|
Yusuf Kaplan
( 1964)
akademisyen, yazar
1964 yılında Sivas'ın Şarkışla ilçesinde doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Kayseri'de tamamladı. 1986 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Sahne ve Görüntü Sanatları Bölümü, Sinema-TV Ana Sanat Dalı'ndan mezun oldu. Üniversite öğreniminden sonra İngiltere'ye gitti. 1989 yılında MEB'dan İngiltere'de "master+doktara" yapmak üzere burs kazandı. 1991 yılında East Angila Üniversitesi'nde "Story-Telling and Myth-Making Medium: Television" adlı master tezi hazırladı. 1992 yılının Nisan ayında Londra'da Londra Üniversitesi ve Middlesex Polytechnic'te Dr. Roy Armes'ın danışmanlığında doktara yaptı.
İlim ve Sanat, Yedi İklim, Kayıtlar, Kitap Dergisi, Girişim, İslam, Kadın ve Aile gibi dergilerle Zaman ve Milli Gazete gibi günlük gazetelerde çeşitli yazı, röpörtaj ve çevirileri yayımlandı.
Focault, Baudrillard, Kundera, Eco ve John Berger gibi yazar ve düşünürlerden çeşitli çeviriler yaptı.
3 yıl Umran dergisini yönetti. Halen Bilgi Üniversitesi'nde öğretim üyeliği yapmakta ve Yeni Şafak Gazetesi'nde yazmaktadır.
Bilimsel Çalışmaları
The Discourse of "the Discourse of Landscape" (Avant-Garde Sinema Üstüne); John Grierson and British Documentary Film Movement; Editing, Space and Time in Porter's Films; Narration and Space in Expressionist German Sinema; Enformasyon Devrimi Efsanesi (derleme ve çeviri), Kayseri: Rey Yayınları, 1991; Afrikalılar: Üç Farklı Kültürel Miras, (çeviri), Prof. Ali Mazrui, İstanbul: İnsan Yayınları, 1992; Bilgeliğin Yedi Direği, Lawrence, (çeviri) Kayseri: Rey, 1992; Tarihin Sonu mu? Francis Fukuyama (çeviri) Kayseri: Rey, 1992.
HAKKINDA YAZILANLAR
YUSUF KAPLAN VE BİR MEDENİYET TASAVVURU
Cem Sökmen
Biyografi Analiz sayı 10 Nisan-Mayıs 2004
Yusuf Kaplan çıktığı medeniyet tasavvuru yolculuğunda Hadid Suresinin 25. ayetindeki kitap, mizan ve hadid dinamiklerini temel esaslar olarak belirliyor. Ve ‘hakim kültürle yüzleşme/ cevap üretme/ meydan okuma’dan oluşan üç ayaklı bir hareket tarzını öngörüyor. “Başkalarının ürettiklerini tüketmekle yetinen toplumların varolabilmeleri iddia ve söz sahibi olabilmeleri, dolayısıyla konuşabilmeleri, özgün şeyler söyleyebilmeleri, özne olarak hayata müdahele edebilmeleri, kişiliklerini, kimliklerini, onurlarını ve varlıklarını koruyabilmeleri mümkün mü?” Eğer Yusuf Kaplan’ın sorduğu bu soruya, ciddi, anlamlı ve samimi bir cevap verme mesuliyetini üzerimize alırsak ne yapmamız gerektiğini de bu sorunun içeriğinden çıkarabiliriz. Bugünün dünyası ne yazık ki hakim olan Batı uygarlığının yaydığı sahte kültürle kitlelerin sele kapılıp gittiği bir hali yaşıyor. Amerika’da üretilip kitle iletişim araçlarıyla bütün dünyaya yayılan sahte kültür insanın varoluşunu anlamlandırabilmek için gerekli birikimden, perspektiften yoksun olan insanlar için dünyanın neresinde olursa olsun aynı sloganların, kelimelerin etrafında yaşamayı getiriyor. Bu sahte kültürü sorgulayabilecek altyapıya, tarihi birikime ve derinliğe sahip olan ülkeler ise ne yazık ki kendi potansiyellerinden habersiz bir şekilde yaşayıp gidiyorlar.
Medya çağını yaşıyoruz. Medya ve meydana getirdiği kamuoyu bizi gereksiz bilgi bombardımanına tutup yanıbaşımızda, gözümüzün önünde cereyan eden hadiseler hakkında düşünememize ve bir tavır geliştirememize sebep oluyor. Kendisine ait bir bakış açısı geliştiremeyenler veya bunun çabasında olmayanlar nesneleşiyorlar, sürekli silinen yeniden doldurulan hafızalarıyla olayların akışında sürüklenip gidiyorlar. Bu nesneleşme ve sürüklenme insanı duyarsızlaştırıyor ve yabancılaştırıyor. Bu insan için artık popüler olan her olgu tartışılmaz doğru olarak anlaşılıyor.
