Biyografi Ara!

Binlerce biyografi keşfedilmeyi bekliyor

Sadık Tural

akademisyen, yazar

Sayfayı paylaş
İlgili Kategoriler
Sadık Tural
Sadık Tural
akademisyen, yazar
öğretmen

7 Temmuz 1946 tarihinde Kırıkkale’de doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini doğduğu şehirde yaptı. Fark derslerini vererek Samsun İlk Öğretmen Okulu’nu bitirdi. D.T.C. Fakültesi’nde başladığı Yüksek Öğrenimini Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi TDE Bölümü’nde pekiyi derece ile tamamladı.
Me’muriyete 1964 yılında ilkokul öğretmeni olarak başladı. Milli Eğitim Bakanlığı Yayımlar Genel Müdürlüğü’nde,Türk Ansiklopedisi’ni hazırlama şubesinde çalıştı. 1 Ocak 1972’de, Hacettepe Üniversitesi’nde önce okutman, sonra asistan oldu. 1978 yılında edebiyat doktoru, Mart 1983’te doçent, Ağustos 1988’de profesör unvanlarını kullanmaya hak kazandı. Hacettepe, Selçuk, Gazi, Abant İzzet Baysal Üniversitelerinde Türk edebiyatının kavram ,terim ve yöntem konularını, metin tahlilini ve şahsiyet değerlendirmelerini esas alan , lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi; birçok bitirme, master tezi yanında, on dokuz adet de, doktora tezi yönetti.

1984-1988 yılları arasında, Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı’nda kültür planlamacısı olarak görev yaptı. Bu görevi sırasında, Türkiye ile çeşitli devletler arasındaki “kültürel değişim programı(KDP)” anlaşmalarında, DPT temsilcisi olarak yer aldı. İLESAM adlı meslek kuruluşunun Bakanlar Kurulu kararı ile kurucular kurulunda, sonraki genel kurullarda ise, seçilerek yönetim kurulunda, denetim ve haysiyet kurullarında, görev yaptı. Çeşitli dergilerin yayın kurulunda ve Kültür Bakanlığının yayın komisyonlarında üyelik yaptı.
1989’da, 10 ay Almanya’da “Türk Çocuklarında Kültürel Kimlik Meseleleri” projesini yürüttü. Dönüşünde Hacettepe Üniversitesi’nden Gazi Üniversitesi’ne geçti: Gazi Üni. Fen Edebiyat Fak.’nde, Sanat Tarihi Bölümü ile Felsefe Bölümlerinin kurucu başkanlığını üstlendiği gibi, iş yoğunluğu gerekçesiyle istifa ettiği 1999 yılına kadar, Türk Dili Edebiyatı bölüm başkanlığını, Fakülte yönetim kurulu üyeliğini yaptı.
Eylül 1993’te Atatürk Yüksek Kurumu’na bağlı, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığına atandı, 2001 yılında diğer görevi dolayısıyla istifa etti.

Mayıs 1996’da ,UNESCO Milli Komisyonu üyeliğine seçildi, iş yoğunluğundan, 2004’te istifa etti.
Eylül 2000 tarihinde Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanlığına atandı; Nisan 2009 tarihinde kendisi yurt dışındayken, bu görevinden alındı ve bir süre sonra atandığı Başbakanlık Müşavirliğinden 1 Mart 2011 tarihinde emekli oldu.
Çeşitli yerli, yabancı kuruluş ve devletlerin ödül, madalya, teşekkür, plaket ve beratına layık görüldü. Bir kaç örnek: Zamanın Elinden Tutmak (1982, 5.bs.,2006) adlı eseri, ilk baskısının hemen ardından , üç ayrı kuruluş tarafından ödüle lâyık görüldü. 

Manas’ın 1000’inci yılı münasebetiyle, Türkiye ve Bişkek’te yapılan bilimlik toplantılardaki Türk Heyeti Başkanlığı ve kutlamalardaki diğer katkıları sebebiyle “Kırgızistan Devlet Ödülü” (1995) ile Kırgızistan Bilimler Akademisi üyeliğine layık görüldü. Oluşturulmasını ve başkanlığını üstlendiği 33 cilt olarak planladığı, 31 cildi basılan Türk Dünyası Ortak Edebiyatı projesi aracılığıyla, Türk dünyasında edebiyat biliminin zenginleşmesine hizmetlerinden dolayı “Kazakistan Devlet Ödülü”ne ve “Akademiker Kültür Profesörü” (1996) unvanına, Cengiz Aytmatov Akademisi ve Türkmenistan Bilimler Akademisi üyeliğine layık görüldü. 

Dünyada 130 yıldır gerçekleştirilen ICANAS toplantısının 38.sini Türkiye’de gerçekleştirdi; diğer yandan, ICANAS Bilim Kurulu Üyeliğine seçilen ilk Türk bilim adamı oldu. Bu büyük toplantının bildirileri 33 cilt olarak yayımlandı.

Sadık Tural, 16.600 adet kitap ile 11.100 adet süreli yayından oluşan kütüphanesini, adını taşıyacağı taahhüdüne dayanarak Çankırı Karatekin Üniversitesi’ne bağışladı.

Yayınlarında, merhum babasının (21 Şubat 1921-3 Ocak 2010) adını Sadık Kemal ve/veya Sadık Kemaloğlu olarak da, (K.) olarak da kullanan Sadık Tural, Almanca bilmekte olup, evli ve bir çocuk babası, iki torun dedesidir. 

ESERLERİ:

Ortaklaşa yapılmış yayınlar dışındaki kitapları: Zamanın Elinden Tutmak; Edebiyat Bilimine Katkılar; Kültürel Kimlik Üzerine Düşünceler ; Sorulara Cevaplar –I-,-II-;İlmek’e Yansıyan Şiir: Halı, Kilim; Bilgelerin Yolunda; Tarihten Destana Akan Duyarlık; Ermeni Meselesine Dair ; Şahsiyetler ve Eserler; Yüzyıla Damgasını Vuran Önder : Atatürk.



