|
Atilla Yayla
akademisyen, yazar
3 Mart 1957 tarihinde Kırşehir'in Kaman ilçesinde doğdu. Ankara Üniversitesi'nde lisans, yüksek lisans, doktora yaptı (1980-1986). Gazetecilik ve üniversite öğretim üyeliği ile hayatını kazandı. Ankara Üniversitesi, SBF, Hacettepe Üniversitesi, TDV, DPE, LDT, TSİD, Mont Pelerin topluluğu gibi kurumlar bünyesinde çalıştı. Liberal Düşünce Topluluğu kurucularındandır. Halen bu kurumun yönetim kurulu başkanlığını yürütmektedir. Yorktown Internet ve Center for New Europe üyesidir. İngiltere ve ABD'de ziyaretçi öğretim üyesi olarak bulundu. Gazi Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü'nde siyaset teorisi dersleri verdi. Çalışmalarını uzun dönem editörlüğünü yaptığı LDT'nin, "Liberal Düşünce" isimli üç aylık akademik dergisinde, yayınladı. Makaleleri dönem dönem Yeni Yüzyıl, Yeni Şafak, Radikal ve Zaman gazetelerinde yayınlandı.
Eğitim;
1980, lisans, ekonomi, Ankara Üniversitesi
1983, yüksek lisans, kamu yönetimi, Ankara Üniversitesi
1986, doktora, siyaset bilimi, Ankara Üniversitesi
İş tecrübesi;
1980 - 1982; Gazetecilik, Ankara
1984 - 1985; Araştırma Görevlisi, Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF),
Ankara Üniversitesi
1986 - 1991; Yardımcı Doçent, SBF, Ankara Üniversitesi
1991 - 1992; Yard. Doçent, Kamu Yönetimi Bölümü, İİBF,
Hacettepe Üniversitesi
1992 - 2000; Doçent, Kamu Yönetimi Bölümü, İİBF, Hacettepe Üniversitesi
1987 - 1988; Müdür Yardımcısı, Türk Demokrasi Vakfı
1992 - 1995; Başkan Yardımcısı, Dış Politika Enstitüsü
1997 - ; Yönetim Kurulu Başkanı , Liberal Düşünce Topluluğu Derneği
2000 - ; Profesör, Kamu Yönetimi Bölümü, İİBF, Gazi Üniversitesi
Yurt dışı ziyaretleri;
1988 - 1989; Ziyaretçi öğretim üyesi, Londra Üniversitesi, İngiltere
1992 ; Ziyaretçi öğretim üyesi, İngiltere
1996 - 1997; Ziyaretçi öğretim üyesi, George Mason Üniversitesi, ABD
Uluslararası muhtelif konferans ve toplantılara katılım.
Kitaplar;
- Terörizm Üzerine (1990, Ankara)
- Liberalizm (1992, Turan Kitabevi, Ankara;
1998, ikinci baskı, Liberte Yayınları, Ankara)
- Liberal Bakışlar (1993, Siyasal Kitabevi, Ankara)
- Sosyal ve Siyasal Teori (derleyen) (1994, Siyasal Kitabevi, Ankara)
- Kanun ve Düzen (F.A. Hayek'ten çeviri) (1994, İş Bankası Kültür Yayınları)
- Refah Partisi üzerine (Melih Yürüşen ile birlikte) (1996, Türkçe ve Almanca)
- Siyasi Partiler Araştırması (Melih Yürüşen ile birlikte)
(1996, Türkçe ve Almanca)
- Siyaset Teorisine Giriş (1998, Siyasal Kitabevi, Ankara)
- Islam, Civil Society and Market Economy (derleyen) (1999, İngilizce, Liberte Yayınları, Ankara)
- Özgürlük Yolu: Hayek'in Sosyal ve İktisadi Felsefesi
(2000, Liberte Yayınları, Ankara)
Makale:
- "Terörizm: Kavramsal Bir Çerçeve" (1980)
- "Dini Cemaatler, Eğitim ve Demokrasi: Amish Cemaati Örneği"
(1997, Türkçe ve İngilizce)
- "Türkiye'de İslam, İnsan Hakları ve Demokrasi" (1998)
- "Teorik ve Aktüel Anlamıyla İnsan Hakları" (1994)
- "Kurucu Rasyonalizm, Adalet ve Sosyalizm" (1993)
- "Adalet Teorileri Üzerine" (1991)
- "Bilgi Çağı: "Doğrular ve Yanlışlar" (1998)
- "Cultural Clashes Between Minorities and Larger Society in Democracies"
(İngilizce, 1997)
Diğer;
- Türk Siyasi İlimler Derneği üyesi
- Liberal Düşünce Topluluğu Derneği Yönetim Kurulu Başkanı
- Mont Pelerin Topluluğu üyesi
- Liberal Düşünce dergisi yayın kurulu üyesi
- Yorktown (ABD) Internet Üniversitesi öğretim üyesi
- Center for New Europe Enstitüsü (Belçika ve Almanya'da yerleşik) uluslararası akademik danışma kurulu üyesi.