Çağın sorunlarını, çağın ruhunu kavramadan yol alabilmek çok zor. Önce yaşadığımız kimlik sorunu ve medeniyet buhranı doğru dürüst anlaşılacak daha sonra İslam’ın temel kaynaklarına gidilerek, bu kaynaklardan hareketle yaşadığımız zamanın sorularına çözüm olacak cevaplar üretilecek. Medeniyet perspektifine sahip olunmadan yapılan faaliyetler İslam’ın kültürel, toplumsal, ekonomik, siyasal alanlardaki teklif ve tespitleri ortaya konamayacak biçimde sığ anlaşılmasına sebep olacaktır. Bu anlayış bize ait kültürü, medeniyeti ve bu medeniyetin hayatın çeşitli sahalarında ortaya koyduğu üretimlerini bilmek yerine birkaç saatlik sohbetlerle sınırlanabilecek şekilde anlaşılmasına sebep olur. Anlam haritaları ortadan kaldırılınca insan varoluşunu anlamlandırmak için birinci özelliği sathilik olan faaliyet ya da ilgi alanlarına başvuruyor. Bir futbol takımı, bir şarkıcı, bir sinema oyuncusu kısacası medyaların sürekli gözümüzün önüne dayadığı ne varsa bunlar belirleyici oluyor adeta putlaşıyor. Batı’nın ekonomik gücünün artmasıyla bütün dünyayı sömürerek oluşturduğu yapı ve dünya görüşü artık bizzat bu dünya nimetlerini paylaşan Batı insanını tatmin etmiyor. Yaşanan akıl tutulması ve zihni körleşme hakim kültüre alternatif bir dünya görüşünün kurulmasına olan ihtiyacı her geçen gün arttırıyor. Batı kültürü dünyaya kesin doğrular bütünü olarak yaydığı eğitim paradigmasıyla farklı kültür ve medeniyetlerin bırakın şimdi varlık göstermesini geçmişteki varlıklarını da inkar ediyor, yok sayıyor. Sahip olduğu ekonomik güç, kamuoyu ve medya gücü sayesinde dünya tarihini kendisi etrafında yeniden yazıyor. Bu çerçevede eskiden etkin olmadığı zaman ve mekanlarda kendisini etkin gösterip o zamanın hakimlerini ise yok sayıyor, en iyi ihtimalle de önemsizmiş gibi gösteriyor. Yusuf Kaplan “Geleneği olmayanın geleceği yoktur”, asl olan bir gelenek oluşturmaktır diyor. Batı hegemonyasının dünya tarihine, dünya kültür tarihine uyguladığı bu silici tavırdan bizlerinde ders çıkarması gerekiyor. Bu dersin bir tarafı bize verilenlerle yetinmeyerek şahsi gayretimizle alternatif bilgiye ulaşmak ve bu bilgiyi işlemek. Bugün zihnimizde Batı kültürüne ait posası çıkmış bir sürü kalıbın bulunabileceğini iyi bilmek gerekir. Herhalde bundan dolayı Yusuf Kaplan “Çağı ve çağın sorunlarını oluşturan Batılı kavram ve kurumları geriye doğru iz sürerek paradigmatik bir okumaya, yapı çözümüne tabi tutmazsak esaslı şeyler söyleyemeyiz.” diyor. Bunu yapamazsak irade beyan edecek bir kendine güven ve istikamet şuurunu sağlayabilmek çok zordur. Sahip olmamız gereken özgüveni ancak birikimimizle bugünümüz ve geleceğimiz arasında sarsılmaz bir köprü kurarak, medeniyet eksenli düşünceyi inşa ederek kazanabiliriz. Burada hocanın sürekli altını çizdiği Osmanlı Misyonunu, Osmanlı tecrübesi gibi bir organizasyonu bu milletin icat ettiği gerçeğini hatırlamanın ve hep hatırda tutmanın ne kadar gerekli olduğu ortaya çıkıyor. Türkiye’nin bölgesel güç olması hedefine sahip olmak şu anda küreselleşme ve ulus devlet çerçevesinde yapılan tartışmalarda alınan tavırlara göre daha farklı bir arka plana dayanıyor.Bu hedef Türkiye’nin küresel emperyalizmle olan mücadelesinde,varlığını batı hegemonyasının antiliğinde bulmanın aksine kendi rotasına, kendi dünya görüşüne sahip bir alternatif yapı kurmasını öngörüyor.
Bu, bir içe kapanmayı, üçüncü dünyacılığı değil aksiyoner ve kurucu olmayı özne olmayı işaret ediyor. Kendisinden vazgeçmiş, kendi kaderini başkalarının eline terketmiş, biz adam olmayız psikolojisinde yaşayan bir Türkiye’nin yerine var olduğu coğrafyada büyük oynama iradesini gösteren Türkiye’ yi düşünüyor.
Üretmeden bu coğrafyada ayakta kalmak mümkün değildir. Kendi içine kapanan bir anti-emperyalist tavır sadece bu günü kurtarır. Zaten gücünü kendisinden almayan bir tavrın ciddi tesirler yapabilmesi mümkün değildir. Türkiye’nin tarihini yapan bütün dinamiklerle yüzleşerek yürümek gerekiyor. Bu yüzleşmeyi, bu yalınlaşmayı gerçekleştiremeyenler kendileriyle başlayıp kendileriyle biten sloganları seslendirmekten öte bir vazifeye sahip olamayacaklardır.
Geleneği olmayan elenmeye mahkumdur diyerek Selefiliğe, İslam’ı protestanlaştırma projesi tespitini ortaya koyarak da Yeni-İslamcılık akımına gösterdiği tavır onun hem genel esaslara hem de 1500 yıllık zincirin kopmamasına, o bütünlüğe ne kadar büyük bir hassasiyetle yaklaştığını gösteriyor. Bugünün dünyasında hakim olan Batı uygarlığının ve zihniyetinin karşısında bir kuvvet olarak ortaya çıkabilmek yani sağlam alternatifi teşkil edebilmek herşeyden evvel İslam’la manasını bulmuş bütün bir mazinin, kültürel hafızanın doğru dürüst bilinmesine ve yeniden zihinleri inşa edici kaynak haline getirilmesine bağlıdır. İslam medeniyetinin iddiadan hale geçirilebilmesi için geçmişten bugüne aktarıldığında fayda verebilecek zerre kadar bilgi dahi işlenip ortaya konmalıdır. İslam’ı bir dünya görüşü, anlam haritalarımızın kaynağı olarak kabul ettiğini söyleyenler asla içinde bulundukları cemaat ya da grubun olabildiğince fazla zikretmek suretiyle İslam’ın birleştiriciliğine ve bütünleştiriciliğine zarar vermemelidirler. Bu kendi grubunun öncüleyen tavrın insanları götürdüğü başka bir yanlışlık da İslam tarihini cemaatin tarihine indirgeyerek kültürel ve tarihi devamlılığımıza darbe vuran bir “milat” inşa etmektir. Buna ancak “Bindiği dalı kesmek” denir. İşte bu noktada Yusuf Kaplan’ın kurduğu terkip, gösterdiği medeniyet eksenli bütünleştirici tavır bizi düşünce geleneğimiz adına umutlandırıyor. Onun Fatih Sultan Mehmet ile Necip Fazıl’ı aynı kader çizgisinde buluşturan, bizleri de aynı çilelere ve aynı rüyalara davet eden ruh ve tefekkkür derinliği düşünce hayatımızın derinleşmesini sağlıyor.
