Biyografi Ara!

Binlerce biyografi keşfedilmeyi bekliyor

Zeki Demirkubuz

sinema yönetmeni

Sayfayı paylaş
İlgili Kategoriler
Zeki Demirkubuz
Zeki Demirkubuz
sinema yönetmeni

1964 yılında Isparta'da doğdu. Gönen Öğretmen Okulu'ndan mezun oldu. İstanbul'a yerleşti. Liseye İstanbul'da başladı. İlk sömestreden sonra okulu bırakarak atölyelerde çalışmaya başladı. Bu dönemde edebiyata ilgi duymaya başladı, Dostoyevski'yi keşfetti. Özellikle Suç ve Ceza'nın üzerindeki kalıcı etkileri o yıllarda oluştu. Tahliyesinden sonra Anadolu'nun çeşitli kentlerinde işportacılık yaptı. Askerliğini erteleyebilmek için okula dönmeye karar verdi. Liseyi dışarıdan bitirerek İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'ne girdi.

Sinemaya 1986 yılında Zeki Ökten'in asistanlığını yaparak başladı. İlk uzun filmi C Blok'u (1994) çekene kadar çeşitli yönetmenlere asistanlık yaptı. Venedik Film Festvali'nde gösterilen ikinci filmi Masumiyet'le tanındı. Üçüncü filmi olan Üçüncü Sayfa, Türkiye'deki film festivallerinin yanı sıra Locarno ve Rotterdam Film Festivalleri de dahil olmak üzere Avrupa'da yapılan çok sayıda film festivalinde gösterildi. Yazgı (2001) ve İtiraf (2001), 2002 yılında Cannes Film Festivalinin "Un Certain Regard" bölümünde gösterildi. Başrolünü de üstlendiği Bekleme Odası'nın (2003) ardından Masumiyet'in başlangıç öyküsünü anlatan Kader'i (2006) çekti. Kıskanmak (2009) filminin ardından, 'Yeraltı' (2012) adlı projeyi yayınladı.






SÖYLEŞİ

İki yüzlü toplum AKP'yi de satar
Hürriyet 28 Ocak 2013
Söyleşi Cansu Çamlıbel 

Türk sinemasının zor yönetmenlerinden Zeki Demirkubuz. Anlaması da, izlemesi de kolay değil filmlerini. Konuşması, konuşturması ise hiç de sanıldığı gibi zor değil. Daha az sinema, daha çok siyaset, en çok da toplum konuştuk. Yine lafını esirgemedi, hem de hiç!

* Son günlerde ülkenin siyasi gündemine bakınca ne düşünüyorsunuz? 

Ülkenin anlaşılır bir siyası gündemi falan yok, her şey birbirine karışmış durumda, kimin nasıl işine gelirse. Mesela Suriye meselesi. Adam yerine koymadığınız Suriye’den iki bomba düştü bu tarafa, hemen Patriotlar falan. Türkiye, para, çıkar, ekonomik, güvenlik meseleleri söz konusu olduğunda Batılı oluyor. Ama insan hakları, demokrasi, haklar ve özgürlüklere sıra geldiğinde Doğulu. Hani biz 2013’te Avrupa Birliği’ne girecektik, ne oldu? Bu konuda en ufak bir hafıza bile kalmadı. Ama Patriotlar söz konusu olunca çok hızlı.

* Sokakta da artık AB meselesi konuşulurken ‘Biz çok iyiyiz, kendimize yeteriz. AB’yi asıl biz istemiyoruz’ havası var gibi. Toplumu ne noktada görüyorsunuz? 

Bu ülkenin artık gerçekle yüzleşmesinin zamanı geldi. En çok da bu söylediğiniz konularda. Toplumun bu konudaki tutumu çok ikiyüzlü. Bahsettiğiniz hava sadece ekonomik göstergelere göre değişiyor. Türkiye’nin, Avrupa Birliği sorununu yalnızca ekonomiye indirgemek... Ayrıca bir ülkenin kâğıt üzerinde zenginleşmesi, göstergelerin iyi olması, toplumun zenginleşmesi anlamına gelmiyor. Zaten bu konuda ülkenin el birliği ile kendini kandırdığını düşünüyorum. Toplum her geçen gün dilencileşiyor, hak etmediğini istemek ve beklemek normal hale geldi. Sıra satılan bir ülke nasıl ekonomik olarak gelişmiş olmakla övünebilir. Eskihisar-Topcular hattında 20 lira fazla veren en öne geçiyor. Ayrıca Avrupa Birliği sadece para değil ki. 

