|
Kemal Karpat
akademisyen, tarihçi, yazar
Kemal Haşim Karpat
1924 yılında bugün Romanya sınırları içinde bulunan Dobruca’nın Babadağ kasabasında doğdu. Akademik çalışmalarına 1950 yılında New York ve Washington üniversitelerinde başladı. Birleşmiş Milletler Toplumsal Araştırmalar Bölümü’ndeki görev yaptı.
Ardından, sırasıyla Montana Devlet Üniversitesi, New York Üniversitesi, Princeton Üniversitesi, Robert Koleji, Bilkent Üniversitesi, ODTÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, AÜ Siyasi Bilgiler Fakültesi, Harvard Üniversitesi, John Hopkins Üniversitesi, Colombia Üniversitesi ve Ecole des Hautes Etudes en Science Sociales gibi eğitim kurumlarında öğretim üyeliği ve yöneticilik yaptı. 1970-88 yılları arasında Wisconsin Üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları Bölüm Başkanlığı’nı yürüttü.
Türk Araştırmaları Derneği ile Türk Araştırmaları Kurumu’nun başkanlıklarını yaptı. Orta Asya Çalışmaları Derneği’nin kurucu başkanlığından sonra Wisconsin Üniversitesi Orta Asya Çalışmaları Programının bölüm başkanlığı görevini yerine getirdi (1989-1995).
Türk Tarih Kurumu onur üyesi. International Journal of Turkish Studies, Central Asian Survey ve Journal of Muslim Minority Affairs dergilerinin editörler kurullarında yer aldı.
Bilimsel çalışmaları nedeniyle, Romanya bağımsızlık madalyası ve Bükreş Üniversitesi Dimitri Cantemir madalyasıyla ödülendirildi. Kendisine, Romanya Ovidius Üniversitesi ve Rusya Çuvaş Milli Üniversitesi tarafından onur doktoraları verildi. Rusya Kazan Bilimler Akademisi onursal üyeliği, Wisconsin Üniversitesi Hilldale Ödülü ve Türk Bilimler Akademisi Ödülü’ne de sahiptir.
MESA-Ortadoğu Çalışmaları Derneği’nin kurucu üyelik ve başkanlık görevlerinde bulundu. Wisconsin Üniversitesi Tarih Bölümü'nde öğretim üyesiyidi.
20 ülkede yayımlanmış 130 makalesi ve 16 kitabı bulunmaktadır.
Yurtdışında en çok ilgi gören eseri, Ottoman Population adlı çalışmasıdır. Bu eser, Wisconsin University tarafından basıldı. Aynı üniversitede kürsü sahibidir. 2009 yılında TBMM Onur Ödülü'nü aldı.
20 Şubat 2019 tarihinde Amerika'da vefat etti.
ESERLERİ:
Osmanlı’dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji
İslam'ın Siyasallaşması: Osmanlı Devleti'nin Son Döneminde Kimlik, Devlet, İnanç ve Cemaatin Yeniden Yapılandırılması
Osmanlı Geçmişi ve Bugünün Türkiye'si
Osmanlı Nüfusu (1830-1914) Demografik ve Sosyal Özellikleri
Osmanlı'dan Günümüze Elitler ve Din
Osmanlı'da Değişim Modernleşme ve Uluslaşma
Ottoman Borderlands: Issues, Personalities, and Political Changes (Robert Zens ile beraber)
Ortadoğu'da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk
Ottoman Population, 1830–1914. Demographic and Social Characteristics (= Turkish and Ottoman studies). University of Wisconsin Press, Madison 1985,
Türkiye'de Siyasal Sistemin Evrimi 1876-1980
Osmanlı Modernleşmesi Toplum, Kurumsal Değişim ve Nüfus
Osmanlı ve Dünya Osmanlı Devleti ve Dünya Tarihindeki Yeri
HABER
TBMM Onur Ödülü Kemal Karpat'a verildi
TBMM Onur Ödülü için toplanan Meclis Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu, 2009 yılı ödülünü dünyaca ünlü tarihçi, Prof. Dr. Kemal Karpat'a verildi.
HABER
Ünlü tarihçi Kemal Karpat CHP'yi eleştirdi başına iş aldı
Murat Tokay
Zaman 22 Şubat 2009
Ünlü tarihçi Prof. Kemal Karpat, bugünlerde biraz dertli. Çünkü İş Bankası Yayınları, Karpat'ın anılarını yayınlamak istemiş, o da kabul etmiş. 'Nehir söyleşi' formatındaki kitap tamamlanmış ve yayınevine teslim edilmiş.
Ancak Karpat, CHP'yi eleştirip Abant Toplantıları'nı övünce yayınevi kitabı basmaktan vazgeçmiş. O da kitabını İmge Kitabevi'ne verdi. İşte 'Dağı Delen Irmak'tan bazı bölümler...
CHP'yi eleştirdi Abant toplantılarını övdü başına İş aldı
Prof. Kemal Karpat, kitapları yirmiden fazla ülkede yayınlanan bir Türk tarihçisi. Türkiye'de sosyal bilimler denince akla gelen ilk isimlerden biri. Uzun yıllardır Amerika'da yaşıyor. Karpat'ın 85 yıllık hayat öyküsünü anlattığı nehir söyleşi (Dağı Delen Irmak) İmge Kitabevi'nden çıktı. Kitabın yayınlanış serüvenini önce Şahin Alpay köşesine taşıdı. Daha sonra da Kemal Karpat iki gün Zaman'ın Yorum sayfasında "Bir hatıra kitabının başına gelenler" başlığı altında iki yazı kaleme aldı. Karpat'ın anıları İş Bankası Yayınları arasından çıkacaktı. Çünkü teklif onlardan gelmişti. Söyleşiyi Emin Tanrıyar yaptı. İş Bankası'nın sorumlu kültür ve yayın uzmanları kitaba son şeklini verdiler. Hatırat en geç Kasım 2007 tarihinde yayınlanmış olacaktı. Basım tarihi şubata, sonra Mayıs 2008'e ertelendi. Bir süre sonra İş Bankası Yayınları yetkilileri kitabı basamayacaklarını bildirdiler.