HAKKINDA YAZILANLAR

1. 100’e yakın Makale ve Tanıtma yazısı. 
2. Sadık Tural Armağanı, Ankara 2003; 
3. Profesor Sadıq TURAL, Baku 2005…







SÖYLEŞİ

Prof. Dr. Sadık TURAL
Betül EYÖVGE YILMAZ’un Sadık TURAL ile yaptığı bir söyleşiden…
www.bilgicik.com

-Sayın Hocam, bize kendinizden söz eder misiniz?
7 Temmuz 1946 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin yarattığı bir sanayi şehri olan Kırıkkale’de Kemal Beyin çocuğu ve beş kardeşin en büyüğü olarak dünyaya geldim. Hacettepe Üniversitesinde bilim hayatına başladım. Doktora, doçentlik ve profesörlük işlemleri ile unvanlarını da Hacettepe Üniversitesinde aldım. 1989 Aralıktan itibaren Almanya’da görev yaptım. Almanya dönüşünde Ağustos 1989 itibarıyla Gazi Üniversitesine geçtim. 1993 yılında Atatürk Yüksek Kurumunun bağlı kuruluşlarından Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığına getirildim. 14 Ağustos 2000’den beri de Atatürk Yüksek Kurumu Başkanlığını yürütüyorum. Evli, bir çocukluyum.

-Kitap ve dergi yayınlarınızdan bahseder misiniz? 
Kendi imzamla yirmi bir, ortak çalışma hâlinde imzayla yirmi bir olmak üzere bir öbek kitabın sahibiyim. Divan, Yeni Divan, Erdem dergilerini bir süre yönettim; Arış ve Bilge dergilerini kurup yaşattım. Elliye yakın farklı dergide imzamı taşıyan fikirlerim ve yorumlarım ile biçimlenen yazılar yer aldı. Geniş bir yayınlar listesi bu sohbetin konusu olmamalı…

-UNESCO dâhil olmak üzere birçok kuruluşta da göreviniz var. Onlardan değil de aldığınız ödüllerden söz eder misiniz?

Gerek ülkemde gerek başka ülkelerde, yaptığımız çalışmaları ve hizmetleri yeterli bulan kadirbilir tutumların sonucunda, ödüller, armağanlar, üyelikler, teşekkür belge ve plaketleri aldım; ancak, bunları milletimin öz malı sayarım ve bunun listelenmesinden de hoşlanmadığımı ifade etmek isterim. Şöyle söylesem daha mı doğru olur, yoksa bir haset sağanağına muhatap mı olurum, bilmem; ama, içimden bu cümle geçer: Yaptıklarım ve yaşadıklarım başkaları tarafından araştırılmalı ve değerlendirilmeli. Bunların ifadesi benden çok, kadirbilir, insaf sahibi, kıskançlığa yenik düşmeyecek gelecek kuşaklarındır.

-Türk aydınlarının bir kavram kargaşası içerisinde olduğu bilinmektedir. Sizce Türk aydınının kavramlara yüklediği anlam kendi kültür birikimimize mi yoksa evrensel kültür değerlerine göre mi şekillenmelidir?

İnsan düşüncesi nasıl işleyişe geçiyor? Hafızanın desteğini alarak, duygu, düşünce ve hayalin bir davranış, bir tepki oluşturacak biçimde işleyişe dönüşmesi nasıl oluşuyor? Bunun üzerinde zaman zaman düşünürüm. Zihninizdeki milyarlarca odacığı açabilen anahtarlar var. Bu anahtarlardan bir kısmı, isimler, bir kısmı fiiller. İşleyişi asıl sağlayan, büyük kapıları açma gücüne sahip olan anahtarlar ise, kavramlar. Duygu, düşünce ve hayal dünyamızdaki büyük kapıların açılmasını, davranış ve tepkiye yol açan anlamlı işlemesini sağlayan da, kavramlar. Kavramlar, daha önce beyin denilen büyük sisteme kayıtlanmış bulunan bilgileri uyararak, yeni bilgilere, yeni yorumlara, yeni tepkilere, yeni davranışlara yol açıcı işlem ve işleyişleri sağlayan özel kelimeler. Bir kültürün göstergesi olan dilin en önemli yanı veya göstergesi, kavramlara yüklediğimiz anlamlardır. Beş tane kavramı örnek vererek fikrimizi delillendirelim: Anne, vatan, bağımsızlık, cumhuriyet ve şehit. Bu kavramların öncelikle Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan Türkler arasında, sonra da Türk dünyası olarak bilinen cumhuriyet ve topluluklar içinde kutsal sayılacak anlamları var. Bu kavramların tanımları veya kabul gören anlamları tarihî birikime dayanır, dayanmalı… Zihni bulaşıklı birtakım kimseler çıkıp, düşüncesi kirletilmiş bazıları bilim adına gürültü edip bu kavramların öz duyarlılığınıza, acı tecrübelere dayanan tanımlarını reddedebilir. Haydi bunlara iki kelime daha ilave edeyim: Namus ve aile. Bu iki kavram Türkler için, kültürümüzü derinlemesine ve genişlemesine yapılandıran ve sürdüren, belirleyici işlev taşıyan, gücü ve kuvveti hemen hissedilen kavramlar idi.

Son elli yıl içinde en önde bu yedi kavram olmak üzere temel kavramlar ve onların bağlı olduğu toplumluk işlevler, gözle görülür ölçüde yara aldı. Ortak bilincin, ortak aklın oluştuğu ve bir kültür belirleyicisine dönüştüğü toplumlarda, kavramların tanımları da, zihinde ortaya çıkan işleyiş gücü de, yüksek bir benzeşme gösterir. 

Kültür ise, benzeştirme yoluyla çözülmeleri önleme gücünü işletebilme sonucunda bir bütünlük yaratmak değil midir?

Kültürün temeli, kavramlar ve kavramlara yüklenen anlamlardır. Bu tanımlanmış kavramların üzerine bilim, sanat, siyaset ve idare ile ticaret yaşantıları bina edilir. Bilim, sanat, siyaset, idare ve ticaretimizde bir çıkmaz varsa, onun temeli veya ana sebebi bağlı olduğu kavramlara verilen karşılıklardaki bulanıklıktır. Benzemeyi ve benzeştirmeyi sağlayan değer ve davranışlar, kültür koruyucusu şahsiyetlerin ve kurumların desteğinde yaşayabilir. Bizim toplumumuz ferdiyetten çok, şahsiyeti esas alan, toplumluk denetimin koruyuculuğunu bir taraftan örfe, bir taraftan şahsiyete bırakan özel bir yapıdır. Türk kültürü, gerek kırlık, gerek kentlik alanlardaki yerleşimde, son elli yılı bir kenara bırakırsanız, örfün ve şahsiyetlerin kurduğu bir zengin dünya idi. “Her şey mahvoldu” anlamında kötümser bir tavır ile değil, elimizdekilerin değerini bilerek, zenginliğimize sahip çıkarak, bize kaybettirilenlerin yerlerine yenilerini koyabilme başarısı göstererek, bağımsız Türk varlığının devamını sağlayalım demek istiyorum. 
Türk kültürü gerek kavramları, gerek davranışları bakımından şahsiyetlere ve tarih içinden süzülüp gelen kendi birikimine dayanmalıdır. Bu birikim gerçek bir hazinedir.

