|
|
|
Mümtazer Türköne
akademisyen, yazar
1956 yılında İstanbul'da doğdu. 1978 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin İdari Şubesinden mezun oldu. Aynı fakültede 1986'da master, 1990'da doktora yaptı. 1993 yılında doçent oldu.
Tansu Çiller'in danışmanı oldu. 2007 yılında TRT 1'de gazeteci Emre Aköz ve sunucu Tülay Tüzün ile Gündeme Dair isimli bir tartışma programı yaptı.
İkinci evliliğini AKP Eski Milletvekili Özlem Piltanoğlu Türköne ile yaptı.
12 Haziran 2011 seçimlerinde milletvekili olmak için AKP’den aday oldu. Listeye alınmadı.
Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü'nde çalıştı. Zaman gazetesinde yazarlık yaptı.
ESERLERİ:
• Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu
• Cemaleddin Afgani
• Siyaset
• Darbe Peşinde Koşan Bir Nesil 68 Kuşağı
• Sözde Askerler
• Türkiye'nin Kayıp Halkası
• Türklük ve Kürtlük
• Türk Modernleşmesi
• Modernleşme, Laiklik ve Demokrasi
• Siyasi, Tarihi, Dini ve Kültürel Boyutlarıyla İslam ve Şiddet
• Türkler ve İslamiyet (İlber Ortaylı ve Nevzat Yalçıntaş ile.)
• Kürt Meselesi Nasıl Çözülmez? (Hüseyin Yayman ile)
HABER
Gazeteci ve akademisyenler İslamcılığı masaya yatırdı
18 Mayıs 2013
Türkiye'de 'İslamcılık' ifadesinin tarihsel gelişimi, günümüze kadar hangi süreçlerden geçerek kimlik kazandığı konusu Zeytinburnu'nda düzenlenen bir sempozyum ile masaya yatırıldı.
Ünlü gazeteciler ve akademisyenlerin katıldığı 3 gün sürecek konferansta Prof.Dr. Mümtazer Türköne'nin başlattığı İslamcılığın öldüğüne ilişkin görüş de tartışıldı. Türköne, İslamcılığın devrini kapadığını belirtti.
Marmara Üniveristesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. İsmail Kara ise bir dönemin ünlü isimleri Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç ya da bir dönemin tarikat ya da cemaat öncülerine İslamcı dendiğini ancak bunun problemli bir adlandırma olduğunu ifade etti.
Sempozyum, Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi'nde başladı. 'Türkiye'de İslamcılık Düşüncesi' isimli sempozyuma Gazeteci Nuh Yılmaz, Prof.Dr. Ali Yaşar Sarıbay, Yazar Yusuf Kaplan, Prof. Dr. Mümtazer Türköne ve Gazeteci Ruşen Çakır'ın konuşmacı olarak katıldığı sempozyumun açılış konuşmasını Prof. Dr. İsmail Kara yaptı.
İslamcılık kelimesinin kullanılmasının 1970li yıllara kadar rastlanmadığını belirten Kara, kullanımının meşru olarak da bu kelimenin kullanımının daha sonra gerçekleştiğini anlattı.
İslamcılık düşüncesinin milliyetçi-muhafazakar çizgi içinde algılandığını belirten Kara, "Geriye doğru adlandırma yapıldığında Necip Fazıllara, Seazi Karakoç, Nurettin Topçu'ya, bu dönemdeki bazı tarikat ve cemaat önderlerine İslamcı diyoruz. Bu adlandırma problemli bir adlandırmadır. Bunların aslında o dönemdeki muhafazakar ya da o dönemdeki adıyla mukaddesatçı milliyetçilik ve muhafazakarlık çatısı altında ele alınması gerekir." dedi.
Gazeteci -Yazar akademisyen Prof.Dr. Mümtazer Türköne ise daha önce yazdığı ve tartışmalara neden olan İslamcılığın öldüğüne ilişkin görüşlerini yineledi.
