise yağmur bereketiyle sırılsıklam olduk. Fakirullah hazretlerinin şehri Tillo, uzaklardan buraya gelen misafirlerini yağmurun güzelliğiyle karşıladı. Yoğun yağmur altında ve Fakirullah’ın türbesinin yakınında yeniden Kuran tilaveti dinleyerek başka dünyalara daldık. Ve Tillo medresesinde muhteşem kahvaltıyla yeni güne başladık. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın torunlarından Fizik mühendisi Feyzullah Toprak’ın ufuk açıcı açıklamaları eşliğinde yapılan kahvaltı ve keyifli sohbet sonrasında Erzurumlu İbrahim Hakkı ve hocası Fakirullah hazretlerinin medfun bulunduğu türbeyi ziyaret ettik. Buradaki astronomi harikası düzeneği yakından görme imkanı bulduk.

İsmail Fakirullah Hazretleri, bir yandan insanlara irşat ta bulunurken diğer yandan da beşeri ilimlerde de çok önemli bilim adamları yetiştirmiştir. Bunlardan biri de Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleridir.

İbrahim Hakkı Hazretleri, hocası vefat edince onun için bir türbe yaptırmış ve ayakucuna defnedilmeyi de vasiyet etmiştir. Türbeyi farklı kılan ise buradaki ışık düzeneğidir. İbrahim Hakkı Hazretleri hocasının aziz hatırasına ithafen 18.yy da Tillo’nun 3 km doğusundaki tepenin üstüne, bugünkü ismiyle Ka’latül Üstat’ta harçsız olarak bir taş duvar inşa etmiş ve ortasına da 40x50cm açık bir pencere bırakmıştır. Böylece Türbenin kulesi ile tepedeki duvar arasında ışık irtibatını sağlamış.

Bu düzenek sayesinde gece ve gündüzün eşit olduğu 21 Mart ve 23 Eylül tarihlerinde, tepeden doğan güneşin ilk ışıkları türbenin kulesine, oradan da kırılarak türbenin penceresinden geçerek İsmail Fakirullah Hazretlerinin sandukasının başucunu yaklaşık 3 dakika aydınlatmaktadır. Bu hadiseyle ilgili İbrahim Hakkı Hazretleri, “yeni yılda doğan ilk güneş hocamın başucunu aydınlatmazsa ben o güneşi neyleyim” sözüyle hocasına olan saygısını göstermiştir. Yılda iki kez güneşin ilk ışıklarını hocasına armağan eden İbrahim Hakkı Hazretleri, gelecek nesillere de hoca-talebe, ilim maneviyat ilişkisinin güzel bir örneğini göstermiştir.

Bu doyumsuz manevi yolculuğun ardından Siirt’e hareket ettik. Siirt Ulucami’deki Cuma namazı sonrasında Siirt Valisinin ve Tillo kaymakamının davetlisi olarak ünlü Siirt büryan kebabı eşliğinde öğlen yemeğini yedik ve uçağımıza binmek üzere dönüş yolculuğu için Batman’a doğru yola çıktık.
Bu yolculuğun en güzel tarafı Tiilo’daki manevi hava ve ilim ışığı idi. Ancak aynı zamanda bu bölgenin genç nüfusu ile iş dünyası açısından ciddi fırsatlara sahip olduğunu gördük. Daha fazla yatırım, istihdam ve kalkınmayı da beraberinde getirecektir. Bu ise gençlerin teröre bulaşmasını önleyecek en önemli tedbirlerden biridir. Bölgenin ticarete ve turizme yönelik potansiyelini ne kadar çok değerlendirebilirsek, ülkemizin huzur ve geleceğine de o kadar çok katkıda bulunmuş olacağız.
Tillo yolu, ilim dolu. Mustafa Özel’in ifadesiyle söylersek, “İstikbal köklerdedir”. Ve aydınlık geleceğimizi kurmak için geçmişimizi, bizi biz yapan manevi değerlerimizi keşfetmek zorundayız. Bu keşfi gerçekleştirmenin yolu da unutulmuş değerlerimizi daha iyi tanımaktan geçiyor.
[email protected]




GÖRÜŞ

Kemal Çiftçi yazdı: İdeoloji ve Sanat
5 Aralık 2016

Dinlerin, inançların ve ideolojilerin yaygınlaşmasında, yerleşmesinde sanat hep etkili olmuştur. Ve tarihin her döneminde bunu görüyoruz.

Yakın tarihimizden bir örnek vermek gerekirse; Türkiye’de 68 kuşağı sol hareketlerin yaygınlaşması nasıl oldu? O dönemde ülkemizde Marx’ı veya Engels’i okumuş kaç kişi vardı? Hatta solcuların çoğu Marx’ı Rus sanıyordu. Ama buna rağmen Türkiye’de yüzbinlerce genç aktif olarak kendisini sol hareketlerin içinde buldu. Bugün bile hala o çizgiyi devam ettiren çeşitli fraksiyonlar var. DHKPC ve PKK gibi terör örgütleri de sonuç itibariyle Marxist ideolojinin içinden çıktılar. Bütün bu insanlar hangi kaynaklardan beslendiler? Hemen hemen hiçbiri sol teorisyenleri okuyarak bu noktaya gelmedi. Büyük çoğunluğu şiirle, müzikle ve sinemayla bu ideolojilerin sempatizanı ve takipçisi oldular.