-Şahsiyet kavramı size göre nasıl tanımlanabilir? Zamanın elinden tutan adam veya ufuk adam sözlerini şahsiyet kavramıyla aynı anlamda kullanabilir miyiz?
Kendi içerisinde ahenkli bir bütün oluşturacak biçimde bütünleşmiş ve ne yapabileceğini yahut ne yapmayacağını kestirebileceğiniz kadar kendi değerler bütününün uyumlu bir temsilcisine dönüşmüş insana şahsiyet demeliyiz. Şahsiyet sahibi insan, bir alana ait temsil yeteneğiyle öne çıkabilir ve en sonunda da diğer insanların ufkunda bir nirengi noktasına dönüşebilir. Ancak böyle bir ifadeden, toplumun içerisinde şahsiyetlerin çok az olduğu türünden bir anlam çıkarılmasından da korkarım. Din, edebiyat, siyaset, askerlik, ticaret, bilim, idare alanlarından birine ait şahsiyetler, bir toplumun içerisinde yan yana ve iç içe yaşarlar. Kendi içerisindeki bütünlüğü çok belirgin olanlar ise öne çıkarlar. Bazen de tarih onların toplumun önüne atılmasını ister, önder olurlar. Türk kültürü bu anlamda bayrak şahsiyetlerle devletleşmiş, bağımsızlık sahibi olmuş, kültürünü korumuş, varlığını sürdürmüş bir özel yapıdır. 
Betül Hanım, şahsiyetler hem zamanın elinden tutan insanlardır, hem de bir yerin, bölgenin, hatta ülkenin ufkuna yerleşen kişilerdir. Benden izin istemediğinize göre her türlü kullanıma herkesin hakkı vardır.

-Şahsiyetin değerler bütünü içerisinde Türk dilinin yeri nedir?

Bu halka mensup olduğunu herkesin bildiği, gerçek şahsiyetlerin, Türk dili konusunda da duyarlı oldukları görülür. Yeni bir tanım yapayım ister misiniz? Şahsiyet, tarihin ruhunu, toprağın ruhunu ve ataların ruhunu duyarak, o ruhlardan aldığı söylemlerin biçimlendirdiği bir sorumluluk ve görev anlayışını benimseyen insandır. (Yeri gelmişken mübarek insan Atatürk’ün ‘Atalarımızın ruhu beni göreve çağırıyordu.’ sözünü hatırlatayım). Böyle bir sorumluluk ve görev anlayışı içinde, bağımsız bir siyasi cumhuriyet kurmak veya korumak önemli bir yer tutar. Gerçek şahsiyetler için, siyasi cumhuriyetin bağımsızlığını kurmak ve korumak görev ile sorumluluğu kadar düşünce cumhuriyetinin, kültür cumhuriyetinin, kısacası Türkçe cumhuriyetinin bağımsızlığının korunarak dil devletine dönüştürülmesi de, bir görev ve sorumluluk alanıdır. Türk diline karşı duyarlılığını bilince dönüştürmemiş olan kimselerin ve Türkçe cumhuriyetinin bağımsız ve güçlü bir düşünce ve ifade devletine dönüşmesinde görev ve sorumluluk üstlenmeyen kişilerin sayıca artması kadar tehlikeli bir şey yoktur. 

-Türk dili, Türk aydınının zihninde, muhayyilesinde ve eserinde hangi dönemlerde bir problem olarak yerini almıştır?

Komşu kültürlere aşırı saygı duyanların veya öz kültürüne karşı saygısını yitirmiş olanların sayıca arttığı, yönetime büyük etkide bulunduğu dönemlerde… Şair adını verdiğimiz özel insanların, Türk dilini, ana sütüne dönüştürme yönünde, Türkçeyi duyarlılığımızın bayrağı yapma yönünde bir bilinç göstermedikleri zaman… Bilim adına konuşanların, bilim dilinin Türkçe olmasını istemedikleri veya Türkçeyi bu konuda yetersiz bulduklarını ifade etmekten utanmadıkları zaman… Eğitim ve öğretimin Türkçe ile temellen¬dirilmiş bir dünyaya dönüşmesinin devlet amaçlarından biri olmaktan çıkarıldığı zaman… Dilin - ve dinin - cemaatleşmeye, ideolojik ayrışmaya kurban edildiği zaman… Kısaca söylemek de mümkün: Aydın olanların, dil bilincini, dilin tarih içinden gelip gitmekte olan işlevini unuttukları, bu konudaki duyarlılıklarını yitirdikleri zaman, Türk dili dertlere düçar oluyor. Aydınımız Türkçeci olmak, Türkçe cumhuriyetini korumak zorundadır.
-15. yüzyılda “Türkçe söyleyeceğim diye dilimde tüy bitti” diyen şairle, hikâyelerinde Türkçeyi bir çatışma alanı olarak ele alan Ömer Seyfettin ve yine bu yönde eserler veren Ziya Gökalp’i dikkate aldığınızda neler söylersiniz?

Toplumun geniş kitleleri Türkçenin korunmasından, incelenmesinden ve zenginleştirilmesinden sorumlu değildir. Sorumlu olanlar, öncelikle dil bilginleri ile edebiyat eseri veren büyük sanatçılardır. Sonra da, insan eğitimini veya bir bilim dalını seçenler, en sonra da siyasetçi ve idareci olanlardır… İşaret ettiğiniz bu büyük şahsiyetler, Türkçe bilincinin kendilerini göreve ve sorumluluğa davet ettiği andan itibaren, gereğini yapmış olanlardır; bu yüzden de, onlar kültür tarihimizdeki, milletimizin hafızasındaki şerefli yerlerini almışlardır. Bugünün sanatçısı açısından ise, durum sanıldığı kadar kötü değildir. Şiir kitaplarındaki kelime/tür sayısı 20.000’den aşağı düşmeyen, romanlarındaki kelime/tür sayısı 40.000’den yukarı olan edebî şahsiyetlerin ve eserlerinin sayısı arttıkça Türkçenin sıkıntısı azalır. Tabiidir ki, sanatçıların şiir, roman, hikâye, tiyatro ve senaryo dillerinde zenginliği dikkatle kullanıp Türkçe Sözlük’ümüzü yeni baştan fethederek eserlerine taşıyıp, bir Türkçe cumhuriyeti kurmalarını isteriz; Eğitim Bakanlığımızın da, Kültür Bakanlığımızın da bu konudaki çalışma ve hizmetlere aykırı düşmeyecek türden zenginleştirici, güçlendirici, alkışlayıcı, yüreklendirici destekler vermesini ister ve bekleriz. 