HAKKINDA YAZILANLAR
İyi ki Atilla Yayla var
Ömer Öztürkmen
Türkiye 6 Temmuz 2001
Marksizm ve aşırı solun ön yargılarını, çarpık sloganlarını, kalıpçı düşünce yapısını tekrarlaya tekrarlaya, genç dimağları şartlandıran, karşı görüşlerden habersiz yetiştiren bir aydın (!) oyununa gelmiştir bu ülke..
İster inansınlar, ister inanmasınlar, 68 Kuşağı böyle bir atmosferde yatişmiş, böyle bir eğitim tuzağına düşmüştür.
Soldaki aydın, kasıtlı veya kasıtsız ne kadar bu oyunun içinde ise sağdaki aydın geçinenler de o kadar gaflet içinde kalmıştır bu oyunda..
Oyun diyorum, çünkü ihanet demeye dilim varmıyor.
Bu ülkede yaşayan insanımız, hemen hemen 60 yıldan beri sol yayınların istilasına uğramış, genç dimağlar Marksist ve tarihselci görüşlerin dayatıcı etkilerine karşı yeterince donatılamamış.
Marksizm iflas etti; ama bugün bile herhangi bir kitabevine girin; rafların büyük sayıda dayatıcı solu, Marksizmin tarihî diyalektiğini anlatan eserlerle dolu olduğunu görürsünüz..
Hür dünyanın kitapçı vitrinlerinde de aynı eserlere rastlarsınız;
ama bir o kadar da karşı görüşleri savunan eserler bulursunuz.. Muhafazakâr, liberal görüşlü eserlerin Türkiye’ye ancak Komünizmin yıkılmasından, Marksizmin iflasından sonra (o da çok az sayıda) Türkçeye çevrildiğini düşünürseniz altmış yıldan beri nasıl bir oyuna geldiğimizi kestirebilirsiniz..
Biz Karl Popper, F.A. Hayek gibi iki filozofu ancak 1984’lerden bu yana tanımaya başladık.. Oysa bu iki dehâ, son yüzyılımızın bilimsel (!) sosyalizmine karşı koymuş ve liberalizmin öncülüğünü yapmış iki büyük düşünürü..
Popper’in “Açık toplum ve düşmanları 1945’te yayınlanıyor; Türkçeye tercüme edilişi 1994; hemen hemen 50 yıllık bir farkla.. 1957’de yayımlanan “Tarihselciliğin Sefaleti” ise ancak 1985’te aziz dostumuz Prof. Dr. Şafak Ural’ın sunuş yazısıyla Sabri Orman tarafından Türkçeye çevrilmiş..
Aynı Filozofun “Bilimsel araştırmaların mantığı” 1934’te, Kestirimler ve Çürütmeler 1960’ta, Bilgi ve Bilgisizliğin Kaynakları” ise 1998’de yayınlanmış, fakat Türkçeye çevrilmemiş.. “Daha İyi Bir Dünya Arayışı” ise iki ay önce Türkçe olarak yayınlandı.. Karl Popper’in Bilim Felsefesi ve Siyaset Kuramı adlı eserinin de 1982 yıllarında Mete Tuncay tarafından tercüme edildiğini görüyoruz..
Viyana Okulu’nun ikinci dehası F.A. Hayek’i ise bilim dünyamız daha geç tanıdı... Oysa Hayek de 1900’ün başında Karl Popper gibi Viyana doğumlu ve Viyana Üniversitesinden yetişme büyük bir dehâ..