Yusuf Kaplan yazılarında isimlerini zikrettiği, alıntılar yaptığı yerli ve yabancı düşünürlerle önümüze çok geniş bir çerçeve ve ufuk koyuyor. Sezai Karakoç, Nurettin Topçu, Necip Fazıl, Cemil Meriç, Erol Güngör, Said Nursi, Turgut Cansever, İsmet Özel, Şerif Mardin, Ahmet Davudoğlu, İsmail Kara onun Türkiye’de fikrin ve fikir üretiminin temel taşları olarak gördüğü isimler. Lacan, Weber, J Gray, A. Toynbee, Baudrillard, Millbank, Dawson, Foucault, L. Mumford, W. Mc Neill, P. Virilio ise hocanın bize tanıttığı okuyucularıyla tartıştığı yabancı isimlerden bazıları... Böylece Yusuf Kaplan yerli ve yabancı isimlerle önümüze büyük bir çerçeve koyuyor ve medeniyet tasavvuru projesinin beslenme kaynaklarını bize gösteriyor. Dünyaya asil şeyler söyleyebilmek için dosdoğru ve geniş ufuklu bilgilenme şart. Bu bilgilenmeyle birlikte medeniyet perspektifinin kazanılması artık düşüncenin üretilmesini ve İslam’ın dünya görüşünün, medeniyet birikiminin rafine bir şekilde ortaya konulmasını gerektirecektir. Medeniyet tasavvurunun temel hedefi olan “Uzun soluklu, kapsamlı bir entelektüel silkinme; kalıcı bir ilim, düşünce, kültür sanat ve siyaset dili söylemi ve geleneği geliştirme projesi bir öncü kuşak tarafından gerçekleştirilecek. Yusuf Hoca kendisine Necip Fazıl’a hitaben “Üstad müsterih ol!” dedirtecek olan öncü kuşağın özelliklerini ve gayesini ise şöyle ifade ediyor; “Mevlana’nın pergel metaforunda imajinatif bir şekilde ifade ettiği gibi bir ayağı ile sağlam ve muhkem bir şekilde buraya, İslam’a basan diğer ayağı ile de hakim kültür başta olmak üzere tüm kültürlere, dünyalara ve ufuklara açılabilecek bir öncü kuşağın hazırlanması kaçınılmazdır.” Gönül, zihin ve eylem eri olması beklenen öncü kuşaklar bizi tarihte tatile çıkmaktan kurtarmak için,bu toplumun geleceğe güvenle bakabilmesi, yönünü tayin edebilmesi için sahip olduğumuz imkanları, temel dinamiklerimizi, anlam haritalarımızı ortaya çıkarıp işleyecekler.
Bu çabalar bize medeniyet perspektifini taşıyan şahsi gayretlerin hem çoğalmasına hem de bu şahsi gayretlerin müesseseleşebilmesine ihtiyacımız olduğunu gösteriyor
Nesneleşmemek, kendi kendimizi sömürgeleştirmemek için özne olmanın yollarını araştırmamız gerekiyor. Kitle kültürünün yansıtıcısı kurmaca hayatları yaşamak yerine kendi hayatımızı yaşama iradesini göstermek gerekiyor. Bir yazısında ‘Büyük bunalım anları büyük arayışları da beraberinde getirir’ diyor.işte asıl mesele o arayışı gerçekleştiren özne olmaktır. Tespitlerle birlikte ancak teklif sahibi olanlar büyük dönüşümler meydana getirebilir. Yusuf Kaplan “Büyük rüyalar, büyük fikir oluş ve varoluş çilelerinden sonra anlam kazanabilir ve hayata geçirilebilir. Ancak çile üzerine bina edilmeyen rüyalar aşk derecesinde benimsenemez, büyük doğumlara ve dönüşümlere asla zemin hazırlayamazlar.” diyor. Bize de büyük fikir, oluş ve varoluş çilesinin taliplerine aşkınız daim olsun demek düşüyor.
GÖRÜŞ
3. Dünya Savaşı: Sünnî omurganın çökertilmesi...
Yusuf Kaplan
Yeni Şafak 6 Temmuz 2012
Birinci Dünya Savaşı'nın birincil amacı, Osmanlı'yı tarihten silmekti.
Sonunda, İngilizler, bu amaçlarına ulaşmayı başardılar.
Ama hesap edemedikleri başka faktörler girdi devreye daha sonra: İkinci
Büyük Savaş patlak verdi: İkinci Dünya Savaşı, hem Avrupa-içi güç
dengelerini, hem de dünyanın güç dengelerini alt üst eden bir savaş oldu.
Bu savaş'ın kazananı olmadı: Herkes kaybetti. Kazanan, Atlantik-ötesinin
yükselen gücü, İngilizlerin kuzeni Amerika'ydı.
