|
Dücane Cündioğlu
( 1962)
yazar, düşünür
1962 yılında İstanbul Üsküdar'da doğdu. 2 Nisan 1980 tarihinde başladığı yazı hayatına çeşitli dergi ve gazetelerde makaleler yazarak devam etti. 1981 yılında Kur’an ilimlerini temel uğraş alanı olarak seçti. Yorumbilim'in (İlm-i Tefsir) yanı sıra uzun yıllar Tarih, Dilbilim (İlm-i Belâğat), Düşüncebilim (İlm-i Mantık) ve Felsefe dersleri verdi. Şubat 1998’ten 2011'e kadar Yeni Şafak gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. 5 Şubat 2011 tarihinde 'Son Günah' adlı son yazısı ile gazetedeki yazılarına son verdi. 1993 yılında Elmalılı Hamdi Yazır’ın 'Hak Dini Kur’an Dili: Kur’ân ve Meâlini' hazırlayıp notlandırdı.
ESERLERİ:
Yazarın 1995 yılından itibaren yayınlanan eserleri şunlardır:
Başörtü Risalesi (1995)
Kur’anı Anlamanın Anlamı (1995)
Anlamın Buharlaşması ve Kur'an (1996)
Sözün Özü: Kelâm-ı İlâhî’nin Tabiatına Dâir (1996)
Sözlü Kültürden Yazılı Kültüre: Anlamın Tarihi (1997)
Türkçe Kur’an ve Cumhuriyet İdeolojisi (1998)
Kur’an, Dil ve Siyaset Üzerine Söyleşiler (1998)
Kur’an ve Dile Dâir (2005)
Tarih ve Siyasete Dâir (2005)
Kur’an Çevirilerinin Dünyası (1999)
Bir Siyasî Proje Olarak Türkçe İbadet (1999)
Hakikat ve Hurafe (1999)
Bir Kur’an Şâiri: Mehmed Âkif ve Kur’an Meâli (2000)
Cenâb-ı Aşka Dâir (2004)
PhiloSopiaLoren (2004)
Arasokakların Tarihi: Hatıralar ve Hatıratlar (2004)
Keşf-i Kadim: İmam Gazâlî’ye Dâir (2004)
Felsefe’nin Türkçesi: Cumhuriyet-Felsefe-Eleştiri (2004)
Düşünce Düşlenir (2005)
Âkif’e Dâir (2005)
Mehmed Âkif’in Kur’an Tercümeleri (2005)
Meşrûtiyet’ten Cumhuriyet’e Din ve Siyaset (2005)
Cemil Meriç: Bir Mabed Bekçisi/İşçisi/Savaşçısı (2006-2006-2007)
Daire'ye Dair (2007)
Göz İzi (2007)
Hz İnsan (2009)
Ölümün Dört Rengi (2009)
GÖRÜŞ
Dücane Cündioğlu'ndan 15 Temmuz manifestosu
Hürriyet 6 Ağustos 2016
15 Temmuz’da gerçekleşen oligarşik darbenin düzenleyicileri, her olasılığı tüm ayrıntılarına değin hesaplamış olsalar dahi, büyük bir gafletle hesap dışı bıraktıkları tek hakikattir ‘Türkiye’nin ruhu’. Attıkları her bombaya, sıktıkları her kurşuna göğsünü siper eden de, kaldırdıkları F-16’lara kendi tarlalarını kendi elleriyle ateşe vererek direnen de bu ruhtu.
Bir siyasal ortaklık biçimi olarak Cumhuriyet, asla belirli bir toprak parçası üzerinde hasbelkader yaşayan insan kütlelerinin toplamından ibaret, doğal bir şekilleniş değildir. Aksine Cumhuriyet;
o toprak parçasının tamamını bir yurt,
o yurt üzerinde yaşayan nüfusun tümünü birer eşit ve özgür yurttaş,
o yurttaşların her birini kendi yurtlarında, kendi geleceklerini, yine kendilerince belirlemeye ahdetmiş gerçek özneler haline dönüştürmeyi amaçlayan bir ortak iradenin adıdır.
