Philip Mansel tarihçi, akademisyen, yazar Philip Mansel, bir saray ve hanedan tarihçisidir. Louis XVIII ve Prens de Ligne'nin biyografilerini kaleme alan yazarın, Konstantiniyye'den başka The Court of France 1814-1830 ve Sultanların İhtişamı: Osmanlıların Son Yılları adlı iki de kitabı bulunmaktadır.
Financial Times, Daily Telegraph, Spectator, Apollo ve International Herald Tribun gibi pek çok yayında yazıları yayınlandı. Royal Historical Society (Kraliyet Tarih Kurumu) üyesi ve Society for Court Studies'in (Saray Araştırmaları Derneği) yayın organı olan The Court Historian'ın editörüdür. Levanten şehirlerin tarihi hakkında bir kitap üzerinde çalışmaktadır.
ENGLISH BIOGRAPHY
Philip Mansel is a historian of France and the Ottoman Empire, courts and monarchs. He was born in London in 1951 and educated at Eton College, where he was a King's Scholar, and at Balliol College, Oxford, where he read Modern History and Modern Languages. Following four years' research into the French court of the period 1814-1830, he was awarded his doctorate at University College, London in 1978.
His first book, Louis XVIII, was published in 1981 and this - together with subsequent works such as Paris Between Empires 1814-1852 (2001) - established him on both sides of the Channel as an authority on the later French monarchy. Six of his books have been translated into French.
Altogether Philip Mansel has published nine books of history and biography, mainly relating either to France or to his other main area of interest, the Ottoman Empire and the Middle East: Sultans in Splendour was published in 1988 and Constantinople: City of the World's Desire 1453-1924 in 1995. Philip Mansel's latest book, Levant: Splendour and Catastrophe on the Mediterranean (John Murray), was published in November 2010 in Britain and in April 2011 in America. Greek, Turkish, Italian and Russian editions will shortly be appearing.
Over the past 30 years he has contributed reviews and articles to a wide range of newspapers and journals, including History Today, The English Historical Review, The International Herald Tribune, Books and Bookmen, The Daily Telegraph, The Independent and Apollo. Currently he writes reviews for The Spectator, The Art Newspaper and The Times Literary Supplement.
In 1995 Philip Mansel was a founder with David Starkey, Robert Oresko and Simon Thurley of the Society for Court Studies, designed to promote research in the field of court history. He is the Editor of the Society's journal and the co-organiser of the biennial conferences (held in conjunction with the Victorian Society) on Courts and Capitals 1815-1914, the fourth of which will be held on 8 October 2011.
He has travelled widely, lecturing in many countries - including the United States, France, Germany, Italy and Turkey - and has made a number of appearances on radio and television, most recently in the two-part Channel 4 documentary "Harem". He is a Fellow of the Royal Historical Society, the Royal Society of Literature, the Institute of Historical Research (University of London) and the Royal Asiatic Society, and is a member of the Conseil Scientifique of the Centre de Recherche du Chateau de Versailles. In 2010 he was appointed Chevalier de L'Ordre des Arts et des Lettres.
Philip Mansel lives in London and Istanbul.
RECENT AND FORTHCOMING ACTIVITY
The paperback edition of Prince of Europe: The Life of Charles-Joseph de Ligne (1735-1814) (Weidenfeld & Nicolson) came out in March 2005, and early in 2006 the book was published in a German translation, Der Prinz Europas: Charles-Joseph Fürst de Ligne 1735-1814 (Stuttgart, Klett-Cotta). In October 2005 John Murray published a new edition of Louis XVIII with a fresh introduction containing previously unpublished material. John Murray brought out a new paperback edition of Constantinople, City of the World’s Desire 1453-1924 in October 2006 and this book, already available in French, Turkish, Italian and Greek, has also recently been issued in a Spanish translation, Constantinopla, la ciudad deseada por el mundo (Granada, Almed, 2006).
He has contributed to many edited volumes, including recently a long biographical article to Thomas Hope: Regency Designer (Yale University Press, 2008) and an article on Paris under Napoleon III to The Great Cities in History (ed. John Julius Norwich, Thames and Hudson 2009). He has also written introductions or prefaces for eight books, including Lesley Blanch’s biography, Pierre Loti: Travels with the Legendary Romantic (I.B. Tauris, 2004); the reissue of A Girl in Paris: A Persian Encounter with the West by Shusha Guppy (Tauris Parke, 2007); the second edition of Three Kings in Baghdad: The Tragedy of Iraq's Monarchy by Gerald de Gaury (I.B. Tauris, 2008); and Lord Stuart de Rothesay by Robert Franklin (Book Guild Publishing, 2008).