Hayek’i Türk bilim dünyasıyla tanıştıran Prof. Atilla Yayla’dır.
Hayek’in totalitarizme karşı meydan okuyan Kölelik Yolu adlı eseri ilk yayımından yaklaşık 50 yıl sonra Liberal Düşünce Topluluğu tarafından Türkçeye kazandırılıyor.
Büyük filozofun “sosyal teorisini tanıtan” Özgürlük Yolu adındaki Atilla Yayla’nın eseri ise 1993’te yayınlanmış.. İyi ki yayınlanmış; yoksa Hayek Türkiye’nin semtine bile uğramayabilirdi..
İş Bankası’nın “Hukuk, Yasama ve Özgürlük” adıyla yayınladığı üç ciltlik eseri ise 2 yıl önce Türkçeye çevrilmişti.. Yukarıda adı geçen “Kölelik Yolu” Çince Japonca’da dahil 12 dile çevirilmiş... Hem de Türkçeye çevrilmeden yıllarca önce..
Daha dilimize çevrilmemiş onlarca eser..
İyi ki, Liberal Düşünce Topluluğu var ve iyi ki bu topluluğun başında Atilla Yayla gibi bir bilim adamımız bulunuyor.
Yoksa daha yıllar geçecek ve bizim gençlerimiz yine aşırı sol eserlerin istilasından kurtarılamayacaktı.
Peki sağ kesimin bunca yıl uyuyup kalması sizi hiç şaşırtmıyor mu.. İktisatçı yetiştirmişsiniz; ama Hayek’ten haberi yok.. Hukukçu, sosyolog yetiştirmişsiniz, felsefeci yetiştirmişsiniz, Karl Popper’den haberi yok.. Gafletin bu derecesini nasıl hoş görelim..
Hele bu sağ kesimin edebiyat ve sanat alanında sol yayınlar karşısındaki duyarsızlığına ne demeli..
Türkiye eğer bugün bir kültür, bir sosyal bunalım ve bir ekonomi sefâleti yaşıyorsa bunda bizim sağ kesimin ihmalini görmemek imkansız..
Bütün bu ihmallerden sonra solcu bir başbakanın % 20 bir azınlıkla işbaşında olması kimseyi şaşırtmamalı.. Kaldı ki merkez sağ kesimi az mı başbakan, cumhurbaşkanı yetiştirdi? Yetiştirdi de ne oldu? Fikir, sanat ve edebiyat alanında ne kadar fakir olduğumuzu keşfedebildiler mi.. Solun medya ve yayıncılık alanındaki üstünlüğüne karşı bir tedbir alabildiler mi?
Biz gerçekten zavallı bir toplumuz..
GÖRÜŞ
ODTÜ olayları etrafında yanlışlar
Atilla Yayla
Zaman 28 Aralık 2012
Geçtiğimiz hafta Başbakan Erdoğan'ın Türkiye'nin “Göktürk 2" adlı uydusunun uzaya fırlatılmasını izleme münasebetiyle ODTÜ kampüsü içindeki TÜBİTAK tesisini ziyareti esnasında çıkan olaylar çok dikkat çekti ve çeşitli yorumlara konu yapıldı.
Böylece, yaşananlar ve söylenenler, sık sık karşımıza çıkan yanlış tavır ve yaklaşımları tekrar ve topluca görmemizi sağladı. Bunların bazılarının altını çizelim.