Tarih boyunca insanlar acılarını, sevinçlerini ve inançlarını hep destanlarla, şiirle, müzikle, heykelle ve tiyatro ile ifade ettiler. Kısacası, düşüncelerin, duyguların ve inançların ana taşıyıcısı hep sanat oldu. 20.yüzyıldaki sol ve faşist ideolojilerin yaygınlaşmasında da aynı şekilde sanat kullanıldı. Özellikle de sinema ve müzik…
Kuran-ı Kerim de sık sık sanata ve sanatçıya dikkat çekmektedir. Özellikle şairlerden sıkça bahsedilmektedir. Hatta Kuran-ı Kerim’deki surelerden birinin adı Şuara’dır.

Müşrik şairler Kuran’ın şiir olduğu ve ondan güzel şiirler söyleyebileceklerini iddia ediyorlardı. Hatta daha güzelini söyleyemeye cüret edenler bile oldu. Kuran bu tür şairlere açıkça meydan okudu. Bunun üzerine müşrik şairler İslam’ı, Hz. Peygamber’i ve Müslümanları şiirle hicvetmeye başladılar. Ondan sonra ise Hz. Peygamber onlara cevap vermek üzere Müslüman şairleri göreve çağırdı. Böylece şiir kendisine meşru bir zemin buldu. Hz. Ebubekir ve Hz. Ali başta olmak üzere şiir söyleyen ve okuyan Müslümanlar çoğalmaya başladı.

Bu gelenek daha sonraki dönemlerde de devam etti. Bilhassa Osmanlı döneminde şiir, müzik ve mimari gibi sanatlar zirveye ulaştı. Bugün de mesajımızı iletmenin en güzel yolu sanattır.
[email protected]




GÖRÜŞ

Avrupa değerleri ve düşünce hürriyeti
Kemal Çiftçi
15 Mart 2017

“Avrupa değerleri “ denince akla ilk gelen imaj, düşünce hürriyetidir. Acaba gerçekten öyle mi? Avrupa medeniyeti, Yunan mirası üzerine oturduğu için Sokrat örneği bu konuda bize ışık tutacaktır. Sokrat, gençlerin ahlakını bozduğu gerekçesiyle suçlanır. Sonuçta bundan dolayı idama çarpılır ve zehirlenerek öldürülür. Sokrat’ın savunması son derece ibretli bir vakadır. Sokrat, maruz kaldığı suçlamalara reddeder ve kendisini şöyle savunur:

“Bu ülkede düşünce ve düşünceyi ifade hürriyeti yok mu? Ben düşünce hürriyetimi kullanıyorum. Düşüncelerimi başkalarına anlatarak da ifade hürriyetimi kullanıyorum. Eğer bu ülkede düşünce ve ifade hürriyeti varsa benim yaptığım suç olamaz. Ayrıca ifade hürriyeti konusunda da bir sınır yoksa, yani düşüncelerimi açıklayacağım kişi sayısı sınırlanamayacağına göre, beni hangi gerekçeyle suçluyorsunuz?”. Buna rağmen savunması kabul edilmez.

İşte bugün Avrupa aynı şeyleri yapıyor. Yeri geldiğinde dünyaya demokrasi, insan hakları, ifade hürriyeti konusunda ders veren, hesap soran Avrupa, işine gelmediği zaman bunları ayaklarının altına alabiliyor. Bir anda faşizmi hortlatıyor. Üstelik bunu yapanlara “faşist” diyenleri de suçlu ilan edebiliyor.

Bugün hastalıklı bir Avrupa ile karşı karşıyayız. Yunan’dan kalan tüm hastalıklar onların genlerine işlemiş. Böyle zamanlarda hemen Türk ve İslam düşmanlığı da hortlamaya başlıyor.

Aslında son zamanlarda çirkin yüzünü gösteren Avrupa’ya çok da şaşmamak gerekiyor. Zira bunda hayret edilecek bir durum yok. Yıllar önce kaleme aldığım bir yazıda bu konuya dikkat çekmiştim. İşte 1998 yılında yazdığım bir makaleden bazı alıntılar:
“Cumhuriyetin 75. yıldönümünü kutlamaya hazırlandığımız şu günlerde bol nutuklar dinleyeceğiz. ….

Ya dışarıdaki itibarımız… Bu zaman zarfında yüzümüz hep Avrupa’ ya dönük. Her yönüyle onlara benzemek istedik. Ama hala Avrupa Birliği bizi kabul etmiyor. Avrupa Birliği, krallıkla yönetilen İngiltere, Hollanda ve İspanya gibi ülkelere açık ama Türkiye’ ye kapalı. Daha düne kadar bir Demirperde ülkesi olan Doğu Almanya bugün AB’ nin içinde ama Türkiye kapıda beklemeye devam ediyor. Oysa şekil itibariyle biz onların hepsinden daha Avrupalıyız. Acaba neden bizi içeri almıyorlar?

