|
Necdet Sakaoğlu
tarihçi, yazar
1939 yılında Sivas'ın Divriği ilçesinde doğdu. Yerel tarih, kent tarihi, Selçuklu, Osmanlı ve eğitim tarihleri konularında çalışmaları vardır. MEB Talim ve Terbiye Kurulu üyeliğinden emekli (1998). Tarih araştırmacılığı ve yazarlık çalışmalarını 1965'ten beri sürdürmektedir. Yazıları Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerinde; Tarih ve Toplum, Toplumsal Tarih, İstanbul dergilerinde yayınlandı. 1969 ve 1971'de Milliyet Ali Naci Karacan, 1983'te Hürriyet Sedat Simavi Vakfı Sosyal Bilimler ödüllerini aldı.
ESERLERİ:
Çeşm-i Cihan Amasra (1966), Türk Anadolu’da Mengücekoğulları (1971, Ali Naci Karacan Armağanı), Divriği’de Ev Mimarisi (1978), Anadolu Derebeyi Ocaklarından Köse Paşa Hanedanı (1984, Sedat Simavi Vakfı Sosyal Bilimler Ödülü), Tanzimat Tarihi Sözlüğü (1985), Osmanlı Eğitim Tarihi (1990), Cumhuriyet Dönemi Eğitim Tarihi (1991), Osmanlı Kentleri ve Yabancı Gezginler (1995), Milli Mücadele Albümü (1998), Bu Mülkün Sultanları-36 Osmanlı Padişahı (1999), Tarihi, Mekânları, Kitabeleri, Anıları ile Saray-ı Hümayun - Topkapı Sarayı (2002), İstanbul’un Tarihi Kimliği (2003), Osmanlı’dan Günümüze Eğitim Tarihi’dir (2003). Bostanzâde Yahya’nın Târih-i Saf/Tuhfetü’l-Ahbâb adlı eserini, Duru Tarih adıyla günümüz Türkçesine çevirmiş (1969, Ali Naci Karacan Armağanı), Yazıcıoğlu Ahmed Bîcan’ın Dürr-i Meknun’unu yayımlamıştır (1999). Süreli yayınlarda yayımlanmış makaleleri vardır. Atatürk Düşüncesi (1995) Ord. Prof. Reşat Kaynar’la; Binbir Gün Binbir Gece- İstanbul’da Eğlence Hayatının Tarihi (1999); Osmanlı’da Zenaatten Sanata Cilt I: Esnaf ve Zenaatkârlar (1999), Cilt II: Sanatlar ve Sanatkârlar (2000), Osmanlı Dünyasından Yansımalar (2000), Avrupa Yolunda Bir Padişah; Sultan Abdülmecid (2001) ve Derinin Anadolu’da Bin Yıllık Tarihi (2002) Nuri Akbayar’la ortak çalışmalarıdır.
HAKKINDA YAZILANLAR
Necdet Sakaoğlu
Çeşm-i Cihan Amasra, Mengücekoğulları, Divriği'de Ev Mimarisi, Köse Paşa Hanedanı gibi monografilerin ve bir dizi makalenin yazarı, tarih araştırmacısı Necdet Sakaoğlu 29 Eylül 1939'da Divriği'de doğmuş. Hasan-âli Yücel'in döneminde yapılmış Divriği Atatürk İlkokulu'nu (1951), Nuri Demirağ'ın yaptırdığı ve kendi adını taşıyan ortaokulu (1954), İttihatçı Sivas valisi Muammer Bey'in yaptırttığı şatovari bir öğretmen okulunu (1957) ve en son olarak da İstanbul Çapa'daki, kitabesindeki adı Dârül-Muallimat-ı Aliye olan Eğitim Enstitüsü'nü bitirmiş.
1957 yılında Urfa'da Harran'ın yanı başındaki Parapara'da başöğretmen olarak göreve başlamış. Sakaoğlu "Kaç öğretmenin vardı?" diye soranlara "Kendi kendimin başöğretmeniydim" diyor ve o dönemin yönetimini 18 yaşındaki deneyimsiz bir genci, çok çok uzaklara atamasından dolayı eleştiriyor. Bu deneyimden sonra Çapa Eğitim Enstitüsü'nü kazanan Sakaoğlu 1961'de buradan mezun olunca Trabzon Öğretmen Okulu'na edebiyat öğretmeni olarak atanmış, daha sonra sırasıyla Amasra'da ortaokul-lise öğretmenliği ve müdürlüğü, Bakanlık müfettişliği ve Talim Terbiye Kurulu üyeliği görevlerinde bulunmuş. 38 yıllık meslek yaşamının ardından 18 Ocak 1998'de emekli olmuş.
