|
Süleyman Kuku
yazar, çevirmen
1938 yılında Trabzon'un Baştımar köyünde doğdu. Ceylanoğulları sülalesindendir. Kuleli Askeri Lisesi ve Dil Tarih-Coğrafya Fakültesi'ni bitirdi. Kuleli Askeri Lisesi ve Ordu Dil Okulu'nda uzun yıllar öğretmenlik yaptı.
Abdülhakim Arvasi'nin oğlu Üsküdar Müftüsü Ahmet Mekki Üçışık ve Kuleli Askeri Lisesi'nden hocası Hüseyin Hilmi Işık'tan özel dersler aldı.
İngilizce, Fransızca, Rusça, Urduca, Arapça ve Farsça dillerini biliyor.
Arapça ve Farsça bir çok eseri Türkçeye çevirdi. Bazı Osmanlıca eserleri bugünkü Türkçeye aktardı.
Eserlerinde ve tercümelerinde 'A.Faruk Meyan' müstear ismini kullandı.
SÜLEYMAN KUKU’NUN ÇEVİRİ VE ESERLERİ
1. Gün Batarken Gördüğüm Son Işık
2. Birgivî Vasiyetnâmesi
3. Riyad-ün-Nâsıhîn Tercümesi
4. Büyük Amentü Şerhi (Feraid-ül fevaid fi beyân-il Akaid)
5. Tashih-ül-Mesâil: Vesikalarla Vehhâbiliğin İç Yüzü
6. Zûbde-tül-Makâmât [Berekât]: İmâm-ı Rabbani ve Yolundakiler
7. Altı Parmak: Peygamberler Tarihi
8. Gunyetü-t Talibin: İlim ve Esrar Hazinesi
9. Kimyâ-yı Seâdet Tercümesi
10. Tarık-un-Necât Tercümesi: Kurtuluş Yolu
11. Dürr-i Yekta Şerhi 12. Şir‘at-ül İslâm Tercümesi
13. Seyfül-Ebrâr: Mezhebsizlik ve Vehhabilik
14. Mîzân-ül Kübrâ: Dört Hak Mezhebinin Büyük Fıkıh Kitabı
15. Evliyanın Kutbu Muhammed Masum Farukî
16. Vesilet-ün-Necât
17. Mârifetnâme
18. Menkıbelerle İslam Meşhurları Ansiklopedisi (3 cilt)
19. Son Halkalar (2 cilt)
20. Mevzuat-ul Ulum (2 cilt)
21. Mir’at-i Kâinât (2 cilt)
22. Keşf-üz Zünun ve Zeyli (4 cilt)
23. Gülzâr-ı Saminî (Mektubat) (2 cilt)
24. Dört Büyük İmam
25. Mebde ve Mead Tercümesi
26. Mekâtib-i Şerife Tercümesi
27. Necd-i Talit Tercümesi
28. Dürr-ül Mearif Tercümesi
29. Reşahât
30. Ehl-i Beyt ve Bazı Şecereler
31. Umdet-ul Makamât Tercümesi
32. Türpüştî Risalesi
33. Ziyaeddin Mevlânâ Halid
34. Mevlânâ Halid-i Bağdâdî Divânı
35. Divânçe (Çeşme-i Muhabbet)
36. İksir-i Muhabbet
Süleyman Kuku, İmamı Rabbani'nin mektuplarından bazılarını, Kısas-ı Enbiya ve Mir’at-i Hakikat gibi eserlerin bazı bölümlerini tercüme etti.
Çevirilerinden bazıları A. Faruk Meyan, bazıları da dostlarının isimleriyle neşredildi.
SÖYLEŞİ
Kuku: O, bütün peygamberlerin toplamıdır!
Mülakat: Dündar Alikılıç
Hayatını, İslam literatürünün klasik eserlerini bugünkü neslin irfanına kazandırmaya adayan Süleyman Kuku (Ahmed Faruk Meyan) "Bütün insanlar Peygamberimizin ümmetidirler" diyor
Okurlar onu Ahmed Faruk Meyan olarak tanıdı. Ahmed Faruk Meyan ismi "tarihin derinliklerinden gelen" "bilgelik çağrıştıran" bir isim olarak çok sevildi.