İslamcılığın devrini tamamladığını ve bu yüzden etkisini kaybettiğini belirten Türköne, "İslamcılık hakkında fikir yürütmek Türkiye'nin bugünü ve geleceği hakkında oldukça kritik bir pencereden bakıp fikir yürütmek demek. Geçen sene yazdığım makale ile İslamcılığın bittiğini, öldüğünü yazmıştım. Bunun etrafında çok canlı bir tartışma oldu.
Önemli ve yararlı bir tartışma. Türkiye'nin bir dönemini anlamak bugünü anlamak açısından önemli. Sadece İslamcılığın değil Türkiye'nin zengin coğrafyası hakkında fikir vereceğini düşünüyorum. İslamcılık çok iddialı bir muhalif hareketti ve iktidar olunca bitti.
İktidar olunca muhalefetin anlamı kalmıyor ama İslamcılar buna muhalefet ediyor tabiki. Kötü bir fikir değildi, zamanında misyonunu görevini tamamladı.
Daha çok nostaljik bir bakışla biraz geçmişe özlem söz konusu. Çünkü bir zamanların parlak, kışkırtıcı cazebesi olan fikri artık yok. Herhangi bir yankısı ve izi yok. Ölümü kabullenmek kolay değil." ifadesini kullandı.
GÖRÜŞ
İslamcılık tuzağı
Mümtazer Türköne
Zaman 12 Temmuz 2013
Ruşen Çakır, Adeviyye Meydanı’ndaki kararlı kalabalıklar arasından bu aynayı İslâmcıların yüzüne tutarken taşı bana atıyor: “Adeviyye Meydanı’nda dolaşırken aklıma sık sık Prof. Mümtaz’er Türköne ve onun ‘İslamcılık öldü’ tezi geldi. Benim yerinde, sizlerin de muhtemelen televizyon ekranlarında gördükleriniz tam da bu tezin tekzibi niteliğinde.” Ruşen Çakır’a verilecek karşılık, ideolojilerin efsunlu dünyasında iş gören o rafine imbiklerden süzülmüş tezleri biz fanilerin sade dünyasına taşıyan o bilindik kuvvetli soru: “Ne alâkası var?”
Oylarınızla başa getirdiğiniz adamın elindeki iktidara, bir silahlı gasp eylemi ile el konuluyor. Siz de meydanlara akın edip, bu zorbalığı protesto ediyorsunuz, verdiğiniz oya sahip çıkıyorsunuz, hakkınızın hukukunuzun peşine düşüyorsunuz. İslâmcılık bunun neresinde? Hakikaten ne alâkası var? Hangi İslâmcı tez, hangi İslâmcı slogan, hangi İslâmcı çağrı Adeviyye Meydanı’nda toplanan insanlara rehberlik ediyor? Kitlelerin darbeye karşı çıkmasının, demokratik haklarını, en temel hukuklarını aramasının neresi İslâmcılık? Dünyanın bir başka yerinde, -mesela Honduras’ta- darbeye karşı çıkan insanları hangi isimle nitelediniz? Darbeye karşı çıkmak ve demokrasi talep etmek ne zamandan beri İslâmcılık oldu? Daha ötesi, Adeviyye’deki kalabalıkları “İslâmcı” olarak nitelerken, darbeye destek veren Nur Partisi’ni ve radikal Selefîleri nereye koyacaksınız?
