|
|
|
Etyen Mahçupyan
( 1950)
gazeteci, yazar
1950 yılında İstanbul'da doğdu. Robert Kolej'i 1968'de, Boğaziçi Üniersitesi Kimya Mühendisliği'ni 1972'de bitirdi. Boğaziçi Üniversitesi'nde ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat Bölümü'nde master yaptı. 1977-1980 yılları arasında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde asistanlık yaptı. 1980 sonrası ticaret uğraştı. Bu arada çeşitli kitaplar ve makaleler yazdı. 1996'da Radikal Gazetesi'nin köşe yazarlığına başladı. 2001 yılından bu yana da Zaman gazetesinde yazıyor.
ESERLERİ:
İdeolojiler ve Modernite
Osmanlı'dan Postmoderniteye
Türkiye'de Merkeziyetçilik: Devlet ve Din
Radikal yazıları 1
Radikal yazıları 2
Radikal Yazıları 3-Yönetemeyen Cumhuriyet
GÖRÜŞ
Mağduriyet ikilemi
Etyen Mahçupyan
Zaman 27 Temmuz 2011
Türkiye'deki aydın kesim ile PKK arasında bu türden bir 'hoşgörü' ilişkisi vardır.
Bir tarafın diğerine haksızlık yaptığı, onu baskı altına alarak özgürlüğünü engellediği bir ilişki varsayalım. Ardından baskıyı yapanla mağdurun aynı suçtan yargılandıklarını düşünelim. Oğlunu döven bir babayla çocuğunun birlikte cinayet işlemesi gibi...
Adaletin 'gözü kapalı' terazisi birçoğumuzu rahatsız edecek, burada vicdana da söz düştüğünü söylememize neden olacaktır. Çünkü adalet, suçu failden ayırır. Hafifletici nedenler arar ama bunun suçla ilişkili olduğuna da kanıt ister. Diğer bir deyişle sırf babadan dayak yemek, eğer bu dayak cinayete zorlama veya teşvik etme işlevi görmüyorsa, hafifletici bir neden olmaz. Hele çocuğun da cinayeti serinkanlı bir biçimde gerçekleştirdiğine dair bir kanı oluşursa, baba karşısındaki mağduriyetin yargı açısından hiçbir anlam ve önemi kalmaz.
Ama bu sonuç her şeye rağmen vicdanları tatmin etmekte zorlanır. En azından kendinizi yargı kararının doğruluğuna ikna etmek zorunda hissedersiniz. Çünkü vicdani bakış yaşanmışlığı bir kenara koyamaz... Mağdura daha anlayışla, hoşgörüyle bakar. Onun düştüğü durum nedeniyle oluşan ruh halini 'anlar'. Dolayısıyla da mağdurun tercih ve davranışlarının ima ettiği zaafları görmezden gelir. Hatta mağdurun zihniyetini bile kaçınılmaz bir sonuçmuş gibi ele alarak, onun bakışına dolaylı destek verir...
Örneğin Türkiye'deki aydın kesim ile PKK arasında bu türden bir 'hoşgörü' ilişkisi vardır. Şiddet tasvip edilmez ama PKK'nın şiddeti ya 'anlaşılır' bulunur ya da asıl muhatabın PKK olmadığı söylenerek yapılan şiddet siyaset dışı kılınır. Oysa şiddet daima bir tercihtir ve arkasında da o tercihi meşru kılan bir zihniyet bulunur. Türkiye'de devletin ve sessiz çoğunluğun da şiddete eğilimli olduğunu, ideolojik desteği bulduğunda şiddeti onayladığını biliyoruz. Nitekim Kürtlere yönelik geçmişteki devlet tutumunun içerdiği şiddet, PKK'nın yaptığını fazlasıyla aşıyor. Çünkü devlet bunu sistematik bir biçimde hapishanelerde kendi gözetimi ve sorumluluğu altındaki insanlara uyguladı. Yetmedi, doğrudan masum ve sıradan insanlara karşı kullandı. Dolayısıyla bugün PKK'nın şiddetine karşı çıkarken ölçüt günümüzün çözüm olanakları ve zihniyeti olmalı. Şiddet mukayesesine girişmenin devleti mağdur kılmayacağını bilmekte yarar var... Öte yandan PKK'dan beklenen zihni açılımı devletten ve özellikle İslami toplumdan beklemek de fazla şaşırtıcı olmamalı. Bunun siyasi dile tercümesi, 'mağdur edebiyatının' her iki tarafça da artık terk edilmesi gerektiğidir...
Çünkü mağduriyet, yanlışı sürdürmek açısından son derece avantajlı bir pozisyon. Vicdani bakışın işin içine girmesiyle birlikte mağduriyet işlevsel bir siyasete kolayca dönüşebiliyor. Diğer bir deyişle, salt mağduriyete işaret ederek ve böylece karşı tarafı 'sorumlu' kılarak, kendinize sorumsuz bir siyaset yolu açabiliyorsunuz. Böylece mağduriyet, yanlış siyasetin meşruiyet zemini olarak kullanılıyor ve mağduriyet dilini pekiştirme eğilimini besliyor. Nitekim Kürt meselesinde gelinen noktada her iki taraf da hem efelenmekten geri kalmıyor hem de işin 'özünde' mağdur olduğunu söylüyor. Sanki bu sayede efelenmek makbul siyaset olarak görülebilirmiş gibi...
