Taha Akyol
gazeteci, yazar
sosyolog
1946 yılında Yozgat’ta doğdu. Fatma ve Mustafa Akyol’un oğlu. Yozgat Lisesi ve İÜ Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1977 yılında Hergün gezetesinde yazar olarak mesleğe başladı. 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde MHP yönetiminde bulundu. 12 Eylül 1980’den sonra yargılandı ve beraat etti. Yankı dergisinde, Tercüman ve Meydan gazetelerinde çalıştı. Evli ve iki çocuk babası. CNN Türk Genel Müdürlüğü yaptı. Milliyet ve Hürriyet gazetesi köşe yazarı ve CNN Türk Eğrisi Doğrusu programının yapımcısı oldu. Karar gazetesi köşe yazarı.
ESERLERİ:
• 1980'lerde Türkiye
• Azerbaycan, Sovyetler ve Ötesi
• Bilim ve Yanılgı
• Haricîlik ve Şia
• Hayat Yolunda
• Lenin'siz Komünizm
• Medine'den Lozan'a
• Politikada Şiddet
• Sovyet Rus Stratejisi ve Türkiye (2 cilt)
• Tarihten Geleceğe
• Kitaplar Arasında
• Hariciler ve Hizbullah, İslam Toplumlarında Terörün Kökleri
• Mezhep ve Devlet, Osmanlı'da ve İran'da
• Hayat Yolunda, Gençler İçin Anılar ve Öneriler
• Ama hangi Atatürk?
Ödülleri
• Prof. Dr. Mehmet Kaplan Sosyal Bilimler Lisesi Yılın Gazetecisi Ödülü (2007)
SÖYLEŞİ
Taha Akyol Hürriyet'e geçiyor
Akşam 25 Eylül 2011
Milliyet Gazetesi'nde 20 yıl aynı köşeden okuyucusuna seslendi Taha Akyol. Bizim için ani, onun için bir süredir hazırlandığı ayrılık haberiyle medyanın gündemine oturdu. Şimdi okuyucusuyla Hürriyet Gazetesi'ndeki köşesinde buluşacak. Köşe yazarları başyazarlık teklifi aldığı iddia edilen Akyol'un yeni adresi hakkında farklı yorumlarda bulundu. Bunlardan biri 'Hürriyet devletin gazetesi olmaktan çıkıyor' yorumuydu. Akyol, Hürriyet yolculuğunu AKŞAM PAZAR'a anlattı. Ve tüm eleştirilere cevap verdi.
İPEK ÖZBEY
Taha Akyol, Milliyet Gazetesi'nden ayrıldı. 20 yıl sonra yeni adresine, Hürriyet'e doğru yolculuğa başladı. Eski gazetesinden köşe arkadaşı ve yan komşusu Hasan Pulur, kendisine yönelik sert bir eleştiri yazısı kaleme aldı. Akyol'un kendisine 'merhaba' bile demediğini anlattı, Abdi İpekçi'nin katilinin cebinden çıkan nota dikkat çekti. Hürriyet'in artık devletin gazetesi olmayacağını söyleyen yazarlar da oldu. İşte bu vesileyle buluştuğumuz Taha Akyol, Milliyet'ten ayrılma sürecini, yandaş gazeteciliği ve Hürriyet yolculuğunu anlattı.
- Hürriyetiniz hayırlı olsun...
İnşallah diyelim. Enis Berberoğlu Başbakan ile birlikte New York'ta. O dönünce masaya oturacağız.
- Milliyet'ten Hürriyet için mi ayrıldınız?
Hayır.
- Ayrılırken bir veda yazısı yazdınız ama ben gerçekten neden ayrıldığınızı sormak istiyorum...
Yazdığı gazeteden 20 yıl çalışıp ilk ayrılan ben değilim. Böyle şeyler oluyor. Buna kulvar değişikliği diyebilirsiniz. Aslında Milliyet'teki bazı arkadaşlar bilirler, benim gazeteden ayrılma düşüncem yeni değil. Buna bir hava değişikliği diyelim.
- Çok düşündünüz mü bu kararı alırken?
Elbette düşündüm.
- Rahatsız mıydınız?
Çok açık ifade edeyim. Milliyet'ten ayrılışımın bir rahatsızlıkla kesinlikle ilgisi yok. Milliyet Gazetesi'nde gerek Aydın Doğan gerek Erdoğan Demirören zamanında yazılarıma herhangi bir müdahale olmadı. Her zaman saygı gördüm. Ama atmosfer değişikliği istedim.