TARİHÇİ OLMAK İÇİN HANGİ OKULLARDA OKUMAK GEREKİR?
32 yıldan beri tarihle ikinci bir uğraş alanı olarak ilgilendiğini ve emekli olduğu için artık bütün vaktini tarihe ayırabileceğini belirten Sakaoğlu tarih yazarlığının, okul ve öğrenimden çok, ilgiye ve kendi kendini yetiştirmeye bağlı olduğunu vurguluyor.
29 Eylül'de 60 yaşına giren Necdet Sakaoğlu geride kalan 59 yıl için "59 yaş uzun bir tarih süreci" diyor. "Geriye gittikçe kendimi çok farklı bir dünyada buluyorum, özellikle de gençlerin kolay algılayamayacakları bir dünyada. İlkçağdaki hayatın pek çok uzantıları bundan 50 yıl önce devam ediyordu. Örneğin kağnı görmek, kağnıyla yük taşındığını, tahılların, tınazların kağnılarla, hayvanlarla taşındığını görmek olağandı. Kapımızın önünden deve kervanlarının geçtiğini görürdük. Hatta bir gelenek vardı, korku tutmasın diye bizi develerin altından geçirirlerdi.
Necdet Sakaoğlu tarih sevgisinin başlangıcını Divriği'nin ve Sivas'ın tarihsel ortamlarına, Sivas Öğretmen Okulu'nun anıtsal ve tarihsel binasına ve tarih öğretmeni Kâzım Dilcimen'e bağlıyor:
"Ben tarihle yakınlaşmamda, bu ortamlara ve özellikle de tarih öğretmenimiz, tarihçi Kâzım Dilcimen'e borçluyum, çünkü berikiler mekân olarak, Dilcimen de tarihi anlatırken beni etkiledi. Dilcimen tarihi öyküleştirir, biz onun anlattıklarını hikâye olarak dinlerdik. Kâzım Bey'i zevkle dinlerdik, her üç dört bilgi aktarımının arasında mutlaka bir fıkra anlatırdı. Şimdi anlıyorum ki, merhum bize tarihi sevdiriyormuş."
TARİH DERS KİTAPLARININ SEVİMSİZLİĞİ
Sakaoğlu, öğretmenlik deneyiminin de verdiği tecrübeyle, liselerde okutulan tarih kitaplarındaki yavanlığın öğrenciyi ilgiye değil, ilgisizliğe sevk ettiğini, bu durumu tersine çevirmenin yolunun ise yerel tarihe önem verilmesinden ve tarih-edebiyat ilişkisinin kurulmasından geçtiğini belirtiyor ve ekliyor:
"Şayet bizde yerel tarihlere popüler ve sözlü tarih ağırlıklı olarak yeni bir bakış getirilirse, zannediyorum ki, Anadolu'nun bugüne kadar yazılmayan tarihi pek çok yeni uçlar verecektir. Kaldı ki, yerel tarihlerin zenginliğine dayalı Anadolu toplum tarihi yazılmazsa tarihin bu sevimsizliği başkalarının tarihinden alıntılar, kuru tarih bilgileri bana göre daha yıllarca sürecektir. Ayrıca tarihle edebiyatın ortak yönlerini unutmamalıyız. Lise kitaplarındaki kuru bilgi stokları gençleri tarihten soğutuyor. Oysa tarihle edebiyatın ilkçağdan beri ortaklığı söz konusudur. Tarih mi edebiyattan doğmuştur, edebiyat mı tarihten doğmuştur çözemezsiniz. Çünkü mitoloji hem tarih, hem edebiyattır; ikisinin kaynağı birdir. Belgesel tarih yazıyoruz diye edebiyatı, üslubu tamamen boşlar da kupkuru yazmaya kalkarsak, bunun vereceği fazla bir şey yoktur. Tarihin nakışı olmalıdır, ama bunun da dozunu kaçırmamalıdır. Tarih, okuyanda, kültürel bir doyum sağlamalıdır. Tarih programları yeniden ele alınırken bu iki yön, yani hem yerellik, hem de tarih-edebiyat ilişkisini unutmamak gerekir."