-Son dönemlerde bazı kişiler gerek çocuklarına gerek iş yerlerine ad koyarken yabancı kökenli kelimeleri tercih ediyorlar. Kendilerine bu durumun yanlış olduğu söylenince de “dünyayla bütünleşme, evrensellik bunu gerektiriyor” şeklinde açıklama yoluna gidiyorlar. Bu düşüncelerin altında kendi kültürüne karşı iman zayıflığı, kanaat ve bilgi eksikliğinin yattığı söylenebilir mi?

Her kültür, mensuplarını tarih içinde devam edebilen bağımsız bir varlık sahibi kılmaya uğraşır. Her kültürün insanlara verdiği değerler ve davranışların arkasında, başka kültürlerle ezilip yok olmamak, başkalaşmamak hedefi var. 

Yabancılaşma, özüne aykırı düşme, yaradılış sebebi ve işleviyle ahenksiz, hatta aykırı konuma gelme, kendi olmama durumudur. Kendi olmama yönündeki çözülmenin başladığı yerde, hastalanma ortaya çıkmış olur. 

Sağlıklı bir bedenin her organı, diğerini benimser ve onunla ahenkli bir bütünlük oluşturma yönünde kendine düşeni yapar. Toplumun içinde kendi dilini koruma yönündeki bilinç kırılması, bir duyarlılık çözülmesi, bilgisizlikten kaynaklanabileceği gibi, züppelikten de doğabilir. Toplumun kültür sağlığı, dil sağlığıyla temellenmiş bir dünyadır. İnsanlar ayrı bir dünya, maymunlar ayrı bir dünyadır. 

İnsanları çok başarılı biçimde taklit ettikleri noktada bile onların maymun oldukları gerçeği ortadan kalkmaz. Maymunluğu benimsemiş marjinal grupları ciddiye almayabilirsiniz. Nasıl söylüyor olurlarsa olsunlar…

Ad bilgisi önemli bir dil bağımsızlığı göstergesidir. Türk kültüründe insan isimleri için üç kaynak var: İslam kültüründen doğan Hz. Peygamberin, sahabenin önde gelen ve azami kırk kişisinin adları; dinler tarihinden gelen ve Arapça telaffuzuyla bize yansıyan isimler… Bu iki kaynaktan gelen kişi adları yanında; Türkçe veya Türk tarihinden gelen isimler… Yeni doğanlara isim koyarken çok dikkatli olunmalı… İnsan isimlerinde temiz Türkçenin, güzel Türkçenin imkânlarından yararlanılmalı, Türk Dil Kurumunun Genel Ağ (İnternet)’a yüklediği Türk ad bilgisi listelerine bakılmalı… İş yeri adları ve özellikle yer adları ise, ülkeye vurduğumuz kültür mührüdür, Türk damgasıdır. Bunu başaramazsak, başkaları damgasını ve mührünü iş yerine, mekân dünyamıza vurursa, bizim kültür bağımsızlığımız tartışmalı hâle gelir, siyasi cumhuriyetimiz sözden ibaret kalır, siyasi bağımsızlığımız tehlikeye düşer…

-Türk dili günümüz yazar ve şairleri tarafından dilin sosyolojik, psikolojik ve felsefi yönü dikkate alınarak etkin bir biçimde işlenebiliyor mu? Sizce Millî Edebiyat Dönemindeki bu heyecan bugün de varlığını sürdürüyor mu?

Yazılı ve görüntülü iletişim araçlarının Türkçeye karşı çok özensiz, duyarsız, hatta bilinçsiz bir yaklaşımla biraz zarar verdiğini, bu zararın 1980’li yılların başından 21. yüzyıl başına kadar sürdüğünü söylesem şaşırır mısınız? Ne zaman ki, yabancı strateji merkezleri, Türkiye ve Türk dünyasındaki beklentilerinin bir kısmının Türkçe ve Türk alfabesi ile ilgili olduğunu, bunları değiştirme yönünde bize emirler vermeye kalktığını açıkça ortaya koydu, birtakım insanlarımız ayıldılar, uyandılar. Bugün şairlerimizin, yazarlarımızın aralarındaki her türlü ayrılığı ve ayrışmayı bir kenara bırakarak, bütünleştikleri tek konunun Türkçenin korunması olduğunu görmekten büyük bir mutluluk duymalıyız. Türkçenin, hem kişi hem toplum hayatındaki yerini, değerini, işlevini bir sorumluluk ve görev sayan edebiyat ve bilim adamları üzerine düşenleri yapıyorlar. Türkçeden bilim dili olmaz diyen düşünce ve şeref yoksulları ise artık ortada yoklar, yok olup gittiler. 

Türk Dil Kurumu, -2007’de- kuruluşunun 75. yılında 1923 ve sonrasında doğmuş ve Türkçe cumhuriyetinin kurulmasına hizmet etmiş, eserlerinde en az 40.000 kelime kullanmış nesir yazarı, edebiyat ve bilim adamlarıyla, en az 20.000 kelime kullanmış şairlere büyük ödüller vermeli. Her vatandaşımız bu ödüllere aday gösterilebilmeli. 2005 yılı aday gösterebilme yılı olmalı, 2006 yılı eserlerdeki kelime/tür sayısının Türk Dil Kurumunca değerlendirme yılı olmalı, 2007 yılı ise ödüllerin dağıtılma yılı. Atatürk’ümüzün ruhuna karşı Türk Dil Kurumu, saygısını, sevgisini ve borcunu bir parça da olsa böylece ödemiş oluruz diye düşünüyorum.

Şairin çığlığı geliyor kulaklarıma:
Gezdim seyreyledim Frengistanı,
İlleri var bizim ile benzemez,
Levin tutmuş gonceleri açılmış,
Gülleri var bizim güle bezemez.

Diyordum ya, kültür benzeştirmeyi sağlayan değerler, benimseyişler, reddedişler, davranışlar toplamıdır diye; şair benzeşmenin göstergesinin öncelikle dil sonra da güzellik anlayışımız olduğuna ne güzel işaret ediyor.