Zaman zaman hükümetlerimiz bu konuda aşırı iyimserliğe kapılıp AB’ ye kabul edileceğimiz müjdesini veriyorlar. Ama çok geçmeden bunun bir serap olduğunu anlıyoruz. O zaman da “Kalleş Avrupalı” üslubuyla deşarj oluyoruz. Veya “Türk’ ün Türk’ ten başka dostu yok.” duygusallığına kapılıyoruz. Aslında Avrupa’ nın bize karşı olan tavrı bizi şaşırtmamalı. Zira tarihe baktığımız zaman bu tutumun hiç de yeni olmadığını fark ederiz. Henüz Türkiye Cumhuriyeti’ nin kurulmadığı yıllarda, Şemsettin Günaltay şunları yazıyordu: “ Bugün ağır ve boğucu sıklet altında ezildiğimiz vukuat- ı ahire, bize Avrupa medeniyetinin ne demek olduğunu, asırlardan beri Hilal’ e karşı kin, nefret ve intikam fikriyle terbiye edilmiş olan Avrupalılar’ ın mahiyet- i hakikatlerinin neden ibaret bulunduğunu pek acı bir hakikatlerle gösterdi.” (M. Şemsettin Günaltay, Hurufattan Hakikata, Marifet Yayınları) Cumhuriyet’ in kurucuları arasında yer alan ve CHP döneminde başbakanlık yapmış olan Şemsettin Günaltay, Avrupalı’ nın bize karşı olan tutumunu değiştirebilmemiz için reçeteyi de veriyor. “Avrupalılar’ ın yurdumuza karşı hedefledikleri planlarını bozmak ve onların memleketimizle daha az alakadar bir hale getirmek için ticaret, sanat ve teknolojide ileri gitmemiz gerekir.” İşte asıl can alıcı nokta burası. Bu duruma geldiğimiz zaman Avrupalı, ülkemizde ne insan hakları heyetleri gönderir, ne de bizi aşağılamaya cesaret eder. Cumhuriyet’ in başarısını ya da başarısızlığını ölçmenin kriteri de bu olmalı.”
Yine aynı yıllarda yazdığım bir başka makale sanki bugünü anlatıyor:
“Avrupa Birliği’ nin bir süre önce aldığı karar ülkemizde çok farklı yorumlara sebep oldu. Bilhassa Batılı aydınlarımız, onların Türkiye’ yi dışlayan tavrına şaşırdılar. Oysa bunda şaşılacak bir şey yoktu. Aslında bu karar karşısında şaşıranların aklına şaşmak gerekiyor. Adamlar dürüst davranmışlar ve diplomasi yalanlarına başvurmadan, evirip çevirmeden, “ Türkiye ile aramızda kültür farkı var.” Demişlerse, onlara bu açık sözlü yaklaşımdan dolayı teşekkür etmek gerekiyor. Çünkü doğruyu itiraf etmişlerdir. İtiraz etmeye veya kızmaya hakkımız yok. Asıl kızılması gerekenler ise, kültür ve medeniyet farkını görmezlikten gelenler.
Kendimizi kandırmaya çalışmayalım. Avrupa’ nın bizi kabul etmesi, eşyanın tabiatına aykırıdır. Çünkü aramızda öylesine derin uçurumlar var ki, biz farkında olmasak da, onlar bize asla sempatiyle bakmazlar. Bugün oluşan Avrupa Birliği, bir bakıma Roma- Cermen İmparatorluğu’nun yeniden canlanmasıdır. Türk- İslam düşmanlığı, her Avrupalı’ nın şuuraltına öylesine yerleşmiştir ki, onu oradan söküp atmanız mümkün değil. İşte size bir örnek: Almanya’ da, bir kütüphaneyi karıştırırken karşılaştığım bir şiir dikkatimi çekti. Şöyle diyordu şiirde:
“Ben bir timsahım, haftanın altı günü çalışırım,
Pazar günü de ziyafet çekerim kendime,
Bir Türk yerim.”

Bu kitabın çocuklar için yazılmış olması, olayı daha da ilginç hale getiriyor. Asırlar boyu bu kültürle yoğrulan Avrupalı’ nın bizi kendisiyle eşit görmesini beklemek hangi akla-mantığa sığar?

Tabii sadece Türkler’i aşağılamakla kalmıyor onlar. Kendilerinden olmayan diğer ırkları da pek insan yerine koymazlar. Daha yakın zamana kadar, zencileri de, insandan saymıyorlardı.

Niketim 20. Yüzyılın başlarında kurulan Hamburg Doğal Parkında, bir Eskimo ailesi de hayvanat bahçesinde kafes içinde teşhir ediliyordu. Tıpkı maymun gibi, sincap gibi…

İşte Avrupalı bu… Kendimizi kandırmayalım. Bizim Batı’daki imajımız, hoşumuza gitmese de böyle. Ama bu, bizim eksikliğimizden ziyade, onların bakış açılarından, paradigmalarından kaynaklanıyor.





GÖRÜŞ


İhanetin böylesi görülmedi!
Kemal Çiftçi
17 Mayıs 2017

ABD’nin kucağında yaşayan hain çete reisi, Washington Post gazetesinde bir makale yayınladı. Belki de birileri onun adına yazdı. Zira sahtekarlığı ve fikir hırsızlığı ayyuka çıkmış bu adamın böyle bir makaleyi kaleme alacak kapasitesi yok aslında. Zaten bu şebekenin en başarılı olduğu alan, soru çalma. Ustaca soru çalarak kendi adamlarını bir yerlere getirmeyi çok iyi beceriyorlar.

Makalenin yayınlandığı tarih ise, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Trump ile görüşme yapacağı güne denk geliyor. Sadece bu makalenin yazılması bile bu ihanet çetesinin gerçek yüzünü göstermeye yetiyor. Benzer bir kampanyayı da Erdoğan’ın Hindistan ziyareti sırasında orada yürütmüşlerdi.

“Merd- i Kıpti şecaat arz ederken sirkatin söyler” diye güzel bir atasözü var. Yani Çingene, kendini överken yaptığı hırsızlıkları sayıp durur. Bu zat da altına imza attığı makalenin girişinde, Türkiye’deki darbe ile alakası olmadığını ve kendisine iftira atıldığını söylüyor. Yazının devamında ise her satırda ülkesine kin ve nefret kusuyor. Ülkesini NATO’ya, ABD’ye ve Avrupa’ya şikayet ediyor. Dış güçlerden, Batılı hamilerinden medet umuyor. Lafı dolandırarak, satır aralarında “ülkeme demokrasi getirin” diye karşımızdaki şer cephesine adeta yalvarıyor. Tıpkı Afganistan’a, Irak’a yaptıkları gibi, bize de müdahale edilmesini istiyor.