Philip Mansel is currently working on a book on cosmopolitans and co-editing (with Torsten Riotte) Monarchy and Exile: The Politics of Legitimacy from Marie de Medicis to Wilhelm II (Ashgate, 2011), which will include his article ‘From the Exile to the Throne: The Europeanisation of Louis XVIII’.
SÖYLEŞİ
Cumhuriyet'in kuruluşu, Fransız Devrimi'nden daha büyük olay Muhsin Öztürk Aksiyon 17.12.2007 Sayı: 680
Osmanlı ile ilgili konuşmalar, okumalar arttıkça yıllar önce basılmış kitaplar yeni yüzleriyle okuyucuyla buluşuyor. Philip Mansel’in Konstantiniyye’si gibi. Hanedan tarihçisi Mansel, “Abdülmecid devrinin Pera’sında yaşamak isterdim” diyor.
İster İstanbul ve Osmanlı, isterse Osmanlı Hanedanı’nın tarihi olarak okunsun, “Konstantiniyye”, beklentilerin çok ötesinde ayrıntı, insan hikâyesi ve bakış açıları barındırıyor. Mete Tuncay’ın ifadesiyle tarihçi/gazeteci havasıyla yazılmış, ‘yabancı göz’ün varlığı her zaman hissedilse de akıcı bir kitap. Mukayeseye değer mi bilinmez ama, Emre Kongar’ın çok satan tarih kitabıyla mukayese edilemeyecek bir objektifliğe ve ilginç bilgiye dayanıyor aynı zamanda. Philip Mansel aslında bir hanedan tarihçisi, Osmanlı’dan önce Fransız hanedanları üzerinde çalışmış, şu sıralar da Levantenler ve yaşadıkları şehirler üzerinde bir kitap hazırlıyor. Cihangir’deki Boğaziçi manzaralı evinde, Kostantiniyye’nin yeni önsözle basılmasını vesile kılarak konuştuk.
-Kitabın önsözlerinde çalışmanızla ilgili ‘oryantalist’ bakış açısından söz ediliyor. Biliyorsunuz bizim ülkemizde ‘oryantalist’ olmak çok iyi bir şey değil. Ne dersiniz?
Osmanlı’yı objektif bir şekilde yansıtmak konusunda mümkün olduğunca dikkatli davrandım. Osmanlı İmparatorluğu üzerine çalışmalar yapan pek çok Türk tarihçinin de kullandığı kaynakları kullandım; Leslie Pierce’ın imparatorluk haremi üzerine ya da Gülru Necipoğlu’nun Topkapı Sarayı üzerine çalışmaları gibi yeni tezleri kullanan ilk İngiliz tarihçiyim. Başka pek çok tez, Osmanlıcadan ve Türkçeden yapılmış pek çok çeviri kullandım. Osmanlı İmparatorluğu dönemi İstanbul’unu bir Doğulu ya da Batılı olarak değil, olduğu gibi görmeye çalıştım.
HANEDANLAR GERİ Mİ DÖNÜYOR?
-Kitapta insan hikâyeleri, daha doğrusu aileler ve Osmanlı hanedanı üzerinden hatta bir şehrin izinden giderek bir imparatorluğun tarihi anlatılıyor. İnsanlar ve aileler midir şehirleri ve devletleri var eden şey?
İstanbul’un bu kitapta yer alan dönemini sadece Osmanlı hanedanı üzerinden değil dört aile üzerinden anlattım: Mavrokordatolar, Köprülüler, Testalar ve Haşimiler. Sanırım her ikisi de geçerli: Şehir, bu ailelerin ihtişamından ve buraya gelen pek çok büyükelçiden etkilendi. Ama aynı zamanda, şehir Osmanlı idaresi altındayken, her şey sıkı bir devlet kontrolü altındaydı; camilerin ya da kiliselerin konumundan, evlerin renklerine kadar. Dolayısıyla şehir, Osmanlı hanedanının ya da devletinin isteklerini yansıtırdı.