Millî Edebiyat Dönemine ait heyecan da, 1932-1938 yılına ait heyecan da yok… Niye yok der iseniz, cevabım kolay… 1908-1933 yılları arasındaki atalarımızın siyasi bağımsızlık, kültür bağımsızlığı konusundaki bilinçleri de dilimizi edebiyatın bilimindeki yapma duyarlılığı da bugünden daha fazla idi. Emperyalizmin oyunlarına gelmeyecek, tuzaklara düşmeyecek bir bilinç yaygındı. Merkezî yönetim ve merkezî denetimi güçlendirerek siyasi bağımsız cumhuriyeti, kültürel bağımsız cumhuriyet yapmak o aydınların vazgeçilmez hedefi idi… Şimdi ise gürültüsü duyulan, uygarlık adına aykırılık, özgürlük adına azgınlık… Ah Büyük Nutuk’un son üç sayfasını herkese tekrar tekrar okutma gücümüz ve imkânımız olsa… Dili zenginleştirmek, işlemek ve bağımsızlaştırmak isteyip istemeyenleri sonra sorsak…
Estetik duyarlılığımızın, dil bilincimizin, Atatürk’ümüzün beklediği ve istediği yönde bağımsız bir Türkçe cumhuriyetine dönüşmesi için, bestekârlarımızın Türkçeye saygısını göstermede Münir Nurettin Selçuk, Saadettin Kaynak gibi, Yıldırım Gürses, Barış Manço, Cem Karaca gibi besteci yorumcuların, Sezen Cumhur Önal gibi melodiyi Türkçeyle taçlandırmaya ömür adayanların sayısını arttırmak gerekir.

-Türk Dil Kurumunun çalışmalarını nasıl buluyorsunuz?

Hiç şüphesiz alkışlanmaya değer buluyorum. Ancak Türkçe Sözlük’teki hataların giderilmiş hâliyle hem Genel Ağ’da (İnternet’te), hem de yeni bir baskıyla ortaya çıkmasını istiyor ve bekliyorum. Diğer taraftan bu baskıda, gerçeğimsi kelimesi de dâhil yeni karşılıkların yer aldığı ve madde başında olmadığı hâlde madde başına taşınması gerektiği türden eklemelerle 101.000 kelimelik bir zenginliğin ortaya konulmasını bekleyenlerden biri de benim.

Önemle vurgulamak istediğim bir konu var. Türkçenin eğitim ve öğretiminin, üniversitelerimizde kavram, terim, yöntem ve araçlar yönünden yeterince incelenip, değerlendirilip öğretildiğinden şüphem var. Türk Dil Kurumunda Türkçenin eğitimi ve öğretimi ile ilgili ayrı bir kol oluşturularak söz varlığımızın anaokullarından üniversitelerin sonuna ve bilim yapan insanlara kadar herkesin, duygu, düşünce, hayal ve davranış dünyasını nasıl biçimlendirmesi gerektiği yönündeki değerlendirme ve önerilerin de bu koldan ortaya çıkmasını bekleyenlerdenim. Bu seneki büyük kurultayımızın bir günlük çalışmasının ise, bu alana ayrılmasını diliyorum. Hüseyin Ağca, Murat Özbay, Nusret Alperen, Sani Adıgüzel, Mesiha Tosunoğlu, İdris Karakuş, Hayrettin Parlakyıldız gibi Türkçenin eğitim ve öğretimine kendini adamış, doktora yapmış insanlardan yararlanılması doğru olurdu diye düşünüyorum. Bu konulardaki görüşlerimi Türk Dil Kurumunun sorumluluk bilinci yüksek değerli Başkanı Halûk Akalın’a arz ettim. Yapılacak iş çok…

-Sayın Hocam, değerli vaktinizi bize ayırdığınız için teşekkür ederim.




BİR KÜTÜPHANE OLUŞUMUNA KATKI

Çankırı Karatekin Üniversitesi’ne 16.500 kitap ve 10.000 den fazla dergiden oluşan değerli koleksiyonunu bağışlayan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu eski başkanlarından Prof. Dr. Sadık Tural ile bültenimiz için röportaj yaptık.*

TUNÇ BORAN: Sizin öz geçmişiniz ve başarılarınız kamuoyu tarafından yakından biliniyor. Ancak hayat öykünüzün bilinmeyen detaylarını sizden dinleyebilir miyiz?

SADIK TURAL: İnsanın hem zor, hem sıkıntılı cevapları, kendisine ilişkin sorularla ilgili olanlarıdır. Ana çizgileriyle özgeçmişim: Beş çocuklu bir ailenin ilk evladı olarak 7 Temmuz 1946’da Kırıkkale’de doğdum. İlkokulu, ortaokulu, liseyi orada bitirdim. Atatürk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyat Bölümü’nden mezun oldum. Hacettepe Üniversitesi’nde doktora yaptım, doçent oldum. Ağustos 1988’de, yine Hacettepe’de Profesör ünvanını kullanmaya hak kazandım.
Kırk yıla yakın bir zamandır, bütün hayatımı ve faaliyetlerimi biçimlendiren üç soru gurubunun cevabını düşündüm. 

Birincisi: Ankara’ya bağlı bir ilçenin (şimdi il) çocuğu olarak, Cumhuriyet’in oluşturduğu bir sanayi şehrinin hava kirliliğiyle bunalan bir yerleşim merkezinin evladı olarak, ben kime borçluyum? Cevap, devletime: Öncelikle, devletim beni bedava okuttuğu için bunun karşılığını vermeliyim. Düşünebiliyor musunuz? Mastır, doktora yaparken de benden para istemedi. Tam tersine, eski söyleyişle asistan, şimdiki söyleyişle araştırma görevlisi unvanı verdiği beni, bir de maaşla ödüllendirdi. Bunun karşılığını vermeliydim. 