Kemal Karpat kitabın İş Bankası'nca yayınlanmama sebeplerini şöyle yazdı: Cumhuriyet Halk Partisi'ni tenkit etmem, Fethullah Gülen hakkında olumlu şeyler söylemem ve hatta "Fethullahçı" olmam, Dobruca'da benim doğum bölgemde yaşayan Alevileri Kızılbaş olarak tanıtmam ve belki de Taraf Gazetesi'nde arada sırada yazı yazmam. Kemal Karpat, 622 sayfalık kitapta 85 yıllık hayatını, dünya çapında bir tarihçinin oluşum sürecini kendi ağzından anlatıyor.
Kitaptan satır başları..
En büyük üzüntüm edebiyatçı olamamak
En büyük isteğim edebiyatçı olmaktı ve aslında kendimi edebiyatçı olmak için yetiştirmiştim ama olmadı... Çok iyi bir yazar olabilirdim.
Abant toplantıları çok önemli
Son yıllarda katıldığım toplantıların başında Abant Toplantıları geliyor. Dört defa katıldım. Türkiye'de her düşüncenin bir nevi temsilcisi katılıyordu bu toplantılara. Sosyalist, milliyetçi, Atatürkçü, dinci, vb. herkes düşüncesini serbestçe ifade ediyordu. Bu toplantıların Türkiye'nin fikir hayatına büyük katkılarda bulunduğunu düşünüyorum.
Batı, Gülen'e yaklaşmaya çalışıyor
Yıllarca İslam'a karşı Haçlı mantığıyla hareket etmiş, bizi yok etmek, yok saymak istemiş olan Batı'nın şimdi İslam'ı tanıması "ılımlı İslam, liberal İslam" tanımları üzerinden Fethullah Gülen gibi liderlere yaklaşmaya çalışması büyük bir dönüşümdür.
Artık askerî müdahale dönemi bitti
Benim temel görüşüm şuydu: 1980 müdahalesi artık son askerî müdahaledir. Çünkü bu müdahaleyle (28 Şubat hareket ya da müdahale değildir, beni doğrulayan bir gelişmedir) bundan sonra yapılacak müdahalelerin gerekçesi yok edilmiş, orduyu kullanmak isteyenler de orduyu kullanamayacak duruma gelmişlerdir. Ordu içindekiler de kendilerini destekleyecek temellerden yoksun kalmışlardır.
Alevi değil Kızılbaş
Babadağ ve civar bölgelerde Sünniler de Kızılbaşlar da vardı. Onlara Alevi denmezdi bizde. Kızılbaş denirdi ve asla aşağılayıcı anlamda kullanılmazdı. Bugün Türkiye'de olduğu gibi "Alevi'yiz biz cemevleri kuracağız" gibi iddiaları da yoktu. Konuştuğumuz zaman "Biz de Müslüman'ız, siz de. Ama bize Kızılbaş diyorlar. Biz başkayız siz başkasınız, yine de kardeşiz." derlerdi.
Laiklik çıkar aracı
"Türkiye'de laikliğin bir ideoloji olarak kullanılması ve zamanla 'modernist' geçinen bir elitin mevkii ve çıkarını sağlayan araç haline gelmesi, İslam dünyasında Atatürk devrimlerinin yanlış anlaşılmasına yol açmıştır."
Şahin Alpay ve Cengiz Çandar...
Aktivist solcuların büyük kısmı demokrat oldu. Mesela bunlardan biri Cengiz Çandar, diğeri Şahin Alpay. Bunlar sol hareketin en ileri gelenlerindendi. Filistin'e gitmiş, orada eğitim görmüşlerdi. Bugün ne oldu? O aksiyonun yeter derecede netice vermeyeceğini anlayınca daha makul, demokratik yollardan mücadeleyi seçtiler ve bugün Türkiye'nin en tanınmış demokratları arasındadırlar.
Ecevit, yazar olarak kaldı
Bülent Bey insancıl yanları olan zarif bir kişiydi ama gerçek bir lider olamazdı. Buna ne mizacı uygundu, ne düşünceleri, ne tarzı, ne siyasî eğilimleri... Meseleleri bir siyasinin görmesi gerektiği gibi değil romantik biçimde değerlendiriyordu. Yani hâlâ şair ve yazar olarak kalmıştı.
Yaşar Kemal, hissi bir adam
Kemal Tahir bir akıl adamıydı. Bir sanatçıdan çok roman ustasıydı. Yaşar Kemal ise hissi bir adamdı, hisleriyle hareket ederdi. Bana hep Çukurova yıllarından, anılarından söz ederdi. Orhan Kemal ise akılla hissi birleştiriyordu. Orhan Kemal, sosyal olayları inceler ve o olayların içindeki insanı bulup çıkarırdı.
Karpat'ın hayatı bir başarı öyküsü
Romanya'da Dobruca'nın Armutlu köyünde doğmuştur. İmam yetiştiren bir okul olan Mecidiye kasabasındaki medreseye devam eder. 7 yıl burada eğitim alır. Daha sonra anavatan Türkiye'ye gelip Haydarpaşa Lisesi'ni, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirir. ABD'ye gidip New York Üniversitesi'nde doktora yapar, ABD'nin en önde gelen üniversitelerinde dersler verir. Bir süre ODTÜ'de hocalık yapar, 1970'ten bu yana Wisconsin Üniversitesi'nde (Madison) karar kılar . 2003 yılında emekli olan hoca halen ABD'de yaşıyor. 15 yaşında imamlık yapar!