Sakaoğlu tarihe olan ilgisizliği tarihsel kültür ortamlarının yok edilmesine ve insanların giderek apartman yaşantısına mahkûm edilmesine de bağlıyor:
"Çok yoksul yerlerde yetiştik, ama zannediyorum kültürel donanım açısından ta geçmişten gelen süreç ve süreklilik bize bir şeyler aşılıyordu. Biz onun farkında değildik. Bu süreklilik bir yerde kesilmiş, kesildiği için de tarih, seveni en az olan alan haline gelmiş. Artık mekânlarımız da tarihsel değil. Benim doğduğum, büyüdüğüm, gittiğim evlerin hepsinde başımı kaldırınca işlemelerle dolu tavanlar görürdüm; sonra dolaplar, direkler, odalar, pencereler, vitraylar... Bütün bunları biz dağıttık. Apartman yaşantısı da bizi o tarihî ortamlardan kopardı, uzaklaştırdı."
Sakaoğlu ilk yerel tarih çalışmasına özel bir değer veriyor:
"27 yaşındayken Çeşm-i Cihan Amasra'yı yazdım. Şimdi kitap müzayedelerinde satılıyor, övünç verici, ama tenkit edilecek çok tarafları var tabii. Belirtmek istediğim şu: Şayet ben Amasra'ya atanmasaydım, belki tarih araştırmacısı olmayacaktım. Amasra bir tarih ortamıydı. Bastığınız, çiğnediğiniz kaldırımlar Cenovalıların döşediği taşlardı; rıhtımlar Romalılardan kalmaydı; kale kapılarında Cenova armalarını görüyordunuz. Fakat daha sonraki yıllarda, her yerde olduğu gibi, Amasra'da da tahripler oldu. Amasra'nın girişinde Romalılardan kalma Kuş Kayası denen bir dağ anıtı vardır. 'Dağın yüzündeki bu put niye duruyor' diye veya arkasında define varmış kuruntusuyla altına dinamit koyup patlatmışlar, yarısı gitmiş. Aşınmış kaldırımların üzerine betonlar döküldü. Yoğun kaçak yapılaşma ahşap evleri, doğal ve tarihsel çevreyi tahrip etti. Dört kat, beş kat, altı kat çirkin binalar yapıldı."
SÖZLÜ TARİHÇİLİK VE BELGELER
Sakaoğlu savaşları, antlaşmaları, diplomasiyi, fetihleri anlatmayı yeterli gören resmi tarihçiliğin ötesinde toplumun, halkın, sıradan insanların tarihsel serüveninin açığa çıkarılmasında sözlü tarihçiliği önemli buluyor:
"Özellikle 20. yüzyılın ilk çeyreği için, o dönemi yaşamış insanlardan alınacak çok bilgi vardı. Örneğin bir Seferberlik, yani I. Dünya Savaşı yıllarında toplum tarihi, Anadolu halkının seferberlik sırasında yaşadığı serüven ancak bu insanlardan dinlenerek yazılmalıydı. Devlet arşivlerinden alacağınız belgelerle kesinlikle Anadolu'nun Seferberlik Tarihi yazılamayacaktır. Ne yazık ki, bu artık pek mümkün değil, çünkü o insanlar hayattan çekildiler ve büyük bir boşluk bıraktılar.
Neler yenilir, neler içilir, yoksulluklar, hastalıklar nasıl göğüslenirdi? Ev yapımları, kent, kasaba, köy imarları nelere bağlıydı? Bütün bunları yeterince kayda geçiremedik. Büyük boşluklar karşımızda duruyor ve onun için de sürekli resmi tarih yazılıyor. Enver Paşa yazılıyor hâlâ, Talat Paşa yazılıyor; fakat Enver Paşaların, Talat Paşaların, Cemal Paşaların kararıyla Anadolu'daki milyonların hangi hallerden hangi hallere girdiği bilinmiyor. Savaşları, cepheleri yazıyoruz; Kanal Harekâtı, Galiçya deyip bırakıyoruz. Oysa bunların gerisine bakmak gerekiyor. Tifüs, kolera, açlık, sefalet, her adam başı yol kesen çeteler, ekilemeyen araziler, hastalıklı insanlar, cenazeleri kaldıran kadınlar... Toplum tarihi sürekli göz ardı edilmiş Türkiye'de, hâlâ da ediliyor. Sözlü olarak bizlere bunları anlatacak insan bulamayacağımıza göre, pek çok şey karanlıkta kaldı gitti."