Türkiye’de demokrasi, insan hakları yokmuş. Diyelim ki Türkiye dört dörtlük bir ülke değil, bazı eksiklikleri var. Peki, bugün Irak, Afganistan ne durumda? Libya, Yemen neden paramparça? Filistin inim inim inliyor. Mısır yarı açık bir cezaevine dönüştü. İŞİD denen bir belayı, El Kaide’yi, PKK ve PYD’yi besleyip büyütenleri görmemek mümkün mü? Bütün bunların müsebbibi kim? Onları bu hale getirenlerden merhamet dilemek ve ülkemizi onların insafına terk etmek nasıl bir ruh halidir? Diyelim ki bugüne kadar Türkiye’de yaşanan Gezi olayları, 17-25 Aralık, MİT tırları ve 15 Temmuz gibi ihanetlerle FETÖ’nün hiç ilgisi yok. Sadece kaçıp ABD’ye sığınmaları ve yurt dışında her fırsatta ülkemizi karalamaya çalışmaları tek başına vatana ihanet için yeterli bir sebep değil mi? Ve en garibi de hala bunların masum olduğuna inanan ve onların zulme uğradığını düşünen insanların varlığı…

Elbette insaf ve adaletten ayrılmamak gerekiyor. Ama aklımızı kullanıp, kim dost, kim düşman, bunu bilmek mecburiyetindeyiz. Zira Moğol istilasına ve Birinci Dünya savaşına denk bir tehlike ile karşı karşıyayız. Bizi boğmaya çalışan Düvel-i Muazzama’nın işbirlikçileri içimize sızmışlar. Ve suret-i haktan görünüp hala insanların aklını çelmeye çalışıyorlar.

Aklımızı başımıza toplamak ve onlara karşı her yerde uyanık olmak zorundayız.

[email protected]





GÖRÜŞ

Selahaddin Eyyubi’nin Torunlarına ne oldu?
Kemal Çiftçi
26 Eylül 2017

Selahaddin Eyyubi’nin torunlarına ne oldu da ellerinde İsrail bayrakları ile Erbil sokaklarında dolaşıyorlar?

Eyyubi hanedanının kurucusu olan Selahaddin, 1187'de Kudüs'ü Haçlı kuvvetlerinden almış ve bölgede 88 yıl süren Hıristiyan egemenliğine son vermişti.
Mısır, Suriye, Yemen ve Filistin sultanı olan büyük komutan, Hıristiyanların misilleme olarak düzenledikleri III. Haçlı Seferi’ni de etkisiz hale getirmişti.

Bugün Kuzey Irak’ta yaşayan Kürtler, kendilerini Selahaddin Eyyubi’nin torunları olarak görüyorlar. Nitekim Kuzey Irak’ın önemli şehirlerinden birinin adı bundan dolayı Selahaddin. Kerkük Türkmenleri de kendilerini Selçuklu’nun varisi olarak görüyorlar. Bu bakımdan birbirlerine çok da yabancı değiller. Zira Anadolu’nun kapılarını açan Alpaslan’ın ordusunda Türkmenlerle Kürtler Bizans’a karşı birlikte savaşmışlardı. Daha sonra Yavuz’un ordusunda da yine aynı beraberliği ve dayanışmayı göreceğiz.
Hal böyleyken, bugün ne oluyor da K.Irak’ta yapılan referandum vesilesiyle insanlar ellerine İsrail ve Amerikan bayrakları alarak sokağa fırlıyorlar? Bugünlere nasıl geldik? Daha yüzyıl öncesine kadar o insanların hepsi Osmanlı bayrağı altında yan yana yaşıyorlardı. Türk, Kürt, Arap ayırımı yoktu. Hepsi İslam kardeşliği altında birleşiyordu. Aynı yıllarda Kutul Amare Savaşında, Şii Arap aşiretlerin de desteğiyle hep birlikte İngilizlere kök söktürmüştük.
Bugün ise Selahaddin Eyyubi’nin fethettiği Kudüs’ü Filistinlilere zindan eden İsrail bayrakları, onun torunları tarafından bağımsızlığın alameti olarak kullanılıyor. Bu nasıl bir bağımsızlık? Bu işte bir bit yeniği yok mu?