Karpat, ilk eğitimini babasından alır. Dünya ve İslam tarihinden bilgiler aktaran babası, yörenin hatırı sayılır kişilerindendir. Köyün imamıdır aynı zamanda. Babasının vefatından sonra Karpat'ın öğrenciyken imamlık yaptığını öğreniyoruz: "Babam öldükten sonra orada bulunan kimseler doğal olarak bana geldiler. İmamlık eğitimi görüyorum ya, çocuk doğar isim konacak, ölü defnedilecek hoca yok bana gelirlerdi. Ben daha 15 yaşımdayım. Sen hoca oğlusun, mektebine gidiyorsun, yap bu işi diyerek kestirip atarlardı. Böylece küçük yaşta denebilirse imamlık yaptım."
Romanya'da Türk diye hor görülen Karpat, Türkiye'ye döndüğünde Haydarpaşa Lisesi'ne kaydolur. Burada da 'Romanyalı Kemal' diye hor görülür. Lisede okurken ailesinin para göndermesine Romanya hükümeti izin vermediği için Paşabahçe Şişe Cam fabrikasında işçi olarak çalışmaya başlar. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne devam eder.
Üniversitede Osmanlı ile ilgili her şeyin kötü gösterilmesi, inkâr edilmesinden rahatsız olur. O günkü resmî tarih anlayışına göre tüm tarih Cumhuriyet'le başlamaktadır. Bu yanlıştır. Ona göre "Tarih yalnız bir insanın iradesiyle meydana gelmez. Ben hiçbir zaman tarihte kişinin rolünü inkâr etmem, küçümsemem... Mesela siz hiçbir zaman Cumhuriyet tarihini Atatürk'ü ayrı tutarak anlatamazsınız... Ama her şeyi şahsiyete bağlamak da şahsiyeti inkâr etmek kadar hatalıdır."
Karpat'ın tarih yazma serüveni 1946 seçimleriyle başlar. İki yıl sonra ABD'ye burslu yüksek lisans öğrencisi olarak gider ve elliden fazla yılını bu ülkede geçirir.
ESER-AYRINTI
Ortadoğu'da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk
Kemal H. Karpat
İMGE KİTABEVİ YAYINLARI
Ortadoğu'da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, Osmanlı İmparatorluğu'nun ardından bölgede ortaya çıkan ulus-devletlerin siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel yapılarında Osmanlı mirasını sergilemektedir. Prof. Dr. Kemal H. Karpat bu eserinde, Ortadoğu uluslarının ulus olma ve devlet kurma süreçlerindeki değişimi, değişme ve süreklilik unsurlarını oluşturan kurumlar ve yapılar arasındaki bağlantıları ve ulus-devlete dönüşme aşamalarını, geniş tarihsel bilgi birikimiyle kurduğu toplumsal-ekonomik yaklaşım ve karşılaştırmalı tarih çerçevesinde sunmaktadır. Ortadoğu'da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, tarihsel birikimin, Ortadoğu ulus-devletlerinin 21.yüzyılda geçirecekleri evrimi öngörmeyi kolaylaştıracağına dair tezine önemli bir destek oluşturmaktadır.
Çeviren:Recep Boztemur
Yayın Yılı: 2001
224 sayfa
3.HAMUR
13,5x19,5 cm
KARTON KAPAK
ISBN:975533338X
Dili:TÜRKÇE
GÖRÜŞ
Gabriel Garcia Marquez ve Milli Roman
Kemal Karpat
Zaman 2 Mayıs 2014
Büyük yazar Gabriel Garcia Marquez, Nisan 2014’te Meksiko şehrinde 87 yaşında evinde hayata veda etmiştir.
Dünyanın yetiştirdiği en büyük roman yazarlarından biri olan Marquez’in, Yüzyıllık Yalnızlık (1967), Patriarch’ın (ailenin en yaşlısı) Sonbaharı (1975) gibi birçok dile çevrilmiş romanları vardır. Nobel ödülünü 1982’de almıştır. Çok büyük bir hayal etme gücüne sahip Garcia, gerçekle rüyayı, ruhunda İlahi güç ile insan zaaflarını birbirine yoğuran, kan akıtan çiçekleri anlatmıştır. Kendi deyimiyle “alabildiğine büyük Güney Amerika’nın mantık ötesi, aklı aşan gerçeklerini ve olaylarını” kendi ülkesi Kolombiya ve hayatının büyük bölümünü geçirdiği Meksika’nın tarihini bir araya getirerek hem yerel, hem milli ve hem de uluslararası olabilen bir roman türü yaratmıştır. Marquez, Aracataca isminde Kolombiya’da fakir bir köyde kalabalık, 12 çocuklu bir ailenin en büyüğü olarak 1927’de doğmuştur. Bu köy, Yüzyıllık Yalnızlık’ta ismi geçen Macondo’dur. Romanın baş kahramanı Albay Buendia ise Marquez’in anne tarafından dedesi olan Nicolas Marquez-Mejia’dır. Bu şahsın kendisini çok etkilediğini bizzat Garcia yazmıştır. 1962 yılından sonra Marquez, Meksika’nın başkentinde yaşamıştır. Yazar Avrupa’da Paris’te bulunmuşsa da Avrupa’ya karşı fazla hayranlık duymamıştır. Avrupa’nın Latin Amerika’nın kimliğini önemsememesi, hep kendi üstünlüğünü ileri sürmesi Garcia’nın milli duygularına ve görüşlerine aykırı düşmüştür.