* Nedir o halde Avrupa Birliği’nin kıymetli tarafı? 

Senin polis, ordu, devlet karşısında, komşun karşısında haklarından güvenliğine kadar pek çok şeyin gerçekleşmesi, daha iyi, daha insani bir hayat yaşamana hizmet etmesi. Sen daha sokakta yürümeyi bilmeyen bir toplumsun. Her gün insanlar birbirinin kafasına çöp, halı silkeliyor. Bütün değerler güç ve paraya göre ölçülür hale gelmiş, ben utanıyorum artık. Toplum olarak kim olduğumuz, nasıl bir hayat istediğimizi hiç sorgulanmıyoruz. Siyasetçisinden aydınına kadar herkesin bunları hiç sorgulamadan, sadece yalakalık yapması gerçekten utanç verici.

* Bu yüzden mi bu kadar öfkelisiniz? 
Bilmiyorum. Belki 38 sene sonra beş aydır sigarayı bıraktığım içindir. Ama bunları fark etmek normal bir insanı öfkeli yapar, yapmalıdır da.

TÜRK TOPLUMU KENDİNİ KANDIRMANIN EN FAŞİZAN ŞEKLİNİ YAPIYOR 

* Bu kadar da hayatın içindesiniz ama buna rağmen bir taraftan çok da çelişkili bir imajınız var; uzakta duruyormuş, topluma karışmak istemiyormuş gibi. 

Bu çelişki şundan kaynaklanıyor; her şeyden önce çelişkili insanım. Daha zayıf biri olsaydım şizofren olabilecek kadar çelişkili, bölünmüş bir tip olurdum. Başta kendim olmak üzere her şeyi durmadan sorguluyorum. Bunu yaparken inanç geliştiremeyip durmadan sorular sorarsanız ve bu sorgulamaları gündüz değil de gece yaparsınız çelişkili olmamanız imkânsız. Ama bu bana göre çok normal ve sağlıklı bir şey. Ayrıca insan birçok ve birbirine zıt dürtülerden meydana gelmiş bir varlıktır.

* Ama herkesin birbirinden hep bir tutarlılık beklentisi var. 

Bizim tutarlılık dediğimiz şey bu dürtüleri tekleştirip insanı homojen hale getirmekle mümkündür ama bu imkânsızdır. Daha doğrusu kendimizi kandırmakla ve yalan söylemekle mümkündür. Bunu her toplum yapar; yapmaya da mecburdur ama Türkler bunun en faşizan, en ideolojik, en hamasi ve gerçekçi olmayan şeklini yapar. Bu yüzden çelişkili olmak bu toplumda aşağılayıcı bir şey olarak kullanılır. Bu toplumun en önemli özelliklerinden biridir bu; doğasıyla gerçeğiyle yüzleşmemek. Gündüz iyi, doğru, güzel ve ahlaklı olan ne varsa giyilir, akşama kadar oynanır, ama gece olup karanlık çökünce kurt adam gibi gerçeği ortaya çıkar. İşkence tezgâhları kurulur, güçlüler güçsüzlere, erkekler kadınlara, onlar çocuklara, kısacası gücü yeten yettiğine. Yalanlar söylenir, her türlü zulüm yapılır. Ertesi gün bir kısmını gördüğünüz üçüncü sayfa haberlerinin çoğu geceleri yaşanır, geceleri tasarlanır. Ama ertesi gün hiçbir şey yokmuş gibi yola devam edilir. Çıplak gerçekle ilgilenen herkes bu toplumda çelişkili, anlaşılmaz ve marjinal karşılanır ve toplum bu insanları asla affetmez.