-Dolayısıyla isabetli bir tercihti aileler kanalıyla İstanbul’u anlatmak
Ben de öyle düşünüyorum. Ailelerin ve hanedanların ülkeleri farklılaştırdığına inanıyorum: Fransa gibi. Şimdi de ailelerin dönüşünü görüyoruz. Örneğin ABD’de Bush hanedanının ya da Clinton ailesinin olduğu gibi. Hindistan’da Gandhi, Nehru ailelerinin olduğu gibi.
-Batılı hanedanlar üzerinde de çalıştınız. Osmanlı Hanedanı’nı diğer Batılı hanedanlardan ayırt eden özellik neydi?
Batılı hanedanlara baktığımızda neredeyse her şey çok farklı; Moğollara, Safavilere ya da günümüz Müslüman hanedanlıklarına baktığımızda da öyle. Örneğin biyolojik yapılanma, haremin büyüklüğü, 17. yüzyıla gelene dek, erkek kardeşi sultan olan diğer prenslerin öldürülmesi gibi… Bunlar Osmanlılara özgü şeyler. Bununla birlikte, karşılaştırma yapılarak çok şey öğrenilebileceğini düşünüyorum. Çünkü belli ihtiyaçlar aynı. Başarılı olma, dinsel ifade, ordunun kontrolü, diplomasi. Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı’yla ilişkileri, Müslüman hanedanlıklar içinde benzersiz bir örnek teşkil eder. Prenslere karşı tavır, eğitim, kendilerini halka gösterme biçimleri. Örneğin, Batılı hanedanların portreleri vardır, Osmanlıların ise tuğraları. İmparatorluğun sonlarına doğru, Batılılaşmaya başladıklarının bir göstergesi olarak Osmanlılar da portre yaptırdılar.
CUMHURİYET, OSMANLI’NIN DEVAMI DEĞİL
-Son yıllarda Osmanlı Hanedanı ile Batılı hanedanlar arasında makas kapandı mı?
Evet, daha Batılı oldular. İlginçtir, Abdülmecid ve Abdülaziz portreler yaptırmışlardır, ancak Abdülhamid iktidarının son yıllarında yaptırmıştır sadece. Çocuklarının portreleri vardır, ama Abdülhamid’in yoktur.
-Fotoğrafı kullanıyor etkin olarak.
Sadece sonlara doğru. Fotoğraf sevmezdi. Neden yoktur bilmiyorum. Belki de bunun uygunsuz olduğunu düşünüyordu.
-Devleti yönetmek için fotoğrafı kullandı biliyorsunuz; şehirlerin ve yapıların fotoğrafı çekiliyordu tek tek.
Suçluların fotoğrafını çektirmiştir.
-Cumhuriyet Osmanlı’nın devamı mı değil mi tartışması yapılır bizde zaman zaman. Bu tartışmanın tarafları olur. Bugün bu eskiye oranla daha da azaldı belki; ama kitapta özellikle yeniçeriler bölümünü okurken Türkiye’de halihazırdaki sivil-asker ilişkilerini düşünmeden edemiyorsunuz. Elbette çok şey değişti. Merak ettiğim, kurumlar, ilişkiler ve alışkanlıklar itibariyle “Cumhuriyet Osmanlı’nın devamıdır” deyip diyemeyeceğimiz?
Buna katılmıyorum. İlginç olan süreklilik; başlangıçta Osmanlı ordusunun kullanılmış olması ve Osmanlı askerlerinin Cumhuriyet askerlerine dönüşmesiydi. Kazım Karabekir Paşa’nın, Rauf Paşa’nın ve Mustafa Kemal’in kendisinin olduğu gibi. Sultan’ın yaveri, Cumhuriyet’in cumhurbaşkanına dönüşmüştü. Ama devlet düşüncesi tamamen farklıydı. Hanedana dayalı imparatorluk, laik bir cumhuriyet değildi. Yasal sistem, İsveç yasal sistemine dayanılarak değiştirilmişti. Dil değişmişti. Rusya ya da Fransız devrimlerinden daha büyük bir şeydi bu. Nihayetinde, Osmanlı İmparatorluğu ırkçı ya da milliyetçi değildi; Türkiye Cumhuriyeti düşüncesi ise Türklerle doluydu.