Başbakan'ın yanlışları
Destek verme veya karşı çıkma amacıyla toplantı yapmak ve gösteri düzenlemek, demokrasilerdeki temel hak ve özgürlükler arasında yer alır. Bir kişiye veya olguya destek için gösteri yapmak ne kadar meşru ise karşı çıkmak, protesto etmek için gösteri yapmak da o kadar meşrudur. Bu yüzden, Başbakan'ın Türkiye için önemli bir başarı olduğuna inandığı uydu yerleştirmenin veya bu başarıya imza atan kişilerin protesto edilmesine şaşırması ve bundan rahatsızlık duyması anlamsız. Bazı kimseler uyduyu tamamen gereksiz ve yararsız bulabilir. Başbakan'ın ODTÜ'ye gelişini de istemiyor olabilir. Demokraside bu düşüncelerin dışa vurulmasına izin vermekten, engel olmamaktan başka bir şey yapılamaz. Erdoğan'ın protestocu öğrencilerin davranışlarından ötürü öğretim üyelerini suçlaması da yersiz. Öğretim üyeleri, öğrencilerinin sahibi değil. Sadece, onlara uzmanlık alanlarında bilgi aktarma görev ve yetkisine sahip. Öğrenciler siyasî görüş ve kanaatlerini oluştururken, muhtemelen, ailelerinden, arkadaş gruplarından, içinde bulundukları veya etrafında gezindikleri örgütlerden, hocalarından etkilendiklerinden çok daha fazla etkileniyorlar. Dolayısıyla, geçmişteki örneklerinden bildiğimiz şekilde hocaların ve idarelerin ispatlanmış tahrik ve teşvikleri olmadığı sürece, üniversite öğrencilerinin taşkınlık ve şiddetinden akademisyenler ve üniversite idareleri sorumlu tutulamaz. Başbakan'ın yaptığı gibi toptancı ithamlar, ayrıca, üniversitelerin kendisine yabancılaşmasına yol açabilir.
Polisin yanlışları
Türkiye'de polis, son yıllarda hem entelektüel açıdan hem icraat pratikleri bakımından çok gelişme kaydetti. O kadar ki, buna paralel bir gelişme orduda vuku bulsaydı şimdi çok farklı bir Türkiye'de yaşıyor olabilirdik. Buna rağmen, polisin hatalarının ve eksiklerinin olmadığı söylenemez. Polis her an halkın içindedir, dolayısıyla, hatalarını saklamak için arkasına sığınabileceği, askerlerin on yıllarca kullandığı türden zırhlar bulamaz. Dünyanın her demokrasisinde polis açık ve şiddetli eleştirilere maruz bırakılır. Bu, polisi denetlemenin ve hukukî sınırları içinde tutmanın araçlarındandır. Polis teşkilatı bunun bilinci içinde eksiklerini ve hatalarını gidermeye çalışmalıdır. Orantılı şiddet kullanma en çok gözetilmesi gereken çalışma ilkesidir. Polis toplumsal olaylarda elzem olmadıkça şiddete başvurmamalı, başvurduğunda da muhataplarından hep bir adım geride kalmalıdır. Sahadaki polis memurlarına bu haksızlıkmış gibi görünebilir, ama böyle olması hem demokrasinin gereğidir hem de uzun vadede polisin güvenliğini artırıcıdır. Bu çerçevede polis, taşkın kalabalıklarla abartılı, aşırı şiddet kullanmadan mücadele etmenin tüm demokratik dünyada kullanılan tekniklerini öğrenmeli ve uygulamalıdır. Karşısındakileri düşman gibi görme ve onlara kalıcı zarar vermeyi isteme psikolojisine esir düşmemelidir. Türkiye'de polis sık sık orantılı şiddet ilkesinin dışına çıkabilmektedir. ODTÜ'de de böyle olmuş olabilir.