Bu yüzden ne köksüz, tanımsız, sıradan bir başlangıç ne de bitmiş, tamamlanmış, rastlantısal bir sonuçtur. Aksine Cumhuriyet; özü gereği gelişme arzusu taşıyan, dirimli bir süreç, yönünü geleceğe çevirmiş, bilinçli bir ilerleyiş, yaşamı daha iyi bir yaşama dönüştürme yolunda kesintisiz bir yürüyüştür. Ne ki tüm yalpalamalarına karşın amaçsız bir yolculuk, sıradan bir gezinti, bilinçsizce bir sağa sola savruluş değil, aksine kararlı bir yürüyüştür. Kuşaklar boyu sürecek, düşe kalka bir yürüyüş... Öyle ki tarihsel olarak tek başına bir lider veya soyun yetenek ve öngörülerine, sırf ayrıcalıklı bir zümre, sınıf veya kurumun öznel becerilerine, sadece kendine özgü zenginlikleriyle ayrışmış bir bölgenin nispi kazanımlarına hasredilemeyecek denli
kolektif bir yürüyüş...
DAİMA ÖZGÜR VE EŞİT BİR HALK
Dücane Cündioğlu'ndan 15 Temmuz manifestosu
Bu aşamayı; Tanzimat’tan, I. ve hatta II. Meşrutiyet’ten ayıran en belirgin ve üstün vasfı onun asıl bu yanında aranmalıdır: Cumhuriyet, kelimenin tam anlamıyla cumhurun, yani tümüyle bir halkın kendi yazgısını yine kendisinin belirleme konusundaki kararlılığının ifadesidir.
***
Cumhuriyet’i var eden ve yaşatan ortak irade, sanılmasın ki sadece bu iradeyi taşıyan maddi koşulların, sözgelimi nüfus ve toprağın, buğday ve arpanın, demir ve çimentonun, sanayi ve ticaretin, tank ve tüfeğin ürünüdür. Asla! Bu ortak irade; bu halkın en özsel yeteneğinin, yani bizzat kendi ruhunun eseridir. Ortak iradenin ete kemiğe bürünmesi anlamında Cumhuriyet böylesi bir ruhun, evet, doğrudan Türkiye’nin ruhunun tecellisidir. Bir tecelli ki tarih boyunca asla sadece yaşamda kalma ve yaşamı sürdürme gibi ilkel güdülerini doyurmakla sınırlı kalmamış, daima daha özgür ve eşit bir halk, daha bağımsız bir devlet, daha adil bir yönetim, daha onurlu bir yaşam talep etme hakkından asla vazgeçmemiştir. Nitekim ‘Gençliğe Hitabe’ gibi 1927 tarihli kısacık bir metinde bile istiklal ve cumhuriyet sözcükleri dörder kez ve her kullanımlarında yan yana geçerler. Bu yan yanalık, sadece Cumhuriyet’in temelinde halkın istiklal talebinin yer aldığını imlemekle kalmaz, ikisinin birbirinden ayrı düşünülemeyeceğinin tarihsel kanıtını da teşkil eder.
***
Türkiye Cumhuriyeti’nin, kuruluşunun üzerinden çeyrek yüzyıl bile geçmeden yapılan ilk seçimle bir demokratik cumhuriyet haline dönüşmesi ve bu iki sözcüğün bundan böyle birbirinden ayrı düşünülemeyecek en asli nitelikler olarak siyasal alanı belirlemesi kesinlikle bir rastlantı eseri olmayıp tüm farklılıklarıyla sivil toplumun kendi ortak yaşam idealini gerçekleştirme azminin doğal sonucudur. Çünkü son tahlilde özgürce yaşama liyakatini kanıtlamış her halk kendi ruhunun yüceliklerine boyun eğer ve asla kendi iradesinin gereğini yapmaktan kaçınamaz, dolayısıyla bu halkın özgürlük ve bağımsızlığını bir armağandan, bir ihsandan çok bir hak olarak görmesi kimseyi şaşırtmamalıdır. Bu yüzdendir ki “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl” dizesi, şairane bir temenninin veya öylesine dile gelmiş bir hüsn-ü kuruntunun ya da yaşanmış onca felakete karşın umut vâdeden gelişigüzel bir dileğin değil, tarihen kanıtlanmış bir hakikatin
en sahici ifadesidir.