Nilüfer Göle’yi de, Ruşen Çakır gibi namuslu bir kalem olduğu için ciddiye alan ve tuttuğu dev aynasındaki hayaline hayran kalan sünepe İslâmcılar mutlaka dikkatli olmalı. Burada kasıt yok belki; ama çok kötü bir tuzak var. Şayet biz, İslâm dünyasındaki demokrasi arayışını, o genel-geçer dar çerçevenin içine “Laik Otokratlar-İslâmcılar” arasında bir iktidar mücadelesi olarak yerleştirirsek, işte o zaman kimse darbe uluslararası meşruiyete kavuşacaktır. Müslüman halkların demokrasi şansı hiçbir zaman olmayacaktır. Nilüfer Göle’nin sorduğu “Mısır’da demokrasi askere emanet edildi. Peki ya İslâm?” sorusunun baştan çıkartıcı büyüsüne kapılıp, “bana” cevabını verecek, hani şu gönüllü aranırken bir adım öne çıkanları gözümüzde canlandırıp tekrar soralım: Ne alâkası var? Neden evrensel kategorileri değil de, “post Kemalist”, “post İslamcı” gibi “bize özgü” kavramları toplumun değişimini açıklamak için kullanıyoruz? Konu İslâm dünyası olunca, neden hiçbir uzman, engin bir denize benzeyen sınıf analizlerinin kıyısına yaklaşmıyor. Ekonomik göstergeleri kullanmıyor. Dünya birdenbire laiklerin ve Müslümanların inançlarının kıyasıya savaştığı daracık bir alana dönüşür? Benim “tuzak” dediğim işte bu. Tuzağı kuranlar Ruşen Çakır ve Nilüfer Göle değil; ama onlar da İslamcıların kolayca düştüğü bu tuzağın içinde gördüklerini naklediyorlar. Hani nerede evrensel kategoriler? Nerede insanların hak, hukuk, onur ve refah arayışı?
Mısır’daki darbe, laik düzeni İslamcıların radikal baskısından korumak için yapılmadı. Düpedüz seçkin bir azınlık, halkı ve halkın temsilcilerinin elindeki devlet iktidarını gasp etti. Güçlü, yerleşik bir çıkar şebekesi, dikta rejimi etrafında oluşan bir yönetici azınlık sınıf, askerleri öne sürerek gücü tekrar ele geçirdi. Bu kanlı iktidar oyununa, laik-İslâmcı damgasını vurmak darbeyi mazur göstermekten başka bir anlam taşımaz. “İslâmcılık ölmedi” lafını duyunca kendine gelen İslâmcıların dikkatine. Askerler laik oldukları için darbe yapmadılar; darbe yaptıkları için laiklik zırhı ile ortalıkta dolaşıyorlar. Mursi, İslamcı olduğu için darbe ile devrilmedi; darbe ile devrildiği için İslâmcı sıfatıyla yaylım ateşine tabi tutuluyor.
Adeviyye Meydanı’nda demokrasi talep eden insanlar duruyor; Mısır halkını haklı iken haksız duruma düşürecek İslâmcılık tuzağı değil.
GÖRÜŞ
Türkiye’nin yalnızlığı
Mümtazer Türköne
Zaman 23 Ağustos 2013
AK Parti hükümetinin diplomatik alanda yalnızlaştığı yorumu, giderek standart bir eleştiriye dönüşüyor. Peki doğru mu? Reel olarak doğru.
Büyük iddialarla başlanan çok taraflı, çok ortaklı yapıcı politikalar neredeyse bütünüyle çöktü. Dünyanın durduğu yerden tamamen farklı bir yerde duruyoruz; gittiği yönün aksinde ısrar ediyoruz. Türkiye savunduğu değerlerle ve politikalarla yapayalnız. Ama yalnızlığı haksız olduğu anlamına gelmiyor. Haklı olmak ne işe yarıyor? Dün gazeteleri boydan boya kaplayan Şam’daki ölü çocuk resimleri, Mısır’daki katliamlar Türkiye’nin ısrar ettiği politikanın meşrû, ahlakî, insanî olduğunu gösteriyor. Yakın coğrafyamızdaki bu insanlık dışı dramları sona erdirmenin tek kesin çözümü var: Halkın rızasını almış yönetimlerin iktidarda olması. Ne kadar gecikirse, o kadar çok kan dökülecek. Ve önünde sonunda dünya bu noktaya gelecek. Sorun şurada: Bugünkü iktidar o günleri görecek mi? AK Parti hükümeti meşruiyetini, dolayısıyla itibarını üçlü bir sacayağı ile ayakta tutuyor. Seçmen nezdinde en etkileyici olanı ekonomik performansı. İkincisi, Barış Süreci ile kuvveden fiile çıkan Kürt sorununu çözme potansiyeli. Süreç kör topal ilerliyor. Beklendiği gibi güllük-gülistanlık değil; ama her şeye rağmen tarafların vazgeçeceğine dair bir işaret yok. Çöken, daha doğrusu işlevini kaybeden ayak ise muhafazakâr standartlarda demokrasi ihraç ederek bölge halkları üzerinde kazandığı itibarını borçlu olduğu dış politikası. Yalnızlaşma dediğimiz, halklar nezdinde kazanılan bu itibarın halkın rızasına dayanmayan azınlık yönetimleri nezdinde sadece düşmanlığa dönüşmesi.