Medyanın yanlışları
Medya, kötü olayları sever. Bu yüzden birçok iletişim teorisyeni yayın organlarında daha çok kötü şeylerin haber olabileceğini vurgular. Ancak, medyanın kullandığı dil, bazen, çok zararlı bir şekil alabilir. ODTÜ'deki olaylar açısından bakıldığında bu çerçevede tespit edilebilecek birkaç yanlış mevcut. İlk olarak, ODTÜ'deki şiddet içeren protestonun faillerini “ODTÜ öğrencileri" öznesiyle vermek büyük hata. Bildiğim kadarıyla bu okulun 15 bin civarında öğrencisi var, olayda yer alanlar ise ancak yüzlerle ifade edilebilecek çok küçük bir öğrenci grubu. Üstelik bunların epeycesinin diğer okullardan (hatta belki de diğer şehirlerden) “eylem koymaya” gelmiş olması, bu işleri bilenleri şaşırtmaz. İkinci olarak, medyanın polis şiddetini kınarken göstericilerin şiddetini aklar hatta yüceltir tarzda haberler yapması da yanlış. Bu ya ideolojik ortaklığın veya profesyonellikten uzak olmanın sonucu. Maalesef, ODTÜ'nün sol geleneğinde şiddeti kutsayan ve şiddete başvurmayı meşru ve gerekli sayan efsaneler var. Bu olaylarda başı çekenler de bu anlayışı paylaşan öğrenciler. Bu yüzden, profesyonel ve önyargısız her muhabir, bu kafadaki grupların mutlaka şiddete başvurma yolları arayacağını bilir. Göstericilerin özgürlük mücadelesi yaptığına inanmak içinse özgürlük kavramının tarihinden ve içeriğinden gerçekten habersiz olmak gerekir. Radikal sol gruplar üniversitelerde ifade özgürlüğüne büyük darbe indiriyor. Bugün özellikle büyük şehirlerdeki devlet üniversitelerinde küçük sosyalist kümelerin sevmediği fikirlerin ziyaretçi konuşmacılar tarafından açıklanabilmesi ya imkânsız ya da çok riskli hâle geldi. Nitekim, polisin attığı gaz bombası tepesinde patladığı için hastanelik olan, bereket versin ki önemli bir zarar görmeyen, ve de bir MHP milletvekili tarafından hastanede ziyaret edilen Ankara Hukuk öğrencisinin daha önce fakültesinde ülkücüler tarafından yapılmak istenen bir paneli sabote edenler arasında olduğu ortaya çıktı.
Ne yazık ki, medyanın yanlışlarına muhalefet, özellikle de CHP katkı yapıyor. Kılıçdaroğlu, göstericilerin özgürlük mücadelesi verdiğini söyledi. AKP'ye üniversitelerde muhalefet edilmesi CHP'nin hoşuna gidebilir ama yapılanın özgürlük mücadelesi olduğu iddiası gerçeğe ters. Kişilerin ve grupların politik duruşlarının özgürlükle ilişkisini görebilmek için, neye karşı oldukları kadar neye taraftar olduklarına da bakmak gerekir. Gösterici grupların dile getirdikleri talepler ve bunları dayandırdıkları fikrî temeller, bende, sanki özgürlüğü değil “özgürlük” kod adını verdikleri bir kölelik düzenini istedikleri, savundukları izlenimini uyandırıyor. Muhalefet demokrat olmakta samimî ise bu gerçeği de dikkate alması ve ona göre tavır takınması beklenir.
HABER
Atilla Yayla, Yeni Şafak'ta
18 Temmuz 2013
Zaman gazetesinin liberal kalemleri arasında yer alan önemli bir isim Yeni Şafak'la anlaştı
Zaman gazetesinin liberal kimliğe sahip yazarlarından Atilla Yayla Yeni Şafak gazetesiyle anlaştı.
Zaman'daki diğer liberal yazarlardan Şahin Alpay ve İhsan Dağı ile farklı çizgideki yazıları ile dikkat çeken Yayla, Yeni Şafak yönetiminden gelen teklife olumlu yanıt verdi. Geçtiğimiz günlerde Kürşat Bumin'le yolları ayıran Yeni Şafak ise önemli bir kalemi kadrosuna katarak açığı kapatmış oldu.
Atilla Yayla'nın Yeni Şafak'taki ilk yazısı 22 Temmuz Pazartesi günü yayınlanacak. Yayla Yeni Şafak'la haftada üç gün yazmak üzere anlaştı.
