yönetici, yazar
Kemal Ege Cansen
1938 yılında Ankara'da doğdu. Liseyi İzmit Lisesi’nde, Üniversiteyi ise ODTÜ İdari Bilimler Fakültesi İşletmecilik Bölümü’nde tamamladı. 1961’de şeref mezunu olarak tamamladığı üniversite eğitiminin ardından Arçelik’te işe başladı. Arçelik’ten aldığı bursla gittiği Amerika’da, Wharton School’dan MBA derecesi aldı. Türk sanayiine yaptığı katkılardan ötürü, 1991 yılında ODTÜ’den takdir ödülü aldı.
İş hayatında Arçelik’te Genel Müdür Muavinliği, Koç Holding’te Sanayii İşleri Koordinatörlüğü, Soyer Hafriyat’ta Müdürlük, Anadolu Endüstri Holding’te Murahhas Azalık gibi görevlerde bulundu.
1987-1999 yılları arasında Marmara Üniversitesi Mühendislik Fakültesi master ve doktora öğrencilerine “İşletme Ekonomisi” dersleri verdi. Halen Yönetim Danışmanlığı yapıyor. 1983 yılında, Hürriyet Gazetesi’nde, “Oyunun Kuralı” başlıklı sütunda başladığı yazarlığa devam ediyor. Handan Hanım'la evli ve bir çocuk babası.
MÜSİAD tarafından 2001 yılında düzenlenen Ekonomi Basını Ödülleri çerçevesinde Yılın Yazarı seçildi.
HAKKINDA YAZILANLAR
Doktor babası, hasta cildinde ovalar görmüştü
Ercan Kumcu
Hürportreler Hürriyet 2002 İlavesi
Sayfa komşum olmasının dışında, okurlarından biriyim. Diğer okurlarının ne yaptığını bilmiyorum, ama ben O'nu hep tersten okurum.
Gazetelerin ekonomi ile ilgilenmeye başladıkları bir dönemde ‘‘uzman yorumcu’’ olarak ilk o Hürriyet gazetesinde köşe yazıları yazmaya başladı. Yaklaşık yirmi yıldır okuyucularına ekonomik doğruları anlatmaya çalışıyor. Günlük olayları değil, her olaya uyarlanabilecek temel ekonomik ilkeleri okuyucularına anlatıyor. Anlattığı ilkenin unutulmaması için de yazısının sonuna ‘‘son söz’’ ekliyor.
Ege Cansen'den söz ediyorum. Kendisi, gazetedeki sayfa komşum. Komşu olmanın dışında, en iyi okurlarından biri olduğumu sanıyorum. Diğer okurlarının ne yaptığını bilmiyorum, ama ben Ege Cansen'i hep tersten okurum. Onun yazdığı sayfayı açar açmaz yazısının önce son sözüne bakarım. Daha sonra başa dönüp okumaya başlarım.
Okuduğum her yazısı bana farklı bir bakış açısı sunar. İktisatçı olmam nedeniyle konuları bilsem de, birçok konuda aynı fikirde olsak da, onun konuyu işleyiş biçimi bana yeni bakış açıları kazandırır. Abartmıyorum. Ege Cansen yapısında yazarlar en fazla meslektaşlarına yararlı olurlar.
Gazetelerin ekonomi sayfalarını hazırlayanların da Ege Cansen'den çok yararlandıklarını biliyorum. Kimileri onunla konuşarak bir haberi nasıl işleyebileceklerini öğreniyorlar, kimileri de onun yazılarından esinlenerek ellerindeki haberin önemini daha iyi görüyorlar.
Muhasebe ilkelerini ve şirketlerin bilançolarını okumasını iyi bildiğini yazılarından çıkarmak o kadar zor değil. Zaten, bunları bilmeden ‘‘iyi iktisatçı’’ da olunamıyor. Bildiğini okurlarıyla cömertçe paylaşıyor. Bazı yazıları var ki, son sözünü alıp çalışma odanızın duvarına asmanız gerekiyor. Örneğin (aklımda kaldığı kadarıyla),
‘‘Mevduat sermaye değildir’’
‘‘Şirketlerinin batmasına izin vermeyen sistemin kendisi batmaya müstahaktır’’
‘‘Sen değişmezsen, ben değişmezsem, nasıl çıkar Derviş bu işin içinden’’
‘‘Bizim sorunumuzu, sen-ben değil, ancak biz çözeriz’’
gibi özdeyişleri benim için klasik olmuşlardır.