Öte yandan söz konusu simetride vicdanları harekete geçiren bir yön var, çünkü vicdani bir bakışla ele alındığında, ortada bir simetri olmadığını biliyoruz. PKK tarafından öldürülen askerler her ne kadar bir tür mağduriyet duygusu yaratsa da, herkes esas mağduriyetin karşı tarafça yaşanmış olduğunun farkında. Mesele Kürtlerin artık 'o kadar' mağdur olmadıkları, dolayısıyla da mağduriyetin ardına saklanarak şiddet siyaseti yürütmesinin 'bugün' gayrimeşru olup olmadığı noktasında düğümleniyor. Yanıt ise yaşanan dönemin zihni hegemonyasına bağlı... Ve bugünün dünyasında siyaset, geçmiş mağduriyete dayandırılan bir bilek güreşini değil, çözüm olanaklarının bir konuşma kültürü içinde kullanılmasını makbul ve meşru buluyor. Dolayısıyla da Kürt siyaseti, tam da haklı taleplerinin vicdanen teslim edildiği noktada, hak arayışı mücadelesini kaybetme noktasına sürükleniyor. Pusu kurarak, şantaj yaparak, özerklik ilan ederek yürütülen siyasetin sonucu, Kürt siyasetinin henüz konuşmayı beceremeyecek bir noktada olduğu kanısının tüm dünyada tescilidir.
Tarihten ders almak mümkünse, Kürt siyasetinin şunu görmesinde yarar var: Meşruiyetini mağduriyete dayandıran siyasetin doğal sınırları vardır. Mağduriyet ancak siyaset 'öncesi' durumlarda bir kaldıraç işlevi görür ve belki birçok vicdanda şiddeti bile normalleştirebilir. Ama elinize siyaset, yani konuşma imkânı geçmişse ve taleplerinizi bu yolla elde etme şansınız varsa, artık şiddeti ve onu manen besleyen mağduriyet algısını aşmanız gerekir. Aksi halde mağduriyet siyaseti sizi gelecekte de mağdur durumda bırakacak yeni durumları tetikler ve üstelik kimse de dönüp gözünüzdeki yaşa bakmaz.
SÖYLEŞİ
AK Parti Türkiye'nin geleceğine sahip çıktı
MURAT AKSOY
Yeni Şafak 20.02.2012
MİT krizi, darbe girişimidir
Yazar Etyen Mahçupyan, "MİT krizi daha önce darbelerle deviremedikleri AK Parti iktidarına ortak olma girişimidir ve yarı darbedir. Kriz karşısında hükümetin attığı adımlar, sadece kendi siyasi geçmişine değil, Türkiye'nin demokratik geleceğine de sahip çıkması açısından çok önemlidir" dedi.
MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve 4 kişinin "şüpheli" sıfatı ile savcılığa davet edilmesi Türkiye için dönüm noktası oldu. Bu çağrı şimdiden "yarı darbe" olarak kayıtlara geçmeye aday görünüyor. Peki neden Hakan Fidan ve Emre Taner? Hedef neydi? Bu hafta Söyleşi-Yorum'da bu konuyu Etyen Mahçupyan ile konuştuk. Hrant Davası konusunda yazdığı iki eleştiri yazısı ile çokça tartışılan Mahçupyan, MİT krizini, daha önce seçimle, darbe ile yenemedikleri AK Parti'yi bürokrasi üzerinden iktidarı ortaklığına zorlama girişimi olduğunu söyledi. Uludere'nin bunun bir işareti olduğunu da söyleyen Mahçupyan, AK Parti-Cemaat gerilimi konusunda ise "Cemaat sessiz kaldıkça şüphe artacaktır. Cemaatin artık siyasi sorumluluğunun farkına varması, bazı sözcüleri üzerinden şeffaflaşması gerekir" dedi.
Türkiye MİT krizini konuşmaya devam ediyor. Siz nasıl bakıyorsunuz?
Kriz görünürde hukuki bir olay olarak görünüyor. Ama bence siyasi yönü daha önemli. Çünkü sonuçları siyasi. Hukuk burada bir araç. MİT'in KCK ve diğer yasadışı örgütlerle ilişkisinin olması çok sıra dışı değil. Ama Hakan Fidan ve Emre Taner ikilisinin bir şekilde soruşturmaya konu edilmesi siyasi bir karardır. Bu küçük ya da büyük bir aktörün siyaseten aldığı bir karar ve geniş perspektifte AK Parti karşıtlığının, dar perspektifte de önümüzdeki dönem AK Parti'yi bir tür koalisyona zorlamanın yollarından biri. Bu koalisyon siyasi partiler arasında bir koalisyon olmayabilir. Bürokrasinin bir bölümüyle AK Parti arasında bir koalisyondan söz ediyorum. Böyle bir amaca yönelik yapılmış bir hamle idi. Bir tür yarı darbedir bu girişim.