ZAMAN, BAKIŞIMIZI HALKA YÖNELTME ZAMANI
Dücane Cündioğlu'ndan 15 Temmuz manifestosu
Bizi aldatmak isteyen sivil veya askeri oligarşi heveslileri, bizi yine bizim ortak değerlerimizle aldatmak zorunda olduklarını gayet iyi bilirler. Nitekim kendi olanakları ölçüsünce yüzünü daha eşit ve daha özgür bir yaşama çevirmiş olan halkın bu yürüyüşü zaman zaman kimi müdahalelerle durdurulmak ve siyasal alanın sınırları namlunun talep ve korkularınca belirlenmek istendiğinde, bu teşebbüslere ‘Cumhuriyet’i koruma ve kollama’ gerekçesiyle meşruiyet kazandırılmaya çalışılmış ve demokrasiye kasteden her çete, Türkiye’nin ruhunu, her defasında ancak yine onun kendi özlemleri üzerinden ikna etmek zorunda kalmıştır. Ancak yine de her darbeden, her baskıdan, her tasalluttan sonra, daha ilk seçimde, bakışını daima ileriye çeviren halkın iradesi bu ruhun tecellisine aracılık etmekten geri durmamış ve asla Cumhuriyet’in ortak kazanımlarını feda etmeye yanaşmamıştır.
***
Varoluş mücadelesinin olduğu her yerde ‘ya-ya da’ kipini kullanmak bir zorunluluk halini alır. Öyle bir an gelir ki insan, önünde “Ya istiklal ya ölüm” demekten başka çıkar yol bulamaz. Ölüm ister istemez seçilmesi gereken bir yola dönüşür ve doğal olarak halk istiklalini kaybetmektense ölümü tercih eder. Çünkü bilir ki kölelik, yani halkın kendi iradesini ayrıcalıklı bir zümrenin veya grubun eline teslim etmesi, gerçekte ölümden de beter biçimde yaşamanın adıdır. Hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki yaşamanın ‘haysiyetlice yaşamak’ anlamına geldiği yerdir burası. Köleci ve kölece bir yaşamı seçenler, bu yüzden sadece istiklallerini değil, haysiyetlerini de kaybederler.
***
O halde şimdi zaman, bakışımızı halkın temsilcilerinden, liderlerinden çok bizatihi kendisine yöneltme zamanı. Siyasal önderliği önemsemediğimiz veya küçümsediğimiz için değil, halkın asaletine gösterilecek özenin kendisi bizi bu yola davet ettiği için.
Hiçbir parça, parçası olduğu bütüne galebe çalamaz. Hiçbir uçak, hiçbir tank, hiçbir tüfek onları ellerine veren halkı ‘canevi’nden vuramaz, onun ‘vicdanevi’ne ateş edemez. Vurursa, ederse, temsilcilerinden önce halkı karşısında bulur, bulmuştur da!
NEDİR KATILIMCI DEMOKRASİ?
Dücane Cündioğlu'ndan 15 Temmuz manifestosu
15 Temmuz gecesi gerçekleşen oligarşik darbenin düzenleyicileri, her olasılığı tüm ayrıntılarına değin hesaplamış olsalar dahi, büyük bir gafletle hesap dışı bıraktıkları tek hakikattir ‘Türkiye’nin ruhu’. Onları asıl durduran başlıca engel de, attıkları her bombaya, sıktıkları her kurşuna göğsünü siper eden de, kaldırdıkları F-16’lara kendi tarlalarını kendi elleriyle ateşe vererek direnen de esasen bu ruhtu: Türkiye’nin ruhu. Lakin bu sefer bedeniyle birleşmiş bir ruh!