12 EYLÜL’DE RUHUMUZ BU KADAR ACIMADI 

* Siyaset affediyor mu? Toplumu tek tipleştirmeye çalışan, farklı seslere tahammülsüz olan bir iktidar olduğunu düşünenlere katılıyor musunuz? 

Cuntayı, hayatı boyunca sürekli askeri, sivil baskı dönemlerini yaşamış, bu konuda bedel ödemiş biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki; özellikle son birkaç yılda başında heyecan bile duyduğum bütün gelişmelere karşı bütün umudumu yitirdim. Ergenekon, Balyoz gibi davalara bile büyük bir şüphe ile bakıyorum. Gazeteciler ve aydınların yargılanma şeklinden bahsetmiyorum bile. Darbeci ya da benzer işlerle suçlananların bile ne kadar adil yargılandıklarından bahsediyorum. Diğerlerini; sahipsizleri, sosyalistleri siz düşünün. ÇHD, KCK operasyonları utanç verici boyutlarda. 

* Hiç bu bahsettiğiniz davaları izlemek için mahkemeye gittiniz mi son dönemde? 

Birkaç tane öğrencinin mahkemesine gittim. 12 Eylül’de benim yargılandığım mahkemelerden daha korkunç geldi bana. 12 Eylül’de yaşadığım fiziksel şeylerden dolayı hâlâ tedavi gören birisi olarak şunu açıkça söyleyebilirim ki; o zaman ruhumuz bu kadar acımıyordu. Çünkü cuntanın, polisin neler yapacağını bildiğimiz ve kendimizi buna göre hazırladığımız için bu kadar belirsizlik yoktu ortada. Kafamız bu kadar karışmıyordu. Ama Avrupa Birliği, demokrasi, hak-hukuk denilip poşuya iki sene, Grup Yorum’a gözaltı, pankarta üç sene ceza verirsen konu bambaşka bir hal alıyor. İnsanlar komünist olacak, devrim yapmak isteyecek, şeriat kurmak isteyecek, başka hayat isteyecek, düşünecek, hayal edecek ve toplumun bir arada yaşama güveni böyle böyle gelecek. Ama her şeye biber gazı, her şeye copla en fazla böyle korkak, ikiyüzlü bir toplum olabiliriz. Ve böyle bir toplum satar, dün Menderes’i, Demirel’i, askeri vesayeti satan toplum yarın AKP’yi de satar. Bugün herkesin herkesten korkmasının, herkesin güçlü olanın, silahı olanın suyuna gitmesinin nedeni de bu. Kaldı ki bu hükümetin en büyük şansı, 20 senedir baskıdan dayaktan mum gibi olmuş bir toplumu yönetiyor olmasıdır.

Bu hükümetin getirdiği en olumlu şey; gözaltında kayıplar, yargısız infaz ve işkencenin eskiye göre çok azalmış olmasıdır. Ama arada 30 sene var, bu kadarcık bir fark olsun zaten. 

Ak Parti KENDİNE ‘YENİ GELİN’ MUAMELESİ YAPMASIN 
* AK Parti aslında 12 Eylül düzenini devam ettirdi demek istiyorsunuz. 

Elbette. Bir yerlerden yepyeni bir adalet sitemi, emniyet, savcı, hâkim mi ithal edildi? Aynı insanlar, aynı kurumlar, aynı gelenekle işi götürüyor, başka ne olabilir ki... Ülke hâlâ 12 Eylül’ün yasaları ile yönetilmiyor mu, YÖK ve bunun gibi bir süre kurum hâlâ aynı değil mi? Cuntacılıkla hesaplaşma konusunda bile doğru bir şey yapılmadı. Sadece 28 Şubat öne çıkartılarak, kendileri için canlı tehdit olabilecek çevreler bertaraf edildi, güçsüzleştirilip öylece kaldı. 12 Eylül yalnızca Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya değildi ki. Yüzlerce Cumartesi Annesi hâlâ oğullarını soruyor, sahipsiz mezarlarda bulunan kemikler sızlamaya devam ediyor. Hrant Dink davası... Yani hükümetin kendini eskiden bu kadar soyutlamaya hakkı yok. Bu Cumhuriyet 90 senelik ve bunun dokuzda biri artık AK Parti iktidarının tarihi. Bu çok uzun bir süre. AK Parti artık kendine ‘yeni gelin’ muamelesi yapmamalı. Haklarını yeteri kadar kullandı. Bu hükümet geldiği zaman elinde çok önemli fırsatlar vardı. Muz cumhuriyetleri bile 70’lerde ve 80’lerde yaşadıkları ile hesaplaşıp yeni bir hayat kurabilmişken aynı dönemde toplum sürekli bölündü, bölünmeye de devam ediyor.