Kimdi bu kararı alan?
Ben bu savcının çok kritik bir pozisyonda olduğunu düşünüyorum. Çünkü polisin ona getirdiği bilgi ne olursa olsun, savcının aldığı karar siyasi bir sıçramayı ifade ediyor. MİT hakkında soruşturma açılabilir, eğer ikna edici bilgiler varsa açılmalıdır da. MİT'in orta alt kademeleri için bu tür davalar açılabilir. Biz Uludere olayında gördük ki, Hakan Fidan bile, MİT tarafından aldatılabilir durumda. Yani Uludere'de devlet içindeki güçler Fidan'ı yanıltmışlardır. Ancak bu somut olayda MİT içindeki alt kadrodan birilerinin değil Hakan Fidan'a hele hele Emre Taner'e dava açılıyorsa burada büyük bir sıçramadan bahsetmemiz lazım. İşte bu sıçrama siyasi bir karardır.
BU KARARI ALMAK SİYASİ KAPASİTE İSTER
Kim alabilir böyle bir kararı?
Savcı, bu kararı verirken tek başına mı davrandı? Ben hiç sanmıyorum. Danışılan insan veya insanlar da tek kademeden oluşmayabilir. Diğer taraftan tersten baktığımda; eğer burada herkesin bahsettiği gibi cemaat meselesi varsa, ben Gülen cemaatinin hiçbir ara noktasının böyle bir kararı cemaat adına alabilecek kapasitede olduğunu düşünmüyorum. En üst makama çıktığımızda da Fethullah Gülen'in böyle bir kararı zaten almayacağını düşünüyorum. Kararı alan savcıya istediğimiz kadar cemaatçi diyelim, etrafındaki polislerin cemaatin parçası olduğunu söyleyelim eninde sonunda bu kararda cemaat dışı faktör de muhtemelen bu işin içindedir. Çünkü bu karar hükümeti bürokratik koalisyona zorlamayı hedefleyen, bir tür Ergenekonvari hamle. Bundan asıl yararlanacak olan da laik, milliyetçi kesimden gelen, önlerinin kapalı olduğunu hisseden ve gören bazı odaklar olacaktır. Bu odakların yargı içinde halen var olduğu tezi bana çok gerçekçi geliyor. Savcının nasıl bir ilişki ağı içinde olduğunu bilmiyoruz, ama savcının belirli bir ilişki ağından bağımsız olarak bu kararı vermesi pek olası gözükmüyor.
Cemaat neden veremez?
Bu kararın maliyeti o kadar yüksek ki, cemaat içinde sorumluluk sahibi kimse buna cesaret edemez. Mesele sadece hükümetle karşı karşıya gelmek değil. AKP'nin zayıfladığı ve bir tür koalisyona zorlandığı bir noktada Gülen cemaatinin de bütün sosyokültürel yatırımları tehlike altına girer. Öte yandan bu tespit, bu kararı alanların cemaatsel bağının olmayacağını anlamına da gelmez. Ama eğer gerçek buysa, bu hamleye onay verenlerin epeyce dar bakışlı ve sığ bir yaklaşım sergilediklerini ima eder.
BU SİYASİ BİR ADIMDIR
Hedef nedir bu kararda?
Burada iki hamle var. Bir MİT'in içinde KCK'yı destekleyenlerin olduğu ve MİT'in temiz olmadığını temel alıyor ki bu 'masum', desteklenmesi gereken bir hamle. İkincisi ise ilkinden hareketle Fidan-Taner'in siyaseten suçlanması. İkisini birbirinden ayırmak gerekiyor. Çünkü ikinci hamle AK Parti'nin Kürt sorununda izlediği stratejiyi hedef alıyor. Aslında hedef AK Parti. AK Parti bugün onu siyaseten yenemeyenlerin, sandıkta yenemeyenlerin, darbe girişimleri ile indiremeyenlerin açık hedefi. Son araştırmalarda yüzde 54 desteği var. Bundan sonraki süreçte AK Parti'nin oyları muhalefetin yapacağı iyi muhalefetle düşmeyecek. AK Parti'nin bundan sonraki oylarını AK Parti'nin iyi ya da kötü kararları belirleyecek. Yani AK Parti'nin rakibi AK Parti'nin siyasi kararları olacak. Nitekim Kürt meselesinde daha farklı davranabilseydi, bu oran daha yukarıya çıkabilirdi. Çünkü bir başka araştırmada halkın yüzde 64'ü PKK ile görüşmeyi tasvip ediyor. Bu gerçeği görenler AK Parti'yi iktidardan uzaklaştırmanın ya da iktidarına ortak olmanın yolunun AK Parti'nin Kürt meselesini çözememesinden geçtiğini gördüler. Fidan olayının hedefi de Kürt meselesini daha da çözümsüz hale getirmek, AK Parti'yi de bu çözümsüz yola sokmak...
HÜKÜMET GELECEĞE SAHİP ÇIKTI
Fidan, Taner bu yüzden mi hedef?