Bu üç ayak, birbirini besliyor ve etkiliyor. Başbakan’ın İsrail’e ve ABD’ye ettiği lafları, Mısır darbesinin asıl destekçisi Suudi Arabistan söz konusu olunca üstü kapalı geçmesi galiba, ekonominin reel-politiğine dayanıyor. Suriye’deki iç savaş ve Türkiye’nin Suriye politikası, içerideki barış sürecinin üzerinde ilerlediği en gerçek zemini oluşturuyor. PKK, Suriye’deki iç savaş devam ettiği ve Kuzey Suriye’de sağladığı fiilî hakimiyet kalıcı güvencelere kavuşmadığı sürece masadan kalkamaz. Dış politikaya gelince... Türkiye yapayalnız, dolayısıyla tehlikeli operasyonlara çok açık; ama bölgenin topyekün kaosa yuvarlanmasını biraz da Türkiye’nin Don Kişotvari duruşu engelliyor.
Türkiye’nin duruşunu, Irak-Suriye-Mısır hattındaki kanlı tabloya göre değerlendirmek, evreni Newton Fiziği ile açıklamaya benziyor. Bu açıklamalar mantık olarak Newton bilimi gibi elbette doğru; ama yeterli değil; çünkü henüz oluşum halindeki müstakbel durumları açıklayıcı bir özelliği yok. Ne Irak, ne Suriye, ne de Mısır uzun süre bu durumda kalmayacak, bu sancılı dönem yerini az veya çok istikrarlı bir düzene bırakacak. Birincisi, o düzen nasıl bir düzen olacak? İkincisi bu sorunun cevabına bağlı: Türkiye kurulacak bölgesel düzenin neresinde olacak? Türkiye, Suriye’deki iç savaşa bölgesel aktör olarak müdahil oldu. Sorun küresel ölçeğe taşınınca, Suriye küresel oyuncuların kendi aralarında tepiştiği bir alana dönünce Türkiye, bu sikletin dışında kaldı ve minderden uzaklaştırıldı. Şimdi Suriye’de işte bu alana doluşan küresel aktörler pes etme noktasına yaklaşıyor. Bugünün dünyası bu kadar kan banyosu yaptıktan sonra medeni olma iddiasında bulunamaz. Diplomasi artık sadece devletler arasında değil halklar arasında da yapılıyor. Küresel aktörlerin çıkar çatışmasının eseri olan bu kan deryasının bir sınırı olmalı. Türkiye meşrû ve ahlakî bir politika takip ediyor. Bazılarına duygusal gelecek bu politikanın, hesapsız-kitapsız olduğunu düşünmek ve reel politiğe aykırı görmek mümkün. Ancak bu istikamet, hükümetin reel politiğine aykırı olabilir; ama devletin uzun vadeli çıkarlarına aykırı değil. O yüzden asıl soru şu: NATO’nun, CENTO’nun, Bağdat ve Sadabad paktlarının belirlediğinden çok farklı bir dünya şekillenirken, hükümetin nefesi ne kadarına yetecek?
YORUM
Seçimin ana aktörü: MHP
Zaman 1 Şubat 2015
Beş ay içinde oy oranlarını radikal biçimde değiştirme potansiyeli en fazla hangi partide? CHP’nin ulusalcı-solcu tahtirevallisi yüzünden taşıma kapasitesi sınırlı. HDP parti olarak seçime girerse yüzde 3’lük bir ilave oyu zorlayacak. Geriye AK Parti ile kısmen benzer damarlardan beslenen MHP kalıyor. Bugünden yarına oy dengeleri değişecekse, bu AK Parti oylarının düşüşü, MHP oylarının yükselişi şeklinde tecelli edecek.