- Sizin patronunuzun kim olacağı önemli mi?
Elbette benim için önemlidir. İsterim ki patronum dürüst ve saygın biri olsun. Adı piyasada kötü işlere karışmamış biri olsun. Çok şükür bütün patronlarım böyle oldu.
- Sizi Aydın Doğan aradı mı?
Aydın Bey, Milliyet Gazetesi'ni satınca devir teslim töreninden sonra genel bir ifadeyle Milliyet'te çalışan arkadaşlara teşekkür etti. Ama kendisine Milliyet'ten başka bir gazeteye geçmek üzere başvurulmamasını da kibarca söyledi. Çünkü Aydın Bey, sattığı gazeteyi ertesi gün boşaltmak istemez. O yüzden ben Milliyet'e veda etmeden önce kesinlikle Aydın Bey ile konuşmadım. Milliyet'te veda konusunda ilk konuştuğum kişi Erdoğan Demirören'di. Temmuz başında bunu kendisine söyledim. Sonbaharı beklememi rica etti, kabul ettim ve sonbahar geldi.
- Sizi Hürriyet için kim aradı?
Enis Berberoğlu aradı. Sen de birlikte çalıştığımız için iyi bilirsin ki CNN Türk'te Enis Bey ile altı yıl birlikteydik.
- Bir yazarın gazeteden ayrılması tiraj kaybettirir mi?
Bir zamanlar Çetin Altan AKŞAM Gazetesi'yle bütünleşmişti. Çetin Altan ayrılınca herkes AKŞAM büyük bir tiraj kaybedecek zannetti. Ama hiçbir şey olmadı. Benim ayrılmamla Milliyet'ten bir tiraj kaybı olacağını düşünmüyorum.
- Sizin Milliyet'iniz nasıl bir gazeteydi?
Benim en çok baskıya uğradığım dönem 28 Şubat'tır. Aydın Bey askerlerden gördüğüm baskıda bile arkamda durdu. Haberciliğinde meslek ilkelerine uygun davranan bir gazetedir Milliyet.
- Bundan sonra ne olur?
Aynı çizgisini sürdürmemesi için bir neden yok.
- Sizin seveniniz mi çok, sevmeyeniniz mi?
Bana gelen e-mail'lere bakılırsa, beni seven takdir eden ilgili bir okuyucu da var, küfreden de.
- Hürriyet ile birlikte bir tartışma başladı. 'Hürriyet devletin gazetesiydi ve Taha Akyol'la birlikte şimdi yandaş oluyor' deniyor. Hürriyet devletin gazetesi mi size göre?
Ben köşe yazılarımda da bu tür genellemelerden hep sakındım. Hürriyet Gazetesi, logosunda Atatürk resmi bulunan, 'Türkiye Türklerindir' yazan bir merkezdedir. Mehmet Barlas, beni liberal-muhafazakar olarak tanımlamış yazısında. Bu arada kendisine teşvik edici yazısından dolayı teşekkür ediyorum. Benim ne olduğum biliniyor. Hürriyet'e bir renk katmış olacağım. Dolayısıyla Hürriyet'in karakteri değişmez, tıpkı ben ayrıldım diye Milliyet'in karakterinin değişmeyeceği gibi.
- Başyazar mı olacaksınız?
Hayır, nerede yazacağımı konuşacağız.
- Başyazarlık nasıl bir müessesedir sizin için?
Ben başyazarlığın Türkiye'nin bugünkü ortamında biraz anakronik, eskimiş bir müessese olduğunu düşünüyorum. Başyazar kendi fikirlerini mi yazar, o halde diğer yazarlardan farkı nedir? Yok kendi fikrini değil, gazeteninkini yazıyorsa başyazar o zaman tutulmuş bir kalem midir? O yüzden başyazar olup olmamayı önemli saymıyorum. Elbette itibarlı bir yanı vardır ama ben hangi gazetede yazarsam yazayım Taha Akyol'un fikirlerini yazacağım.
- Hiç yutkunmadınız mı?
Her gazetecinin yutkunduğu zamanlar olmuştur. En yutkunduğum dönemler öfkemi kontrol etmeye çalıştığım dönemlerdir. Öfkemi yazmayı doğru bulmuyorum.
- Mesela?
Mesela terör olayları karşısında çok öfkeleniyorum. Ancak yazımı yazarken bu yazıyı Kürt vatandaşlarımızın da okuyacağını düşünüyorum. Öfkem yerine kapsayıcı bir dil kullanmayı doğru buluyorum.