Bölge, muz şirketlerinin gelmesi ve yarattıkları gelişme yanında her türlü sosyal çalkantılara aynı zamanda kuraklıklara, çekirge istilâsına maruz kalmıştır. Marquez, bu olayları bütün gerçeklikleriyle Kolombiya’da ilk çalıştığı gazetede haber olarak yayınlamıştır. Sonradan hayale dayanarak yarattığı romanlarında bu gerçeklere yeni boyutlar ekleyerek (Kolera Zamanında Aşk (1985), Aşk ve Başka Şeytanlar (1994) eserlerinde olduğu gibi) sevgi ve ızdırabın en küçük insan hareketlerinde de bulunabileceğini meydana koymuştur. Latin Amerika tarihini Patriarch’ın (aile büyüğünün) Sonbaharı’nda (The Autumn of the Patriarch) bir diktatör portresi çizerek anlatmıştır. Diktatör, her vasıtayı kullanarak eline tüm gücü toplamış ve halkının kahramanı haline geldikten sonra muhaliflerini öldürerek vatanını ‘gringo’lara (ABD) satmış, büyük mal mülk sahibi olarak kendine “Cihanın Generali” unvanını vermiştir. Sonunda tamamıyla yalnız kalarak sarayında kargaların gagaladığı ceset olarak bulunmuştur. Garcia, Güney Amerika’nın en büyük kurtarıcısı olan, İspanyol emperyalizmine karşı mücadelenin başı Simon Bolivar’ın karakterini çizmeye çalışmıştır. Ama infial, kızgınlık, öfkeyi içinden boşalttıktan sonra sonunda hatıra, sevgi ve zaman Marquez’in yazılarının esasını oluşturmuştur. Tarihin ülkeleri nasıl birbirine yaklaştırdığını ve birbirini nasıl etkilediğini Marquez, romanlarında ve başka yazılarında çok güzel göstermiştir. Büyük bir şair olan Şili kökenli Pablo Neruda, Yüzyıllık Yalnızlık romanını Cervantes’in Don Kişot’undan beri İspanyolca yazılmış en büyük eser olarak görmüştür.
Yukarıda yazdıklarımı daha evvel bildiklerime, Marquez’in ölümünden sonra çeşitli gazetelerde, dergilerde çıkan yazarlara dayanarak yazdım. Ama bunları yazarken aslında beni öteden beri meşgul eden milli roman, daha doğrusu Türk romanı hakkında düşündüklerimi göz önünde tuttum. Milli roman konusunu ele almadan evvel Garcia’nın henüz basılmayan, “Ağustos’ta Görüşürüz” romanına değinmek istiyorum, çünkü o, benim de aklımda senelerden beri dolaşan bir “yazılmayan roman” isminde bir projemi hatırlattı. Yanlış anlaşılmasın. Ben kendimi asla ve asla Garcia ile ölçemem. Yapabildiğim Garcia’nın romanlarını asıl dili olan İspanyolcadan okumaya çalışmak, o kadar. Ama benim de bir yerde bir edebiyat tutkum var. Daha doğrusu edebiyatçı yani romancı olamamak ve Türk romanını yazamamanın verdiği hayal kırıklığı... Sosyal ilimlere, tarihe bir dereceye sahip olabilmenin ana nedeni yazacağım “Türk mili romanına” gerekli malzemeyi toplamak ve kavramsal temellerini atmaktı. Temeller fazlasıyla atıldı, birçok kitap makalem birçok ülkede yayınlandı ama ben de ilmin kuru, duygusaldan uzak dilinin ve üslubunun kurbanı oldum. Bir bakıma tarihin içinde, sosyal olayların içinde hep insanı aramamı ve gerçekçi kalabilmemi bir yerde edebiyat bilgime ve tutkunluğuma, daha doğrusu yazmak istediğim milli roman yaklaşımını tayin etmek çabalarına bağlıyorum.
Gurur duyduğum ve çok sevdiğim iki şey vardır: Birincisi askerlikte yedek subay okulu döneminde bölüğümün “başçavuşu” olmamdır. Dedelerim arasında bir serdar rütbeli vardır. Ama çavuş unvanı benim tarihime, halkıma, kültürüme daha yatkın olduğu için belki bana daha yakın, sıcak geliyor; hem de temelde militarist olmamama rağmen. İkinci şey, kitaplarım içinde benim en çok sevdiğim eser “Toplum ve Edebiyat”tır (Timaş Yayınları). Aslında bu kitap gerçekleşmemiş olan Türk romanıma bir çeşit giriş, daha doğrusu bir teorik temel olacaktı. Herkes küçüklüğünde doktor, subay, mühendis vs. olmak ister. Ben ise daha küçüklüğümde yazar, hem roman yazarı olmayı hayal etmiş ve hep bu hayal ile yaşamışımdır. Ama olaylar hayalimin gerçekleşmesini sürekli olarak engelledi. Romanya’da doğup büyüdüm, Romenceye bütün incelikleriyle hakim oldum, dünya romanlarının yayınlarını Romen dilinde okuduktan sonra küçük yaşta Türkiye’ye gelip 1940’ların çok değişik politik ve sosyal ortamı içinde yaşamak zorunda kalınca, tek parti rejimine olan derin tepkim beni siyasete götürdü. Rejim o tarihlerde dil reformları adı altında “yeni” bir Türkçe icat etmek çabaları sayesinde dili keşmekeş hale sokmuştu. Sonra Amerika’ya gitmek, orada siyasi ve sosyal ilimlerde doktora yaparak İngilizcemi mükemmelleştirmek çabaları beni Amerikan edebiyatını okumaya götürdü. Bütün bunlar yazacağım romanlara malzeme olabilirdi. Geçim derdi eklenince tüm bu değişmeler beni asıl amacım olan romancılıktan alıkoymuş, fakat vazgeçirmemiştir. Marquez’in ölüm haberi ve yayınlamadığı son romanı bana tekrar yazmayı tasarladığım “Türk milli” romanını hatırlattı. Marquez birçok bakımdan Kolombiya ve Meksika’nın milli romanlarını yazmıştır çünkü onun romanlarının büyük kısmı Kolombiya ve Meksika toplumu, tarihi ve bilhassa insanı ile ilgilidir. Onun romanlarını okurken insan biraz Meksikalı, Kolombiyalı oluyor. Aynı şey Güney Amerika’nın diğer büyük yazarları için de geçerlidir. Bir kimse George (Jorge) Amado’nun romanlarını okurken Brezilya’nın ve bilhassa onun doğup büyüdüğü Bahia bölgesinin havasını teneffüs ediyor, insanlarıyla tanışıp onların hayatlarını paylaşıyor. Amado’nun romanlarının bazılarında Osmanlı devletinden göç etmiş “Türkler” vardır. Hatta romanlarının birinin başlığı “The Discovery of America by the Turks”tür (A Descoberta da América pelos Turcos; Türklerin Amerika’yı Keşfi, 1994).