MHP’nin kemik seçmen tabanı, Türkiye haritasında bir ay-yıldız formu oluşturuyordu. Maraş’tan Balıkesir’e kadar uzanan Toroslar silsilesinde bulunan Yörükler hilal, İç ve kısmen Doğu Anadolu’yu mesken edinen Türkmenler hilalin çevrelediği yıldız idi. Hilal MHP’de kaldı, ancak yıldız AK Parti’ye kaydı. 7 Haziran seçim sonuçlarını büyük ölçüde MHP’nin tapulu malı olan, bugün AK Parti’nin üzerine AVM’ler kondurduğu yıldızın yer aldığı bu coğrafya belirleyecek. MHP, AK Parti’yi iktidardan düşürecek oranda oy transfer edebilecek potansiyele objektif olarak sahip. Ya subjektif olarak? Yani MHP bu iddiayı seçim sathına taşıyacak liderliğe, organizasyona, iletişim stratejilerine ve en önemlisi niyete sahip mi? Bu sorunun cevabı MHP tarafından seçim kampanyası boyunca AK Parti’ye alternatif oluşturulacak üç ana başlığın altında verilecek.
Birincisi, AK Parti adına Erdoğan’ın fiilen yürütmeyi üstlendiği “seçim kampanyasının özü”ne dair. Beşir Atalay bu özü “başkanlık sistemi” olarak şimdiden ilan etti. Bu “öz” seçmenle kurulacak iletişim stratejisinin merkezine Erdoğan’ı kişisel olarak yerleştirmek anlamına geliyor. Alışılmadık bir durum: İktidar partisinin seçim kampanyası Cumhurbaşkanı’nın kişisel iletişimi olarak, ona hasredilmiş şekilde ve onun eliyle yürütülecek. Cumhurbaşkanı’nın Kırşehir’de yaptığı gibi seçimde seçmenden oy istemesi ürkütücü ve itici bir manzara. Güçlünün zaafı kendi gücüdür. Bu çok kişiselleştirilmiş kampanya stratejisinin zaafı, seçimin temel dinamiğini, diktatörlük arayışları ile demokratik-hukuk düzeni arasına keskin bir kutuplaşmaya dönüştürme ihtimali. Erdoğan dizginlenemeyen kibri ve bilgisizliği ile şimdiden bu zaafı çoğaltan çok fazla hata yapıyor. Öyle anlaşılıyor ki formül, Mustafa Şentop’a ait. İyi bir hukukçu olan Şentop, Fransız modelini tekrarlayan yarı-başkanlık sistemi önermiş. Erdoğan bu öneriyi, dizginlenemez bir iştiha ile İran başkanlık modeline, orada daha üstte yer alan Ayetullah’ı da içine katarak resmen hilafete dönüştürmüş. Erdoğan, başkanlık sistemini bilmiyor; belli ki kendisine anlatılanları da sadece işine yarayan kısımları ile seçerek dikkate alıyor. İşin gerçek özü şu: Başkanlık sistemi de parlamenter sistem gibi demokratik bir sistem. Erdoğan’ın yarım yamalak yuvarladığı şey evrensel hukuka ve demokrasi prensiplerine uygun olan bir sistem değil, daha fazla güç peşinde olan bir politikacının fantezileri. Dikkat edilirse yargının denetleyemediği, dolayısıyla tamamen keyfî bir sistemi savunuyor. “Parlamento denetleyecek” diyor. Hayatını çalıp çırparak kazanan birine hırsızlara verilecek cezayı tayin ettirmek gibi, güç ve şevket sahiplerine kendi yetkilerinin sınırlarını çizdiremezsiniz. Erdoğan’ın başkanlık hayali, yüzde 50’yi hiçbir gücün denetleyemediği bir tiranlıktan başka bir şey değil. AK Parti’nin seçim kampanyasının “öz”ü başkanlık sistemi olacaksa, bu öz Erdoğan’ın formülüne göre bünyeyi ifsad edecek kadar çürük ve kokuşmuş bir öz. AK Partili hatiplerin vatandaşın karşısına geçip “seçimle bir tiran atamayı” savunmak zorunda kalmaları hazin değil mi? Üstelik parti lideri ve başbakanın bir taşeron edasıyla başkasına çalışması, rakip partiler açısından affedilmez ilave bir zaaf oluşturmaz mı?