* “İnsanların çoğu benim filmlerimde kendilerinkine benzer hayatları seyrettikten sonra, ‘Bu ne ya deyip kızar’” demişsiniz. Ama aynı insanlar kendilerine çok uzak hikâyeler anlatan Muhteşem Yüzyıl gibi prodüksiyonlarla güçlü bağlar kuruyor. Neden? 

İlk başlarda öfke duymama rağmen, zaman içinde anlamak zorunluluğunu hissedip, daha bağışlayıcı ve yumuşak bakmaya çalıştığım bir durum bu ve üzerine çok kafa patlattım. Bunun bir yanı yine ikiyüzlülük. Çünkü hangi nedenle olursa olsun gerçeğe ilgi duymayıp hakkını vermiyorsak bu ikiyüzlülüktür. Bunun bağışlanabilir yanı ise insanın özlemleriyle de insan olmasıdır. Yani kendini, kendi gerçeklerini görmek yerine bir dizideki güzel kadınlarla ilgilenmek veya Muhteşem Yüzyıl’daki Süleyman’ın gücünü hayal etmek anlaşılır bir şey. Çünkü o adamın, benim filmlerimdeki pis ve zaten kurtulmak istediği gerçeğe değil oradaki hayale, güzel kadınlara, Süleyman’ın gücüne ihtiyacı var. Bu yüzden Kanuni’nin gücünü en çok o adam anlıyor çünkü adam çok güçsüz. Bunu çok insani buluyorum ama şu tarafı çok korkunç; işine geldiğinde kendisine uzak insanları, meseleleri bu kadar iyi anlarken, içinde bulunduğu gerçeğe karşı budala olmayı seçmesi, sahip olduğu hiçbir insani duyuyu kullanmaması, hatta bunu reddetmesi büyük bir ikiyüzlülük. Ve bu durum yukarıda söylemeye çalıştıklarımın en iyi özeti. Bu yüzden bu insanın, benim filmimden sıkılması ya da nefret etmesini anlayabiliyorum. 

50 SENE SONRA BUGÜNKÜ TÜRKİYE’Yİ EN İYİ BENİM FİLMLERİMDEN ÖĞRENECEKLER 

*Sizinki de kendi içinde son derece politik bir tavır değil mi? 

Değil. Bir defa, sinemada politik dediğiniz şey, yaptığınız bu pozitif vurguyu hak eden bir şey değil, özellikle de ahlaki açıdan. Şu yüzden itiraz ediyorum. Bunu böyle gördüğüm zaman filminde diskur çeken, insanlara ayar veren, ‘sen şöyle düşüneceksin, senin sorunun şu’ diyen sinemacılarla aynı kefeye koyulmuş olurum ki, bunu asla kabul etmem. Çünkü benim filmlerime politik derseniz, o zaman şuna da yanıt vermeniz lazım; nedir benim filmlerimin politiği? Toplumsal sorunlara çözüm getirmeye çalışan Marksist düşünceye sahip filmler mi? Benim filmlerim Marksizm’e çok uzak, hatta karşı olan filmlerdir. Bu nedenle birçok Marksist bu filmlerden nefret eder, bana da uyuz olur. Benim filmlerim hiçbir şeydir, hiçbir dayanağı yoktur, bir şey söylemez, kendi kendine sayıklar. Genel anlamda politik olanın hoşlanmadığı, nefret ettiği ne kadar özellik varsa hepsine sahiptir. Bu filmleri, belgesel olsun diye çekmiyorum ama diyelim 50 sene sonra gerçeğe meraklı bir sosyolog, bir tarihçi, ‘50 sene önce Türkiye nasıl bir ülkeymiş, nasıl bir hayat varmış’ diye bir araştırma yapsa, en doğru ve fazla şeyi politik amaçla çekilmiş filmlerden değil benim filmlerimden öğrenecektir.