Tüm İslam dünyası bu referanduma karşı iken, İsrail’in açıkça ve ABD gibi başka güçlerin de perde arkasından destek vermesi hayra alamet değil elbette. Kürtlerin de neden bir devleti olmasın? Bu soru ilk bakışta kulağa hoş geliyor. Elbette olabilir.
Öncelikle İsrail’e şunu sormak lazım. Madem Kürtlerin bağımsız olmasın istiyorsunuz, neden topraklarını işgal ettiğiniz Filistinlilere bir devletçik kurma hakkı vermiyorsunuz? Kürtlerin bağımsız olmasını isteyen süper güçlere de yönelteceğimiz sorular var: Çeçenistan’da bir milyonun üzerinde insan öldü? Neden hala onların bir devleti yok? Hatta Rusya yüzyıllarca bağımsız bir devlet olan Kırım’ı yuttu? Neden dünya buna sessiz kaldı? Doğu Türkistan Çin zulmü altında inliyor. Bağımsızlık onlarında hakkı değil mi? Rohinga Müslümanlarına soykırım uygulayan Myammar devlet başkanına neden Nobel barış Ödülü veriliyor? Kanada, sürece saygılı olduğunu ilan ediyor. Peki, Kanada’daki Fransızca konuşan halk ayrılmak istiyordu. Neden onlara bağımsızlık vermiyorsunuz?
Bu soruları çoğaltarak olayı derinlemesine sorgulamak ve zihinleri açmak zorundayız. Bilmeliyiz ki kimse kimseye altın tepside bir devlet sunmaz. Eğer böyle bir şey yapılıyorsa o altın tepside zehir olma ihtimalini düşünmek mecburiyetindeyiz.
Referandum dolayısıyla yabancı ajanslar K.Irak halkıyla röportaj yapıyorlardı. Bu röportajların birinde alınan cevap çok ilginçti. “Burası karışırsa ne yaparsınız?” diye soran yabancı gazeteciye, halktan biri şöyle cevap veriyordu: “Burası karışırsa buralarda duramam. Ailemi ve çocuklarımı alıp derhal Türkiye’ye giderim.” İşte Osmanlı bakiyesi toplumun şuuraltı bu. Nitekim Saddam döneminde Irak’tan kaçan üç yüz bin Kürt Türkiye’ye gelmişti. Suriye’den göçen mülteciler içinde de yüzbinlerce Kürt var. Herkes biliyor ki, Türkiye’den başka sığınılacak liman yok.
Gerçek bu iken, başta Barzani olmak üzere, herkesin aklını başına toplamalı ve Türkiye ile işbirliği yapmalı. Aksi takdirde hep birlikte sonu olmayan bir kaosun içine yuvarlanırız ve sadece düşmanlarımız bu işten karlı çıkar. Osmanlı dağıldıktan sonra yaşanan sıkıntılar hala ortada iken yeni bir maceraya girmenin gereği var mı? Yol yakınken dönmek ve aklımızı başımıza toplamak zorundayız.




GÖRÜŞ


Mehmet Niyazi Özdemir
Kemal Çiftçi
13 Mayıs 2018

Aslında her insan nev-i şahsına münhasırdır. Bu dünyadan göçtüğünde muazzam bir boşluk bırakır. O boşluğu doldurmak kolay değildir.

Ancak âlimlerin ve fikir adamlarının bıraktığı boşluk çok daha büyüktür. Zira âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir. (“Âlimler yeryüzünün kandilleridir. Âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir.” Hadis-i şerif)

Geçtiğimiz hafta aramızdan ayrılan Mehmet Niyazi Özdemir, işte bu tarife uygun kişilerden biriydi. İslam’ın “oku” emrini en sadık şekilde yerine getirenlerin başında geliyordu. Bütün gününü kütüphanede ve kitapla geçiren başka bir insan tanımadım. Ve o yoğun kütüphane mesaisi sonunda belgesel tadında romanlar ortaya çıktı. Bunlar sayesinde halkımızın tarih şuurunu yeniden canlandı. Çanakkale’yi, Yemen’i ve Plevne’yi onun kaleminden okuduk. “Varolmak Kavgası”yla Anadolu köylüsünün samimiyetini soluduk. “İki Dünya Arasında” ile hakiki aşkı ve medeniyet şuurunu keşfettik. “Medeniyet Ülkesini Arıyor” ile tarihimizle iftihar etmeyi öğrendik. “İslam Devlet Felsefesi” ile tefekkür ufkumuz aydınlandı. “Yazılamamış Destanlar”la unutulmuş kahramanlarımızı tanıdık.


Ömrünün her anını vatan ve millet için harcarken hiçbir talebi olmadı. Tek bir derdi vardı: Gençlere tarih ve medeniyet şuuru vermek. Hep bu istikamette yürüdü. Samimiyeti ve tevazuu ile gönülleri fethetti. İçimizden yetişen değerlere ve özellikle gençlere çok büyük önem verirdi. Oktay Sinanoğlu ile ilgili bir yazısında şunları söylüyordu:

“Amerikan tarihinde ender görülecek şekilde 28 yaşında profesör olmuş, elli yıldır çözülemeyen bir matematik kuramını çözerek adını matematik tarihine yazdırmış, 1973’te Almanya’nın en prestijli ödüllerinden olan ‘Aleksander von Humboldt’ ödülüne layık görülmüştür. Amerika Bilim ve Sanat Akademisi’nin ilk ve tek Türk üyesi olan Oktay Sinanoğlu iki kez kimya dalında Nobel’e aday gösterilmiştir. Siyasi sebeplerden dolayı hak etmesine rağmen Nobel’i alamadı; güzel milletimize bühtan etseydi, şanlı tarihimizi aşağılasaydı, ona Nobel değil, daha kim bilir neler verilirdi…

Almanya’nın ARD televizyonu Oktay Sinanoğlu’yla röportaj yapacağını duyurunca, saatini bekleyip ekran başına geçtim. Oktay Bey anadili gibi İngilizce konuşuyor, spikerin suallerine çatır çatır cevap veriyordu. İş Nobel ödülüne geldiği vakit Oktay Bey; “Bunun cevabını ferasetinize bırakıyorum.” dedi. Bunun üzerine spiker şu soruyu yöneltti: “Siz aşırı milliyetçisiniz, neden bilimsel çalışmalarınızı Amerika’da yapıyorsunuz?” Oktay Bey’in cevabı ibretlikti: “Bütün Avrupalılar milliyetçidir; ama bu soruyu sadece bana soruyorsunuz. Çeşitli sebeplerden dolayı milletimiz fakir düştü; devletimiz bilimsel kaynaklara yeteri kadar kaynak aktaramıyor. Ayrıca ben Amerika’da hangi üniversite ile anlaşma yaparsam, bulduğum sonuçları kendi devletimle paylaşacağıma dair kayıt koyduruyorum.”