Bu çürük öz sadece MHP’nin değil de, CHP’nin de, HDP’nin de altın madeni olacak; ancak MHP’nin bu zaafı kendisi için avantaja dönüştürebilmesi için hukuk, özgürlük ve demokrasi üreten dinamiklere ihtiyacı var.
Diğer iki ana başlığı “barış süreci” ve “ekonomik istikrar beklentisi” oluşturuyor. Bu iki alanda MHP’den beklenen cevaplarla bu konuya devam edelim.
YORUM
Oyumu hangi partiye vereceğim?
Mümtazer Türköne
Zaman 28 Ekim 2015
-Seçime değil sanki savaşa gidiyoruz. İktidar bloku 1 Kasım'ın “ölüm-kalım kararı” olacağını öne sürüyor. “Her şeyimizi kaybetmek”, “ülkenin işgale açık hale gelmesi”, “düşmanlar tarafından ele geçirilmesi”, “küresel komploya yenilmemiz” vs. türünden tezler, aslında iktidarın birileri için ne kadar vazgeçilmez olduğunu gösteriyor.
Sonuçta atla deve değil, iktidar giderse sadece bir nöbet değişimi gerçekleşmiş olacak. Anayasa, kanunlar, bu topraklarda uzunca bir devlet tecrübesi, toplumun zor zamanlarda dayanışma, uzlaşma ve işbirliği yeteneği arkamızda duruyor. Devletin sadece kuralları değil, bu kurallara göre görevleri tanımlanmış kurumları dimdik ayakta.
Bürokrasinin engin birikimi ve refleksleri gerektiğinde boşluğu dolduracak. Öyleyse bu telaş niye? AK Parti iktidar yorgunu. Yaramaz çocukların gitmek istemeyince kapının çerçevesine kollarıyla ve ayaklarıyla sarılıp direnmesi gibi devlete yapışmış durumda, tutmuş bırakmak istemiyor. Üzerindeki tonlarca şaibenin altında eziliyor. Yürürken ayakkabısından bir zamanlar geçtiği kötü yolların kiri çamuru etrafa saçılıyor. İktidardan bir an uzak kalsa yakayı ele vereceğini biliyor. Telaşı ve korkusu bu yüzden ve gerekirse her yeri yakıp delilleri yok etmeye kararlı. Seçim sadece iktidar partisi için bir ölüm-kalım yarışı. Kaybederse her şeyini kaybetmiş olacak; kazanırsa suçlarının üzerindeki örtüyü bir seçim süresi daha kapalı tutacak.
İktidar değişirse Türkiye ağır bir yükten kurtulacak. Yeni iktidarın becerebildiği nispette hukuk avdet edecek, yeniden en temel haklarımızı güvence altında hissedeceğiz. Devletin iktidarda işlenen suçların ve suçluların kalkanı değil, bizim hayatımızın, onurumuzun ve özgürlüklerimizin güvencesi olduğunu hatırlayacağız. Gelen hükümet mecburen Anayasa'ya ve toplumun çıkarlarına uygun davranacak. Gücün yerini tekrar hukuk alacak. Dikta arayışları gündemden kalkacak, keyfilikler sona erecek. Kurallara ve ihtiyaçlara bakarak önümüzü görebilecek, birbirimize güvenecek ve istikrarlı bir ülkeyi tek kişinin kaprislerinden sıyrılıp yeniden inşa edeceğiz.
Kim gelip de sizden oyunuzu, “yoksa canını alırım” der gibi isterse ona şüphe ile bakmalısınız. “Benden sonra tufan olur” diye tehdit ederse inanmamalısınız. “Ne olur beni başka partilere muhtaç etmeyin” diye yalvarırsa aldanmayınız. Ne olacak? Sırtında yumurta küfesi yoksa bir dönem yedek kulübesinde beklemesinin, üzerini örtemeyeceği kadar büyük bir suçu yoksa iktidarı koalisyon ortağı ile paylaşmasının ne sakıncası var?