YAZDIKLARINI HASAN PULUR'A YAKIŞTIRAMADIM
- Hasan Pulur, Abdi İpekçi'yi öldüren katil Ağca'nın cebinden çıkan gazetenin genel yayın yönetmeni olduğunuzu yazdı. Yani bir bakıma sizi şiddetle bağdaştırdı. Ne söyleyeceksiniz?
30 yıl önceki bir olay. Ben bunu Hasan Pulur'un olgunluğuna yakıştıramadım. Ben o gazetenin genel yayın yönetmeni de değildim. Hem o gazete hem de o gazetedeki ben, ülkücülerin yaptığı şiddet eylemlerine daima karşı çıktık. O sıralarda yayınlanan 'Politikada Şiddet' kitabım bunun en açık örneğidir. O gün Bülent Ecevit bir televizyon programında -ki orada Hasan Pulur da vardı- bana 'Bu Düzen Değişmelidir' kitabını imzaladı. Ve 'Şiddete karşı yazılarınızı takdir ediyorum' dedi. Zaman içinde insan daha da olgunlaşıyor.
- Siz Hürriyet'in hala amiral gemisi olduğunu düşünüyor musunuz?
Evet, hala amiral gemisidir. Hürriyet'te yazacaksam bu benim için terfi anlamına gelir.
- Sizin için gazetenin tirajı mı imajı mı önemli?
Ayrım yapmak zor, ikisi de önemli.
- Sahiden Hasan Pulur'un dediği gibi Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz'ın bakanlarına fırça atıyor muydunuz?
Keşke Hasan Pulur, attığım o fırçalar neyse bunları not alarak yazsaydı. Belki şunu anlatıyordur. Ben Milli Selamet Partisi koalisyonu kurulmadan önce Anavatan Partisi ile Doğru Yol Partisi'nin Anayol ittifakı yapması fikrini çok savundum. Fakat bu ikisi birbirlerini yiyorlardı. O sırada görüştüğüm bazı arkadaşlarım vardı. Çiller'in bakanı diye değil, Veysel Atasoy yakın arkadaşım olduğu için, Mesut Yılmaz'ın bakanı olduğu için değil Mustafa Taşar, ülkücülükten beri yakın arkadaşım olduğu için 'Ya böyle de rezalet olur mu? Siz birbirinizi yiyorsunuz' diyerek köşemde yazdığım şeyi arkadaşlığım nedeniyle biraz sert ifade etmiş olabilirim. Yoksa ben hiçbir zaman bir bakanı arayıp da 'Sen şu kararı niye aldın' demedim.
- Sizi ayrıldıktan sonra gazeteden ilk kim aradı?
Milliyet Gazetesi'nde benim odamın bir tarafında Sami Kohen vardı, öbür tarafında Hasan Pulur. İkisi de çok saygı duyduğum insanlar. Hasan Pulur bu şekilde bir yazı yazdı, Sami Kohen beni aradı. Beni çok duygulandıran, onurlandıran bir konuşma yaptı. Kendisine buradan da çok teşekkür ediyorum.
- Hasan Pulur, sizin onlara 'merhaba' bile demediğinizi yazdı. Neden böyle bir yazıyı kaleme aldı ?
Milliyet Gazetesi'nden ayrılırken arkadaşları dolaşıp veda etmem gerekiyordu. Ben bunun zorluğunu yaşadım. Ayrıca Milliyet Gazetesi Yayın Yönetmeni Tayfun Devecioğlu'na vedalaşmaya gittiğimde 'Yazarlardan kim var?' dedim. 'Kimse yok' dediler.
- Siz yandaş mısınız?
Geçmişte neyi savunuyorsam şimdi de onu savunuyorum. Şimdi siz Turgut Özal, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller zamanında 'Özelleştirme iyidir' diyeceksiniz. Bülent Ecevit özelleştirmeyi anayasaya yazdı diye alkışlayacaksınız. Tayyip Erdoğan özelleştirmeyi daha da ileri götürünce yandaş olmamak için 'Özelleştirme kötüdür' diyeceksiniz. Bu mudur tutarlılık? Yargı reformunu yıllardır savunuyorsam neden şimdi 'yandaş denmesin' diye karşı çıkayım.
- Bu yandaşlık, yoldaşlık hikayesi köşe yazarlarını paramparça etti, kutuplara ayırdı. Kime ne faydası var?