Evet. Sonuçta onlar bu meselenin müzakere ile çözülmesi yollarını arayan hükümetin görevlendirdiği insanlar. Bunlar sembol isimler. Eğer hükümet bu darbe girişimine sessiz kalsaydı Türkiye'de pek çok şey tersine dönebilirdi.
Hükümet doğru adımlar mı attı?
AK Parti, Fidan'a sahip çıkmakla ve diğer görevden almalarla geriye dönük değil, ileriye dönük büyük bir adım atmıştır. Kürt siyaseti ile konuşmayı mümkün kılacak ve çözüm iradesini sahiplenen bir hamle yapıyor şu anda. Önemli olan bu. AK Parti Türkiye'ye ve dünyaya "Ben görüşme kanalını açık bırakıyorum, ben bunu kullanacağım ve bunun aktörlerine de sahip çıkıyorum" demiş oldu. Hükümetin bu kararından sonra önemli nokta BDP'nin buna ne kadar sahip çıkacağı.
BDP sahip çıkabilir mi sizce?
BDP, şu anda kendini zorda hissediyor. PKK baskısı altında. PKK ise çözümsüzlük üzerinden kendi çözümünü dayatmak istiyor. Bu yüzden hükümet ne kadar çözümsüzlük üretirse o kadar memnun olur. Ama şu anda AK Parti çözümü zorlayan bir pozisyonda. Adalet Bakanı Sadullah Ergin'in "gerekirse yine görüşürüz" açıklamasında bunu gördük. Eğer BDP, hükümetten gelen bu tür açıklamalara bile sahip çıkamazsa o zaman tek aktörlü çözüm arayışına Türkiye devam edecektir. Bu durumda bu muhalefet, bu BDP, bu Kürt siyasi hareketi karşısında AK Parti'ye de söyleyecek lafımız olmuyor. Esas olay bu. AK Parti'ye destek vermek zorundayız. Silahsız, barışçı çözüm arıyoruz. Ama aynı AK Parti'nin KCK'da sınırı aştığını söylüyoruz. AK Parti'ye karşı 'onu değil şunu yap' diyecek başka muhatap bir aktör de yok. Bu da hem AK Parti'ye büyük bir yük getiriyor, hem de toplumsal olarak bizim ne kadar zayıf olduğumuzu gösteriyor. Bu açıdan bakıldığında BDP'nin önüne bir kez daha siyaset fırsatı geldi. Kullanmak BDP'nin elinde.
'Katil Devlet' sloganı hataydı
Hrant üzerine yazdığınız iki yazı çok tartışıldı. Neden?
Dink olayında esas hata şu: AK Parti'nin devlet olduğu sanıldı. Ki Uludere böyle olmadığını gösterdi. Hâlâ içerinde direnç var. Bir taraftan da devlet karşısında zayıf olan ama kendisini devletin sahibi gibi göstermeye çalışan kırılgan bir AK Parti var. Dink Davası'nda bu gerçek görülmedi.
Nasıl yani?
Bu davada iki yol izlenebilirdi. İlkinde "katil devlet" demekle baştan AK Parti'ye mesafe alan bir tavır sergilemiş oluyorsunuz. O zaman AK Parti'nin Hırant davasına mesafe almasına neden olursunuz. Eğer "katil devlet" yerine "Hrant'ın öldürülmesinin asıl gerekçesi AK Parti'yi bitirmek" deseydiniz; davada AK Parti'yi yanınıza çekerdiniz. Burada gene AK Parti doğru davranmayabilirdi. Ama o zaman eleştirmek daha doğru olurdu ve o zaman bunun İslami kesimde de karşılığı olurdu. Ama öyle olmadı. Geniş bir çevre olarak ele alındığında "Hrant'ın arkadaşları" ilkini tercih ettiler. Bunun arkasında da eski sol refleks var. Tabii benim gibi birçok insan da bu hatanın bir parçası... Seyirci kaldığımız için...
Ergenekon ile PKK arasında 'doğal işbirliği' var
BDP'ye gelmeden önce AK Parti neden müzakerelerden güvenlikçi bir stratejiye geçti?
Bu tercihin iki nedeni var. Birincisi AK Parti'nin sorunun PKK'yla görüşme yoluyla çözülemeyeceğine ikna olması veya buna ikna edilmesi. İkinci ve daha önemlisi ise AK Parti'nin bu kanaate gelmesine neden olan Kürt siyaseti. Çünkü çözümü asıl isteyenler, bunu hak edenler, bunun bedelini ödeyenler Kürtler... PKK ise, masada çıkacak hiçbir çözüme razı olmayacağına dair bir intibayı aslında bütün Türkiye'ye verdi. Müzakere demek muhtemel karşılıklı tavizlerle ortak bir çözümde buluşmaya hazır olmak demektir.
PKK neden bundan kaçtı?
Muhtemelen vereceği tavizlerin kendisini zayıflatacağını düşündü. Ki öyle olması da kaçınılmaz. Kürt kesiminde siyasetin demokratikleşmesi sonucunda kendi ağırlığının azalacağını düşünmüş olabilir. Bunun anlamı şu: Hükümet ne yaparsa yapsın çözemeyeceği bir Kürt meselesi ile karşı karşıya demektir. O zaman şu soruyu sorabiliriz: Hükümetin ne yaparsa yapsın çözemeyeceği bir Kürt meselesi kimin menfaatine?