Türk-İslâm kültürünün temel eserlerinin çevirisi ve bugünkü Türkçe'ye kazandırılmasında "A. Faruk Meyan" imzası daima bir kalite simgesi oldu.
Belki de bir çok A. Faruk Meyan okuru, bu ismin mahlas bir isim olarak Süleyman Kuku ya ait olduğunu bu söyleşi vasıtasıyla öğrenecek.
İslam literatürüne ait onlarca eseri 1966'dan beri Türk milletinin irfanına kazandırma faaliyeti içerisinde olan değerli alîm Süleyman Kuku beyefendiden istifadeye medar olacak bilgiler aldık.
- A. Faruk Meyan ya da Süleyman Kuku kimdir?
- İsmim Muhammed Süleyman'dır.Trabzon vilâyetinin Sürmene kazası Baştımar köyünde dünyaya gelmişim. İlk tahsilimi köye en yakın okulda, ortaokulu Sürmene'de bitirdim.Bu okullarda okurken okumaktan ve öğrenmekten başka bir şey düşünmezdim. Bundan dolayı çalışkan olarak bilinirdim. Sonra Kuleli Askerî Lisesi'ne kaydoldum. Oradan da iyi derece ile mezun oldum. Bir iki ay Harb Okulu’nda okuduktan sonra Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'nin Rusça Bölümü'nde 4 sene yüksek tahsil edip oradan "pekiyi" derece ile mezun oldum. Rus Dili ve Edebiyatı dışında İngilizce ve Tarih Bölümü'nün "Orta Çağ" kısmından sertifikalarım vardır. Bundan sonraki hayatım hep askeriyede "Rusça öğretmenliği ve tercümanlığı" ile geçti. İki yıl Rusya sınırında sınır çalışmalarında bulundum.
- Fakat siz Rusça ve İngilizce'den çevirilerinizle değil, Türk-İslâm klasik metinlerinin yazıldığı dil olan Osmanlıca, Arapça ve Farsçadan yaptığınız çevirilerle tanınıyorsunuz. Türk-İslâm kültürünü oluşturan bu dillere, ustalıkla tercüme yapabilecek ve bugünkü kuşaklara aktaracak düzeyde alakanız nasıl doğdu?
Temiz hocalarımız oldu
-Askerî Lise'de iken temiz hocalarımız oldu. Onların elinde ve terbiyesinde bir başka hayata girdim diyebilirim. Yani din, tarih ve edebiyat duygularımızı okşayan, okşadıkça geliştiren ve kuvvetlendiren nadir sayılabilecek askerî öğretmenlerin rehberliğinde hayatıma yeni bir şekil ve düzen verdim. Onların sohbetlerinde ruhumu okşayan, kalbimi Rabbime ve sevgili kullarına çeken ilim ve marifetlere şahit oldum. Bu vesile ile Arapça ve Farsça öğrenmenin lazım geldiğini anladım. Önce birkaç sene Osmanlıca ile meşgul oldum. Sonra elimden geldiği kadar bu dillere vâkıf olmaya çalıştım. Yaptığım birçok telif ve tercümede, bilhassa İslâm âleminde ve Osmanlılar'da klasik sayılabilecek eserleri ön planda tuttum. Dindeki samimiyet ve hüsnüniyetimin neticesi olarak ilmimi ve boyumu aşan kitapların dilimize aktarılması benim için zor olmadı. Halen aynı gayretle Türk-İslâm gençliğine ve bütün Müslümanlara bilmeleri ve bulmaları zor sayılabilecek olan eserleri kazandırmakla meşgulüm.
Bir ömrün muhassılası ;
- Ahmed Faruk Meyan imzalı telif ve tercüme eserler 1966 yılından başlayarak 2011 yılına kadar devam ediyor. Bunların bir hulasasını yapar mısınız?
-Rusça'dan yaptığım tercümeleri hariç tutarsak çalışmalarım üç sınıfta toplanabilir. Osmanlıca'dan yapılan sadeleştirmeler, Arapça'dan tercümeler ve Farsça'dan tercümeler.