İttihat Terakki döneminde Refik Halit Karay yazılarını okuduğunuz zaman iktidar-muhalefet kavgasının ne kadar azgınlaştığını görüyoruz. 1950'ler, 60'lar böyleydi. Meydanların, liderlerin öfkeli konuşmalarıyla coşması da beni rahatsız ediyor. Atatürk'ün nutkunu okuyun. Karşı tarafta da bir haklılık payı olabileceğini asla kabul etmez. Kazım Karabekir gibi milli mücadele kahramanlarının kurduğu parti için 'Hainlerin kurduğu parti' diyor. Bizim öfkeden önce itidali, keskin taraf olmadan önce objektif gözlemci olmayı bilmemiz lazım.
- Her gazetecinin 'her şeyi bırakıp gideyim, sahil kasabasında bir yere yerleşeyim' gibi bir rüyası vardır. Size de oldu mu böyle şeyler?
Son bir ay diyebilirim ki hayatımın en huzurlu günleriydi. Çünkü günlük stresli olayları sadece haber düzeyinde takip ediyordum. Kendimi tarihe, arşive verdim. Apayrı bir dünyada yaşadım. Keşke daha uzun sürseydi.
MENDERES'İ OĞLUNA ANLATTIRDI
Yassıada yargılamalarının 50'inci yılında Akyol sordu, Aydın Menderes cevapladı. 'Demokrasiden Darbeye Babam Adnan Menderes' adlı kitapta Menderes, bugüne kadar bilinmeyenleri anlattı. Babası Adnan Menderes'in batıl inançları olduğunu söyledi. Adnan Menderes bir gün bakanları evinde toplar. Toplantıda 13 kişi vardır. Adnan Menderes '13 iyi bir rakam değil' diyerek oğlu Aydın Menderes'i de toplantıya dahil eder.
Aydın Menderes'in ilk kez anlattığı bir başka konuysa babasıyla büyük aşk yaşayan Ayhan Aydan ile ilgili. Menderes kitapta, 'Aydan'ı, Yassıada'daki şahitliğinden sonra annemin de takdir ettiğini söyleyeyim. 'Bravo kadına' dedi. Aydan'la böyle bir gönül macerası söz konusu ama bir siyasetçi olarak üzerinde bir kadının gölgesi yok' diyerek anlatıyor.
EŞİMLE ROMANTİZMİMİZİ KORUYORUZ
- Sizi en çok ne sinirlendirir?
Öfkeli, bağnaz, saygısız insanlar. Hele bu bir kalemden çıkıyorsa, kaleminden kan damlayanlardan hiç hoşlanmam. Benim görüşümü savunsa bile. Ben keskin kılıcı sevmiyorum.
- Sizinle ilk karşılaştığımda, o zaman tanışmıyorduk. Eşinizle spor yapıyordunuz?
Yakalandık, hanım köylü olduğumu anladın yani.
- Hanım köylü müsünüz?
Evet öyleyim.
- Evde eşinizin sözü mü geçer?
Evet kesinlikle.
- Kaç yıldır evlisiniz?
41 yıldır.
- Sizinki büyük bir aşk mıydı?
Evet. Hala romantizmimizi korumaya özen gösteriyoruz.
- Hiç evlilik yıldönümü, doğum günü unuttunuz m?
Unutmadım. Dikkat ediyorum.
- Oğullarınız size benziyor mu?
Oğullarımda entelektüel bir yöneliş var. Hiçbiri ticaretten anlamıyor, para pul merakları yok. Büyük oğlum beni geçti. İnanıyorum küçük de yaşı geldiğinde beni geçecek.
- Anneler ve oğulları çok kıymetlidir, birbirine bağlıdır. Kıskandınız mı eşinizi oğullarınızdan?
Mutlaka. O yüzden istiyorum ki keşke bir kızım olsa. Çalışan arkadaşlar bilirler, belki kızım olmadığı için kızlara karşı daha şefkatli bir bakışım vardır.
- Spor yapmaya devam ediyor musunuz?
Biz her hafta sonu eşimle birlikte yürüyüş yaparız. Bebek sahilinde, Belgrad Ormanı'nda yürürüz. Sinemaya gideriz. Eşimin bana sözünün geçmediği tek alan var, günlük spor yapmak. Sigarayı bırakacaksın dedi, derhal bıraktım.
ERGENEKON VE BALYOZ FAZLA GENİŞLETİLDİ
- Siz de cezaevinde yatmış bir gazetecisiniz. Mustafa Balbay'ın, Nedim Şener'in bunca zamandır içeride olması sizin içinizi acıtıyor mu?