Bu röportajdan bir süre sonra Kimya Enstitüsü’ne gitmiştim. Orada iki akademisyenin Oktay Sinanoğlu ile Einstein’ı bilimsel olarak mukayese etmelerine kulak misafiri oldum, kütüphanede kendisinin makalelerinin tercüme edildiğini, ‘Die Gesetze von Sinanoğlu’ (Sinanoğlu Kanunları) adı altında kitap olarak yayınlandığını görünce iftihar ettim.”

Mehmet Niyazi, bilimin değerini hakkıyla bilen ender aydınlarımızdan biriydi. Onun için de Türkiye’nin yetiştirdiği değerlere bu kadar yakından sahip çıkıyordu. Allah gani gani rahmet etsin.





GÖRÜŞ

FUAT SEZGİN HOCANIN ARDINDAN
Kemal Çiftçi
30 Haziran 2018

Ne yazık ki insanlarımızın hayattayken değerini pek bilmeyiz. Çoğu zaman onları kaybettikten sonra ne kadar değerli olduklarını anlamaya başlarız. Fuat Sezgin olayı da aslında bu anlamda en çarpıcı hikâyelerden biridir.

Fuat Sezgin, 1924’te Bitlis'te dünyaya geldi. Parasız yatılı olarak okumak üzere Erzurum Lisesine girdi ve 1942 yılında buradan mezun oldu. 1943 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine girdi. O dönem Şarkiyat Enstitüsü'nde, "İslami Bilimler ve Oryantalizm" alanında otorite sayılan Alman oryantalist Hellmut Ritter'den dersler aldı. Bu derslerde, bilimlerin temelinin, "İslam Bilimleri"ne dayandığını öğrendi ve bunun üzerine bilim tarihi alanıyla ilgilenmeye başladı. Hatta fakültedeki Türk hocalar onu bundan caydırmaya çalıştılar ama söz dinletemediler. Sezgin, 1951 senesinde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ni bitirdikten sonra, Arap Dili ve Edebiyatı bölümünde doktora yaptı.

1954'te "Buhari'nin Kaynakları" adlı doktora tezini tamamlayarak doçent oldu. Bu teziyle o, hadis kaynağı olarak İslam kültüründe önemli bir yere sahip olan Buhari'nin, bilinenin aksine sözlü kaynaklara değil, "yazılı kaynaklara dayandığı" tezini ortaya attı. Bu yazılı kaynakların, İslam'ın erken dönemine; hatta 7. yüzyıla kadar geri gittiğini ortaya koydu. Söz konusu tez, Avrupa merkezli oryantalist çevrelerde hala gündemi işgal etmektedir.

27 Mayıs Darbesi sonrasında askeri cunta kararı ile 147 öğretim üyesini görevlerinden uzaklaştırıldı. Milli Birlik Komitesi çıkardığı 114 sayılı yasada yer alan 'tembel, yeteneksiz ve reform düşmanı' ibaresini gerekçe göstererek, çeşitli üniversitelere ait profesör, doçent ve asistanları yeniden öğretim üyeliğine alınmamak üzere görevden uzaklaştırdı. Bu öğretim üyeleri arasında aşina olduğumuz Ali Fuat Başgil, Sabahattin Eyüboğlu, Tarık Zafer Tunaya, Mina Urgan, Haldun Taner, İsmet Giritli gibi isimler vardı. Hatta bir başka tanıdık isim olan Prof. Turhan Feyzioğlu tepki olarak ODTÜ rektörlüğünden istifa etmişti. Fuat Sezgin hoca da "Zararlı Profesör" olarak görülüp bundan nasibini almıştı. 36 yaşındayken Türkiye'yi terk etmek zorunda kaldı. Hatta daha sonra vatandaşlıktan da çıkarıldı.

Almanya'ya giderken yanına, iki bavul dolusu fiş ve belge alabildi. Önce Frankfurt Üniversitesi'nde misafir doçent olarak dersler verdi. 1966 senesinde profesör oldu. Çalışmalarının ağırlık noktası, "Arap-İslam Kültürü" nün, "tabii bilimler tarihi alanı"dır. 1961 senesinde fişlerle başladığı çalışmaları, zaman ilerledikçe ona ün kazandırdı.

1978 senesinde "Kral Faysal" ödülünü kazandı. Bu vesileyle Arap dünyasının devlet adamlarıyla tanıştı ve aklından geçen büyük projeyi onlara aktarma imkânı buldu. Düşüncelerinin destek görmesiyle, Fuat Sezgin, 1982 senesinde, Goethe Üniversitesi'ne bağlı Arap-İslam Bilimleri Tarihi Enstitüsü'nü ve 1983'de de buranın müzesini kurdu. Bu arada Katar devleti tarafından bir bilim tarihi müzesi kurma teklifi ile ülkeye davet edildi. Ancak o, Türkiye’yi tercih ettiği için daha geniş imkânlar sunan o teklifi kabul etmedi.

İstanbul Gülhane Parkı içindeki Has Ahırlar Binası'nda, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından 2007 tarihinde açılan "İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi"yle, Türk insanı onu çok daha yakından tanıma fırsatı buldu. Müslüman bilim adamlarının buluşları, halen bu müzede sergilenmektedir.