Osmanlıca'dan, Kadızade'nin Amen-tü Şerhi, Birgivi Vasiyetnamesi Şerhi, Dürr-i Yekta Şerhi, İbrahim Hakkı hazretlerinin Marifetname'si, Hamza E-fendi'nin Bey ve Şir'a Risalesi. Taşköp-rüzade hazretlerinin Mevzuat'ül Ulum'u (oğlunun şerhi), Abdulkadir Geylani hazretlerinin Gunyetüt Talibin'i (Osmanlıca metninin bugünkü dile aktarımı), aslı Farsça olan Mearicün Nü-büvve'nin Osmanlıcası olan Altıparmak Peygamberler Tarihi kitabı, Ni-şancızade Mehmed Efendi'nin iki ciltlik Mir'at-ı Kainatı. Mehmed Efendi'nin Akaidi.
Arapça'dan İbni Kemal Paşa hazretlerinin Risale-i Münire'sı, Taşköprüza-de hazretlerinin Şakaik-i Numaniye-sinden bazı bölümler. İmamzade Muhammed bin Ebü Bekir hazretlerinin Şir'at-ül İslâm'ının Seyyid Ali Şerhi. Ab-dülvehhab-ı Şarani hazretlerinin Mi-zanül Kübra'sı.
Farsça'dan Kimya-yı Saadet, İmâmı Rabbani hazretlerinin menakıbını anlatan Berekât kitabı, Vehhabilerle alâkalı Seyfül Ebrâr El Meslül alel Füccar ve Tashih-ül Mesail kitabı. Bunlardan Seyfül Ebrar Urduca yazılmış beş-altı sayfalık bir makaleye cevaptır. Bunu tercüme edebilmek için bir zaman Urduca da çalıştım. Yine Farsça'dan Mev-lana Muhammed Rebhami'nin Rıyad-ün Nasihin'i, "Dört Mezhebin Dört Büyük İmamı". Muhammed Fadlullah hazretlerinin Umdet-ul-Makamatı. İmâm-ı Rabbani hazretlerinin Mebde ve Mead'ı. İmam-ı Türpişti'nin "El Mutekat" Akaid Risalesi. Abdullah-ı Dehlevi hazretlerinin eshabından Ahmed Rauf hazretlerinin Dürr-ül Mearifin. Abdullah-ı Dehlevi hazretlerinin Mekatib-i Şerife'si. Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerinin Mektupları, tercüme-i hâli ve eshâbıru anlatan "Necd-i Tâlid: Menâ-kıb-ı Mevlânâ Hâlid gibi birçok kıymetli eser...
Telif ve derleme "Kutb-ul Evliya Muhammed Masum" ve yine derleme Ve siletün Necat. İslâm Meşhurları Ansiklo-pedisi'ni te'lif ederken isim ve sayılarını zikredemeyeceğim kadar çok kitaptan bugünkü dile uyarlamalar yaptım. 2500 sayfayı aşkın üç büyük cilt halinde neşredilen İslâm Meşhurları Ansiklopedisi kitabı da senelerimi alan bir eser olmuştur.
Bütün bu eserleri bugünkü dilimize çevirerek milletime bir parça hizmet etmenin hazzını duyuyorsam da bu beni şımartmasın diye bir küçücük zaman dilimi sayılan ömrümde okuduklarımla ameli ve inandığım gibi yaşamayı düstur ve şiar edindim. İnşallah o büyüklerin kervanının uzaktan da olsa çıngırak sesleri kulağımagelerek ruhumu imanla teslim ederim de okuyacağınız fatihaların faydasına kavuşurum.
- İslâm devletlerinin bugün içinde bulunduğu durum için ne dersiniz?