14 ay cezaevinde yattım. Bu sürenin Mamak'ta geçen süresi Mustafa Balbay'ın, Nedim Şener'in, Tuncay Özkan'ın içinde bulunduğu şartlarla mukayese edilemeyecek kadar kötüydü. Ancak aynı zamanda bir hukukçu olarak bu kadar süre tutuklu kalmayı prensip olarak doğru bulmuyorum. Hakimlerin duruşma başladıktan sonra tutukluluğu kaldırma konusunda daha eğilimli olması lazım. Duruşmanın başlaması delillerin toplandığına işaret eder. Hem Ergenekon, hem Balyoz Davası benim şiddetle karşı olduğum görüşlerin, grupların yargılandığı davalardır. Biz yargılansaydık onlar aynı şeyi söyler miydi bilmiyorum, çünkü geçmişte söylemediler ama ben söylüyorum bu kadar uzun tutukluluk sürelerini yanlış buluyorum. İkincisi mahkemenin bir konuya dikkat etmesi lazım.
- Nedir o?
Muhalefet etme özgürlüğüyle darbeye hazırlığı arasındaki fark nedir? Bu konuda yeteri kadar dikkat ediliyor mu, ondan emin değilim. Hukukta uygun nedensellik diye bir şey vardır. O, onunla konuştu, mitingde de konferansta da birliktelerdi diye bağlantı kurulamaz. Ben Ergenekon Davası'nın da Balyoz Davası'nın da aşırı genişletildiği kanaatindeyim.
HABER
Akyol Hürriyet'e başladı
Milliyet gazetesi yazarı Taha Akyol, 5 Ekim 2011 tarihinde Hürriyet'te yazmaya başladı.
YORUM
Menderes’e saygı
Milliyet 26 Aralık 2011
AYDIN Menderes’e geçen temmuz başında geceli gündüzlü üç gün misafir olmuştum.
Bir odanın içinde, sürekli yatakta, ne kadar zor bir hayat yaşamakta olduğunu bir kere daha görmüştüm.
Yatakta bir taraftan öbür tarafa dönemiyor, vefakâr eşi Ümran Hanım döndürüyordu.
Doğal ihtiyaçlarını karşılayamıyor, her konuda bakımını Ümran Hanım yapıyordu.
Ümran Hanım’ın aşkına ve evliya sabrına hayran oldum, büyük saygı duydum.
Buradan da kendisine derin saygılarımı ifade ediyorum, başsağlığı diliyorum.
Öğle yemeği için ayrılıp Aydın Bey’in alt kattaki kütüphanesine iniyordum. Günlük yazılarımı da orada yazıyordum. Kütüphanesinin çok zengin olduğunu belirtmeliyim.
Bir defasında öğleyin Aydın Bey’in odasına çıktığımda “Namaz kılıyor” dediler. Bekledim tabii. Sağlık durumu müsait olmayanlar duaları okuyarak, hatta hafızasından geçirerek ve gözleriyle namaz kılabilirler.
Feci kazadan itibaren on yıl süreyle o zor hayat böyle bir imanla tahammül edilebilir olmuştu.
Aydın Bey’i yaşatan enerji
Aydın Menderes’i o halinde diri tutan ikinci vasfı, entelektüel enerjisiydi. “Babam Adnan Menderes” kitabı üzerinde çalışırken bir sohbet arasında söylemişti:
- Şükrü Hanioğlu’nun Atatürk’ün Entelektüel Biyografisi yayınlanmış. Sipariş verdim...
Hanioğlu’nun kitabı Princeton Üniversitesi tarafından o sırada yayınlanmış, ben de bir yazımda bahsetmiştim. Aydın Bey hemen sipariş vermişti kitabı getirtmek için.
Robert Kolej mezunu Aydın Bey, yerli ve yabancı yayınları yakından izliyordu. Asistanı okuyor, o dinliyordu. Yazılarını söylüyor, asistanı bilgisayara geçiyordu.
Müthiş bir hafızası, hayranlık verici bir analiz ve sentez gücü vardı. “Babam Adnan Menderes”i anlatırken daha bir yakından gördüm; referans yaptığı kitapları, gazeteleri, dergileri hayret verici bir hafızayla zikrediyordu.
Acılardan intikam çıkarmamak
Aydın Menderes elbette Demokrat Partili idi; elbette babasının fikirlerini ve siyasi çizgisini savunuyordu. Elbette İsmet Paşa’yı, 27 Mayıs’ı eleştiriyordu.