Marquez’in romanları da Kolombiya ve Meksika insanını, olaylarını, çok boyutlu tarihini, kültürü ve ruhu ile canlandırmaktadır. Aynı zamanda Marquez’in romanları, kendi “milli” ruhunu yansıttığı kadar Güney Amerika’nın renkli dünyasını okuyucunun gözü önüne serer, ruhunu yansıtır. Şunu ilave edelim ki, Güney Amerika’nın ortak dili İspanyolca ve dini çoğunlukta Katolik Hıristiyanlıktır. (Brezilya, Portekizce konuşur ve son yıllarda Protestanlık orada yaygınlaşmıştır.) Bütün bu ortak benzerliklere rağmen Latin Amerikan ülkelerinin her birinin, Kolombiya, Peru, Şili, Arjantin vs. ayrı bir kültürel ve siyasi varlığı kadar ayrı edebiyatları vardır. Bu kültürel, dinsel ve hatta siyasi benzerlik içinde Güney Amerika yazarlarının ve romanlarının geniş çapta “milli” olmalarının nedenini nasıl açıklayabiliriz? Burada “milli” olmak, belirli sınırlar içinde belirli kültür, psikolojik, iç yapının, tarihin oluşturduğu bir kimlik anlamına gelir, yoksa milliyetçilik, yani siyasileşmiş, soy egosu değil. Buradaki “milli”lik ve milli romanın varlığı biri sosyal diğeri siyasal iki temel gerçeğe dayanır. Sosyal gerçek Güney Amerika’da oluşan özel bir orta sınıfın hakim oluşudur. Onun değerleri insan, dünya, edebiyat görüşü ve felsefesi “milliliği” oluşturur. İkinci temel “milli devletin” çizdiği siyasi, ekonomik, kültürel çerçeve ve burada oluşan insan, tarih, kimlik ve gelecek hakkında görüşlerdir. Bu “milli” çerçeve iki yüz yıldan fazla bir zamandan beri Avrupa’da, Asya’da ve Güney Amerika’da, hemen hemen her topluluğa ve kültür ifadesine kendi damgasını vurmuştur. Aynı zamanda bu orta sınıf istese de istemese de Avrupa kültürünün yanında yerli halkın (Mayalar, İnkalar, Aztekler) kültüründen etkilenmiştir, kısmen onun genlerini almıştır. Latin Amerika’nın romancılarının birçoğu “solcu” olmuş, komünist partisi üyesi olmuş, bazıları eski Sovyetler Birliği’nin gözdesi haline gelmiş, fakat yine de “milli” olarak kalmışlardır. (George Amado, Stalin ödülünü almıştır. Nazım Hikmet komünist olmasına, Sovyetlere sığınmasına, hatta dedelerinin memleketi olan Polonya vatandaşlığını almasına rağmen diliyle, ruhu ile “Türk” kalmıştır.)
Daha evvel belirttiğim gibi benim ana konum Türkiye’de tam manası ile “milli” romanın yazılmamış olmasıdır. Gerçi son 20-30 yılda “milli”nin bazı parçalarını, boyutlarını veren çok güzel, yüksek kalitede roman yazılmışsa da milli roman “henüz” yazılmamıştır, çünkü “milli” romanın yazılması için gereken koşullar tam oluşmamıştır. Başka bir deyimle Türkiye’de orta sınıf tam anlamıyla ancak şimdi demokrasi sayesinde oluşabilmektedir. Her ne kadar 2002 senesinden beri iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi, Türkiye’de hakim olan bir orta sınıfı ifade etmekte ise de bu orta sınıfın değerleri, ölçüleri tüm toplum tarafından gereğiyle paylaşılmamaktadır. Eskiden kesin duvarlarla birbirinden ayrılmış elitler ve halk, birbirine yaklaşmakta ise de kaynaşma henüz tam gerçekleşmemiştir.
“Milli” romanın yazılmamasının ikinci nedeni “milli” devlet ve kimliğinin tam olarak Türkiye’de henüz kök salmamasıdır. Türkiye halen eski tek partinin yarattığı elit felsefeden ve onun kültür görüşünden kurtulamamaktadır. Hem de “millet” yaratmak için rejimin büyük gayretler sarf etmesine rağmen. Demokrasi “halk”ın ve bu arada temel “yerel”, “otantik” bir kültürün ön plana geçmesini kolaylaştırmıştır ama aynı zamanda “modern” ve “muhafazakâr”ın nasıl bir arada çok rahat yaşayabileceğini anlatamamıştır.
Türkiye’de de orta sınıf (başkalarının burjuva dedikleri grup) çok daha yaygın hale gelerek siyasete ve kültüre, bilhassa taşrada hakim duruma geçmektedir ve değerlerini sosyal ve siyasal görüşlerini yaşam tarzını -bazen İslam ismi altında- tüm ülkeye yaymaktadır. Ama bu çabanın ancak demokrasi ve dünyanın hakim düşüncesine ayak uydurarak, farkları kabul etmekle yaşayabileceğini anlaması gerek. Umarım Türkiye de o yöne doğru yol almaktadır. Türkiye’de son bir seneden beri gelişen olaylar demokratik biçimde sonuçlanırsa yani tepeden inme kararlardan vazgeçilip yerini herkesi kapsayacak bir siyasete bırakabilirse buradan çok olumlu sonuçlar doğabilir. Aynı zamanda “milli” romanın yazılması kolaylaşabilir.