Fuat Sezgin’e, yakın zamanda Erzurum Atatürk Üniversitesi tarafından fahri doktora unvanı verildi. Hayatını kütüphanelerde geçirmiş, “kütüphane gezgini” olarak bilinirdi. 1984 yılında, Topkapı sarayında 14. yüzyıldan kalmış 27 ciltlik bir Arapça ansiklopedide miladi 9. yüzyılın ilk çeyreğinde Abbasî halifesi al-Me’mun tarafından pek çok coğrafyacı ve astronomu çalıştırarak yaptırdığı dünya haritasını buldu. Böyle bir haritanın yapıldığı biliniyordu ama kayıptı. Fuat Sezgin’in ifadesiyle, al- Me’mun haritasından sonra İslam dünyasında keşif merakı salgın bir hastalık gibi yayıldı ve yeryüzünün koordinatlarını ölçme işi çok hızlı bir şekilde ilerledi.

13. yüzyıldan itibaren İslam dünyasından Akdeniz’in mükemmel haritaları Avrupalı gemicilerin eline geçti. Bundan habersiz olan modern coğrafya tarihçileri, bunu Avrupalı haritacıların bir başarısı olarak takdim ettiler. Oysa dokuzuncu ve onuncu yüzyıllarda Akdeniz adeta Müslümanların bir gölü haline gelmişti. Amerika kıtasının ilk defa Müslümanlar tarafından keşfedildiğini dile getiren de yine Fuat Sezgin hocadır.

[email protected]




ESER AYRINTI

Zihniyet Dönüşümü
Kemal Çiftçi

KİTAPYURDU DOĞRUDAN YAYINCILIK (KDY)
Yayın Tarihi 2020-04-06
ISBN 6050601985
Baskı Sayısı 1. Baskı
Dil TÜRKÇE
Sayfa Sayısı 176
Cilt Tipi Karton Kapak
Kağıt Cinsi Kitap Kağıdı
Boyut 13 x 19.5 cm

Dünyanın en değerli toprak parçasında oturuyoruz. Jeopolitik önemi, tabiat güzellikleri, iklimi, yer altı-yer üstü zenginlikleri ve tarihi mirasıyla dünyanın en nadide köşelerinden biri Türkiye. Üstelik çoğunluğu genç olmak üzere, 86 milyonluk devasa bir ülkeyiz. Ancak çok sevdiğimiz ülkenin her gün biraz daha ayağımızın altından kayıp gitmekte olduğunu görmek zorundayız. Bu bakımdan, tez elden harekete geçmemiz gerekiyor. Zira henüz kalkınmış ülkeler liginde değiliz. Mesela Almanya'da kişi başına düşen gayrisafi milli hâsıla 40.000 dolar iken, bizde hala 10 bin dolar civarında. Sadece ekonomide mi? Bilim ve teknolojide, Batı dünyasını çok geriden takip ediyoruz. Hatta adı-sanı duyulmamış bir kısım Afrika ülkeleri bile Türkiye’den ileri. Dahası, 1960'lı yıllarda bizden çok daha yoksul olan Güney Kore, bugün bizden 3 kat daha zengin. Hukuk ve insan hakları konusunda da ne yazık ki olması gereken noktadan çok uzaktayız.

Bu duruma nasıl düştük? Aslında bizde eksik olan ne? Buradan nasıl çıkabiliriz? Baş döndürücü bir hızla değişen ve dönüşen dünya ile aramızdaki açığı nasıl kapatırız? İşte bu kitap bu can yakıcı sorulara cevap arama denemesidir.




HABER

Kemal Çiftçi vefat etti
28 Aralık 2020

Yedi Renk İletişim'in kurucularından yazar, çevirmen ve yapımcı Kemal Çiftçi vefat etti.

Yedirenk İletişim Grubu'nun kurucularından, çevirmen ve yazar Kemal Çiftçi, 61 yaşında hayatını kaybetti.

Sinema yazarı İhsan Kabil, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Çiftçi'nin sabah ani bir kalp krizi sonucu hayatını kaybettiğini söyledi. Çiftçi'nin daha önce rahatsızlığına dair belirti göstermediğini anlatan Kabil, herhangi bir rahatsızlığının bulunmadığını, kendisine dikkat eden biri olduğunu dile getirdi.

Kabil, Çiftçi'nin kültür faaliyetlerinin odağında olduğunu belirterek, şunları kaydetti:"Yedirenk İletişim'de uzun yıllar çalışmalar yaptı. Beyoğlu'nda bir felsefe sanat akademileri vardı. İnsan yetiştirmek üzere çok çabalar gösterdi. Belgeseller yaptılar, yurt dışına gittiler, bizim kendi medeniyet algımızla kültürümüzle ilgili çok değerli çalışmaları kazandırdılar görsel iletişimin bir parçası olarak. Kitapları ve tercümeleri olan biriydi. Entelektüel birikimini her yerde sergilerdi ama meydana da çok çıkmayan, kendisini göstermek istemeyen biriydi. Son gelişmeleri hep takip ederdi. Bizim de çok yakın mesaimiz vardı onunla ve sürekli görüşüyorduk. Büyük bir boşluk bizim için. Görünmeyen ama ışık saçan, kültür dünyamızın kahramanlarından biriydi Kemal Çiftçi."Yedirenk İletişim Grubu ortaklarından Bilal Arıoğlu da Çiftçi ile 30 yıla varan bir dostlukları olduğunu anlatarak, "Kardeşlerimden daha çok beraber olduğum bir arkadaştı. Kemal Bey hem bir gazeteci hem de bir fikir adamı olarak çok değişik mahfillerde görev yaptı. Kültürel ortamların her birinde her zaman var olan, gayretli fedakar bir arkadaşımızdı." dedi.