Kimin?
Genellersek Ergenekon'un menfatine. Burada doğal olarak Ergenekon'la PKK arasında bir işbirliği, yön birliği ortaya çıkıyor demektir. Bu tablo AK Parti'nin tasvip etmesek de, neden güvenlikçi bir politikaya yöneldiğini gösteriyor. Bu açıdan hükümetin Hakan Fidan'a sahip çıkmasının siyasete sahip çıkmak olduğunu Kürt siyasi hareketinin de görmesi gerekiyor. Bundan sonra Kürt tarafının üzerinde daha büyük bir sorumluluk var. KCK operasyonlarına karşı çıkanların, hükümetin müzakere ve görüşmelere sahip çıkma tavrına sahip çıkmaları gerekiyor.
Uludere hükümete karşı yapılan bir operasyondu
Uludere'de MİT'in ve AK Parti'nin aldatıldığını söylediniz.
Uludere olayı göstere göstere gelen kasıtlı bir olay. O yolun daha bir gün önce kullanılmış olması, PKK'nın ise o güzergahı kullanmaması, arazinin düzlüğü, kaçağa gidenlerin korucu köyü olması, karakolun bunları izlemesi, giderken gelirken ve malları yüklerken Heronlar tarafından görülmeleri, yollarının kesilmesi, işaret fişeği atılması vs. Burada kesinlikle kasıt var. Yani asker ve MİT içindeki birileri hem Hakan Fidan'ı hem de hükümeti yanılttı. AK Parti'nin Kürt sorununu halledemeyeceği, AK Parti'nin ancak bürokrasiyle işbirliği yaparsa ayakta kalabileceğini söyleyen bir mesaj bu.
Hükümet neden sahip çıktı bu kadar?
Hükümet böyle bir darbe yiyeceğini hayal edemedi. AK Parti'nin şöyle kötü bir alışkanlığı var; 'Cumhuriyeti' hala tanımıyorlar. Bu devletin nasıl direnebileceğini hayal edemiyorlar. Sünni Müslüman kesimde çok yaygın olan bir anlayışla, belirli iyi insanları kurumların başına getirerek o kurumlara hakim olduklarını sanıyorlar. Ama öyle değil. Bu olayda bir kere daha bu mesaj verildi AK Partiye.
Devlet içinde bürokratik yapı hala güçlü yani?
Evet. O grup daha önce darbeyi denedi, Kılıçdaroğlu operasyonu ile seçimde yenmeyi denedi. Baktılar olmuyor, AK Parti oyunu artırıyor, bu kez AK Partiyi Kürt meselesi üzerinden vurmaya, geriletmeye çalışıyorlar. Uludere budur. Şimdiki hedefleri de bürokrasi üzerinden iktidara ortak olmaya çalışmak. MİT krizi de budur. Eğer AK Parti Uludere'de daha cesur olsaydı muhtemelen MİT krizi olmazdı... Ama hükümetin Uludere'deki zayıflığı, diz çökertilebileceği intibaını uyandırdı ve bu fırsat kullanıldı.
Cemaat siyasi sorumluluğunun farkına varmalı
MİT krizi ile AK Parti-Cemaat çatışması gündeme geldi. Siz nasıl bakıyorsunuz?
Bu gerilimin kaynağı aslında Osmanlı'ya kadar gider. Osmanlı'da siyaset yapmanın yolu dinsel kanallar. İki büyük gelenek görüyoruz: Birisi tarikatların getirdiği bir kariyer. Milli Görüş biraz bunun devamı gibi. Diğeri de tekke ve zaviyelerin getirdiği bir gelenek ki Gülen cemaati de bunun devamı gibi. Aradaki fark tekke ve zaviyelerin çok daha kentli, elit bir kesimden olması. Kültürü, ahlakı ön plana çıkaran, Batı'yla daha uyumlu, yatay bir işbirliğini temel alan bir tür kurumsallaşma. Bugün Türkiye'de hem böyle sosyokültürel bir yapı var, hem de AK Parti gibi Milli Görüş'ten gelen, tarikatların yerelden merkeze uzanan çizgisini andıran bir başka gelenek var.
Ortaklıkları yok mu?
İkisi de aynı dertten muzdarip, ikisi de aynı Türkiye'yi istiyorlar. Hedefler, amaçlar aynı ama kültürel yapıya girdiğiniz zaman birbirlerine pek benzemeyen insan gruplarından bahsediyor olabiliriz. Bugünkü siyasi zemine geldiğimizde ise burada kendiliğinden bir işbirliğinin olduğunun altını çizmek lazım. AK Parti iktidarı ile birlikte vesayet kurumları olan asker, yargı, polis ve MİT'te önemli değişimler oldu. Askeri vesayet geriledi. Yargıda reform yapıldı. Polis ve MİT içindeki mafyöz yapılar temizlendi. Buralara yeni insanlar geldi. Buraya gelen insanlar beli bir kültürel koda sahip oldular. Gülen cemaatine üye olan kişiler de doğal olarak girdiler.