Darbecilerin idamdan sonra aileye ödeme emri göndererek “callat ve ip parası” istemelerini anlatırken elbette derin bir acı duyuyordu.
Burada anlatılamaz acılar... Fakat Aydın Bey’de asla bir kin izi görmedim. Bir demokrat aydın nasıl konuşursa öyle konuşuyordu.
Adnan Menderes’in eşi merhum Berin Hanımefendi, idam edilen bir eşin, hayatını kaybeden iki evladın acılarını yaşadı, acılarını içine gömdü, tek kelime etmedi.
Menderes’in çocukları, Yüksel, Mutlu ve son olarak Aydın Menderes politika hayatlarında asla kindar, intikamcı olmadılar.
Acılardan intikam hissi çıkarmamak, yüksek bir ahlaki meziyettir.
Siyaset kavgası asla aşiret kavgasına dönüşmemelidir.
Cenazede CHP’liler
Aydın Bey’in cenazesine Ankara ve İstanbul’da sağın her rengi katıldı doğal olarak. Ankara’da Kemal Kılıçdaroğlu ile Deniz Baykal da katıldı. İstanbul’da Fatih Camii’ndeki cenaze namazında da CHP’liler vardı. Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu’nun yanına gittim, bu insani tavırları için kutladım.
Aydın Menderes’e Allah’tan rahmet, sevenlerine başsağlığı diliyorum. Benim tesellim, “Babam Adnan Menderes” kitabını kaleme alarak onun kalıcı bir eserini siyasi kültürümüze kazandırmış olmamdır.
YORUM
Komplo ve gerilim
SİVİL darbe önlendi! Nedir o sivil darbe? Faiz lobisi ve dış destekçileri sokakları savaş alınana çevirerek hükümeti devirmek istemişler, işte bu önlenmiş.
Bunu savunanlar zamanlamaya dikkat çekiyorlar: Ne zaman faiz yüzde 5’e düştü, işte o zaman düğmeye bastılar, kontrol ettikleri iletişim kanallarıyla işaret verdiler, olaylar patladı, faiz yükseldi.
Dahasını, dünkü Yeni Şafak birinci sayfasında yazdı “Soros ve faiz lobisi yaptı!” diye.
Çok ilginç değil mi? Kemalist kesim yıllarca “Soros’un çocukları”nın nasıl Erdoğan ve AKP’yi desteklediğini söyleyip durmuşlardı; demek ki şimdi komplo rolleri değişmiş!
KİM DÜĞMEYE BASTI?
Olaylar yüzünden faiz ve dövizin yükseldiği, bundan da o sektörün kazançlı çıktığı doğrudur. “En çok kime yaramışsa o yapmıştır” şeklindeki komplocu mantıkla düşünürsek faiz lobisi “düğmeye basmış” olabilir...
Fakat, olayların kendisine bakarsak “düğmeye basan”ın kim olduğunu daha net görebiliriz.
30 Mayıs Perşembe sabahına kadar Gezi Parkı gösterileri, Türkiye’de zaman zaman gördüğümüz olağan çevreci gösterilerden biriydi... Sayılarının daha da azaldığı, çoğunun da uykuya daldığı sabaha karşı saat 05.00’te polis akıl almaz bir biber gazı hücumu yaptı, göstericileri sürükleyip, toparlayıp, çadırlarını yaktı...
Sonradan Başbakan Yardımcısı Arınç’ın ve İstanbul Valisi Mutlu’nun özür dilediği bu ölçüsüz güç kallanımı, bu şiddet, geniş kitlelerin tepkisini tetikledi, sokaklar, meydanlar böyle dolmaya başladı.
“Düğmeye basan” hükümetin emrindeki polisin bu şiddetidir; ne faiz lobisi ne dış güçler... Faizin, dövizin yükselmesi, faiz lobisinin kazançlı çıkması bir “sonuç”tur. Sebeplerle sonuçları karıştırmamak gerekir.
KOMPLO KÜLTÜRÜ
Kemalist kesim ve askerler “türban”a nasıl bakmıştı? Türban bu kadar yaygın olduğuna göre bunun sosyolojik ve sosyal psikolojik sebepleri olmalıydı, değil mi? Hayır, komplo sandılar, “kökü dışarıda irtica” diye baktılar. “Amerika’nın Ilımlı İslam Projesi” dediler. 28 Şubat’ın gaddarlığı toplumsal tepkiyi büyüttü, AKP gelişti... Tamamen sosyolojik.