-Devam etmeyen şey çoğulculuk muydu?
Hayır. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türk unsurlar, devlet okullarında Osmanlıca istiyorlardı tabii ki. Ama sanırım bu iki devlet, Osmanlıcayla Türkçenin birbirinden farklı olduğu kadar farklıdır.
HANEDAN DEVAM ETSEYDİ ÇATIŞMA AZ OLURDU
-Cumhuriyet tarihinde aileler çok öne çıkmıyor. Yani, Cumhuriyet dönemine damgasını vurmuş bir aile var mıdır, daha doğrusu aileler üzerinden bir Cumhuriyet tarihi yazmak mümkün müdür?
Hayır, yok. Ama Cumhuriyet dönemini yeterince iyi bilmiyorum, eminim birkaç tane vardır. Mustafa Kemal’in en güçlü taraflarından birinin, ailesinin geri planda kalması olduğunu düşünüyorum. Bir medya grubunu satın almak isteyen bir damadı, kuzenleri, kardeşleri yoktu. Bu, Türkiye için büyük bir şanstır. Nehru ailesinin Hindistan için bir felaket olduğunu söyleyebilirsiniz.
-Bazı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Osmanlı Hanedanı mevcudiyetini devam ettirseydi, modernleşme ile ilgili daha yumuşak bir geçiş olur muydu? Ünlü tarihçimiz Kemal Karpat yakınlarda bununla ilgili bir demeç verdi.
Eğer Osmanlı İmparatorluğu Arap vilayetlerini kaybetmemiş olsaydı, hanedanlığa mensup pek çok modern kişi mevcudiyetini sürdürebilirdi. II. Abdülmecid çok modern bir adamdı; Fransızca biliyordu, edebiyattan anlıyordu. Anadolu’da Mustafa Kemal’e katılmak istedi. Ama Sultan onu ev hapsine aldı. Ayrıca Osman Fuad gibi pek çok cesur prens vardı; o da Mustafa Kemal’in Gelibolu’daki silah arkadaşıydı. Meşruti monarşinin bir tür güç oluşturabileceğini ve partiler arasındaki çatışmaları bir dereceye kadar çözebileceğini düşünüyorum. Benim düşünceme göre, Vahdettin İngilizlerin istediği her şeyi yaparak hanedanlığı mahvetti. Ama ilginçtir, buna rağmen Mustafa Kemal, şeyhülislamın Vahdettin’e karşı kışkırtmalarından etkilenmedi.
-80’lerin başında çalışmaya başladığınızda bir Osmanlı fikriniz vardı. Peki sizi şaşırtan şey neydi kitap üzerine çalışırken?
İstanbul’un ne kadar karmaşık olduğunu görmek sanırım. Türkler, İranlılar ve Araplar kadar, ne kadar çok Ermeni’nin, Rum’un, Yahudi’nin ve Levanten’in İstanbul’da yaşadığını öğrenmekti. Hatta imparatorluk sona erdikten sonra bile, ilk yıllarda Müslümanlar azınlıktaydı sanırım.
OSMANLI’YI ANLATAN BİR MÜZE YOK
-Ama Batı’dakiler bugün bile bundan pek haberdar değiller, değil mi?
Evet, kesinlikle. Ne kadar sıra dışı bir şehir olduğunu görmek şaşırtıcıydı. Bir diğer şeyse, sadrazamlara ve vezirlere neler olduğunu görmekti; onların ne büyük bir kısmının idam edildiğini okumak.
-Bazıları için Osmanlı mutlak kötüydü, bazıları için de ideal ülkeydi. 20-30 yıl öncesinde Türk aydınında Osmanlı’yı reddetmek eğilimi vardı. Bu değişti büyük ölçüde. Türk entelektüelinin Osmanlı algısı ile ilgili değişimini izliyor musunuz?