Hak birdir
-İslâm devletleri olmaz. İslâm, bir devlettir. Küfür, bir devlettir. Ne zaman dinden uzaklaşmalar olur, o zaman nefisleşmeler olur. Bu nefisleşmeler; önce şahıslar, sonra aileler, cemiyetler ile sonra da kavimlerle olur. Neticede, birer küçük kavim ya da devlet hâlini alır. Bu şekilde dünyevî menfaatler işin içine karışır. Hak birdir, teaddüd etmez. Birden fazla Hak olmaz. Birden fazla Hak olma-dı-gına göre birden fazla da İslâm devleti olmaz. Mademki hepsi Hak yoldadır, o halde ayrılık nerdedir ki, ayrılık konuşulsun, hudut konuşulsun, bayrak konuşulsun. Bunlar, ayrılığın alâmetleridir. Bayrakların ayrıldığı, hudutların ayrıldığı gibi şeyler, ayrılığın alâmetleridir. Gaye bir olunca ve millet de bir olunca o zaman İslâm bir millet ve küfür de bir millettir. Küfür kendi arasında taksim edilirse o ayrı!.. Kimi Komünist, kimi Ateist, kimi Hıristiyan, kimi Yahudi, kimi Budisttir. İslâm bir millet olduğu hâlde, kendi içinde ayrılıkları yok mu dendiğinde, o zaman İslâm'dan maksadı Ehl-i Sünnet olarak aldık deriz. Yoksa İslâm'ı Ehl-i kıble olarak alırsak, yetmiş üç fırkadır, deriz. Bu yetmiş üç fırkadan bir tanesi, kurtuluş fırkasıdır. O da ameli bilgileri dört mezhep ile itikadi bilgileri iki büyük imamın bildirmesi ile günümüze kadar gelmiştir.
- Son olarak günümüzde çok konuşulan bir mesele olan "Dinler Arası Diyalog" için ne dersiniz?
Hepsi nesh olundu
-İmâm-ı Rabbani hazretleri bunu yetmiş sekizinci mektubunda çok güzel açıklıyor. Bunu her Müslüman'ın çok iyi okuması lazımdır. Peygamberimizin, bütün peygamberlerin toplamı olduğu; peygamberimizi inkârın bütün peygamberleri inkâr olduğu; İslâm'ı inkârın bütün dinleri inkâr olduğu göz önüne alınırsa dinler arası diyalogun mümkün olmayacağı anlaşılır. Eski dinler, hükmü geçmiş dinlerdir. Onların yerine İslâm dini gelmiştir. "İslâm'dan başka din edinenden bu din kabul edilmez" âyetini hatırlayınız. Şu anda başka bir din yoktur. O halde başka dine "din" denmez. Hatta Âmentü Şerhi'nde der ki: "Şimdiki Hıristiyanlar, İsa aleyhisse-lâm'ın ümmetidir, diyenin küfründen korkulur." Niye? Çünkü şu anda bütün insanlar, peygamberimizin ümmetidir. Ya "ümmet-i icabet'tirler, kabul etmişlerdir; ya da "ümmet-i dâ-vet'tirler. Davet makamında kalmışlar, kabul etmemişlerdir. Artık, diğer hiçbir peygamberin dini devam et-miyor. Şu anda dünyada başka bir din yok. Dolayısıyla neyin diyalogu yapılacak. Eğer bir takım azaltmalarla yapılacaksa, Peygamberin ve Kuran'-ın dışında olur. O da olmaz. Yani, yeni bir din mi ortaya çıkarılacak. Eski dinlerin müşterek taraflarını mı ortaya çıkaracaklar. Bu da zaten diyalog değildir. Eski dinler, yürürlükten kalkmıştır. Allahü teâlâ, Peygamberimizi bütün kâinata göndermiştir. Peygamberimiz, bütün insanlığın peygamberidir. O halde bu iş mümkün değildir. İslam itikadına göre eski dinlerin hiç biri kalmadı. İslâm, hepsini nesh etti.
-İslâm tarihine vukufiyetiniz, sizi tanıyan herkesçe malum.Muhakkak ki İslâm tarihi içinde çok etkileyici ve günümüz insanına yol gösterici, binlerce anekdot bulmak mümkün.
Bunlardan sizi en çok hangisidir?
-Belki sualinizin en zoru budur. İslâm tarihinin hangi sa-hifesinde biz sona kalmışlar için ibret, hayret hasret ve göz yaşı dökmeyeceğimiz bir menkıbe bulunmasın!