Cemaat bugün siyasi bir aktör müdür?
Gülen cemaatinin siyasi sorumluluğunun farkına vararak bunu taşıyacak insanları üretmesi ve şeffaf biçimde topluma sunması gerekiyor. Aksi halde son krizde olduğu gibi "olağan şüpheli" hale gelir. Bu cemaatin kullanılma olasılığını da arttırıyor. Böyle bir teşebbüs karşısında da olayı kontrol etmeleri son derece zor olduğu gibi, bunun nereye varacağını denetleyemezler ve maliyetini de ödemek zorunda kalırlar.
Şeffaflaşma meselesinde kimler aktör olabilir?
Bunun yanıtı bize düşmez. Sonuç olarak bu cemaatin içinde hem Fethullah Gülen'in onayını almış, hem de aşağıdan kabul gören, gerçekten temsil yeteneğinin olduğu düşünülen birtakım sözcülerin, muhtemelen değişik alanlarda farklı sözcülerin olması gereği açık...
POLİS-YARGI KAPALI SİSTEMİ RAHATSIZ EDİCİ
Cemaatin siyasi sorumluluğu ne demek?
Şu anda cemaat her ne kadar kendisini siyasetten uzak tutup, hizmetle meşgul olmaya çalışırsa çalışsın, ister istemez kendi içindeki insanların veya cemaat üzerinden davranan cemaat dışı insanların eylemleri yüzünden cemaate siyasi misyon, siyasi hedefler tercihler yükleniyor. Siz ne kadar sessiz kalsanız da bu üzerinize yapışıyor. Bunların bazıları hoşunuza gider, bazıları gitmeyebilir. Ama kullanıma açık duruma geliyorsunuz. İşte bunu önlemenin yolu içlerinden bazı sözcüler seçerek onları kamusallaştırmalarıdır. Bu aynı zamanda cemaati şeffaflaştıracaktır da. Bu kişi Fethullah Gülen değil tabi ki. Mesela Hakan Fidan olayına nasıl baktıklarını birileri açıklamalıdır çünkü toplum bunu duymak istiyor. "MİT'in içindeki pislikler temizlensin" önermesine kimse karşı çıkamaz, ama ikinci hamleye yani Fidan ve Taner'in şüpheli diye sorgulanmalarına ne diyorlar bilmiyoruz. Ne var ki sessizlik onları zan altında bırakıyor, çünkü siz konuşmadığınız sürece başkaları sizin üzerinizden spekülasyon yaparak o boşluğu dolduruyor.
Yargı içinde bir otonomlaşma görüyor musunuz?
Somut olayda Adli kolluk sisteminin olmaması, terör yasasının bu şekliyle var olması ve özel yetkili mahkemeler birlikte kendine has bir dünya oluşturuyor. Polisin ürettiği delillerle dosya savcının önüne gidiyor ve bunun üzerinden soruşturma ve tutuklama yapılabiliyor. Şu andaki sıkıntı polis ile yargı arasında organik kapalı devre bir sistem kurulmuş olması. Burada siyasi kullanıma açık ve kötü niyetli kullanıma imkan veren bir zemin var. Bu devamı mümkün olmayan bir durum ve de sonuçta AK Parti'nin taşıyamayacağı kadar ağır bir yük. KCK operasyonları söz konusu yükü ortaya koydu, çünkü hukuki gibi gözüken ama kolayca siyasi olabilen tasarruflara neden oldu.
HABER
Mahçupyan Zaman'dan ayrılıyor
26 Mayıs 2014
Zaman gazetesinde yazılarının haftada bir güne indirildiğini açıklayan Etyen Mahçupyan, 'Son yazımı Çarşamba günü yazıp, gazeteden ayrılacağım' dedi.
Zaman gazetesinde Çarşamba, Perşembe ve Pazar günleri köşe yazan Etyen Mahçupyan'ın yazıları, 22 Mayıs Çarşamba gününden itibaren yayımlanmadı. Etyen Mahçupyan'ın yazılarının yayınlanmaması gazeteden ayrıldığı yorumlarına neden olmuştu. Mahçupyan, konuyla ilgili gelinen son noktada gazeteden ayrılma kararı aldığını açıkladı.
GÖRÜŞ
Mahçupyan'ın Zaman'daki veda yazısı:
Zamanın ruhu
Zaman 28 Mayıs 2014
Bundan tam on üç yıl evveldi Zaman gazetesine başlamam… Dindar kesimler 28 Şubat’ın yaralarını sosyal alanda yaşamayı sürdürmekle birlikte, entelektüel alanda sahici bir sorgulama ortaya koymuştu.
Refah Partisi’nin yanlışları açıkça konuşuluyor, asrısaadet güzellemelerine daha gerçekçi yaklaşılıyordu. Bu sorgulamanın sonuçlarından biri yeni bir özgüven duygusunun İslami kesime sirayet etmesiydi. Modern dünyanın zaaf ve başarısızlıkları görünür hale gelirken, küreselleşme Müslüman kimliği kurucu bir unsur olarak öne çıkarmaktaydı. Aynı süreçte geçmişin İslami bankacılık tecrübesi ve çok ortaklı şirketlerin utanç verici performansı da masaya yatmaktaydı. Sonuç ekonomi ve siyaset ile din arasındaki mesafenin açılması, bir tür sekülerleşmenin doğal olarak, kendiliğinden ve alttan gelen bir dinamikle hayata yansımasıydı.