“Milli” roman benim edebiyat ile ilgili düşüncelerimin temelinde yatmakta devam etmektedir. Benim “milli” romandan anladığım tüm ülke sınırları içinde yaşayan insanları ortak yaşayıştan, tarihten, kültürden doğan özel kişiliğini, ruhu ve davranışları ile anlatan bir romandır. Romanı okuyan “Türkleri tanıdım, anladım” diyebilsin. Şimdi kısaca Garcia’nın “Ağustos’ta Görüşürüz”, ölümünden az evvel yazdığı romanından kaynaklanarak benim yazılmayan “Roman”ım hakkında birkaç söz söyleyerek bu yazıya son vermek istiyorum. Benim küçüklükten beri amacım “milli” Türk romanını yazmaktı. Bunun için de, temel gelişmeleri anlamak için de sosyal ilimler, tarih, vs. etüt ettim. Ayrıca -bunu ilk defa yazıyorum- “milli” romanıma “malzeme” olarak kafamda bilgiler topladım, romanın yazı planını hazırladım, hatta bazı bölümleri kafamda yazdım ve hatta samimi bildiğim birkaç dosta anlattım, bazı dostlar çok beğendi, bazıları ise ses çıkarmadılar.
İşte “Yazılmamış Roman’ın Romanı” projem yazmayı planladığım “milli” romanın içinde yer alacak temel düşünceleri, kahramanları ve olayları kapsayacaktır. Başka bir deyimle “edebi malzemenin” bir çeşit dökümü olacaktır. Benim roman yazıcılığı hakkında görüşlerimin doğruluğunu başarılı büyük yazarları okuduktan, edebiyat kültürüm genişledikten sonra anladım. Şimdilik “Yazılmamış Roman’ın Romanı” üzerinde çalışmaktayım. Ümit ederim ki bu kez “Yazılmamış Roman” edebiyatçılığımın akıbetine uğramaz.
SÖYLEŞİ
Kemal Karpat: 'Türkiye'de orta sınıf kendine yeni bir hareket arıyor'
Yenal BİLGİCİ
14 Mayıs 2016
Çalışarak, okuyarak geçen bir ömür, onlarca eser, binlerce öğrenci... Cumhuriyet’le yaşıt, bilge tarihçi, Wisconsin Üniversitesi Öğretim Üyesi Kemal Karpat’la Türkiye’yi ziyaret etmesini fırsat bilip konuştuk. Hem Türkiye’nin mevcut siyasetine nereden geldiğimizi anlattı hem son kitabı ‘Bir Ömrün İnsanları’nı...
Kemal Bey, ABD’de Türkiye’yi hiç bilmeyen bir öğrenciye mevcut siyasi ortamı nasıl anlatırdınız?
- Çok karmaşık, çok yönlü bir oluşumu iki üç cümlede özetlemek güç. Eksik kalır. Ancak kabaca şunu söylerdim: Türkiye’de toplum, 250 senelik bir değişim sürecinde; orta sınıfın ortaya çıkışıyla ilgili bir değişim bu.
Ne oldu bu 250 senede?
- Bu değişim kişiselleşme üzerinedir evvela, kişinin kendi değerini anlaması, kendisinin farkına varmasıdır. Otoriteyi, hükmetmeyi ön plana koyan bir devleti karşısında bulmasıdır.
Peki orta sınıf bunun neresinde?
- Unutmayın ki aşağı yukarı 19’uncu yüzyılın başlarında beliren bir yerli orta sınıf vardır. Bunlar köyde ve kasabadadır; başlarında da küçüklü büyüklü yerli eşraf vardır. Yani her şeye rağmen Osmanlı devletinde de taşrada birçok aile önde geliyordu; bir taşra eliti vardı. Yerli bir elitti bu. 19’uncu yüzyılda önce sultanlar, ardından İttihat ve Terakki bunları güçlendirme yoluna gitti.
Bugünkü orta sınıf da aynı hattan mı geliyor?
- Evet. Tanımak gerekir. Türkiye’de yerel orta sınıf muhafazakâr ve Müslümandır, Osmanlı geçmişine bağlıdır, ama ekonomik bakımdan moderndir; medeniyeti daha fazla maddi olarak düşünmesine rağmen düşünce tarzı ve yaşayış tarzı Avrupai’dir. Hep de böyleydi. Türkiye’nin her zaman karşılaştığı çelişki...
Nedir bu çelişki?
- Biz Türk’üz, Müslümanız, Avrupalıyız ve moderniz. Hepsi de doğrudur. Osmanlı’da da böyle oldu. Orta sınıfın böyle özellikleri vardı; nihayet bu orta sınıf Menderes ile temsil edilmeye başladı; Süleyman Demirel zamanında güçlendi; Özal ile onun kültürel istekleri kabul edildi. İslam’ın Türkiye’nin kültürel kökeni olduğu kabul edildi. “Ben Nakşibendiyim” falan demiştir Özal. Bu şekilde gittikçe kuvvetlenen yerel orta sınıf, AK Parti ile siyasi iktidarını sağladı. Ama unutmamalı; bu, demokrasi sayesindedir. Yani Türkiye’de yerel orta sınıfın yükselmesi, güçlenmesi ve iktidara gelmesi demokrasi sayesinde oldu. Bu demokrasiden bugünkü liderler, Tayyip Erdoğan Bey olsun, Abdullah Gül Bey olsun çok güzel faydalanarak siyasi hâkimiyeti elde etti. Ama ondan sonra da her rejimde olduğu gibi, bilhassa da 2011-2012’den sonra parçalanmalar başladı.
Nasıl bir parçalanma bu bahsettiğiniz?
- Çok büyük bir parçalanma değil gerçi ama var. Bülent Arınç örneğin başka görüş, Tayyip Bey başka görüşü temsil ediyor. Yani orta sınıf içinde bugünkü Türkiye’de dönüşüm siyasi iktidarın bir ekonomik-sosyal siyaset olmaktan çıkarak ideolojiye dönüşmesidir artık.