Bedeniyle, yani halkıyla...
***
Bu gafletin belleklerimizden silinmemesi gereken en başat simgesi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bombalanmasıdır. Çünkü orası eşitlik ve özgürlük içinde yaşamak isteyen bu halkın kendi iradesinin en mukaddes tecelligâhıdır. Halkın sadece temsilcilerinin değil, bizzat kendi kalbinin de attığı yerdir ve bombalanması bir rastlantının değil, bu ülkenin geleceğine yönelik bir kasd-ı mahsusun eseridir. Orada sadece taştan duvardan bir bina değil, aksine bu ülkenin asırlarca kanından, canından, alın terinden, inancından inşa ettiği koca bir ‘vicdanevi’ bombalanmıştır.
***
O halde düşünmenin tam sırası: Şu adına katılımcı demokrasi denilen şey de nedir? Seçimden seçime sandığa oy atmak mı, yoksa bir hülya, bir ütopya mı veya ‘kılı kırk yarıcı’ kuramcıların reel-politikte karşılığı olmayan o bildik kavramsallaştırmalarından biri mi? Sahiden nedir katılımcı
demokrasi?
GERİ DÖNÜŞÜ OLMAYAN TARİHSEL AŞAMA
Özellikle 15 Temmuz’dan itibaren bu ülke halkının artık ne kitaplardan öğrenmesi gereken bir kavramdır katılımcı demokrasi ne de sonu gelmez tartışmalara dalmış akademisyenlerin hayallerini süsleyen ütopik bir imge... Aksine, bundan böyle hakikatini her birimizin şahsen ve bizzat idrak ettiği, hatta “İşte budur” diye somut olarak tanıklık edebileceğimiz denli açıkseçik bir sahici olgudur. Katılımcı demokrasi, başkalarının zorlamasıyla veya önerisiyle bu halkın isteksizce boyun eğdiği, ne idüğü bilinmez bir kurum veya kavram değil, aksine, Türkiye’nin ruhunun bize kazandırdığı, geri dönüşü olmayan bir tarihsel aşamadır. Evet, ortak iradenin bu ülkede eşit ve özgür olarak yaşamayı hayal eden sivil toplum aracılığıyla tahakkuk ettirdiği emsalsiz bir aşama... ‘Cumhuriyet’i koruma ve kollama’nın ‘demokrasiyi koruma ve kollama’ anlamına dönüşmekle kalmayıp asıl şimdi halkın bilincinde gerçek değerini kazandığı bir aşama...
***
Ne ki savaşın amacı; savaş değil, barıştır. Yaşamın amacıysa salt yaşam değil, daha iyi, daha onurlu, daha erdemli bir yaşamdır. Hangi ırktan, hangi sınıftan, hangi cinsten, hangi din ve mezhepten olursa olsun, ülkenin tüm yurttaşlarının kendilerini daha eşit ve daha özgür hissedecekleri bir yaşam. Kısacası Türkiye’nin ruhuna yakışır bir yaşam.
Hiçbir halk, ruhsal değerlerini salt maddi koşullarından üretmeyi başaramaz. Hiçbir zümre kendine özgü simgeleri sırf tek yanlı dayatmalarla yurttaşların geneline şamil kılamaz. Yine hiçbir halk, insanın özüne saygı duymayan, insanca farklılıkları hiçe sayan, sezgileriyle aradığı o yasaların yasasını, adaleti gözetmeyen kimi öznel heveslerin, kendi iradesiyle akdettiği ‘toplumsal sözleşme’yi çiğnemesine izin veremez.