Türkiye heyecan verici bir dönüşümün eşiğindeydi ve yaklaşan seçimlerde yeni kurulmuş olan AKP’nin muhtemel başarısı, demokrasi yönünde bir kırılmaya işaret etmekteydi. ‘Zamanın ruhu’ gazetedeki ilk yazımın başlığıydı… Otoriter sekülerizm ve Türk milliyetçiliği üzerine oturtulmuş olan ideolojik devletçiliğin sonunu izlemeye yakındık. İslami kesimin yeni nesilleri çevreden merkeze doğru yayılan dalganın kültürel taşıyıcılığına hazır görünüyorlardı. Bu yürüyüşte en önemli iki aktörden biri muhakkak ki AKP idi. Demokrat bir zihniyette olmasa da, varlığı, talepleri ve temsiliyet gücü ile demokratikleştirici bir işleve sahipti. Üst kadronun misyon algısı cumhuriyetin daha meşru bir zeminde yeniden kurulabileceğinin işaretlerini taşımaktaydı. Ancak bu dönüşümün salt siyasi alanda gerçekleştirilmesi mümkün değildi ve bu noktada ikinci aktörün, yani Hizmet Hareketi’nin benzersiz bir işlevi olması kaçınılmazdı.
Hizmet Hareketi, uzun yıllara dayanan bir dönüştürmeci birikimin sahibiydi. Modernlikle uyumlu bir dindarlığı genç nesillere yerleştiriyor, eski kuşaklara kültürel bir yenilenme enerjisi aşılıyor, devletçilik ve milliyetçilikle olan ideolojik bağını adım adım gevşetiyordu. Siyasetteki ve toplumsal alandaki bu iki aktörün uyumlu davranışı dönüşüm dinamiğini sağlam temeller üzerine oturtmak için şarttı. Ancak Türkiye ‘demokrasisinin’ niteliği bu yenileşmenin salt hükümet olma veya sosyal ağlar oluşturma ile mümkün olmadığını hatırlatıyordu. Yeni dönemin sınavı iki alanda gerçekleşecek, değişimin kavga alanı bürokrasi ve medya olacaktı. Bu nedenle Zaman Gazetesi, benim açımdan yeni dönemin ‘sesi’ olmaya en yakın duran yayın organıydı ve bu gazetedeki ‘cemaat’ dışı ilk yazarlardan biri olmam teklifini kafamda hiçbir soru işareti olmadan kabul ettim.
Sonrasında bu gazete benim için sadece fikri açıdan doğru bir yer olmakla kalmadı, insani açıdan da benzersiz bir ilişkiyi ifade etti. Hrant Dink’in ölümünden sonra gösterilen anlayış, yardım ve dostluğu örneklemem yakışık almaz… Bu gazetenin yönetimine her zaman ve hâlâ bir vefa borcum var. Öte yandan bu vefa, yazarlığın doğal mecrası ile de bütünleşti… Zaman okuyucusu ile aramda yıllar içinde epeyce sıra dışı bir ilişki oluştu ve bu öğrenmeye açık, meraklı ve düşünme yeteneğine sahip takipçilere olan sorumluluğum öne çıktı.
Son dönemde yaşananlar İslami kesim içindeki gerilim, çatışma ve kırılmanın ne denli tahrip edici ve hastalıklı sonuçlar yaratabileceği ile ilgili örneklerle dolu. Yeniyi oluşturmak, eskiyi bitirmekten çok daha zormuş… Meğer yeninin içinde güç kazanma ve yerleşme isteği siyaseti ele geçirdiğinde, gerçeklikle bağ kurmak da zorlaşırmış. Son süreçte benim gazetem de bir ‘taraf’ oldu ve diğerleri gibi siyasi işlevini öne çıkardı. Medya Türkiye’de ne yaşandığı ve niçin böyle olduğu sorularının peşinden gitmektense, propagandist bir gerçeklik tablosu çizmeyi tercih etti. Bugün bu eğilim yükselmeye ve hastalıklı bir yapı üretmeye devam ediyor.
Oysa bu kesif ve kirli duman bulutunun ardında Türkiye yeni bir zamana hazırlanmakta… Tarihsel ayak bağlarını atmanın ve demokratik niteliği ağır basan yeni bir meşruiyetin peşinde, toplum olma sancıları çekiyor. Bu süreci kavramanın asgari koşulu gerçekliğe önyargısız bakmaktan geçmekte ve maalesef siyasi aktörleşme söz konusu tutuma imkân vermiyor.