Atilla Yayla'nın Yeni Şafak'taki ilk yazısı
Başlarken
Yeni Şafak
22 Temmuz 2013
Benim asıl mesleğim akademisyenlik, üniversite hocalığı. 1984'ten beri bu işi sürdürüyorum. Sırasıyla Ankara, Hacettepe ve Gazi Üniversitesi'nde çalıştım. Belki ileride anlatırım, sistemle çatışmam yüzünden, yardımcı doçentlikten profesörlüğe kadar, akademik yükselmelerim her kademede sıkıntılı oldu. Ruhumuza uygun bir yer olmadığı düşüncesiyle ailece yıllarımızı harcadığımız Ankara'yı terketmeye karar verince 2009 yazında İstanbul'a taşındık. Yeni şehrimizde yeni kurulmuş olan Plato Meslek Yüksekokulu'nda idarecilik görevini üstlendim. 2012 yılı başında İstanbul Ticaret Üniversitesi'ne geçtim. Hâlen aynı yerde Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı olarak görev yapmaktayım. Mesleğimi, iş ortamımı, öğrencilerim ve meslektaşlarımla birlikte olmayı seviyorum. Devamlı yeni bilgiler öğrenmek, üretmek ve bunları genç nesillere aktarmak gerçekten çok zevkli ve benim yapıma gayet uygun. Şimdiye kadar binlerce öğrencim oldu ve hangi kökenden, görüşten ve meşrepten olurlarsa olsunlar hemen hepsiyle güzel hoca - öğrenci ilişkileri yaşadım, yaşıyorum. Dünyaya yeniden gelseydim öğretim üyeliği mesleğini tekrar seçmekte hiç tereddüt etmezdim.
Bununla beraber, hiçbir zaman, toplumdan kendimi tecrit ederek, fildişi kulede yaşayan, insanların yaşadığı problemlerden habersiz bir akademisyen olmadım. Toplumsal meselelere her zaman ilgi gösterdim, gösteriyorum. Bu çerçevede, geride kalan yıllarımda, öğretim üyeliğine ilaveten, iki şey daha yaptım. İlk olarak, entelektüel sivil toplum kuruluşu faaliyetleri yürüttüm. Kurucularından olduğum ve uzun süre yönetim kurulu başkanlığı görevini üstlendiğim Liberal Düşünce Topluluğu'nun yirmi yılı aşan serüveninde toplantı organizasyonlarından yayıncılık faaliyetlerine kadar her alanda daima aktiftim. İkinci olarak, disiplinli akademik çalışmalarla yetinmeyip, popüler yazılar yazdım. Bu doğrultuda ilk ciddî adımı 1980'lerin ortalarında, ilginç bir entelektüel göç yolculuğu yaşamaktayken, bir başka deyişle bir paradigma değişikliği sürecinde ilerlemekteyken, Yeni Forum Dergisi'nde attım. Dergide onbeş günde veya ayda bir yazdığım oldu. LDT'nin kuruluşunun ardından ve medyanın yavaş yavaş çeşitlenmeye başlamasıyla gazetelerin yorum – görüş sayfalarına yöneldim. 1990'ların başlarında Yeni Şafak, Yeni Yüzyıl, Radikal ve Zaman'da, düzenli olmayan aralıklarla, daha sonra bazılarını kitaplarımda derlediğim yazılar kaleme aldım. İlk düzenli yazma işine değerli arkadaşım Ahmet Tükel'in isteğiyle İzmir Ticaret Gazetesi'nde koyuldum. 2005 – 2006'da, bir yıldan fazla, daha çok iktisadî ama teknik olmaktan ziyade politik ekonomiyi ilgilendiren konularda, haftada iki kez yorumlar hazırladım. 2008 son baharında, gönüllü İngiltere sürgününden dönüşümün hemen ardından, Zaman gazetesinden gelen haftada bir düzenli yazma teklifini kabul ettim. Yaklaşık beş yıl boyunca, bir hafta bile aksatmadan, her Cuma, Zaman'da bir yazıyla yer aldım. Şimdi ise daha sık yazmak üzere Yeni Şafak'tayım.
Köşe yazmak insana bir imkân sağladığı gibi sorumluluklar da yüklüyor. Bu yüzden bu ilk yazıda hangi değerlere ve ilkelere bağlı olarak kalem oynatacağımı açıklamak istiyorum. Ben temel insanî değerler olarak hürriyet, adâlet ve barışı benimsiyorum. Bu değerlerin insan onuruna yakışır, özgür, müreffeh ve şiddetin asgariye indirildiği bir bireysel ve toplumsal hayat için şart olduğunu ve pozitif içerik empoze eden değil ortak yaşama kurallarını koruyan yapıları sayesinde toplumsal çeşitliliği azamî ölçüde muhafaza etmemizi sağlayacağını düşünüyorum. Ekonomik model olarak piyasa ekonomisini, siyasî sistem olarak liberal demokrasiyi savunuyorum.