MEHTER MARŞI İLE ONUNCU YIL MARŞI PEŞİ SIRA
Aydınların ve siyasetçilerin her zaman olduğu gibi halktan öğreneceği çok şey var: Her ne pahasına olursa olsun karşılıklı konuşmanın, uzlaşmanın tüm yollarını sonuna değin zorlamak. Nitekim her akşam Türkiye’nin her yerinde demokrasi nöbeti tutmak için bir araya gelen, sivil toplumun tüm sahte zıtlıkları bir yana bırakarak Mehter Marşı ile Onuncu Yıl Marşı’nı peşi sıra çalma aşamasına gelmesi bile, kendi arasına sokulmuş sözde karşıtlıklar üzerinde beliren yeni bir uzlaşma arzusunun ifadesi değil de nedir? Keza daha düne kadar çatışma dilini terk etmeye yanaşmayan partilerin hep birlikte demokrasiyi güçlendirmek amacıyla düzenledikleri ortak mitingler üzerinden dalga dalga tüm ülke sathına yayılan olumlu havanın, barış içinde daha eşit, daha özgür, daha erdemli bir yaşam umudunu beslediğinde hiçbir kuşku yok. Yeni bir anayasa yapmak yükümlülüğüyle karşı karşıya olan bu ülkenin, öncelikle böylesi bir uzlaşma zeminini eşsiz bir kazanç sayarak hareket etmesi, henüz yetersiz de olsa bu gelişmeleri içbarışın tesisi bakımından kaçırılmaması gereken büyük bir fırsat olarak değerlendirmesi gerekir. Çünkü zaman, ne mutlu ki bize, artık demokrasiyi kurmak değil, sağlıklı biçimde toprağımızda yerleştirmek zamanı.
***
Düşünmenin; özü gereği, en temel, en aşkın, en evrensel ilkelere yönelmek olduğunu bilen ve bu ülkenin geleceğine içtenlikle inanan her namuslu aydın, hiç tereddüt etmeksizin cemaatlerin değil, cemiyetin, hükümetlerin değil, devletin, cemiyet ve devlet karşısındaysa bireyin, yani daima insanın yanında yer almayı bilmelidir çünkü ülkenin içinden geçtiği bu zor günlerde hiçbir ayrım yapmaksızın evrensel değerlere sahip çıkmak, aynı zamanda Türkiye’nin ruhuna sahip çıkmaktır.
GÖNLÜMÜZÜN GENİŞLİĞİNİ AÇMA ZAMANI
Bu halk esarete yeteneksiz olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır.
O halde şimdi artık konuşma zamanı! Sesimiz kısılana değin, korkmadan, çekinmeden, tüm özlemlerimizi, tüm umutlarımızı sanki onları hemen yarın gerçekleştirebilirmişçesine tüm yüreğimizle tartışma zamanı. Birbirimize pazularımızın gücünü göstermekten çok gönlümüzün genişliğini açma zamanı. Bizi bir arada tutan en temel özelliklerimizin benzer yanlarımız kadar farklılıklarımız olduğunu da unutmadan sonsuza değin birbirimizle konuşmak ve birbirimize inanmak zamanı.
***
‘Olması gereken’ hakkında konuşmak, ‘olan’dan gaflet etmek anlamına gelmez. Olan olur çünkü, hem de daima olur. Fakat unutulmamalı ki bizler en insani yanımızı, ‘olan’ın o soğuk ve katı gerçekliğinden dem vurmayı marifet bilmekle değil, ‘olması gereken’in o kırılgan ve naif hayalini yüreğimizde diri tutmakla hissederiz, insana inanmakla, umut ve özlemlerimizden vazgeçmemekle...
İnanmak; güvenmek demek, insana, insanımıza.
Güvenmek; insana özgü üst
değerler söz konusu olduğunda hayal kırıklığına uğramaktan korkmamak demek.
Korkmamaksa; bilincimizi, hiçbir hakikatin onu incitemeyeceği şekilde eğitmeyi sürdürmek, insana öncelikle ‘Hz. İnsan’ olarak hürmet etmek
demek. İstiklal Marşımız niçin “Korkma!” diye başlıyor sanıyorsun ey talip, işte bundan.
***
O halde sen, sen ol da insana, yaşama, geleceğe güvenmekten korkma. Ve hiç tereddüt etmeden yürümeye devam et, yol insanı terbiye eder
çünkü.