Fakat AK Parti iktidarı da şimdi toplumsal olaylara aynı komplo zihniyetiyle “faiz lobisi, Soros, teröristler, anarşistler” diye bakıyor...
Halbuki, borsaya bakın, ne zaman “hükümet sert davranacak, olaylar tırmanacak!” diye endişe doğmuşsa borsa düşmüş, faiz ve döviz yükselmiş, bu durumun “sonucu” olarak faiz lobisi kazançlı çıkmıştır.
Başbakan yumuşak sözler ettiğinde borsa toparlamıştır.
GERİLİMİ TIRMANDIRMAK
Sayın Başbakan Adana ve Ankara konuşmalarında da “faiz lobisi, teröristler, anarşistler” kavramlarını vurguladı. Elbette “terörist, anarşist, vandal, marjinal” gruplar var; yaptıkları korkunç tahribat da ortada...
Fakat bir de şiddetten uzak duran, sadece siyasi muhalefet yapan geniş kitleler var.
Bu toplumsal tablo karşısında Başbakan ve arkadaşları hayati derecede önemli şu sorun üzerine odaklanmalı: Marjinal gruplar her zaman iktidara karşı eylemler yapardı, eylemleri de marjinal kalırdı... Şimdi büyük kitleleri sokağa döken duygu birikimi nedir? Hangi dışlanmışlık, bastırılmışlık algısı onlarda bu protesto duygusunu biriktirdi?!
Marjinal ve saldırgan grupları tecrit etmenin yolu da bu geniş kitleyi anlamak ve kaygılarını gidermektir.
Kitlelerin duygularını anlayıp yatıştıracak yumuşak yaklaşımlar, uzlaşmacı politikalar gerekirken “güç gösterisi” olarak mitingler düzenlemek, karşı-tepkiyi körüklemek ülkedeki gerilimi tırmandırmaktan başka neye yarar?! Gerilimin tırmanması ülkeyi nerelere sürükler?! Başbakan bunu çok iyi düşünmeli.
HABER
Taha Akyol'dan Başbakan'a 'iş takipçiliği' cevabı
26 Şubat 2014
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Hürriyet gazetesi yazarı Taha Akyol'un patronu Aydın Doğan'ın iş takipçiliğini yaptığı yönündeki sözlerine cevap geldi.
Akyol bugünkü köşe yazısında sözkonusu iddialara şöyle cevap verdi:
Başbakan, benim Doğan Grubu’nun iş takipçisi olduğumu söylemiş! Ben; Başbakan’dan, bakanlarından, genel müdürlerinden, belediye başkanlarından, iktidarla ilgili hiçbir makamdan Doğan Grubu’nun ticari işleriyle ilgili hiçbir talepte bulunmadım, hiçbir görüşme yapmadım.
Başbakan; kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti gibi konularda yaptığım akademik eleştirileri önemsiyorsa, buna aynı düzeyde cevap vermeliydi; halbuki karalama yolunu seçmiştir.
Her şeyden önce şunu belirteyim: Benim gözümde evrensel hukuk bütün siyasi fikirlerin üstündedir.
Sayın Erdoğan hapisteyken, gerçekten mağdurken, partisi kapatılmak ve hükümeti darbeyle devrilmek istenirken bütün yazılarımda, görüşmelerimde ve konuşmalarımda nasıl özgürlükçü demokrasiyi ve basın hürriyetini savunmuşsam, kendisinin iktidarında da bütün yazılarımda, görüşme ve konuşmalarımda aynı ilkeleri savundum.
Keşke böyle bir zorunluluk çıkmasa, gelişmiş demokrasiler düzeyinde bir demokrasimiz olsaydı ve bizler de o ülkelerdeki meslektaşlarımız gibi başka konulara öncelik verebilseydik.
GÖRÜŞ
Yine Lozan
Taha Akyol
Hürriyet 30 Eylül 2016
TARİHİ tarihçilere bırakmak doğru bir ilkedir; fakat tarih hakkında tabii ki tarihçi olmayanlar da konuşur.
Ben tarihçi değilim ama tarih üzerine yazıp duruyorum işte. Çok mutlu değilim, belki de sıkıcı oluyor... Ama tarih günlük siyasette öyle çok yer tutuyor ki, ben de ikide bir yazıyorum.
Sayın Cumhurbaşkanı dün adaları “Lozan’da verdiğimizi” söyledi ya, adeta soru yağmuruna tutuldum: Adaları Lozan’da mı kaybettik? İzmir’e giren ordu adaları da alamaz mıydı?...