KURTULUŞ SAVAŞI EKSİK ANLATILIYOR
Karpat’ın son kitabı, ‘Bir Ömrün İnsanları’ Timaş Yayınları’ndan çıktı.
Orta sınıfla bürokrasinin mücadelesi bitti mi peki?
- Bugün fiilen Türkiye’ye hâkim bir orta sınıf var. Devlet alanında bürokrasi evet hâkim ama topluma indiğimiz zaman devletin gücü çok kırılmıştır. Önemli kısmı bilinçli, bilgili ve paralı 20 milyon kişi vardır benim tarifime girecek. Aslında bu işler sayıya bakmaz; beyin gücüne, hareket imkânlarına bakar. Türkiye’de bu şekilde hareket edecek bir kitle var, bu tek parti zamanında yoktu.
Peki bu kitlenin Cumhuriyet kazanımlarıyla bir derdi var mı?
- Atatürk rejimi olmamış olsaydı, bu kitle entelektüel bakımdan, kültür bakımından bu formuna giremezdi. Unutmayınız ki tek parti rejimininde, bilhassa 1923-1930 arasında Türkiye’de nispeten serbest çalışan yarı demokratik sayılabilecek bir rejim vardı. 1930’lardan sonra bu bozuldu. Ama tek parti döneminde yeni temeller atıldığını söylemeliyiz: Bunlar siyasi-kültürel temellerdir. Bunun merkezinde yatan da milli Kurtuluş Savaşı’dır. Ama Türkiye’de bu artık alelade bir olay olarak geçiştiriliyor.
Neden?
- 1919-1922 Kurtuluş Savaşı yeni Türkiye’nin doğumunun savaşıdır. Bunun yalnızca cephede cereyan eden bir hadise olarak görülmemesi lazım; bu, toplumun psikolojisinin değişmesidir. Eskiden laf halinde kalan vatan bu savaşla gerçek bir vatana dönüşmüştür. Bunlar artık anlatılmıyor, bence milli Kurtuluş Savaşı’nın tüm yönleriyle, kültürel ve psikolojik yönleriyle ele alınması lazımdır.
Nedir eksik kalan vurgu?
- Milli Kurtuluş Savaşı’na yalnız Anadolu Türk’ü değil, buraya göç etmiş Çerkes, Tatar ve Rumelililer de dahil olmuştur. Yani bu Türkiye’nin bütünleşmesinin de savaşıydı; düşmanı yok etmekten ziyade kendini bulma savaşıydı; yeni bir doğumun savaşıydı. “Yunan’ı denize döktük” diye geçilip gidiliyor. Altında çok daha başka şeyler var. Evvela, nüfusun beraber hareket ederek bütünleşmesi, başında Mustafa Kemal gibi bir komutan bulunması hep ‘Yeni Türkiye’nin göstergeleridir. Bir yandan da çalışan ve halkı temsil eden bir meclis var; demokrasi işliyor. Yetki TBMM’de, Mustafa Kemal’i komutan tayin eden o. Bu tür anlar dünya çapında insan, toplum ve tarih değiştiren anlardır; Yeni Türkiye de buradan doğuyor. O yüzden Atatürk’e bağlılık da bir kişiye bağlılık değildir; o kişinin gerçekleştirdiği değişime, gerçek manada doğuşa bağlılıktır.
ORTA SINIF HÂLÂ KORKUYOR
Bahsettiğiniz 250 yıllık değişimin neresindeyiz şimdi?
- Türkiye son otuz yılda çok değişti; bu değişimin büyük kısmını da AK Parti gerçekleştirdi.
Neleri değiştirdiğini düşünüyorsunuz?
- Evvela bütün dünyanın kabul ettiği bir ekonomik gelişme var; milli gelir üç misline çıkmış. Görülmüş bir şey değil bu. Yepyeni bir toplum var ayrıca. Bugünkü gençleri yirmi sene evvelki gençlerle kıyaslayamazsınız. Ancak 2010-11’e kadar...
Ne oldu o tarihlerde?
- ‘Yeni Türkiye’ diye diye bozuldu bu değişim.
Neden?
- Bir defa lüzumsuz bunu söylemek. Ben hep dile getirdim: “Bu ‘Yeni Türkiye’ lafını bir kenara bırakın”, dedim. AK Parti olarak sonuçlandırdığınız, yarattığınız bir yeni Türkiye var. Siz bu yeni Türkiye’nin doğru yoldan yürümesini sağlayınız. Bizzat kendi yarattığınız Türkiye’yi daha yeni yapacağım diye yok edebilirsiniz de. Aksine, güçlendiriniz. Dünyayla ilişkisini kesmeyiniz. Kendi kabuğunuza çekilmeyiniz. “Biz ayrıyız, kendi siyasetimizi güderiz” demeyiniz. Ancak dışarıya açılarak, demokrasiyle kendinizi güçlendirirsiniz.
2010 sonrasına çok vurgu yapıyorsunuz, neden?
- Durum karıştı ondan sonra. Bir sürü şey çıktı ortaya. Referandum, Gezi olayı, 17-25 Aralık, herkesi şu veya bu şekilde etkiledi; birbirinden ayırdı. İktidar AK Parti’ye ait olmakla beraber o tarihe kadar bir birlik vardı. Yollar da ayrılmaya başladı... Bir de muhalefetin değişmemesi o tarihten sonra çok etkiledi.
“Muhalefetin de kusuru var” diyorsunuz...
- Türkiye’nin gerçeklerine göre değişen, konuşan bir muhalefet oluşamadı; sadece tenkit ettiler, yeni bir şey ileri sürmediler. Bir ara MHP’den ümitliydim, değişim geçiriyordu fakat tıkandı kaldı. HDP de Türkiye genel siyasetinin parçası olması gerekirken bunu başaramadı.