Bu duruma rağmen karamsarlığa kapılmayan Sakaoğlu özellikle genç tarihçilere bir öneride bulunuyor: "II. Dünya Savaşı yıllarının toplumsal tarihi sözlü tarih verileriyle halen yazılabilir; onu yaşayanlar henüz hayatta, bari onu kaçırmayalım. O yıllarda 20'li-30'lu yaşlarında olanlar çok şeyler anlatabilirler."
Sakaoğlu arşiv belgelerinde merkezin formüle ettiği gerçekdışı hukuksal ve yönetsel metinlerin de olabileceğini, ayrıca kişisel çıkar ya da kaygılar yüzünden merkeze yanlış bilgiler verilmiş olabileceğini, bu yüzden belgelere yüzde yüz güvenmemek gerektiğini belirtiyor. Sakaoğlu'na göre bunda meslek hayatının özellikle bürokrasi ile ilgili olan yönü de etkili olmuş, zira resmi yazılarda yalan ve yanlış bilgileri çok görmüş.
Necdet Sakaoğlu, Köse Paşa Hanedanı kitabıyla 1985 Sedat Simavi Ödülü'nü kazandı.
Sakaoğlu, gelen bir soru üzerine, arşiv belgelerini ve sözlü bilgileri kullanış tarzını, bunlar arasındaki ilişkiyi ve sözlü anlatım ile yazılı belge çeliştiğinde sözlü olana daha fazla güvendiğini şöyle açıklıyor:
"Köse Paşa'da 800 arşiv belgesi, 200 de sözlü bilgi kullanmıştım, yani arşiv belgeleri dört misli fazla. Gayet tabii, sözlü bilgiler arşivlerin vereceği bilgi kadar zengin olamaz. Ama ikisini bir araya getirip müşterek noktaları, doğrulamaları, kanıtlamaları, çelişkileri bulmak zevkli bir uğraşıdır. Olayın başka türlü seyrettiğini, arşiv belgesindeki bilginin yanlışlığını bulabilirsiniz.
Örneğin Köse Paşa tarihindeki bir olay: Veli Paşa'yı Kürt kadınlar başına sopalarla vurup öldürmüşler, ama Sivas valisi Baba İbrahim Paşa İstanbul'a 'Veli Paşa'yı yakaladım ve idam ettim' diye yazmış. İbrahim Paşa'nın önüne ölüsü getirilmiş, o da ölünün başını kestirmiş İstanbul'a, vücudunu da Divriği'ye göndermiş. Ben bunu en az yedi-sekiz kişiye teyit ettirdim. 'Babaannemden dinledim öyle anlattı, dedemden dinledim öyle anlattı' dediler. Hatta yetinmedim, bir de Akçadağlı Hacı Memur diye bir adam buldum, o da bana 'Ben de öyle duydum, kadınlar öldürmüş derler' dedi. Fakat arşivdeki belgelerin hepsinde Veli Paşa'nın İbrahim Paşa tarafından Arga'da idam edildiği yazılı. Tarihçiye düşen görev, 'Sorduğumuz kimselere göre Kürt kadınlar öldürmüş, fakat arşiv belgelerine göre İbrahim Paşa idam ettirmiştir' deyip geçmek değildir. Bence bu, tarihçilik değil. Asıl tarihçilik burada Veli Paşa'nın nasıl öldürüldüğü meselesine bir nokta koymaktır. İki sağlam sözlü bilgi çoğu zaman resmi belgelerden daha güvenilir olabilir. Çünkü öbüründe sorumluluktan kaçma, uyutma, göze girme, ödül alma kaygıları olabilir. Nitekim Baba İbrahim yazısını gönderdikten sonra II. Mahmud da 'Bu başarından dolayı seni kutlarım. Sana çelenk ve kılıç gönderdim; tazimle karşıla, kılıcı kuşan ve saltanatıma dua et' diyor."