Şimdi, salt yaşamak, yaşamda kalmak değil, daha iyi yaşamak zamanı!
HABER
Cündioğlu: 20 yıl sonra bir daha insanlar İslam, din, sakallı, cübbeli falan görmek istemeyecekler!
17 OCAK 2019
Eski Yeni Şafak yazarından çok konuşulacak sözler...
Felsefeci - Yazar Dücane Cündioğlu, “Batının her zaman barbarlara ihtiyacı olduğunu ve son dönem barbarları olarak Müslümanları seçtiklerini” söyledi.
Eski Yeni Şafak yazarı Cündioğlu, en önemli tezinin bu olduğunu söyleyerek yaptığı konuşmasında, “İslam dünyasını barbarize ederek bütün operasyonları meşru kıldığını El – Kaide, Boko Haram, Işid, bu arada Kaddafi, Saddam şu anda Türkiye’yi de aynı yere sokmaya çalışıyorlar. Maşallah biz de elimizden geleni yapıyoruz” diyerek aynı politikanın 20. Yüzyılın başında Osmanlı Devletini parçalarken de kullanıldığını ve bunun adını İslam dünyasının, “İslami Uyanış” koyduğunu belirtti. Bu durumum Meşrutiyet metinlerinde rastlanabileceğin de altını çizdi.
Bugünlerde olanların da adına “Arap Baharı” dendiğini aktaran Cündioğlu, “İslam dünyasının ideolojik olarak dindarlaşması isteniyor. Bu kadar imam hatibin açılması, kızlarımızın 10 yıl içerisinde başörtü takmaları, bir anda her tarafta dinin konuşulması toplumun kendi doğal dinamiklerinin ürünü değil” sözleriyle tezine açıklık getirdi.
Ayrıca, 28 Şubat’ın da bu dindarlaşmayı hızlandırmak için yapıldığını savunan Cündioğlu, 28 Şubat’ın dindarlığa karşı olmadığını da sözlerine ekledi.
“Bugün hala dindarların elindeki en büyük gerekçe mağduriyettir, mağduriyeti arttırarak İslam dünyası barbarlaştırılıyor. Kudüs hamlesinin bir barbarlaştırma hamlesi olduğunu belli değil mi, mesela bir tane daha yapın Kâbe’nin oraya bir bomba atın, yine hemen yamyamlar çıkar. Terörize etmek kolay. Ben bunun toprağın kendi eğilimi değil, planlı olarak dindarlaştığımızı düşünüyorum. İsterseniz dindarlaştırma demeyelim, İslamlaştırma diyelim, dindarlaştırma politik bir kavram değil” diyen Cündioğlu, sözlerine şöyle devam etti:
“İslamlaştırma hep istihbarat örgütleri aracılığıyla yapılır ve bugün düşünün dindar bu halkın şehirli dindarları bile din denilince ne yapacağını bilemiyor. Her tarafa cami yapıyorlar, her tarafa minareleri dikiyorlar. 20 yıl sonra bir daha insanlar İslam, din, sakallı, cübbeli falan görmek istemeyecekler. İnşallah maşallah diyerek her türlü telbisat yapılabiliyor. Yeter ki inşallah, maşallah formülünü kullan. Bunların hiçbiri sosyal kurumlar değil ki, hepsi politik kurumlar, hepsi manipüle edilebilir kurumlar. Ortadoğu’nun sömürülebilmesi için barbarlaşması gerekiyor ve İslam uygarlığın dışında barbar bir zemindir diye tanımlayıp ona göre işlem yapıyorlar.”
Avrupa'nın birçok şehrine gittiğini söyleyen Cündioğlu, oradaki zavallı zenci, ayakçılar bile bize acıyor. Nasıl yaşıyorsunuz orada sözleriyle de Avrupa Ülkelerinde karşılaştığı durumu anlattı.
|
Siz de biyografi.net'te yer alabilirsiniz "
İyi ki, biyografi.net var!" |
|