“KİMİN GÜCÜ KİME YETERSE” ANLAŞMASI OLACAK 

* Siz de pek çokları gibi Kürt sorununun çözümü için önemli bir dönemeçte olduğumuzu düşünüyor musunuz? 

Burada bir halkın mahrumiyeti, varlığı, dili, acılar, ölüler, anneler dışındaki her şey kurgu. Ben artık çok utanıyorum, çok sıkıldım ve kendimi çok çaresiz hissediyorum. Çünkü bu kurguyla, binlerce yalanla uğraşacak gücüm yok. Bu mesele bu ülkede her dönem değişik şekilde korkunç bir istihdam yaratıyor. Ve bir sürü işe yaramaz insan, hatta başka şekillerde koskoca toplum bile bu kurgudan, yaşanan bu kötülüklerden besleniyor. Bu ülke bir tek kafasına sıkmadan sürekli kendi topuğuna, bacağına koluna sıka sıka yaşamaya başladı. Ve hızla kafasına sıkmaya doğru ilerliyor. Sanki kendini yok etmeye çalışarak var oluyor. Artık bunu düşündürtmeye başladılar bana. Korkunç olan şu ki; o meselesi, bu meselesi derken hiç önemi olmayan, tartışılması bile utanç verici olan konularda onbinlerce insanın hayatları gitti. Madem bugün 12 Eylül’ü savunan tek bir insan kalmayacaktı da o kadar insan neden öldü. 

* Bugünkü görüşme süreçlerinden bir uzlaşma, anlaşma çıkmaz mı yani? 

Bir anlaşma da olsa, bu daha iyi bir hayat, daha kardeşçe bir yaşam kurma arzusuyla değil, ‘Kimin gücü kime yeterse’ anlaşması olacak. İnsanlar korkmaya, kötü düşünmeye devam edecekler. Çünkü iyi eğitim almış, dünya iyisi insanlar bile bu kadar paranoya içindeyken ve bu paranoyanın ortadan kalkması için hiçbir çaba gösterilmezken, dağda kim ne kadar güçlüyse; anlaşmanın kriteri, hak, hukuk, insanlık, özgürlük değil bu olur. 

EVLENDİRME PROGRAMLARI SİYASETTEN DAHA FAZLA ŞEY SÖYLÜYOR 

*Televizyonlara baktığınızda durum nasıl görünüyor? 

Ben tv programlarına eskiden beri bakarım. Mesela 90’lı yıllarda gece programı yapan Yıldo vardı. Televizyonum yoktu, bir arkadaşımın evine gider seyrederdim. Bugün özel olarak değil ama gördüğüm zaman seyrediyorum. Geçenlerde bir evlendirme programı izledim, valla birçok açıdan benim filmlerim gibi. Kafasında bir sürü şey kuruyor ama gündüz gerçekle karşılaşınca bambaşka. Bu programlar benim için hayat hakkında siyasetten, tartışma programlarından, dizilerden, birçok filmden çok daha fazla şey söylüyor. Bir dönem BBG evini izliyordum. İnsan ilişkileri hakkında benim düşündüklerime çok yakındı. Filmlerde görmek istediğim ama göremediğim pek çok şeyi orada gördüm. Ben bir anlamda, tırnak içinde, onların filmini yaptım aslında.

*Bugün Yıldo gibi kaçırmadan izlediğiniz bir şey var mı ekranlarda? 