***
Bugün, dünya sistemi üç güç etrafında temerküz ediyor: Dünya sisteminin,
kaba gücü'nü, Amerikalılar; para gücü'nü Yahudiler, beyin gücü'nü ise
-hâlâ- İngilizler oluşturuyor. Genel manzara böyle.
Ancak dünya sisteminin lordları Yahudilerdir: Amerika, sistemin kaba gücüne
sahipmiş gibi görünüyor; ama bu kaba güç (silah sanayii, bilişim sektörü,
medya endüstrisi, akademi ve kültür dünyası) Amerika'da Yahudilerin
kontrolündedir. Ayrıca sistemin beyin gücü konusunda Yahudilerle İngilizler
(=İskoçlar) arasında yaklaşık çeyrek asırdan bu yana büyük ve örtük bir
savaş yaşanıyor hem Amerika'da, hem de dünya genelinde.
Dünyanın karşı karşıya kaldığı büyük ölçekli siyasî, askerî, stratejik ve
ekonomik savaşların asıl nedeni, İngilizlerin -bir zamanlar Amerika'yı /
dünya gücünü kurarken birlikte hareket ettikleri- Yahudilerin, İngilizleri
dünya sisteminin merkezinden uzaklaştırma girişimlerine karşı verdikleri,
"geliyoruz, yok olmadık" mücadelesidir.
İngilizlerin asıl rakibi Almanya'dır; o yüzden, Almanlar, Yahudilerle
ilişkileri derinleştirdiler: 2008'den bu yana neredeyse her ay bir Alman
bakanın, İsrail parlamentosu Knesset'te arz-ı endam etmesi sizce de anlamlı
değil mi?
Dünya sistemi içinde İngilizlerin önünü tıkayan Yahudilere karşı çeyrek
asırdır sürdürdükleri "gizli savaş", İngiltere'de Thatcher döneminden
itibaren örtülü olarak sürdürülen bir savaştır ve 2008 ekonomik kriziyle
birlikte zirve noktasına ulaşmıştır.
***
Türkiye, son yıllarda, Yahudilere karşı, -özellikle İsrail üzerinden- ilan
edilmemiş bir savaşın eşiğine sürüklendi. Kim tarafından? İngilizler
tarafından.
İsrail'e karşı, ölçüsü iyi ayarlanmamış ve doğrudan sürdürülen "mücadele",
İngilizlerin stratejik alanlarını alabildiğine açan ve Türkiye'nin önünü
tıkayan, elini kolunu bağlayan, bütün imkânlarını buharlaştıran ve bizi de
sonu nereye varacağı belli olmayan bir çıkmaz sokağın eşiğine sürükleyen
geri tepecek, faturası bize pahalıya patlayacak büyük bir "tuzak"tır.
***
İngilizler, bu süreçte iki büyük stratejik hedefin izini sürüyorlar:
Birincisi, Yahudileri - başka aktörleri de kullanarak- her bakımdan dize
getirmek. İkincisi, Türkiye-İran karşıtlığı üzerinden Şii-Sünnî
çatışmasının zeminini oluşturmak ve Türkiye'yi çıkmaz bir sokağın eşiğine
sürüklemek.
Sadece şu veri bile bu iki gözlemimi doğrulamak için yeterlidir, sanırım:
Son çeyrek asırda Amerikalıların Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu'da
girdiği bütün savaşlardan iki ülke kazançlı çıkıyor sürekli olarak:
İngiltere ve İran!
***
Türkiye, şu hâliyle "oyun kurucu" olabilir mi? Hayır! "Hadım edilmiş" bir
ülke, oyun kurucu olamaz. Kendimizi kandırmanın âlemi yok. Biz,
ayaklarımızı yere sağlam basabildiğimiz bir yer'de bile yaşamıyoruz ki
hâlâ.
Türkiye, kendi terimlerimle söylersem, dalga-kurucu bir ülke değil,
dalga-kırıcı bir ülke olabilir şu aşamada. Dalga-kırabildiği,
akıntıya-karşı durabildiği ölçüde, dalga-kuracak geniş bir hareket alanı
açma imkânına kavuşabilir ancak.
Dalga-kurmak, ipleri ellerinde bulunduran küresel aktörlerin işidir.
Türkiye'nin kendi ipleri bile kendi ellerinde mi acaba? Türkiye, bu soruya
cevap verebilecek durumda bile değilken, Türkiye'nin dalga-kurma'ya
soyunması, sipsivri ortada kalmasıyla sonuçlanabilir.
***
Zaman gazetesinin İran aleyhindeki -ümmet bilincini gözardı eden- yayını
beni tedirgin etse de, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin bu bağlamda takındığı
tutumun, daha ferasetli ve basiretli bir tutum olduğunu düşünüyorum.
Türkiye, Yahudileri karşısına almak yerine, daha zekice, daha büyük ölçekli
küresel ittifaklara giderek Yahudilerin gücünü kırmanın yollarını
araştırmalı.
Özenle altını çiziyorum: Türkiye'de ipler hâlâ bu ülkenin çocuklarının
elinde değilken, Türkiye'nin - ateşe körükle gitmeye kalkışması, bunu da
İngilizlerin gazına gelerek yapmaya çalışması, hem Türkiye'yi büyük
felâketlerin eşiğine sürükler; hem de bin yıldır bizim kurduğumuz ve
koruduğumuz Sünnî Omurga'nın tam ortadan yarılmasına ve dolayısıyla İslâm
dünyasını, büyük bir felaketin eşiğine sürüklemesine yol açar.