İkincisi: Benim bir bilim dalının mensubu olmama devletim imkân verdi; pekiyi de, bunun karşılığı ne olabilirdi? Bunun karşılığı öncelikle alanımın ihtiyacını duyduğu yeni terimleri, yeni metotları aramak, bulmak. Sosyal bilimlerde, yeni terim ve özellikle de yöntem bulmak çok güçtür. Sosyal bilimlerde, tarihi bir kenara bırakırsanız millileştirme de çok zordur. Bir çeviri mantığı, çeviri furyası halinde, kavramlar, sosyal ve beşeri bilimleri biçimlendirir. Düşünün ki, yaygın durum şu: Sosyoloji deyince, İngiliz sosyologlarının, Amerikan sosyologlarının, Fransız sosyologlarının; psikoloji denilince birçok yabancının isimlerini söyleyerek, bilim öğreniliyor veya öğretiliyor. Ben bu konuda sıkıntı duyan bir insan olarak, bir Türk’ün söylediğini esas alan, bir Türk adına göndermelerle, Türk aydınının görüşünü temel ve dayanak yapan bir anlayışın peşine düştüm. Genç bir asistan iken Tanpınar’ı; Köprülü’yü, İsmail Habib’i, Mehmet Kaplan’ı, Kaya Bilgegil’i, Şükrü Elçin’i esas alan, bunları alıntılayıp bu kişilerin dediğinin sonrasını söyleyebilen kişi olmanın derdiyle yoğruldum. Millî şahsiyetlere dayanmak… İhtiyacını duyduğu alanda kendi cümlesini söyleyen kişi olmak yerine, E. M. Forster buyurur ki, T. S. Eliot diyor ki.. türünden cümleler kurmak daha kolay; ünlü yabancıların söylediklerini bilmenin gereğini reddetmeden, başkalarının buyurduklarından daha çok, yerli fikrin, bizdenlik taşıyan cümlelerin peşine düştüm.
Sosyal ve beşeri bilim nedir? Bir durumun, bir olayın öncelikle çerçevelenmiş doğru tespitini yapabilmek…İkinci aşama olarak, sınıları belirli büyük konunun, problem alanlarını ortaya koymak, belirlenebilen sorunlara çözümler üretmek. İncelenmesi, derinlemesine öğrenilmesi istenen, olayın ve durumun doğruya en yakın biçimde eksiksiz bir ölçüyle tespitini yaparken de, alt problemlerini belirlerken de, çözümler üretip teklif ederken de, kavramlarımızı ve yöntemlerimizi yerli ve millî kılabilmek. Sosyal ve beşerî bilimlerle uğraşanlardan bazıları bu gerçeği görmeyecek kadar sığ veya dar görüşlüdür. Bu sözlerim üzerine, üç veya beş akıllı tanınan ahmak çıksa “bu görüş bilimsel değil” derse ne yapmalıyım? Hiiç. Akıllı görünümlü, akıllı sayılan öyle insanlar var ki, hem de yetkilendirilmiş. Başka iklimlerden gelen su ve yel ile işleyen mantığı ve niyeti bizden olmayan ,yahut kibri ve haseti aklını kirletmiş insan çok…

Nihayet üçüncüsü: Benim kuşağımın, başka bir söyleyişle 68 neslinin emperyalizm karşısında yüksek bir duyarlılığı vardır. Sömürgeciliğin yöntemlerini ve örtülü tuzaklarını düşünmek, bunun çilesiyle yaşamak benim kuşağımın yüksek duyarlılığını ve öfkeli çilesini belirleyen önemli bir etkendir. Millî duyarlığın yoğurduğu, güç birliğine inanan tepki… Bu konuda: “Bana ne düşüyor?” sorusunun doğru cevabını vermenin ve o yolda haysiyetli bir duruş gösterip bağımsız bir yürüyüşün sahibi olmanın bir nesil olarak sıkıntılarını yaşadık. O neslin ifrat ve tefritleri bile ,samimidir ve hasbîdir…
Bakın size bir şey hatırlatayım: 1919 yılının Mayıs ayının başında beş büyük YOK ile karşıyasınız: 1. Devletimizin bağımsızlığı yok. 2. Milletimizin birliği ve dirliği yok. 3. Millî bir ordumuz yok. 4. Millî ekonomi namına üretiminiz neredeyse sıfır; ürettiğiniz bir şey bulunmadığı gibi, ölülerinize kefen bezi, tahtanızı çakacak çivi, dikişinizi dikecek iğneniz yok. Bunları dışarıdan alıyorsunuz, almıştınız; ama şimdi, paranız yok. 5. Millî özgüven duygunuz ve millî vatan bilinciniz var ile yok arası. Ülke işgal altında… Aydınların bir kısmı irade ve idareden habersiz Halife Padişahtan yana, diğer kısmı ise, Amerikan, İngiliz, Fransız mandasından biri adına temsilci, teklifçi, tartışmacı… 

Kendi değerlerinin üzerinden yola çıkıp şu beş YOK’u var edip, çaresizliği reddedip, düşman askerlerini yurdumuzdan atmayı başarmaya inanacaksınız. Bu başarmanın imanını, heyecanını, düşüncesini, insanlarda da, uyandırıp yaygınlaştıracaksınız. Bu mümkün olur mu? Bu soruya ‘Evet olur!’ diyen Mustafa Kemal Atatürk’ü doğru anlamak, Kemalizmi doğru yorumlamak yönündeki sorular ve cevaplar ise, üçüncü grup düşünce çilemi oluşturdu. Bu bilinçle, emperyalizmin oyununa gelmeden, kendi kavramlarımızı, terimlerimizi bulmak, kendi bağımsız kalma stratejimizi oluşturmak yönündeki çalışmalarla beraber olmak.. Yurtseverlik ve milliyetçilik bilinci ile yoğrulmuş bir dik duruşla ülkenin sancılarını giderecek çözümler aramak, cevaplar bulmak, millî düşünceler üretmek arzusu.. Bu yöndeki çalışmalarımın kitap ölçeğinde meyveleri var: Kültürel Kimlik Üzerine Düşünceler, Edebiyat Bilimine Katkılar ile Ermeni Meselesine Dair adlı kitaplarım iki, İlmeke Yansıyan Şiir: Halı-Kilim bir baskı yapmış. Bunun dışındakiler beşer baskı yapmış.

Yabancılar, Doğu’nun nabzının, yüreğin nasıl çalıştığını, beynin nasıl işlediğini öğrenmek için çok uğraştılar. Bu meraklarının cevaplandırılmasını iki yoldan sağladılar: Biri kiliseler; ikincisi ticaret. Bu alanlara mensup kişilerin cevap nitelikli bilgileri ve tecrübeleri, çok işe yarıyor muydu bilmem; ama sömürgeci siyasetçinin ve idarecinin önüne daha sağlam, daha güvenilir bilgiler konması gerekiyordu. 1876 yılında ilk defa Fransa’da Paris şehrinde Dünya Oryantalistler Kongresi toplandı. Oryantalist, ‘doğu bilimci’ demek. Oryentalist, Doğulu toplumların düşünme ve hayat tarzlarını inceleyen insan demek. Doğu bilimciler İLK toplantıdan sonra, her üç yılda bir, bir araya gelmeye devam ettiler. Ben bu toplantılardan bir tanesinin de, Türkiye’de yapılması için mücadele verdim. ICANAS 38 adıyla bir dev toplantının Türkiye de yapılması sağlandı; ülkemizi görebilen, imkânlarını öğrenenlerin sayısı arttı. Şimdiki adıyla ICANAS (Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi) eski adıyla Oryantalistler’in otuz sekizincisinde, yedi yüzü aşkın bildiri sunuldu. Bildiriler 33 cilt olarak basılmaya başlandı, sürüyor. 