Fikirlerin gücüne inanırım ve doğru olduğunu düşündüğüm fikirleri kuvvetle savunurum, ama yanlış oldukları gösterildiğinde onları terk etmekten çekinmem. F. A. Hayek'in nasihatine uyarak, elimde parçalamak için bir baltayla veya her derde deva diye sunmak için bir merhemle gazete sayfalarında olmayacağım. Yazı hayatımda hiçbir zaman kişilerle ve kişiliklerle uğraşmadım, hep fikirleri ve sistemleri hedef aldım. Burada da böyle yapacağım. P. Salin'in altını dikkatle çizdiği, 'insanlara karşı nazik fakat fikirlere karşı acımasız olma' ilkesine uyacağım. Kişilik haklarına daima saygı göstereceğim.
Tarzıma en uygun mecralardan biri olduğuna inandığım Yeni Şafak'ta okuyucularımla düzenli buluşacak olmaktan mutluluk duyuyorum. 'Hoş geldin' dendiğini duyar gibiyim. Hoş bulduk.
GÖRÜŞ
Kayseri Düşünce Okulu ve Türkiye’de hayat kalitesi
Atilla Yayla
Yeni Şafak 1 Ocak 2015
Bir ülkenin geleceğinin nasıl şekilleneceğinde hangi faktörlerin rol oynayacağı hakkında farklı fikirler var. Marksistler her şeyi, determinist bir tarzda, üretim ilişkilerine atfeder. İnsan toplumları aynen tabiat kanunları gibi işleyen kanunlara bağlıdır ve insan iradesinin toplumların uzun vadede alacağı biçimler ve kazanacağı özellikler üzerinde hiçbir tesiri yoktur. Marksizmin tam zıddında yer alan ve –dinî ve seküler– çeşitli versiyonları bulunan bir yaklaşıma göreyse, dünyaya şekil veren sadece ve sadece soyut düşüncelerdir. İnsanlar, teorik alanda geliştirecekleri üstün projelerle bireylere, toplumlara, ülkelere ve nihayet dünyaya şekil verebilirler.
Sanırım hakikat bu iki aşırı görüş arasında bir yerlerde yatıyor. İnsan toplumlarının tabiat kanunları benzeri kanunlara tâbi olduğuna inanmak zor. İnsan pasif, edilgen bir nesne değil; irade sahibi, tercih yapan bir varlık. Bu yüzden, toplumlar nesneler toplamı gibi bilimsel incelemeye tâbi tutulamaz. Pozitif bilimlerin metotlarını sosyal bilimlere taşıma çabaları her zaman hüsranla sonuçlandı. Maddî şartlar elbette önemlidir ama yerine göre fikirler de çok mühim olabilir. Bir örnek verelim: Mülkiyet müessesesinin anası, insanın yaşama ortamının özellikleridir. Yani mülkiyetin ekosistemi dünyada yatmaktadır. Buna karşılık, mülkiyet fikri bir soyut düşüncedir. Hayvanlar da insanlarla aynı dünyada yaşamasına rağmen mülkiyet kavramını ve kurumunu geliştirememiştir. Demek ki, fikirler, soyut düşünceler insan hayatında etkili olabilmektedir.
Buna karşılık, maddî alanda olup bitenlerin insan toplumlarının hâline ve geleceğine tesir ettiğine kuşku yok. Meselâ, dünya bir kıtlık dünyası olmasaydı ve insanlar varlıklarını sürdürmek için tüketmek zorunda kalmasaydı bugünkü dünya çok farklı bir dünya olurdu. İnsanlar, hangi soyut düşünce ve akıl yürütme yeteneğine sahip olursa olsun, dünyanın tabiatını kökten değiştirme kabiliyetine ve imkânına malik değildir. Bu yüzden, hayatın gerçeklerinden kopuk soyut düşünceler anlamlı ve yararlı neticeler üretmeyecektir.
Türkiye’nin en büyük eksiklerinden biri fikir hayatımızın yeterince canlı ve verimli olmaması. Bir karşılaştırmayla durumu açıklayayım. Türkiye son 12 yılda ekonomik olarak neredeyse ikiye katlandı. GSYİH’sı 300 milyar dolardan kopup 1 trilyon dolara doğru yaklaştı. Peki, fikir ve düşünce hayatımızda da hatırı sayılır bir gelişme oldu mu? Bunu sorarken, ekonomik büyümeye paralel bir fikir ve düşünce hayatı gelişmesi aradığımı kastetmiyorum, sorduğum hatırı sayılır bir canlanma olup olmadığı. Ne yazık ki bu soruya müspet cevap vermek zor.