Unutmayalım: Batılılar, Birinci Dünya Savaşı'nı bizi tarihten silmek için
çıkardılar. Üçüncü Dünya Savaşı'nı da bizim tarihî bir rol oynamaya
kalkışmamızı önlemek için çıkaracaklar... O yüzden, -özür dilerim ama-
"bütün kavşakları tutmuş yavşaklar" olarak tarif ettiğim İngilizlerin -bizi
savaşa sürükleme- dolduruşlarına gelmeden, geleceğimizi kendi elimize
alacak basiretli, ferasetli, üzerinde derinlemesine kafa patlatılmış kısa,
orta ve uzun vadeli projeler geliştirmenin yollarını araştırmalıyız,
diyorum...
HABER
İslamcılık Sempozyumu başlıyor
Zaman 15 Mayıs 2013
Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı en aktüel gündem konularından biri olan “İslamcılık Düşüncesi” bilimsel bir sempozyumda bilim adamları, akademisyen, yazar ve gazeteciler tarafından tartışılıyor.
17-19 Mayıs günlerinde Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi’nde gerçekleşecek “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi Sempozyumu” sekiz oturumda yapılacak. “İslamcılığın Ölümü: Tarihi ve Aktüel Gerekçeler”, “İslami Fikriyat Temelinde Partileşme Olgusu”, “II. Dünya Savaşı Sonrası Şartlarda İslamcılık”, Muhafazakârlık ve Sağcılık Arasında İslamcı Edebiyat gibi konu başlıklarında sunumlar yapılacak. Sempozyuma Prof. Dr. İsmail Kara, Yusuf Kaplan, Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay, Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne, Doç. Dr. Alev Erkilet, Doç. Dr. Ekrem Demirli, Prof. Dr. M. Fatih Andı, Ömer Lekesiz, Cihan Aktaş gibi isimler katılıyor.
GÖRÜŞ
İngilizlerin yüzyıllık stratejisi: İslâm'ı İslâm'la vurmak!
Yusuf Kaplan
Yeni Şafak 13 Haziran 2014
Yazının sonunda söyleyeceklerimi başında söylemem gerekiyor...
IŞİD DİYE BİR ŞEY YOK, İNGİLTERE DİYE BİR SİNSİ GÜÇ VAR
Önce şu: IŞİD, diye bir 'şey' yok. İngiltere diye sinsi bir güç var.
IŞİD, adım adım Irak'a ve Suriye'ye yerleştiriliyor. Irak'a ve Suriye'ye yerleşen aktör, IŞİD değil, gerçekte, İngiltere'dir.
İkinci olarak: El-Kaide'den türeyen IŞİD gibi örgütler maşa'dır.
El-Kaide, Amerikalıların maşasıydı. Şimdi El-Kaide'nin yerini, IŞİD gibi türevleri aldı. IŞİD gibi örgütlerse, İngilizlerin kuklasıdır.
Bu şu anlama gelir: İngilizler, iki yüzyıl önce Vehhabiler üzerinden sahneledikleri oyunu, bu kez IŞİD gibi örgütler, İran'ın önünün açılması ve Selefî hareketler üzerinden sahneye koyuyorlar.
ÜÇ HEDEF: ERDOĞAN'IN TASFİYESİ, ÇÖZÜM SÜRECİ'NİN BİTİRİLMESİ VE İSLÂM'IN İSLÂM'LA VURULMASI SÜRECİ
İngilizler ne yapmak istiyorlar, peki?
İngilizler, küresel sistemi yeniden dizayn etmek istiyorlar ve bunu da ancak İslâm dünyasındaki 'tarihî derinlik'lerini yeniden harekete geçirerek yapabileceklerini çok iyi biliyorlar.
IŞİD gibi örgütlerin ve Selefîlik gibi -tastamam selefsiz- hareketlerin önünü sonuna kadar açarak kısa, orta ve uzun vadede üç şeyi yapmak istiyorlar.
Birincisi, kısa vadede, her ne suretle olursa olsun, Tayyip Erdoğan'ın önünü kesmek istiyorlar: İster cumhurbaşkanı olarak isterse başbakan olarak Tayyip Erdoğan'ın 2023 hedeflerini gerçekleştirmemesi için Erdoğan'ı tasfiye etmek istiyorlar.
İkincisi, orta vadede, Kürt meselesini, lokal bir mesele olmaktan çıkarıp bölgesel bir mesele hâline getirmek ve bu süreçte, Çözüm Süreci'ni patlatmak ve bitirmek istiyorlar.
Üçüncüsü ve en önemlisi de, uzun vadede, İslâm'ı İslâm'la vurmak, İslâm'ın gelişini İslâm'la durdurmak istiyorlar.
ÇAĞI ANLAYAMADIĞIMIZ SÜRECE, YAŞANANLARI KAVRAYAMAYIZ
İçinde yaşadığımız çağı anlayamadığımız sürece, dünyada yaşananları kavrayamayacağımızı göremiyoruz hâlâ.
İçinde yaşadığımız çağ, demokrasi çağı değil, dromokrasi çağı.
Modernliğin çocuğu demokrasi, çoktan tarihin çöplüğünü boyladı. Bazı Müslümanların, hâlâ demokrasi mücadelesinden bahsetmeleri, sığlıklarının ve çağı kavrayamadıklarının göstergesidir.
'PORNOGRAFİ'DEN DROMOKRASİ'YE, SİMÜLASYON'DAN ASİMİLASYON'A...
Oysa Müslümanların sorunu demokrasi sorunu değil, en geniş anlamıyla bağımsızlık sorunudur.
Zihnî bağımsızlıklarına kavuşamayanların, siyasî bağımsızlık mücadelesi vermeleri, havaya kurşun sıkmaktan başka bir anlam ifade etmez.
İçinde yaşadığımız çağı kavrayamadığımız sürece, zihnî bağımsızlığımıza kavuşamayacağımızı bilmiyoruz bile.