Tunç Bey, siz genç bir iletişimcisiniz, kirli bilgi, yorumlu kirletilmiş bilgi, stratejik bilgi üreten kurumların, odakların bulunduğunu bilirsiniz. Bu odaklar, bir kişi/insan hakkında kirli bilgi üretebildikleri gibi, bir kurum, hattâ bir millet, bir devlet hakkında da üretebilmektedirler. Bildiğiniz gibi, bir çok yabancı Türkleri kirlenmiş bilgiyle tanıyorlar. Bizleri, kendi şablonlarının, kendi istedikleri hükümlerin içinde fotoğraflandırıyorlar veya karikatürize ediyorlar. Bu beni öteden beri düşündürüyor, üzüyordu. Ve nitekim toplantının Türkiye’ye alınması başarıldığı gibi, bu toplantı yüksek bir başarıyla da sonuçlandırıldı. Bu arada çok önemli bir şey daha oldu: 134 yıldır yapıla gelen bu toplantı sırasında, bir Türk, Sadık Tural, ICANAS Yönetim Kurulu Üyeliğine seçildi. Ölünceye kadar… Bu sonuç şahsıma değil, milletime verilmiş bir ödüldür. Bu beni çok duygulandırıyor. Ama bazı insanları kıskandırdı ve üzdü. İnternete girerseniz ICANAS 38 diye yazarsanız, o toplantıdaki konuşmaları, salondaki insanları ve yabancıların Türkiye hakkında söylediklerini görürsünüz. Şimdi, basılmakta olan yüzlerce bildiri; ülkemizin tanıtılması ve bir Türkün ICANAS üst kurulu üyesi olması… Dünyayı biçimlendiren, hem çeşitli devletlerin siyaset adamlarına, hem ticaret adamlarına stratejik bilgi üreten mekanizmalar, bu türden büyük toplantılardır.

Türkiye’nin yalnız kalmasından hiç endişe etmedim. Yalnızlık da, yalnızlaştırılmışlık da, korkulacak bir durum değil. Ama Türkiye’nin çaresiz olmasına katiyen razı olmam. İftiraya maruz kalmasına da katiyen razı olmam. Olmam derken; biz aydınlar olarak olmamalıyız anlamında söylüyorum. Türk aydınının öncelikle şu anda sorumlu olduğu, çözüm araması ve derhal bulması gereken konu; para, yabancı sermaye, yabancı kafa bulmak değil, kendisine yapılan iftirayı, kendisiyle ilgili kirletilmiş bilgiyi, kendisiyle ilgili adeta haksızca ısrarlı planı doğru bilgilerle, doğru kafalarla doğru yorumlarla düzeltmek… Bunun yollarını bulmak… Sordunuz diye söylemeye çalıştım. Sadık Tural’ın özgeçmişinin temeli, her özgür insan gibi, yalnız kalmaktan korkmadan, haysiyetiyle, şerefiyle toplum içinde yer ve yâr edinmek ve bu yer ve yâr’ın sorumluluğunu üstünde taşıyabilmek. Bunun temelinde ise, 53 gün sonra 90 yaşına basacak olan babamın çocukluğumdan itibaren bize verdiği nasihat gizlidir. Babamın nasihati şuydu: “Bu devlete, bu millete ve bu aileye sahip çıkmazsanız, sizin şerefiniz yoktur; şerefli yaşamayana lanet olsun.” Bu nasihati aldığımda, çocuk sayılacak yaşta idim. Aslâ unutmadım.

BORAN: Çok değerli kitap koleksiyonunuzu bizim üniversitemize bağışladınız. Bu kitap koleksiyonu nasıl oluştu? Ve Koleksiyonun içeriği hakkında bilgi verir misiniz?

TURAL: Benim kayınpederim merhum Ahmet Nihat Akay’dır. O, üç dönem parlamentoda bulunmuş, Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarlığı yapmış, çok dürüst, milliyetçi, vatansever bir insandı. Merhume kayınvalidem de öyle imiş. Kayınpederim ve kayınvalidemin kendi kitaplarından eski yazıyla olan 700-710 kitap bize kaldı (Diğerlerini kayınvalidemin adını taşıyan Yakacık’taki -İstanbul- okulun kütüphanesine bağışlamıştık.) Birinci grup kitaplar olarak, bunları sayın.

İkinci grup kitabımın kaynağı, bir kötü alışkanlığımın sonucudur. Allah beni şimdi ondan kurtardı: Günde yaklaşık 2-2,5 paket sigara içiyordum. Bunun getirdiği sıkıntıdan dolayı kütüphanede çalışmak, kütüphane kurallarına uymak bana zor geliyordu. Bu da beni kitapları satın almaya götürdü.. Kitapların büyük bir kısmı böyle oluştu ve çok kitap satın aldım, 1928 öncesine aitlerin fotokopisini yaptırdım. Kardeşim Prof.M Akif Tural da, 500’ü aşkın kitap verdi Çankırı gündeme gelince.
Üçüncü grup kitabım ise, dış ülkelerden. 

Üniversitenize aşağı yukarı bin dört yüze yakın Türk dünyasıyla ilgili Kiril alfabeli kitap verdim. Bunların azami yüz tanesi tarafımdan parayla satın alınmıştır. Bin dört yüzü aşkını şahsıma sunulmuş armağanlardır. Çok genç yaşta dergi koleksiyonculuğu yaptım. Sahafları gezer, dergi toplardım. İnsanın lüzumsuz yere harcayacağı parası daima olur. Ben böyle yapmadım. Tarihten sosyolojiye, psikolojiden iktisada kadar çok ilgilendiğim alanlarla ilgili kitap ve dergileri alır okurum.

Üniversitenize 16.666 kitap vermeyi planladım. 15.000 kitap size ulaştı. 1600 eski harfli kitabı henüz teslim etmedim, bekletiyorum. 10.100 adet dergi verdim. Bekleyen kitaplar yanında satın aldığım yeni kitaplar ile dergiler, öncekilerde olduğu gibi bilgisayara yükleniyor ve size ulaştırılmak üzere bekliyor. 