Sakaoğlu, tarihçinin elindeki belgeye çok yönlü yaklaşarak farklı sorular sorması gerektiğini de II. Abdülhamid'in İstanbul isimli gemisinin demirbaş defterini göstererek açıklıyor:
"Abdülhamid için bir 'Korvet-i Hümayun' alınmış ve adına İstanbul denilmiş. Elimizdeki demirbaş defterinde Bohemya işi kristal takımlar, içki takımları, yemek takımları, porselenler, koltuk vs her şey var. İrdelerseniz ne yok biliyor musunuz? II. Abdülhamid'in Müslümanlığının ve halifeliğinin gereği olarak bulunması icap eden ne seccade var, ne Kur'an var, ne de rahle. Gerçi Abdülhamid bu gemiye hiç binmemiştir, ancak binseydi, içebilir, yiyebilir, oturabilir, dinlenebilir, ama ne Kuran okuyabilir, ne de namaz kılabilirdi. Her belge birçok açıdan değerlendirilebilir veya eski bir atasözünde olduğu gibi, nasıl bir kasap bir koyundan iki post çıkarmaya uğraşırsa, tarihçi de bir belgeden birkaç şey çıkarma savaşı vermelidir."
YEREL TARİHÇİLİK VE YERLİLİK
Daha çok yerel tarih üzerine çalışan Sakaoğlu, tarihçinin sağlıklı bir çalışma yapabilmesi için araştırdığı yerle bir bağının olması gerektiğini belirtiyor:
"Yerel tarihler genel toplum tarihine temel oluşturmalıdır. Yerel tarihleri yazanların da yerellikle bağlantıları çok yönlü olmalıdır, oranın insanı olmalıdır veya oranın insanı olabilecek derecede orayla kaynaşmış olmalıdır. O yerle çok yönlü bağlantınız yoksa yerel tarihçi olmanız zordur. Divriğili olduğum için Divriği tarihine sıcaklık duydum ve orayla ilgili yaptığım çalışmalarda kolay kolay yanlışlığa düşmedim, çünkü her şeyi sorgulayabiliyordum. Örneğin Divriği'de İmam Bey diye tanınan adamı Başbakanlık Arşivi'nde Mir Hüseyin Bey olarak bulmakta güçlük çekmedim."
SAKAOĞLU'NUN MUTFAĞI
Sakaoğlu devlet merkezli tarihten kopamayışımızı bir açıdan geçmişteki müderrislerin, kadıların, imamların vb okuryazar insanların gündelik yaşamlarını kaleme almamalarından doğan boşluğa da bağlıyor. Bu bağlamda kendi sorumluluğunu, her günün sonunda o gün yaşadıklarını tarih yazıcılığı bakışıyla yazdığını açıklıyor.
"1963 yılından beri her gün hiç değilse bir sayfa yazıyorum. En zor anlarımda bile belki ertesi gün tutmak kaydıyla bir şeyler yazıyorum. Şayet, sözgelimi Konya Karatay Medresesi'nin müderrisleri de rahlelerindeki bir deftere olup bitenleri şöyle ikişer üçer cümleyle yazsalardı elimizde muazzam kaynaklar olurdu. Bütün kentlerde yaşanan olayları, depremleri, salgınları, afetleri, baskınları, okuryazar insanlar, müftüler, kadılar kaleme alsalardı, yani şu bildiğimiz kadı sicillerinin dışında biraz daha özgür, kent yaşamıyla ilgili not tutma alışkanlığı olsaydı Batı'da örneklerine rastladığımız kaynaklar bizde de olabilirdi. Ben de biraz bu endişelerden dolayı, biraz da böyle bir boşluktan dolayı belki, 35 yıldır aksatmadan her gün yazmaya çalışıyorum."
Sakaoğlu ayrıca bütün bu zaman boyunca yazılı belgeler, yazma kitaplar topladığını belirtiyor.
|
Siz de biyografi.net'te yer alabilirsiniz "
İyi ki, biyografi.net var!" |
|