Kemal Çiftçi'nin bir kültür insanı olduğunu aktaran Arıoğlu, "Beraber birçok belgesel yaptık. Dünyanın 50'den fazla ülkesini dolaştık. Bizim için çok kederli bir kayıp oldu. Çok değerli bir kültür ve fikir insanını kaybetmiş olduk. Ne desek insanın içini soğutmuyor." diye konuştu.

Çevirmen ve yazar Kemal Çiftçi'nin cenazesi, 30 Aralık'ta Esenyurt Yeni Mezarlık'ta toprağa verilecek.




HAKKINDA YAZILANLAR


Dostun dâr-ı bekâya hicreti… Kemal Çiftçi
İsrafil Kuralay
Diriliş Postası 31 Aralık 2020

Bu yıl kuraklık nedeniyle sonbahar yaprakları kışın dökülmeye başladı. Baharla dirilen tabiat sonbaharla bir başka ilkbaharda dirilmek üzere sararıp gazele dönüşüyor.

Kış günü sararıp dökülen gazeller gibi çok sayıda dost, arkadaş ve tanıdık sonbahar yaprakları gibi bu yalan dünyadan göç edip gitmeye devam ediyorlar. Her vefat haberi aslında fâniliğimizi hatırlatır ancak asla ders almaz oyun eğlence içinde oyalanmaya devam ederiz. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya dört elle sarılır türlü hesaplar içinde debelenip dururuz. Ölüm gelince buradan hiçbir şey götüremeyeceğimizi anladığımızda iş işten çoktan geçmiştir.

Ölüm her fâninin bu dünyadan ebedi âleme geçiş kapısıdır. Burada biriktiririz orada kullanmak üzere ancak yüce Mevlâ’nın merhameti olmazsa istediğin kadar biriktir bir işe yaramaz.

Türkçemizde ateş düştüğü yeri yakar diye güzel bir deyiş vardır. Sana yaklaşmadıkça ötekilerin ölümü film gibi gelir. Ölüm sana yaklaştıkça bir herşeyler hissedersin ama yine de anlamakta zorlanırsın. Çok sayıda tanıdığım, dostum Kovid-19 nedeniyle sırlar âlemine göç etti. Her dostun bu dünyadan ayrılışı mânen insandan bir şeyleri alıp götürüyor.

Bu hafta başı yaklaşık 30 yıllık arkadaşım 25 yıllık iş ortağım gazeteci, yazar, yapımcı Kemal Çiftçi’nin kalp krizinden ânî vefatı beni ve dost meclisimizi bir hayli sarstı.

Kemal Bey kendini iyi yetiştirmiş bir münevverdi. Tabiri caizse bir koltukça çok karpuz taşıyanlardandı. Yüksek tahsilini İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde yapmıştı. İngilizceyi hakîkî mânâda dil ve edebiyat olarak çok iyi bilirdi. İngilizceden Türkçeye, Türkçeden İngilizceye çevirdiği eserler vardır. Ayrıca Kültür Bakanlığı’ndan sertifikası olan bir rehberdi. İstanbul İktisat Fakültesi’nde okutmanlık yaptı. Gazeteciliğe Türkiye Gazetesi’nde başlamıştı. İnsan ve Kâinat Dergisi’nin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. Çok sayıda bilimsel toplantının organizasyonunda bulundu.

Kemal Bey ile benim yolum TGRT’de çakıştı. Bilim-Magazin, Beynin Kıvrımlarında programlarının yapımcı-yönetmenliğini yapıyordu. 90’lı yılların şartlarında dünyadaki ilmi ve teknik gelişmeleri yakından takip ederek onları dosyalar halinde seyirciyle buluştururdu. Bu sırada çeşitli gazete ve dergilerde makaleleri yayınlandı. Yeni Şafak ve Yeni Söz Gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı.

TGRT’den ayrılan bir grup arkadaşla beraber kurduğumuz Yedirenk İletişim Yapım Şirketi’nde o da yer aldı. 25 yıl çok sayıda reklam, tanıtım, televizyon programı, belgesel ve siyasi kampanyalara birlikte imza attık. Dünyanın birçok ülkesinde çektiğimiz belgeseller uluslararası kanallarda yayınlandı.

Kemal Abi, derdi davası olan mümin bir adamdı. 28 Şubat sürecinde ortaya koyduğu inanç eksenli millî direnç ve samimiyet hepimizin hayranlığını kazanmıştı. Çok sayıda gönüllü teşekkülde görev aldı; MÜSİAD, İstanbul Edebiyatçılar Derneği, Bilim Teknoloji Derneği, Uluslararası Sinema Derneği gibi kurumlarda vazifeler üstlendi.

Rahmetli herkese karşı müşfik ve mülâyim bir mizaca sahipti. Dile kolay 25 yıl ortaklık yaptık 25 defa yüksek sesle tartışmadık.

Kemal Abi, okyanusta dolaşan denizaltılar gibiydi. İşini kendisi yapar kimseye eyvallah etmezdi. Sessiz ve derinden gitme gayreti onun usulü olmuştu. Vefatı de öyle oldu yine, “kimseye eyvallah etmeden” “Sessiz Gemi” misâli hicret etti bu dünyadan. Mekânın cennet olsun, hakkını helal et Kemal Abi.









www.biyografi.net (Binlerce Biyografi)