İktidar değişecek, mutlaka değişecek. Üzerinde bu kadar şaibe, bulaştığı onca kir-pas ve yaptığı onca hukuksuzluk varken ülke bu iktidarın altında ezilir, un-ufak olur. En küçük bir sorununuzu çözemezsiniz, hiçbir işi göremezsiniz.
CHP, yaşananlardan büyük dersler çıkarmış, toplumla barışmış görünüyor. CHP artık dünkü CHP değil. Kılıçdaroğlu'nun uzlaşmacı ve müstağni tavrı, toplumsal barışın yeniden tesisine katkıda bulunabilir. İktidardaki bir CHP, Türkiye'yi saplanıp kaldığı Suriye bataklığından çekip çıkarabilir. Anayasa'yı ve hukuku referans alıp Türkiye'yi yeniden düzenli ve öngörülebilir bir ülke haline getirebilir. Hukuk devleti geri dönebilir. Belki en önemlisi, kantarın topuzunu kaçırmadan işlenen suçların hesabını sorabilir.
HDP normal şartların ürünü olmayan bir parti; bu kadar iddialı hale gelmesinin tek sebebi iktidarın toplumu kamplaştırması ve kutuplaştırması idi. Bu parti dayandığı politikalardan değil, iktidarı başka türlü değiştirmek mümkün olamadığı için o kadar oy aldı. Demek iktidar değişebilse, HDP de kendi doğal sınırlarına çekilecek.
Ben oyumu, 7 Haziran'da olduğu gibi yine MHP'ye vereceğim. MHP'nin iktidarda takınacağı vakar ve sorumluluğa güveniyorum. Bu partiye oy verenler biraz da kendisini Devlet'te hisse sahibi görenlerdir. Devlet sahibi olma iddiası iktidar sorumluluğu ile birleşince MHP'nin ülkeyi gönüllü birarada yaşama alanına çevireceğine inanıyorum. İmparatorluk varisi bir millet, ayrılıkları-farklılıkları aradan kaldırıp, ortak paydaların üzerinden sağlam bir gelecek inşa etmeyi başarabilir.
Sonuç: Demokrasi yanlışların kan dökmeden düzeltilebildiği yönetim sistemidir. Buna izin vermeyen sadece iktidar partisi var.
YORUM
Kızılelma şimdi neresi?
Mümtaz'er Türköne
Zaman 13 Aralık 2015
MHP'nin yeni lider adayları ile tırmanan olağanüstü kongre tartışması daha uzun süre gündemde kalacak gibi görünüyor.
Kişisel ihtiraslar ve çatışmalar siyasetçinin enerji kaynağını oluşturuyor; ama yine de geride iyiye-güzele, hizmete ve ilerlemeye adanan mümbit bir alan duruyor. Gönül ister ki MHP'de liderlik tartışmaları yeni tezlerin veya sentezlerin, fikrî arayışların, politik-ideolojik yenilenmenin ateşleyicisi olsun. Olur mu? Liderlik yarışında rekabet alanı geniş ufuklu fikirlerle dolarsa pekâla olur. Doğru soruyu sormak ilk şart. Kızılelma şimdi neresi? Sorunun sahibi MHP tabanı, cevap verecek olanlar ise lider adayları. Malûm, Ömer Seyfettin'in hikâyesinde anlatıldığı gibi Kızılelma, liderin belirlediği hedeftir. MHP yarım asırlık geçmişinde, önemli kısmı Soğuk Savaş sonrası olmak kaydıyla birden çok istihale geçirdi. Bugün sahneye o kadar lider adayının çıkması köklü bir değişim ihtiyacının tezahürü değil mi? Ve MHP bulduğu cevabı toplumun geri kalanına anlatabilmeli.