Evet, bunu ben de görüyorum. İnsanlar daha az reddediyorlar, sarayla ve Osmanlıyla daha ilgililer. Ama bu şehirdeki Osmanlı dönemine ait kapsamlı bir müze çok iyi olurdu. Arkeoloji Müzesi’nin Bizans dönemini anlatması, Topkapı Sarayı’nın saray yaşamını anlatması gibi; ama Topkapı Sarayı şehir yaşamını anlatan bir müze olarak görülemez. Şehrin nasıl işlediğine dair bir müze yok. Bununla birlikte, Osmanlının ideal bir sistem olduğunu da düşünmüyorum. Örneğin, matbaanın geç kabulü bir trajedidir. Ama Osmanlı sistemi aynı zamanda bu şehri dünyanın en güzel şehirlerinden biri haline getirdi. Bu kadar büyük bir alanda, bu kadar çok insanı yönetmek büyük bir ihtiras. Macaristan’dan Yemen’e uzanan topraklar… Ama böylesi ihtiraslı olan tek imparatorluk da Osmanlı değildi elbette. İmparatorluğun sonuna yaklaşılırken, insanlar oğullarının Yemen gibi yerlere savaşa gidip asla dönmemelerinden yılmışlardı...
-Biz büyük bir devlettik, yine de olabiliriz düşüncesi var. Büyük devlet muamelesi görmediğimizde huzursuzluk olabiliyor..
Bu bir felaket; çünkü bugünün dünyasında bu konuda yapılabilecek bir şey yok. İngiltere de büyük bir imparatorluktu; ama bugün oradaki herkes bunu unutmuş durumda. Daha çok modern meşguliyetler içindeler. Bir zamanlar büyük bir imparatorluk olmak, kimseyi diğerinden daha üstün yapmaz. Tarihçi Gibbon der ki, “İmparatorluklar tarihi, insanların felaketlerinin tarihidir.”
-Yani şu anda iyiyiz! (Gülüşmeler) Ama İstanbul pek iyi değil! Osmanlı’dan sonra her halde en kötü durumda olan şey İstanbul.
Büyük ihtimalle haklısınız. Ama Osmanlı zamanında da salgın hastalıklar, yangınlar gibi kötü zamanlar oldu.
-Fantezi olarak soruyorum; acaba Osmanlı’nın hangi döneminde yaşamak isterdiniz?
Kırım Savaşı’ndan sonra, Abdülmecid döneminde burada olmak isterdim. Her şeyin büyük ölçüde değişmeye başladığı ve uluslararası bir kimlik kazandığı zamanda. Şehrin tekrar yaşama döndüğü… Bugün olduğu gibi, sokakta iki tür insan vardı o zaman: Bazıları son derece geleneksel giysiler içinde, bazılarının giyimleri ise oldukça modern. Ayrıca Abdülmecid son derece yumuşak ve hoşgörülü bir sultandı.
-Hangi mahallesinde yaşamak isterdiniz?
Sanırım Pera. O zamanlar çok ilginçti. Ayrıca Eyüp’ü de çok severim.
-Kim olarak; sefir, casus, Venedik tüccarı..
Şimdiki gibi yazar olmak isterdim. Eski zamanlarda Boğaz muhteşemdi eminim.
-2008’e giriyoruz. 2. Meşrutiyet’ten bugüne bir asır geçti. Bugün yapılan tartışmaların belki daha fazlası ve benzeri yüz yıl önce yapılıyordu. Sizce o günden bugüne ne değişti?
O döneme ait eski fotoğraflara baktığınızda, Osmanlılar kadar Fransızları, Rumları ve Ermenileri de görürsünüz; bu büyük bir farklılık. Kadınların giysileri farklıydı, kadınlar yüzlerini göstermeye başlamışlardı 1908’den sonra. Birazcık laikleşme de başlamıştı. Aynı zamanda gruplar arasında gerginlik artmıştı, özellikle Balkan Savaşı’ndan sonra Hıristiyanlıktan korkulmaya başlanmıştı. Şimdiyse şehrin yeniden uluslararası bir kimlik kazanmaya başladığını görüyorum. Pek çok yabancı geliyor kısa süreli de olsa, iş ilişkileri kuruluyor.
- Artık insanların Hıristiyan Batı’dan daha az korkar olduklarını düşünüyor musunuz?
Tanıdığım pek çok kişi için öyle. Bugünkü Todays Zaman’da Malatya cinayetiyle ilgili bir haber okudum. Bu korkunç bir olay. Polisin işin içine karışmış olması çok kötü. (…..) Ama Londra’da dinî gruplar arasında daha fazla gerginlik olduğunu düşünüyorum. Müslümanlar ile Müslüman olmayanlar arasında, mesela Hindularla.