İçinde yaşadığımız çağ, 'pornografi'nin hükümranlığını ilan ettiği ve dromokrasi şeklinde ortaya çıkan bir ağ'dır sadece.
'Pornografi çağı', algı kapılarının kapanması demek. Bir yerde algı kapıları kapanmışsa, bilin ki, orada, Müslüman zihnini ve idrakini vareden dil, Müslüman dünyasının gösteren yer, ve Müslümanın istikametini ifade eden yön yitirilmiş demektir.
'Pornografi'nin hükümranlığını ilan ettiği yer, hızın ve hazın, ayrıntının ve ayartının hükmünü, dromokrasi'nin ise zaferini ilan ettiği yerdir.
'Pornografi çağı'nda dromokrasi, medya üzerinden işler: Medya, kitleleri simülasyonlara (ayrıntı ve ayartıya) boğar ve simülasyonlarsa asimilasyonlarla (yabancılaştırma ve duyarsızlaştırma biçimleriyle) gerçeklerden uzaklaştırır.
Böylelikle, insanlar, bir hâdiseyi, bütünlüğü içinde kavrama yetilerini yitirirler. Ayrıntıların yok edici dehlizlerinde kendilerini kaybederler ve yaşananların gerçek yüzünü, arkaplanını ve yaşanan hâdiselerin arkasındaki sinsi aktörleri ve gerçekleri sindirici faktörleri göremezler.
IŞİD'İ BOŞVERİN, İNGİLİZLERİN YÜZYILLIK 'DANS'INA BAKIN!
Bu nedenle, IŞİD'i boşverin, IŞİD, kukla çünkü. IŞİD'in arkasındaki asıl güce, İngilizlere bakın, diyorum.
İngilizlerin, İslâm dünyasını, İslâm dünyasındaki mezhebî ve meşrebî ayrılıkları nasıl kaşıdığına ve kendi emelleri doğrultusunda sinsice yöntemlerle nasıl kullandığına yoğunlaşın. Yüzyıllık proje, bu.
İNGİLİZLER KÜRESEL SİSTEMİN BEYNİ, AMERİKALILAR SOPASI, ÖRGÜTLER MAŞASI, İRAN TAŞERONU, SUUDLAR FİNANSÖRÜDÜR
Karşımızda şöyle bir dünya var artık: Küresel sistemin beyni İngilizler, sopası Amerikalılar, maşası El-Kaide ve IŞİD gibi kukla örgütler, taşeronu İran, finansörü de Suudlar'dır.
Hedefse şu: Kısa vadede Erdoğan'ın tasfiyesi, orta vadede çözüm sürecinin bitirilmesi ve kürt meselesinin bölgeselleştirilmesi, uzun vadede ise İslâm'ın İslâm'la vurulması, yani kitlelerin protastanize edilmiş / sekülerleştirilmiş, dolayısıyla paçavraya çevrilmiş bir İslâm anlayışına hapsedilerek, terörle özdeşleştirilen İslâm'ın gelişinin önünün kesilmesidir. Mesele budur.
YORUM
İslâm dünyasının 'püsküllü bela'sı: Neo-Selefîler
Yusuf Kaplan
Yeni Şafak 14 Eylül 2014
İslâm dünyasının 'püsküllü bela'sı: Neo-Selefîler
Arap Baharı olarak adlandırılan süreç, 'devrim' olarak adlandırılmıştı. Şimdi, Selefilik, sadece İslam dünyasında değil, Balkanlar, Türki Cumhuriyetler, Afrika ve Avrupa'da deyim yerindeyse 'ışık hızıyla' yayılıyor.
ARAP BAHARI 'DEVRİM'LERİNDEN, SELEFİ 'KARŞI-DEVRİM'LERE...
'Karşı-devrim' hareketinin önünde, eski ve yeni yerli aktörler, gerisinde ise sömürgeci ülkeler var.
Eski aktörler, diktatörlüklerin artığı, 'her türlü kullanıma elverişli' tipler: Özellikle de kaos ortamını fırsat bilerek, 'Arap baharı' yaşayan ülkeleri istikrarsızlaştırmak, yönetilemez hale getirmek isteyen ve güçlerini yitirmek istemeyen aktörler bunlar. Daha çok sol-seküler çevreler.
Ülkelerinin geleceğini değil, kendi geleceklerini düşünen, imtiyazlarını kaybetmek istemeyen, o yüzden de kaos ortamından en çok nemalanan sömürgecilerin kapıkulları.
SELEFÎLİK DEĞİL SELEFSİZLİK: YENİ-HÂRİCÎLER
Bir de yeni aktörler var: Selefiler. Selefiler, bütün 'Arap baharı' ülkelerinde pıtrak gibi bitmeye başladı ve hızla hortlatıldı bir kaç yıl içinde...
Selefiler, Suudların ihracı. Ama Selefilerin arkasındaki gerçek güç, İngilizler.
Selefiler, 'Arap baharı' yaşayan ülkelerde -kelimenin tam anlamıyla- terör havası estiriyorlar. Selefilerin hedef tahtasına yatırdıkları yegâne 'güç', Osmanlı kültür varlığı: Osmanlı eserlerini birer birer havaya uçuruyorlar her yerde!
Önce şunu söylemem gerekiyor: İslâm dünyasının, önümüzdeki süreçte başbelası hatta 'püsküllü belâ'sı, öncelikle, Selefiler olacak.