ÜLKENİN YÜZDE 50’DEN FAZLASI DEĞİŞİM İSTİYOR
Şu an hâkim olan orta sınıfın 250 yıldır geliştiğini, bireyselleşmeyi öğrendiğini söylediniz. Peki neden değişmiyorlar; neden hâlâ ‘tek adam kültürüne’ teveccüh var?
- Çünkü korkuyorlar. Karşılarındaki muhalefetin değişmediğini düşünüyorlar. Bu muhalefet değişmeden iktidara gelirse, tek partideki bürokratik hâkimiyet sisteminin onları malından mülkünden edeceğini düşünüyorlar.Onun için de iktidara sarılıyorlar.
Peki korktukları şeye dönüşmüş olmuyorlar mı bu şekilde?
Olabilir ama burada muhalefetin tavrı önemli. Yeni bir görüşle ortaya çıkarsa muhalefet; hâkim olan orta sınıfın düşüncelerini anlarsa, ona güven verici ekonomik sosyal program geliştirir, bunu da cumhuriyetin ana temelleriyle bağdaştırabilirse bu orta sınıf onu da destekleyebilir. Çünkü bu orta sınıfın menfaati birliktir. Bir olmaktır. Halk hep bunu ister ama eski elitler eski alışkanlıklarından kurtulamıyor.
Bugün bu orta sınıf nasıl hareket ediyor?
Bundan üç-dört gün evvel, AK Parti’de çok önemli bir mevkide olan bir zatla konuştum, aynı minvalde düşündüğümüz ortaya çıktı. Büyük bir kitle böyle düşünüyor ama hareket imkânı yok. Teşkilatlanamıyor, bir lider çıkaramıyor, bir yere kadar giderse önüne yargı çıkıyor ya tutuklanıyor ya kapatılıyor. Ama bu gibi insanlar çok daha güçlü olarak meydana çıkar ve ona göre konuşursa kimse onları durduramaz.
Nasıl bir kitleden bahsediyoruz?
Az değil, bu büyük bir kitle. Yüzde 50’den fazla diyebilirim. Hem AK Parti’nin içinde hem de dışında. Aralarında çok okumuş, az okumuş var. Ama sesleri çıkmıyor, liderleri yok. Bugün muhalefet partilerinin başında bulunan liderler halk tarafından lider olarak kabul görmüyor, çünkü hakikaten yeni bir şey üretmiyorlar.
BEN HER ZAMAN MUTLU OLDUM
Hocam bir gününüz nasıl geçiyor, ne kadar çalışıyorsunuz?
- Günde yedi-sekiz saat okuyorum. Her gün yeni şeyler öğreniyorum. Bu sene çok yoruldum; dört büyük makale yazdım, bu kitabı çıkardım. Çok seyahat ettim. Üç-dört kitap var.
Son kitabınızda, ABD’de akademisyenliğe ilk başladığınız dönemde neredeyse bütün gün çalıştığınızı görüyoruz.
O dönemde çok çalıştım. Günde 12 saat. Çünkü her şey o zaman başlamıştı.
Mutlu muydunuz peki?
- Meşgul olmaktan mutlu olmaya zaman kalmıyordu ama ben aslında her zaman mutlu oldum. Zaman zaman mutsuz evrelerim olmuştur ama karakter icabı eski tabirle nikbinim. Yani iyimserim.
Kitapta tanıdığınız onlarca insanın portresini sunuyorsunuz. Şimdi hangisiyle oturup uzun uzun muhabbet etmek isterdiniz?
- Herkesin farklı bir yönü, lezzeti vardı. Hulki Saner canlı, hareketli, dost canlısıydı; özlüyorum. “Kemaaallll naber” diye kabarırdı. Halit Refiğ’i özlerim. Sonra Üç Kemaller... Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Tahir... Örneğin Orhan Kemal’le çok daha fazla konuşmak isterdim.
Gençken Paris’te çok zor günler yaşadığınızı da okuyoruz kitaptan. ABD’ye okulunuza gidecekken orada takılıp kalmışsınız, bilet paranız yok; dönemiyorsunuz da...
- Çok zordu o günler. Kalmışım Paris’te. Beni götürecek gemi sahibi cevap vermiyor; yazıyorum cevap yok, borç alacak adam da yok. Türkiye’ye dönemiyorum; Dekanımız Zurcher, yattığı yer nur olsun, bursumdan para gönderdi de iş çözüldü.
Nasıl hatırlıyorsunuz o günleri?
- Fakirlik günlerim... Paris’teki iki-üç hafta... Aman Allahım! Hava da soğuk, bereket versin, fakir öğrecilere bedava yemek veren bir yer vardı. Günde bir kere. Oraya da ulaşmak zordu.
HABER
2016 yılı Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri verildi
29 Ekim 2016
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, 2016 yılı Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri'nin Mustafa Kutlu, Prof. Dr. Kemal Haşim Karpat, Erol Parlak, Şener Şen, Feridun Özgören ve Süheyl Ünver’e verilmesini uygun gördüğü bildirildi.
VEFAT-HABER
Tarihçi Kemal Karpat vefat etti
21 Şubat 2019
Türkiye'nin Chicago Başkonsolosu Umut Acar, AA muhabirine yaptığı açıklamada, "Kemal Karpat hoca çarşamba akşamı 18.40 sularında, Madison'da hayatını kaybetti" dedi.
Tarih alanında çok sayıda makale ve kitap kaleme alan Karpat'ın Wisconsin Hastanesinde tedavi gördüğü esnada yaşamını yitirdiğini belirten Acar, Karpat'ın ölüm nedenin yaşına bağlı çoklu organ yetmezliği olduğunu söyledi. Karpat'ın cenazesinin nakil işlemlerine başlandığını ifade eden Acar, Karpat'ın 96. doğum gününü 15 Şubat'ta birlikte kutladıklarını hatırlattı.
|
Siz de biyografi.net'te yer alabilirsiniz "
İyi ki, biyografi.net var!" |
|