Böylece kaçınılmaz sona doğru geliyorsunuz. Gazeteniz artık sizinle birlikte olmak istemiyor. Siz de zaten gazeteyi elinize her aldığınızda duyduğunuz hüznü istemiyorsunuz. Artık farklı bir zamandayız ve zamanın yeni bir ruhu var. Okuyucularımı özleyeceğim…
HABER
Etyen Mahçupyan'ın yeni gazetesi Akşam
8 Haziran 2014
Mayıs ayı sonunda yazılarının sayısı teke düşürülen ve “mobbing uygulanıyor” diyerek gazetesinden ayrılan Etyen Mahçupyan’ın yeni adresi belli oldu.
Mayıs ayı sonunda yazılarının sayısı teke düşürülen ve “mobing uygulanıyor” diyerek Zaman gazetesinden ayrılan Etyen Mahçupyan, Akşam’ın yazarları arasına katıldı.
Mahçupyan, yazılarıyla çok yakında Akşam okuruyla buluşacak.
HABER
Etyen Mahçupyan, Davutoğlu'nun A Takımı'nda
Hürriyet 25 Ekim 2014
Akil İnsanlar Heyeti’nde de yer alan gazeteci-yazar Etyen Mahçupyan, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun başdanışmanı oldu.
Milliyet Gazetesi'nden Kıvanç El'in haberine göre, Davutoğlu’nun Mahçupyan’a Akil İnsanlar toplantısında danışmanlık teklifini götürdüğü, Mahçupyan’ın da, “memnuniyetle” diyerek teklifi kabul ettiği belirtildi.
Davutoğlu ile Mahçupyan’ın tanışıklıklarının akademisyenlikleri dönemine dayandığı ve daha önce “demokrasi” ve “özgürlükler” konulu birçok toplantıda bir araya geldikleri belirtildi.
İkili arasında bir “entelektüel hukuku” olduğu da vurgulanırken Davutoğlu’nun başdanışmanlığı ve Dışişleri Bakanlığı döneminde de Mahçupyan ile görüşmelerini aksatmadan sürdürdüğü kaydedildi. Davutoğlu’nun Mahçupyan’a “aydın kimliği” nedeniyle danışmanlık teklifi götürdüğü de belirtildi.
Mahçupyan’ın “sivilleşme”, “demokratikleşme”, “devlet ve toplum ilişkileri” ve “azınlıklar” üzerine yaptığı çalışmalarla Davutoğlu’na destek olacağı, yakın bir çalışma sistemi geliştirileceği belirtildi. Mahçupyan’ın Cumhurbaşkanı ve Başbakan danışmanları içinde ilk, “gayrimüslim danışman”lar arasında olduğu da ileri sürülüyor.
HABER
Ermeni Sorunu Mahçupyan'ı "emekli" etti
Milliyet 16 Nisan 2015
Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun başdanışmanı Etyen Mahçupyan'ın Mart ayı başında yaş haddi dolduğu için 'kadrolu' görevinden ayrıldığı ortaya çıktı. Mahçupyan'ın son açıklamaları çok tartışılmıştı.
Mahçupyan'ın bu görevine kadrolu değil "gönüllü" olarak bir süre devam ettiği ifade edilirken, açıklamaları partide rahatsızlık yaratan Mahçupyan'ın son süreçte Davutoğlu ile görüşmediği de iddia edildi.
Davutoğlu'nun Başbakan olmasının ardından Ekim ayında Başdanışmanlık görevine atanan Etyen Mahçupyan, yaş haddinden dolayı Mart ayı başında görevinden ayrıldı.
'GÖNÜLLÜ' DEVAM
Edinilen bilgiye göre Mahçupyan, mart ayı başında 65 yaş dolduğu için "kadrolu" görevinden ayrıldı ancak "gönüllü" olarak danışmanlığa devam etti. Bu süreçte Davutoğlu ile de görüşmelerine devam eden Mahçupyan'ın bir süredir Davutoğlu ile de görüşmediği kaydedildi.
Davutoğlu'nun uzun yıllardır tanıdığı Mahçupyan'ın görüşlerine çok saygı duyduğu ancak "Başbakan Başdanışmanı" sıfatıyla yaptığı ve partide de rahatsızlık yapan açıklamalardan "kendisini bağladığı" için rahatsızlık duyduğu da ileri sürüldü.
SON AÇIKLAMA TARTIŞMA YARATTI
Daha önce "AK Parti’ye oy veren seçmenlerin yüzde 70’i yolsuzluk olduğuna inanıyor. Yolsuzluk da olmuştur. Gerçi yolsuzluk 90 yıldır oluyor, Ak Parti hükümetinde de olmuştur" açıklaması tartışılan Etyen Mahçupyan, son olarak "1915’te Ermenilere yapılanlara soykırım dememek imkansız" açıklaması ise partide büyük tepki çekti. Kulislerde daha önce de tartışmalı açıklamalar yapan Mahçupyan'ın bu son açıklamalarının kabul edilemez bulunduğu ifade edilirken Ak PArti içinden de sert tepkiler geldi. Başbakanlık kaynakları, "Etyen Bey ile ilgili 'Eski başdanışman' ifadesinin kullanılması daha uygun olur" değerlendirmesi yaptı.
|
Siz de biyografi.net'te yer alabilirsiniz "
İyi ki, biyografi.net var!" |
|
|
biyografi.net
Tanıtım |
|
|
|
|
Tanıtım |
|
|
|