Sadece 'Arap baharı' yaşayan Arap ülkelerinde değil, Balkanlardan Kafkaslara, Türkî cumhuriyetlerden Afrika'ya ve Arap coğrafyasına kadar her yerde Selefiler, tarihte olmadığı ve gözlenmediği kadar hem Müslüman toplumları büyük istikrarsızlıkların eşiğine sürükleyecek hem de sömürgecilerin eski sömürgesi olan ülkelerdeki güçlerini tahkim etmelerine inanılmaz katkılarda bulunacak!
YENİ HAÇLI SALDIRISI DIŞARIDAN DEĞİL 'İÇERİDEN'
Neo-selefilik, selefsizlik demek. Selef 'biz'iz. Düz mantıkla bütün İslam medeniyetinin kurucu şahsiyetlerini ve şehirlerini havaya uçuruyorlar!
Bunu ancak Haçlı savaşları sırasında Avrupalılar yapmışlardı sadece. İslam'ın ruhunu yok eden, köklerini kurutan, izlerini silen bir haricî mantığı, İslam tarihinin hiç bir döneminde görülmemiştir. Bu, İslam'ın İslam'la vurulması projesinin sonucu.
Tam da bütün dinlerin, köklerinin kazındığı, fosilleştirildiği ve sadece İslam'ın diriliğini koruyabildiği, insanlığın İslam'a en fazla ihtiyaç duyduğu bir zaman diliminde, Selefilerin önünün açılması, İslam'ın tarih sahnesine çıkışının bu kez içeriden oluşturulan serseri mayınlarla ve mayın tarlalarında vurulması projesinin bir sonucu.
EŞ'ÂRÎLİK VE MÂTURÎDÎLİĞİN BİTİRİLMESİ VE ŞİA'NIN ÖNE SÜRÜLMESİ
İslâm dünyasını bekleyen iki büyük tehlike var: Şia'nın etki ve nüfuz alanının alabildiğine genişle/til/mesi ve Selefilerin önünün açılması.
Burada ana hedef: Sünnî omurganın çökertilmesi ve makro ölçekte İslâm dünyasının, mikro ölçekte ise Müslüman toplumların tam ortadan ikiye yarılması, Müslüman toplumların birbirine düşürülmesi ve böylelikle İslâm'ın yürüyüşünün durdurulması!
Lübnan'da, Irak'ta, Körfez ülkelerinde 'terör havası estiren' Şia'nın ve Libya, Tunus, Cezayir gibi ülkelerle, Balkanlar, Kafkaslar, Afrika ve Türkî cumhuriyetlerde Selefilerin önünün açılmasının özel hedefi ise, Türkiye'nin yürüyüşünün durdurulması ve vurulması.
Özetle: İslâm dünyasının omurgasını oluşturan Ehl-i Sünnet omurganın iki ana bileşeni Eş'arilik ile Maturidiliğe büyük darbe indirilmesi...
ŞİA'NIN VE SELEFÎ DALGANIN PANZEHİRİ: TASAVVUFÎ HAREKETLER
Gerek Şia, gerekse Selefilik üzerinden gerçekleştirilen küresel saldırının tek panzehiri, tasavvufî hareketlerdir.
Tasavvufî hareketler, İslâm dünyasında, özellikle de Balkanlarda, Kafkaslarda ve Türkî cumhuriyetlerde Ehl-i Sünnet omurga'nın korunmasının ve yeniden-kurulmasının tek kaynağı, İslâm dünyasının parçalanması önleyecek tek sigortası.
Tasavvufî hareketlerin aynı zamanda, hem fikrî hem sanatsal hem de herkese ruh üfleyici hayat atılımlarının da yegane adresi olduğunu iyi idrak etmemiz ve geleceğimizi kendi ellerimize alacak kalıcı ve uzun vadeli stratejiler geliştirmemiz gerekiyor.
GÖRÜŞ
Manas’tan kurulan medeniyet köprüsü
Yusuf Kaplan
Yeni Şafak 22 Mart 2015
İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi’nden bir ekiple Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’te düzenlenen İkinci İpekyolu Medeniyetleri Sempozyumu için Kırgızistan’dayız. Sempozyum, S. Zaim, Manas ve Kazakistan’daki Ahmet Yesevî Üniversiteleri arasında düzenleniyor.
İPEKYOLU MEDENİYETLERİ SEMPOZYUMU
Sempozyumun ilk günkü oturumları, Bişkek’te Manas Üniversitesi’nde Cuma günü yapıldı. Manas Üniversitesi’nin rektörü Sabahattin Balcı yaptığı konuşmada, sempozyumun hem İslâm dünyasının tarihte yaşadığı -içinden geçtiğimiz- en büyük kaos’un aşılmasında hem de Çin’den Londra’ya kadar ulaşması tasarlanan İpekyolu’nun teorik temellerinin atılmasında, gerekli ön-hazırIıklarının yapılmasında önemli roller oynayacağına dikkat çekti.
Projenin mimarı, Sabahattin Zaim Üniversitesi’nin rektörü, Ankara’da başlayan ve Türkiye’nin büyük üniversite şehirlerine de yayılan Adam Düşünce Okulu’nun kurucu beyni Mehmet Bulut Hoca da sempozyumun açılış konuşmasında İpekyolu Medeniyetleri Sempozyumu’nun medeniyetimizin fikrî yapıtaşlarının döşenmesi ve yol haritalarının çizilmesi sürecinde tarihî roller oynayacak öncü bir kuşağın yetiştirilmesinde önaçıcı görevler üstleneceğine dikkat çekti.
Ve S. Zaim, Manas ve Yesevî üniversitelerinin bu ortaklaşa girişiminin Türkiye ile Orta Asya ve bütün bir İslâm dünyası ölçeğinde medeniyet köprüleri döşeyecek, yeni bir medeniyet atılımına zemin teşkil edecek tarihî bir yükümlülük üstlendiğini vurguladı.