İlk defa 1973 yılında, Ekim ayında yapılan seçimler öncesinde MHP'nin Kurtuluş'ta düzenlediği mitinge gitmiştim. Rahmetli Türkeş'in alanda toplananlara bakıp canının sıkıldığını hissetmiştim. Kalabalığın azlığından değil, alanı dolduranların tamamının “çoluk-çocuk” olmasından. Seçme yaşı 20 idi ve miting alanında bu yaşı geçer görünenler çok azdı. Orada toplananlar bugün en az ellili yaşlarda bulunuyor. Aradan geçen yarım asırda Türkiye'de, dünyada çok şey değişti. Soğuk Savaş bizim ülkemizde kanlı çatışmalar ile cehennem misali sürdü ve darbelerle sona erdi. Karşısındaki sol akımlar marjinalleşip tedavülden kalkarken MHP kendi sosyolojisine ve tarihî mirasına yaslanarak hızla kitleselleşti. Sovyetler Birliği dağılınca, MHP'nin Pan-Türkist hayalleri, reel politiğin acı gerçekleriyle yer değiştirdi. 1984'ten sonra kronikleşen PKK terörü, MHP'ye karşıtlık üzerinden kendisini ifade edeceği verimli bir alan açtı. MHP'nin milliyetçi kimliği bir yandan gündelik politika ve değişen dünya şartlarıyla sınanarak marjinallikten sıyrıldı, öbür taraftan toplumun devlet eliyle propagandası yapılan sağlam milliyetçi damarlarıyla buluşarak kök saldı.
Milliyetçilik Türkiye'de bir tür taşra radikalizmi olarak siyasî parti örgütlenmesine dönüşmüştür. Taşra radikalizmi, toplumsal ve siyasal merkezin dışında ve uzağında bulunanların, merkezle bütünleşme, olmazsa mecburen çatışma çabaları ile beslenir. Taşra radikalizminin diğer ana damarını oluşturan Millî Görüş geleneği, Anadolu'nun yükselen ticaret sermayesi sınıfının temsilcisi olarak merkezi kuşattı ve sonra ele geçirdi. Türkiye son on beş yılda yükselen bu yeni elitlerin hegemonyasını oluşturmasına sahne oldu. MHP ise, çemberin dışında kalanların dinamizmi ile yetindi, yine de vazgeçilmez bir temsil gücü kazandı.
Bugüne kadar merkezle bütünleşme çabalarını devlet cihazı ve ideolojisi üzerinden sürdüren MHP tabanı, AK Parti'nin özellikle ekonomik araçları kullanarak devlete dönüşmesi yüzünden bütün mevzilerini kaybetmeye başladı. Osmanlı Ocakları'nın, Ülkü Ocakları aleyhine hızla genişleyen üye tabanı MHP'deki devlet patentli milliyetçilik adına derin anlam sorunları ortaya çıkartıyor. AK Parti'nin dayandığı güçlü ekonomik dinamiklerin üzerine ilave ettiği kitlesel bir sosyolojisi var. MHP bu ekonomik dinamiklere uzak durduğu için sosyolojik yaşam alanı da daralıyor. Açalım. AK Parti, ticaret sermayesini yeni elitlere dönüştürebilmek için reel sektöre, yani sanayi sektörüne adeta savaş açtı. Elinin altındaki devletin ekonomik araçları ile ancak rant sektörü üzerinden kendi iktidar şebekesini oluşturdu. Sanayi sektörü, uzun bir deve kervanının en öndeki merkebi takip etmesi gibi inşaat ve finans sektörünü izlemek zorunda kaldı. Rant sektörü ile sanayi sektörü arasındaki çatışma bugün Erdoğan-Davutoğlu ikiliğine daha çok da Erdoğan'ın TÜSİAD, Doğan Medyası ve “paralel yapı” polemiklerine malzeme oluşturuyor.
MHP, siyasetin bu en gerçek yüzünün çok uzağında, kısır bir alana hasrolmaya çok eğilimli bir liderlik rekabeti ile oyalanıyor. Çıkış bu soruda: Kızılelma neresi? Bulmak için önce aramak lâzım. MHP'de bir Kızılelma arayışı var mı?
|
Siz de biyografi.net'te yer alabilirsiniz "
İyi ki, biyografi.net var!" |
|
|
biyografi.net
Tanıtım |
|
|
|
|
Tanıtım |
|
|
|