Büyüklerimiz buyurular ki, Eshab-ı kiramın menkıbelerini konuşmak imanı kuvvetlendirir. Evliya menkıbelerinden konuşmak muhabbeti artırır, imanın takviyesine çok muhtaç olduğumuz şu zamanda Eshâb-ı kiramdan bir menkıbe arz edeyim:
Hicretin 20. senesi... Adalet davulunun ismine çalındığı, Hazreti Ömer'in güzellik ve insanlık numunesi devri. Amr İbni As (radıyallahü anh) şimdi Füstat denen yerde çadırlarını kurmuş (zaten "füstat", "büyük çadır" demektir.
Bu şehrin ismi de buradan kalmıştır), sekiz bin askerle Mısır'ı fethe niyetli, koyun sürüsü kadar çok. Çadırlar halinde sahrayı süslemiş, asgari yüz bin asker, iki kumandan karşı karşıya gelir.
Amr İbni As, Mukavkıs'a "Müslüman ol, harp etmeyelim!" der.
Mukavkıs, "olmazsam?" deyince Amr İbni As: "İslamiyet! ve hakimiyetini kabul et, harp etmeyelim!".
Mukavkıs yine diretip "etmezsem" deyince Amr İbni As: "O zaman tebanızdan Müslüman olacaklar vardır.
Harp kaçınılmaz hâl alır. Çünkü biz Allah'ın askeriyiz. Allah'ın kullarına Allah'ın yeni gönderdiği İslâm dinini tebliğ etmekle vazifeliyiz. Kulların dünya ve ahiret saadetini temin etmek bizim canımızdan da kanımızdan da evvel gelir. Onun için biz sizi öldürmeğe değil, kurtarmaya, oldurmaya geldik.
Eğer bu sözümü şimdi anlamazsan sonra anlayacaksın.
" Mukavkıs cevap verir: "Kaç askerin var? Neyine güveniyorsun?"
Amr İbni As: "Sekiz bin askerim var" deyince Mukavkıs sahrayı gösterir ve "şu sahraya bak, yüz bini aşan bir orduyla karşına çıktım. Korkmuyor musun da bu kadar cüret gösteriyorsun" der.
Amr İbni As: "Hayır biz sizden çoğuz." Deyince Mukavkıs "Nasıl olur? O zaman sen hesap bilmiyorsun.
Sekiz bin, yüz binden nasıl çok olur?" Amr İbni As: "Çoğuz, çünkü bu sekiz bin kişiden her biri evinden çıkarken bir daha geri dönmemek üzere ve geri dönersem rabbime karşı ne günah işledim de, bana şehadeti nasip etmedi diye üzülecek olanlardan oluşuyor. Eğer sizin içinizde böyle sekiz bin kişi varsa o zaman hesap yanlış olabilir.
Yoksa biz, sizden çoğuz." (Nitekim daha sonra Mukavkıs, "Müslümanlar tarafındaki her kişi bizim yüz askerimize bedeldi" demiştir.)
Harp olur ve Amr İbni As'ın askeri galip gelir. Mısır Müslüman olur. Roma İmparatoru Heraklius, Mu-kavkıs'ı tecziye etmek ister ama o sırada ölür. işte bu hadise senelerdir islam'da cihadın manasını taşımakla içimde hep taze durur.
Madem ki derginiz 'Tarih ve Düşünce" dergisidir, önceki menkıbe tarih kısmına ait olsun da düşünce kısmından size Fahreddin-i Razi hazretlerinden (ki düşünce, tefekkür ehli büyüklerindendir ve kendinden evvelki islâm'ı kendinden sonrakilere, sonrakilerin dili ile aktaranların büyüklerindendir.) bir menkıbe arz edeyim.
Fahreddin-i Razi, Rey şehrinden Merv şehrine gider. Şehrin ayanı yani ileri gelenleri kendisine hoş âmediliğe (hoş gel-dine) gelip eşsiz ders ve sohbetlerinde bulunur. Bulunurlar da sanki Merv'de yeni bir sahife açılır. Herkes Fahreddin-i Razi hazretelerinin ilminden, büyüklüğünden konuşur.