Ege Cansen'in her yazdığı ile aynı fikirde olduğumu da söyleyemem. Sayıları az da olsa, bazı konularda taban tabana zıt düşünüyoruz. Konunun ayrıntılarına yazıyı uzatmamak için girmiyorum. Fakat, fikir ayrılıklarımızın kökeninde onun mikro, benim de makro bakış açımızın yattığını düşünüyorum.
Dostlarından öğrendiğime göre, bir cilt doktoru olan babası mercekle hastasının cildine bakıp ‘‘dereler, dağlar, ovalar, nehirler görüyorum’’ dermiş. Olaylara bu kadar yakından bakmanın görünüşü ne kadar farklılaştırdığına yönelik olarak iyi bir örnek. Bazı konulardaki fikir ayrılıklarımızın nedeni de, galiba Ege Cansen'in gözünde derecesi benimkine göre daha yüksek olan bir merceğin olması.
O, ekonomi yazarları arasında çıtayı yükselten biri. Keşke, Türk basınında Ege Cansen gibi daha fazla ekonomi yazarı olsa...
GÖRÜŞ
Önce sorunu sorgula, sonra çözüm yolu ara
Ege Cansen
Hürriyet 13 Şubat 2013
ARÇELİK’te çalıştığım yıllarda iş arkadaşlarımdan biri de Necdet Ülger ağabeydi. Necdet Bey üretimden, ben de yönetimden sorumlu genel müdür muaviniydim.
Haftalık toplantılarımızda şirketin tüm sorunlarını masaya yatırır, genel müdür ve muavinler birlikte çözüm arardık. Necdet Bey, bazı sorunlar karşısında “önce hendek kazıp, sonra üstüne köprü inşa etmeyelim” derdi. Kısaca yönetim sanatının en temel öğretilerinden olan “sorunu sorgulamadan, çözüm arama” ilkesini sık sık bize hatırlatırdı. Gerçekten, bir sorunu çözmenin en ekonomik yolu, o sorunun oluşmasına engel olmaktır. Bir örnek vereyim. Mesela Belgrat Ormanlarının piknik mahalleri, yazın naylon poşet, boş şişe ve yemek artığı çöpten geçilmez. Orman idaresi de her yere, atıkları toplamak kolay olsun diye çöp varilleri yerleştirir. Dolunca da bunları araçlarla dışarıya taşır. Ama pislikle bir türlü baş edemez.
ORMANDAKİ ÇÖP İNSAN YAPMASIDIR
Vicdan ve ahlak sahibi insanların yaşadığı medeni ülkelerde birçok ulusal parkı ziyaret ettim. Birçoğunda tek bir çöp kutusu yoktu ve etraf tertemizdi. Çünkü ormandaki çöpü, ormanın kendisi değil, oraya gelen insanlar yaratır. O ülke vatandaşları “atmazsan, çevrede çöp olmaz” gibi çok basit bir kuralı içselleştirmişti. Herkes dolu getirdiği gıda kaplarının içindekini yedikten veya içtikten sonra, hafiflemiş boşlarını getirdiği torbaya koyup evine götürüyordu. Böylece çöp sorunu oluşmuyor ve çözüme de gerek kalmıyordu.
ULAŞIM SORGULAMADAN TRAFİĞE ÇÖZÜM GELİŞTİRME
İstanbul’un önemli sorunlarından biri, trafik sıkışıklığıdır. Bu sıkışıklığın en ilgi çeken bölümü de Boğaziçi geçişidir. Bunun için köprüler ve tüneller inşa ettik ve etmeye devam ediyoruz. Niye? Boğaziçi geçişlerine çözüm olsun diye bunları yapıyoruz. Şimdi birlikte düşünelim. Niçin bu kadar çok İstanbullu her Allahın günü iki kez “karşıya” geçmektedir? Hatta devam edelim, niçin her sabah yüz bin kişi Eminönü, Karaköy’e veya Maslak’a gitmekte ve yollar tıkanmaktadır. Örnekler çoğaltılabilir. Bunun sebebi tamamen, trafik sorunu düşünmeden yapılan imar planlamasıdır. Hâlbuki şehir planı, ulaşım planıdır. Şehir ekonomisinin verimini arttırmak için imarda amaç ulaşım gereğini azaltmak olmalıdır. Her semtte, hem konut hem de işyerleri bulunmalı insanlar işlerine tek vasıtayla ve hatta yürüyerek gitmelidir.