63 yıllık hayatımda, kitap okumaya ve toplama hevesini babamdan kazandım. Babam, 1952 yılında, okuma yazma bilmediğim bir tarihte, bir görevle İstanbul’a gitmişti. Bana Varlık Yayınlarından henüz yayımlanmış olan Namık Kemal ve Yunus Emre adlı klasikler dizisindeki biyografik eserler ile İlk Atlas adlı kitapları almıştı. İlkokulun birinci sınıfının ikinci ayında, sınıfa götürdüğüm bu kitaplar ve Atlas sebebiyle, okulda gördüğüm ilgiyi hiç unutamadım… Benim kendimi bildiğim tarihten beri, her gün bir gazete almayı düzenli olarak sürdüren babam, bugün de, bu yaşında, kitap okumaktan zevk alır. Mesela, Şu Çılgın Türkler’i ağır ağır okuyarak bu kasım ayında bitirdi.** Kitapsız bir kültür olmaz. Önce kültürler, sonra medeniyetler, bilginin yarattığı, bilginin genişlettiği, bilginin büyüttüğü bir dünya ise, biçimlendirdiği ve insanlığa huzur, hiç olmazsa rahatlık verdiği bir âlem ise, bunu sağlayan güç kitaptan, kitaplı kültürden geçiyor. Bugün diyorlar ki, internetten her şeyi bulmak mümkün. Bunu söyledikleri zaman gülüyorum. Kitabın çilesini çekmemiş birisi, internete bilgi yükleyen adamın mantığına kendisini teslim etmiş demektir. Bu düşünceye ‘evet’ denilmemeli.. Kitaplarla ve çeşitli düşüncelerin aktığı bir göl gibi görünen dergilerle iç içe yaşamak, beni çok mutlu ediyor.

Sevgili Tunç, üniversite öncelikle bilgi üretir bu bilgileri bütünleştirir, öğrencisiyle ve kamuoyuyla paylaşır. Üniversite, çağdaşlığa ve ileri teknolojiye yön ve güç veren bir odak, kimlikli bir kurumlaşma, doğru mu? Üniversitesi gericiliğe göz kırpan, hocalarının %40’a yakını yeni bir cümle söylemek yerine bilineni tekrarlayan bir ülkede, bir üniversitede bilim üretilir mi? Hayır. Her yıl en az 15.000 çeşit yerine 30.000 çeşit tercüme olmayan kitap üretmediğiniz sürece, sömürülmek bizim/sizin kaderiniz gibi görünüyor bana. 

BORAN: Eminim ki pek çok üniversite, kütüphane ve sivil toplum örgütü değerli kitap koleksiyonunuzun peşinde olmuştur. Siz neden Çankırı Karatekin Üniversitesini tercih ettiniz?

TURAL: Koleksiyonun sadece el yazmalarının ve nadir baskılıların, mesela hiç kimsede bulunmayan Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye dergilerinin peşinde olan ve bunun parasını bana derhal ödemek isteyen yerli ve yabancı kurumlar ve üniversiteler var. Tekrar başa dönelim, ben ilkokulda, ortaokulda, lisede, üniversitede ve doktora yaparken bu milletin parasını yedim, ekmeğini yedim ve suyunu içtim. Bu kitapların parasını kimseden isteyemem. İlk düşüncem doğduğum şehre, Kırıkkale Üniversitesi’ne vermek idi. Bir tek talebim vardı: Kitaplığa Adımın konması. Ama değerli Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, kitap koleksiyonunu armağan etmiş ve Kırıkkale Üniversitesi Merkez Kütüphanesi’ne onun adını vermişler. Bu yüzden düşüncem gerçekleşmedi.

Kitaplar sığmadığı için bir bağımsız daire satın almıştık. Bu dairenin bütün duvarlarını raf yaptırmıştık. Bu kütüphanenin her gün belli bir sıcaklıkta tutulması ve belli oranda naftalinlenmesi gerekiyor ve oradan kitapları alıyorum gidip evimde çalışıyordum. Ama o naftalin kokusu kitaplara sindiği gibi sizin üstünüze de siniyor. İki saattan fazla kalanları üstünde de,kitapların kâğıtlarında da birkaç bir süre kalan bir koku…Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri değerli bürokrat ağabeyimiz Kemal Nehrozoğlu, benim uzaktan akrabam olan Eski Yargıtay Onursal Başkanı, ağabeyimiz Mehmet Handan Surlu ve o dönemin Çankırı Valisi Ali Haydar Öner ile yemek yediğimiz bir gün idi. Yemekte, kütüphanemizi bilen Handan Ağabey “Hoca, nerden geliyorsun, sevgilinin yanından mı yine, üzerin naftalin kokuyor?” diyerek şaka yaptı: Ben de kütüphanedeydim, oradan geldim deyince, Vali Ali Haydar Bey: “Bu kitapları Çankırı’ya, Karatekin Üniversitemize vermenizi bekleriz.” deyiverdi. Sevgili Vali, bu konuda başlattığı sohbeti Sayın Nehruzoğlu’nu ve Sayın Surlu’yu da,talebinin yanına alarak sürdürdü. Rektörü oradan telefonla aradı, benim şartlarımı söyledi, sayın rektörün bunları kabul ettiğinin ifadesi olan konuşmaları bize dinletti. Değerli Vali Ali Haydar Bey, Çankırı’ya döner dönmez rektör ile görüşmüş ve bildiğiniz gibi konu sonuçlandı. Senato kararı tarafıma ulaştırılınca tamamı bilgisayara alınmış olarak, --kutulanmış--kitap ve dergiler ile rafları, çalışma masalarını ve sandalyeleri TIR denilen bir vasıta ile gönderdik… 

Dedim ya, kitapsız ve kütüphanesiz bir üniversite olmaz. Edebiyat veya tarih bölümünüz var, kütüphaneniz yok, daha genişini söyleyeyim üniversiteniz var ve merkez kütüphaneniz yok, böyle bir şey olmaz. O zaman hocaların verdiği 75 sayfa notu ezberleyip geçen ve katiyen bilgi üretmeyen üretilmiş bilgiyi yakından takip edemeyen geçmişte oluşan birikimi doğru özümseyip doğru yorumlayamayanlara diploma vermiş olursunuz; bu millete karşı haksızlıktır, bu kâr değil, zarardır. 
Bu ülkede aydınların kendi cümlesini söyleme çilesine sahip çıkmak, tarih içerisinde, bu coğrafyada bağımsız bir devletin haysiyetli bir vatandaşı olarak yaşamak konusunda eğer bir dertleri varsa, bir sorumluluk anlayışları varsa, öncelikle, oturup dirliğimiz düzenimiz beraberliğimiz ve bunları oluşturan temel ortak paydamız ADINAiçin kütüphane oluşturulması lazım… İnşallah gelişen zaman içerisinde Çankırı Karatekin Üniversitesi ve Türkiye’nin diğer üniversiteleri de diplomayı özümlenmiş bilginin bir belgesi olarak dağıtan kurumlara dönüşür.
(…)

SORULARA CEVAPLAR –I-, 4. Bs.,Ankara,2014,s.,25- 35.