Bir gün Fahreddin-i Razi, "bu şehirde olup da bize hoş âmediliğe gelmeyen var mı?" Der. "Herkes geldi, bir tek filanca gelmedi" derler. "Ona da söyleyin, onun da gelmesi vacip idi" buyurur. Gidip söylerler. Kendisine gelene, "siz söyleyeceğinizi söylediniz, buyrun gidebilirsiniz" der o zat. Fakat yine gitmez. Şehirde bir şuriş (karışıklık ve dalgalanma) sezilir.
Eşraftan biri bu fitneyi önleyeyim der ve bir ziyafet verir. Bu ziyafette birçok kimseler çağrıldığı gibi Fahreddin-i Razi ve onu ziyaret etmeyen kişi de davet edilir. Her ikisi de davete gelip baş köşeye oturtulurlar. Fahreddin-i Razi, o zata "herkes bizi ziyarete geldi de, siz niye gelmediniz", diye sorar. O zat, "niçin gelecektim", diye buyurur.
Fahreddin-i Razi, "zamanın şeyhülislâmı olarak bizi seçtiler, sizin de bizi ziyarete gelmeniz hoş âmediliğe gelmeniz gerekirdi", der. O zat, "bu kadar insan sizi ziyaret etti de bir ben gelmedim. Niçin bunun üzerine bu kadar durdunuz? Ben gelseydim, Allah katındaki mertebeniz mi yükselecekti? Gelmedim de dereceniz mi düştü? Niçin bunun üzerine bu kadar durdunuz anlamadım." der Fahreddin-i Razi, "sizin verdiğiniz bu cevap ehli dîl'in cevabıdır. Ben ise esas sebebi öğrenmek istiyorum. Dedim ya bizi zamanın şeyhülislamı seçtiler." O zat, "o halde siz âlimsiniz. Size bir sual sorabilir miyim?" Fahreddin-i Razi, "estağfirullah, buyrun" der. O zat: "Allahü tealayı marifetiniz nasıldır?" der.
Fahreddin-i Razi, "yüz delil ve burhan iledir" der. Bunun üzerine o zat: "delil ve burhanın çokluğu, şüphelerin çokluğundan ileri gelir. Demek ki marifetiniz, yakin mertebesinde değildir. Allahü teâlâ benim kalbime öyle bir yakinnuru ihsan etti ki, rabbimi, delilsiz ve burhansız biliyorum", buyurup, kimya nazarları ile Fahreddin-i Razi'nin yüzüne bir nazar edince Fahreddin-i Razi titremeye başlar ve gayr-ı ihtiyari ellerine ve ayaklarına kapanıp özür diler. Sonra yemek yenir, sohbet edilir ve herkes dağılır. O zat da kendi evine gider. Fahreddin-i Razi'nin ardından cahil ve arzulu bir talebe gibi geldiğinin farkındadır veya değildir, kapıdan içeri girer.
Arkadan kapı çalar, döner, kapıyı açar.
Fahreddin-i Razi ile yüz yüze gelir. Fahreddin-i Razi "efendim, anladım ki siz, Cenâb-ı Hakk'ın sevgili kulusunuz. Bizim bilmediğimiz nice marifetlere sahipsiniz.
Biz zahir ulemasına eğer merhamet edip böyle beyanlarda bulunmazsanız, sizi tanıyamazdık, anlayamazdık. Bütün varlığımla kapınıza irşâd olmaya geldim. Beni irşâd edin", deyip ellerini öper ve on beş gün sohbetlerinde bulunur.
Halbuki o zatın bir nazarı "avam"ı "veli" yapacak kadar tesirli idi.
İşte Fahreddin-i Razi, 'Tefsir-i Kebirini bu muameleden sonra yazmıştır.
Şimdi diyeceksiniz ki, Fahreddin-i Razi'yi dahi terbiye eden bu büyük zat kim idi?
Gelin hep birden ruhuna Fatiha-yı şerife okuyarak, o kimya nazarlarından bir zerre umarak, Necmeddin-i Kübrâ hazretlerini, sevmek ile emr olunduğumuz evliya ordusunun büyük kumandanlarına hususi yer verdiğimiz kalbimizin mutena köşesinde muhabbetle saklayalım.
|
Siz de biyografi.net'te yer alabilirsiniz "
İyi ki, biyografi.net var!" |
|