Neden? Birçok sebebi olmalı bunun. Biri, tüm toplumun ve bu arada ekonomide parlak işlere imza atan müteşebbislerin fikirlerin önemini kavramaya yatkın olmaması. Pratikten gelen kimseler olarak entelektüel faaliyetleri diğer yatırımlar gibi sonuçları somut biçimde görülebilen ve ölçülebilen bir yatırım saymaması. Bu yüzden de ekonomik girişime ve hayırseverliğe önemli kaynaklar ayırırken entelektüel faaliyetlere kaynak ayırmaya yanaşmaması hatta bunu israf olarak görmesi.
Anadolu’da eskiden daha canlı bir fikir ve kültür hayatına sahip olan yerler bile on yıllardır entelektüel sessizliğe gömülmüş durumda. Anadolu’da ekonomi kaplanları var ama entelektüel faaliyet kaplanları pek çıkmıyor. Bu talihsiz durumun değişmesi yolunda bir işaret belirdi. Kayseri’de Ticaret Odası Başkan Yardımcısı Ferhat Akmermer ve arkadaşlarının öncülüğünde kurulan Kayseri Düşünce Okulu (KDO) ekonomik bakımdan muazzam gelişmeler kaydeden Kayseri’de entelektüel hayatı, düşünce faaliyetlerini canlandırmak üzere yola çıktı.
KDO önemli bir araştırma yaptırdı. Konu, Türkiye’de illerdeki hayat kalitesi... Bu tür araştırmalar Türkiye’de 50 dünyada ise 25 yıllık bir tarihe sahip. KDO’nun araştırmasını Mimar Sinan Üniversitesi öğretim üyesi, Prof. Dr. Gülay Başarır yürüttü. Araştırmada, ölçülmesi ve karşılaştırılması zor olduğu için öznel ölçütlerden uzak kalındı, nesnel ölçütler kullanıldı. Bunlar: Bebek ölüm oranı, ilköğretimde okul başına öğrenci sayısı, lisede okul başına öğrenci sayısı, sinema sayısı, hastahane yatağı sayısı, havadaki kirlilik miktarı, okur yazar oranı, işsizlik oranı, hane halkı büyüklüğü, ortalama yağış, ortalama sıcaklık, GSYİH payı, hekim sayısı, suç sayısı, cinayet sayısı, motorlu taşıt sayısı, kentleşme oranı, net göç, ithalat, ihracat, istihdam oranı, üniversite öğrenci sayısı, mühendis teknisyen sayısı.
Bu ölçütlerin kullanıldığı araştırmaya göre, ilk beşe giren şehirler İstanbul, Ankara, İzmir, Kocaeli, Bursa ve Antalya. Buralar aynı zamanda nüfusun en yoğun olduğu yerler. Dolayısıyla, şehrin büyüklüğü ile hayat kalitesi arasında aşikâr bir ilişki var. Bu gayet normal. Tarih boyunca büyüyen şehirler her zaman daha fazla çekim alanı ve imkân yaratmıştır. Kayseri ise 81 il arasında 10. sırada yer almakta. Bazı şehirlerde, hayat kalitesi, ne yazık ki, negatif puanlar alacak kadar kötü.
Bu araştırmanın bulguları kadar yapılma yeri de önemli. Kayseri bu tür araştırmalara kaynaklık edecek çapa ve güce sahip. Kayseri’yi başka iller de takip etse ne iyi olur. Kayseri Düşünce Okulu kurucularını tebrik ediyorum. Düşünce faaliyetlerinde istikrar ve sabrın başarının anahtarı olduğunu bilmeliler ve uzun bir yolculuğa hazırlanmalılar. Tüm Türkiye’de ses getiren bir fikir ve düşünce kuruluşu olmalarının önünde hiçbir engel yok.
|
Siz de biyografi.net'te yer alabilirsiniz "
İyi ki, biyografi.net var!" |
|