***
Sempozyum’dan önce Cengiz Aytmatov ve Sovyet baskısına direndikleri için yakılarak katledilen önemli yazar, sanatçı ve siyaset adamlarının anıt-mezar’larını ziyaret ettik.
Bu arada Kırgızistan’da yaşayan IHH’nın partner kuruluşu Sebat’ın bir araya getirdiği Türkiyeli ve Kırgız kardeşlerimizle dün gece 4 saati aşan bir beyin fırtınası gerçekleştirdik. Buradaki kardeşlerimizin entelektüel birikimleri ve kaygıları beni çok sevindirdi; gelecek adına ümitlendim.
Ayrıca Manas Üniversitesi’nin Radyo-Televizyon Kurumu'nda bir program yaptık. Kurumun başında Açık Radyo’da, NTV ve TRT’de yetişen Bülent Namal arkadaşımız bulunuyor. Namal, parlak ve çalışkan biri. Kendisinden çok şeyler bekliyoruz.
Bu arada bu yazıyı sevgili Bülent’in ofisinden yazdığımı da hatırlatarak kendisine gösterdiği nazik ev sahipliğinden ötürü teşekkür ediyorum.
Sempozyum’un ikinci ayağını pazar günü Türkistan / Kazakistan’da Yesevi Üniversitesi’nde yapacağız. Bugün burada büyükelçimiz Metin Kılıç’ın da katıldığı Nevruz törenlerinden sonra Türkistan’a geçeceğiz -10 saat sürecek yorucu bir otobüs yolculuğu yaparak...
ORTA ASYA’DAKİ ÜÇLÜ KISKAÇ
Burada bir kaç tespitle bulunman gerekiyor: Orta Asya’da Türk cumhuriyetlerinde yaşayan Müslüman kardeşlerimiz yapayalnızlar; Rusya, Çin ve ABD arasında sıkışıp kalmış durumdalar. Rusya, hâlihazırda bölgeye her bakımdan hâkim. Öte yandan ABD ile Çin Rusya’nın bu hakimiyetini kırmak için bölge ülkelerindeki iç dinamikleri çeşitli şekillerde kışkırtmaya çalışıyorlar.
Bu üçlü denklemin dışında Orta Asya ülkelerinde etkin olması beklenen dördüncü aktör Türkiye. Şimdilik bölge ülkeleri, Türkiye’ye mesafeli yaklaşıyorlar. Ama şimdilik. Eğer Türkiye, bölgenin stratejik önceliklerini belirleyebilecek ekonomi-politik bir güce ulaşırsa, 0rta Asya’daki dengeler, bir anda, büyük ölçüde değişecektir.
Küresel ve bölgesel konjonktür ve dengeler, Türkiye’nin bu bağlamda “altın vuruş”u yapmasına henüz hazır değil. Ama bu dengelerin değişmesi kaçınılmaz.
Zira Orta Asya cumhuriyetleri, mevcut konjonktür değişmez ve Türkiye, bölgeye ekonomi-politik olarak yerleşemezse, ortak hedeflere doğru yürüyemezler. Ya Rusya’nın gölgesinden çıkamazlar ya da Rusya’nın yörüngesinden çıksalar bile ABD’nin ve Çin’in yörüngesine girmekten kurtulamazlar.
STRATEJİK ATILIM ŞART
Türkiye’nin Orta Asya’yla, Balkanlarla ve Kafkaslarla stratejik ilişkilerini derinleştirmesi gereken bir süreçten geliyoruz.
Özellikle de Türkiye, Orta Asya Türk cumhuriyetleriyle kalıcı, köklü ve gelecek vadeden stratejik ilişkiler geliştirebilmiş değil. Elbette ki, başta TİKA ve akraba topluluklar olmak üzere belli başlı bazı uluslararası kurumlarla Türkiye, Türkiye’nin sınırlarının coğrafî sınırlardan ibaret olmadığını, medeniyet sınırlarından ibaret olduğunu gösterecek atılımlara imza attı, atıyor.
Türkiye, ilk kez ulusal sınırlarının ötesine uzandı; ufkunu, medeniyet coğrafyasına yaydı.
Bütün bunlar, Türkiye’nin umut olarak algılanmasına imkân tanıdı. Fakat Türkiye, bilfiil değil, bilkuvue umut olabildi. Türkiye’nin bilfiil umut olabilmesi için hem dünyaya İpekyolu Medeniyetleri Sempozyumu gibi girişimlerle esaslı bir medeniyet fikriyatı sunması hem de bunu bölge ülkeri arasındaki kültürel, ekonomik, siyasî projelerle tatbikata dökecek adımları atması gerekiyor.
HACI LENİN’İN KARL MARKS KUR’ÂN KURSU
Burada küçük ama anlamlı bir projeyi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Birkaç yıl önce Bişkek’e 80km uzaklıkta adı “Karl Marks Köyü” olan bir köyden Hacı Lenin isimli bir Kırgız, köylerine Kur’ân Kursu yapılması için İHH’ya bir talepte bulunuyor. İHH’daki arkadaşlar, önce bu talebi “birileri bizimle dalga geçiyor galiba” diyerek ciddiye almıyorlar ama konuyu araştırınca bunun ciddi bir talep olduğunu öğreniyorlar. Ve sonunda Bişkek’te Hacı Lenin’in öncülüğünde Karl Marks Kur’ân Kursu’nu inşa ediyorlar. Şimdi burada Kırgız çocuklar Kur’an öğreniyor ve hıfzediyorlar.
Özetle, su akacak ve yatağını bulacak, İpekyolu hattında medeniyet köprüleri yeniden kurulacak, vesselâm.
|
Siz de biyografi.net'te yer alabilirsiniz "
İyi ki, biyografi.net var!" |
|