BİR İSTANBUL İSTANBUL’A YETMEZ
İstanbul’un imar planları, her ilçeyi “kendi kendine yeterli” hale getirecek şekilde hazırlanmalıdır.
Son Söz: Yanlış çözüm, çözdüğü sorunu büyütür.
YORUM
Ege Cansen: El Turko ve jön Türkiyeliler
1989’dan 1999’a kadar Arjantin Devlet Başkanlığı görevini yürüten Carlos Menem’in lâkabı “El Turko” yani “Türk” idi.
1930’da Arjantin’de doğmuştu. Ailesi, Suriye’den göç etmişti. Hıristiyan Arap kültürden geliyordu. Ailesinin Arjantin’e göç ettiği yıllarda Suriye’den gelenlere “El Turko” denirdi. Çünkü onlar Türkiye’den gelmiştiler. Çoğu İtalyan asıllı olan Arjantinliler, Suriye göçmeni Hıristiyan Araplara, siz nesiniz, hangi millettensiniz diye sorunca onlar “biz Türk’üz” demişlerdi. Kendileri Türk’üz dedikleri için onlara “El Turco” denmişti. Pek tabii sohbet koyulaştıkça Suriyeli ve Arap olduklarını da ilave etmişlerdi Ama onlar kendi tanımlarına göre öncelikle Türk’tüler. Türklük işte böyle bir şeydi. Hem de 100 yıl önce bile. Bölücüler, gericiler ve mandacı ecnebileşmiş-Türkler için, bunu anlamak bu kadar zor mu?
TÜRKİYE TÜRKLERİN OTURDUĞU YERDİR
Bir yurt, ismini genellikle orada oturanlardan alır. Mesela Fransa, Fransızların; Almanya, Almanların; İtalya; İtalyanların yurdudur. Eğer bir yurt, coğrafi bir isimse, mesela Anadolu (Yunanca günesin doğduğu yer) o topraklarda oturanlara, oralı anlamında “Anadolulu” denir. Türkiye kelimesi, Türklerin oturduğu yer demek olduğuna göre, orada oturanlara Türkiyeli demek dilin mantığına aykırıdır. İnsan İstanbullu, Ankaralı, Londralı, Parisli olabilir. Çünkü oturulan yerin adı, oturanlardan türememiştir. Türkiye’ye “Türkiye” adını Türkler değil, başkaları vermiştir. İlber Hoca’ya göre, ilk olarak İtalyanlar bu topraklara Turchia demiştir.
ÜÇ TARZ-I SİYASET
Asrın başında dağılmakta olan Avrupa’nın hasta adamı Osmanlı Devletinin toparlanabilmesi için model geliştiren fikir adamı Yusuf Akçura, Türkçülük, Osmanlıcılık, İslamcılık diye “Üç Tarz-ı Siyaset” vardır demiş ve Türkçülüğü önermiştir. Cumhuriyetin “ulus devlet” teorisinin başlangıcı budur. Anlaşılan bu teori, bugün tasfiyeye tabi tutulmaktadır. Bunun yerine Osmanlıcılık veya daha çok İslamcılık konmaya karar verilmiştir.
TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ BİTMEYECEKTİR
Çünkü bağımsız bir devlette yaşayanların oluşturduğu bir ulusun, birlik ve bütünlüğünü koruma demek olan çağdaş milliyetçilik hiçbir ülkede bitmeyecektir. Bunların başında da bağrında 50 milyon Alman asıllı insan barındıran ve Almanya’ya karşı savaşmış olan ABD gelir. Bu milliyetçiliğin ruhu, Hz. Muhammed’in Veda Hutbesi’ndeki birlik öğüdünün ta kendisidir. Amacı, kavimciliği, aşiretçiliği, bölgeciliği, mezhepçiliği, cemaatçiliği, tarikatçığı, etnik milliyetçiliği ortadan kaldırıp “barışı” sağlamaktır. Bunu İslamcılık sağlayamaz. Müslüman Arap ülkelere bakın yeter.
Son Söz: Bindiği dalı kesen, bindiği dalı idrak edemeyendir.