Yok. Reklamlardan bişey izlenemiyor zaten. Bazen Acun’un programlarına daha çok utanma duygusuyla biraz göz atıyorum ama o trajik durumlara çok dayanamıyorum. Dizilere bazen oyuncular için biraz bakıyorum. Senaryolar, anlatılanlar, müzikler korkunç, çoğu çalma çırpma zaten. Gördüğüm en iyi şey oyuncular ve oyunculuklardaki iyi gelişmeler. Kıvanç Tatlıtuğ, Ahmet Kural gibi oyunculardan çok etkilendim. ‘Abi dizilerde bu kadar oluyor ya’ demagojisini bitirdiler. Demek ki oynamak isteyen adam zorlayıp dizilerde de iyi oyunculuk yapabiliyormuş. İşler Güçler’i zaten bütünüyle çok beğeniyorum. Kuzey Güney de iyi. Oyuncuları, özellikle üç kız da çok iyi. 

FESTİVAL JÜRİSİ FİLM İZLERKEN OFLAYIP PUFLAYAMAZ

*Festivallere ve herkese sinirlendiniz en son. Kendinize verilmediği için diyenler oldu. İşin aslı nedir? 

Aslında bunlara cevap vermemek, bir sürü kıl herifin laf sokmak için fırsat kollamasını izlemek yandan inanılmaz keyifli ama artık kabak tadı vermeye başladı. Bazı dangalaklar Adana festivalinden sonra aldığım karar için yok hazımlık, yok kibir, şu bu deyip durdular. Bir defa benim yaptığım şey herşeyden önce bir şey istemek değil istememektir. Bir insanın kendini bağlayan kararıdır. Bir festivale bir film verdiğinizde asgari beklentiniz juridekilerin size düşmanlık etmemesidir. Adam gibi seyretsin beğensin beğenmesin kararını versin istersiniz. Ve jüriden birileri çıkıp ‘ben tarafım,bu adamın filmi konusunda’ bana bişey sormayın diyemez. Film seyredilirken oflayıp puflayamaz, ‘bu ne ya’ diyemez. Oy vermez, işine bakar gider. Ama aslında tepkimin nedeni bu ya da Altın Koza festivali de değil. Bu, 20 yıldır bir birikimin sonucu artık pes etmem. Başından beri bu festivallere katılma meselesi benim için hep sorun oldu. Kader fiminde verdikleri ödülü geri almaya kalkmadılar mı? Fatih Özgüven ve bir iki kişi direnmese geri almışlardı. Bu rezillikleri benden başka kimse bilmiyor mu da kendimi bağladığım bir karar yüzünden dangalaklar durmadan konuşuyor. Festivalere de sorabilirsiniz, bugüne kadar bu jürilik yapan birçok eleman yüzünden defalarca katılmadım. Mesela altın kozaya bir önceki sene de katılabilirdim film hazırdı ama birileri yüzünden katılmadım. Yani sürekli jüri seçiyorum. Bunu bırakın bir filmi festivallere vermeyerek oyuncularımın haklarını esirgemiş oluyorum. Ben bu kararı geçen filmimden sonra almış olsaydım bugün Engin Günaydın’ın hiçbir ödülü olmayacaktı. Peki Engin neden benim filmimde oynasın? Para kazanamıyor zaten, festivallere de gitmeyecekse... Festivallerinin daha düzgün yapılabilmesi için sinemacıların tamamen çekilmesi gerekiyor. Adam çünkü kötü film çekmiş, ezik, Zeki Demirkubuz’dan, falancadan nefret ediyor, ya da başka bir sürü sebebi var. 


FESTİVALCİLER BİLE ONUN YÜZÜNDEN FİSKTÜR TAKİP EDİYOR 

Zeki Demirkubuz’un hayatının önemli bölümünü geçirdiği sade ve mütevazı ofisinde duvarlar, Beşiktaş sevdası ve Dostoyevski merakının tezahürleriyle dolu. Tutkulu bir Beşiktaşlı. Zaten objektifin arkasında kendisi gibi Beşiktaş sevdalısı foto muhabiri arkadaşım Levent Kulu olmasa bu pozları zor verirdi. “Beni davet etmek isteyen yurtdışı film festivallerinin organizatörleri bile fikstür takip eder oldu. Beşiktaş’ın maçı varsa hiçbir yere gitmeyeceğimi herkes bilir” diyor.