Sayın Cumhurbaşkanı’nı danışmanları yanlış bilgilendirmiş olmalı. 12 Adaları 1911’de İtalya, Ege adalarını 1912 Balkan Harbi’nde Yunanistan almıştı; çünkü Osmanlı feci bir mağlubiyete uğramıştı.
Benim “Bilinmeyen Lozan” adlı belgesel ve kitabımda ayrıntılar vardır, buraları geri almak Lozan görüşmelerinde söz konusu bile olmadı. Niye mi?
MİSAK-I MİLLİ
Mondros Mütarekesi’nden sonra, Osmanlı Meclisi’nin ilan ettiği Misak-ı Milli’de Musul ve Kerkük vardır ama adalar yoktur! Çünkü Misak-ı Milli, Birinci Dünya Savaşı’nın ateşkesle bittiği sırada Türk ordusunun bulunduğu yerleri “vatan” olarak tanımlıyordu.
12 Adalar’da İtalyan ordusu, Ege adalarında Yunan ordusu vardı.
Balkan Harbi’nden sonra imzalanan Atina Antlaşması’nda Ege adalarının geleceğine “büyük devletlerin karar vermesini” Osmanlı kabul etmişti. Çünkü Edirne’yi zor kurtarmıştık, yeni bir savaşı müttefiksiz göze alamazdık.
Büyük devletler 14 Şubat 1914’te adaları zaten almış olan Yunanistan’da bıraktı, İmroz ve Bozcaada ile Meis Türkiye’nin oldu. Misak-ı Milli ve Lozan bunun teyididir. Meis mi?...
Lozan’da İsmet Paşa 14 Haziran 1923 günlü konuşmasında Meis yüzünden barışın tıkanmaması için kendi deyimiyle “ağır bir fedakârlık” yaptı. Zira asıl amaç kapitülasyon zincirinden kurtulmaktı, Lozan’da bu sağlanmıştır.
ADALARI GERİ ALMAK!
9 Eylül 1922’de İzmir’i kurtaran muzaffer ordu, adaları da alıp Lozan’da masaya öyle oturamaz mıydık?
Ne dersiniz? Böyle yapamaz mıydık?
Fakat Türk ordusu büyük bir zaferle İzmir’e girdiğinde, limanda bekleyen İngiliz ve Fransız harp gemilerine karşı elinde bir tanecik tekne var mıydı?!
Balkan Harbi’nde Selanik’i kaybetmemizin de önemli sebeplerinden biri Yunanistan’ın elindeki Averof adlı dretnota karşı Osmanlı’nın bir tek dretnotunun olmaması, bu sebeple İzmir’den Selanik’e asker ve mühimmat sevk edememesiydi. Hamidiye zırhlımız Lübnan’dan kömür almak zorunda kalmıştı!
Musul’u niye alamadığımızı da saygın devlet adamlarımızdan Başbakan Rauf Bey, Meclis’in 28 Ocak 1923 günlü gizli oturumunda anlatmıştı: Musul’da İngiliz harp tayyareleri var, bizim değil tayyare, benzinimiz bile yok!
Kazım Karabekir Paşa da eklemişti: Orduyu İzmir’den çekip (tabii yürüterek) Musul’a götürürsek, Mudanya mütarekesi ile kurtardığımız Trakya’yı Yunanistan yeniden işgal edebilir!
ÖZETİN ÖZETİ
Balkan ve Birinci Dünya savaşlarındaki ağır kayıplar üzerine, Kurtuluş Savaşı’nda nasıl yokluklar içinde ve nasıl dikkatli stratejilerle zafer kazanıldı, görüyor musunuz?
Büyük zaferi Lozan’da heba etmediler; bazı eksikler olsa da yapılabilecek olanı yaptılar. En önemlisi de Osmanlı bütçesinin üçte ikisini alıp götüren Düyun-u Umumiye ve kapitülasyonları kaldırarak bağımsız Türkiye’yi kurdular.
23 Temmuz 1923 günlü Tevhid-i Efkar gazetesinde muhafazakâr gazeteci Ebuzziya Zade Velid Bey, imparatorluk topraklarının kaybından üzüntüsünü belirtirken, Lozan’ı şöyle tanımlamıştı:
“Delegelerimiz siyasi ve iktisadi istiklalimiz açısından mevcudiyetimizi ve milli inkişafımızı sağlayacak bütün esasları kurtarmaya muvaffak oldular.”
Doğrusu ve özetin özeti budur.