17 Haziran 1940 tarihinde İstanbul’da doğdu. Annesi klasik batı müziği piyanisti ve dayısı keman ve piyano çalan klasik müzik sanatçısıydı. İlk müzik eğitimni küçük yaşlardan itibaren ailesinden aldı.
1960 yılında ticaret lisesinden mezun oldu. Askerliğini yedek subay öğretmen olarak Adıyaman, Besni Araplar köyünde başöğretmen olarak tamamladı. Bu arada yedek subay eğitimi gördüğü Denizli’de bass’çı Eray Turgay ile tanıştı. Onun tavsiyeleriyle jazz sever bir ortamla ve jazz müziği ile tanıştı. Arif Mardin, İsmet Sıral, Emin Fındıkoğlu, Süheyl Denizci, Nejat Cendeli, Erol Pekcan akla gelen ilk isimlerdendi. 1962 - 64 yılları arasında dünyanın tanınmış gitar hocalarından Andreas’tan klasik gitar dersleri aldı. Daha sonra İsmet Sıral orkestrası ile kuzey ülkeleri ve daha çok İsveç’te profesyonel müzik kariyerini geliştirdi. Dünya jazzcılarıyla tanışma ve çalışma fırsatını buldu.
1968 yılında İsmet Sıral Orkestrası dağıldı. Bu orkestranın ağırlıklı üyelerinden oluşan ilk profesyonel orkestrasını 14 Ekim 1968 tarihinde kurdu.
1968 yılının en iyi gitaristi ödülünü aldı. 1969 yılındaki çalışmaları sonucu ilk altın plak ödülü geldi. “Duyduk duymadık demeyin.” Daha sonra 1971 - 72 yıllarında çeşitli uluslararası ödüller geldi. 1972 yılında Atina Olimpia ve İskenderiye festivallerine iştirak etti.
1974’ten itibaren Türk Müziği, Türk Halk Müziği ve diğer etnik müziklerle ilgili çalışmalara başladı. O günlerin tek yayın organı TRT ve bu kurumun en önemli müzik otoritelerinden Nida Tüfekçi’nin teşviklerini gördü. Aşık Veysel'den alınan “Uzun ince bir yoldayım” düzenlemesi sanatçının yeni yorumuyla TRT repertuarına girdi.
1975 yılı sanatçının bestecilik yıllarının başlangıcıdır. 1976 “Canım senle olmak istiyor” albümü Milliyet gazetesince yılın albümü seçildi. 1977’den itibaren Türk Müziği çalışmaları daha ağırlık kazandı. 1979’da TRT hafif müziği ödülü geldi. 1984 yılında kendine ait bir plak şirketi kurdu.
1984 yılında “Bahar şarkıları” ve “Aşkımız şarkılarda yaşasın” kasetleriyle büyük ilgi gördü. 1990 yılında TRT Altın Anten Yarışması'nda birincilik ödülü aldı.
1991 yılında ABD, Hollanda, Almanya, İsviçre ve Fransa’da çeşitli festivallerde 'Özdemir Erdoğan sentezi' ile başarılı çalışmalar yaptı.
1994 yılında “Türk Müziği Yorumları” ve 1996’da “Türk Halk Müziği Yorumları” kaset ve CD'lerini çıkarttı. Gençliğin kendi kültür değerlerinin farkına varması işlevini yerine getirildi. Yukarıda bahsi geçen her iki albüm, 1997 itibariyle 100.000 kaset ve 250 CD’nin üzerinde satıldı.
Aralık 1998’de T.C. Devlet Sanatçısı ünvanı verildi.
SÖYLEŞİ
Masonluktan çıktığım için asla ve asla pişman değilim birleşikbasın 4 Mart 2013 Röportaj: Sezai ŞENGÖNÜL
Özdemir Bey, aile köklerinizi ve sizi tanıyarak başlayabilir miyiz sohbetimize?
Baba ve dede tarafım Ordu, Ünyeli. Dedem Şevki Erdoğan, Atatürk’ün bürokratlarından olup Konsolosluk yapmış birisidir. Babamsa memurdu. Dedem Tevfik Fikret’i çok sevdiği için babamın adını da Tevfik Fikret koymuştur. Evimiz çok renkli bir evdi. Evde Necip Fazıl’ın, Nazım Hikmet’in, Nihal Atsız’ın kitaplarını görürdüm. Dedem çok kültürlü bir adamdı, hepsini okurdu. Dedeme ‘’Dede, neden her iki tarafı da okuyorsun?’’ dediğimde ‘’Oğlum ortayı bulayım, istiyorum’’ derdi. Beni 10 yaşına kadar, babam memur olduğu için babaannem ve dedem büyüttü. Eski İstanbul konakları olur bilirsiniz, işte öyle bahçeli, büyük bir evde yaşıyorduk. O zamanlarda Göztepe de kaldım. Babaannem Münciye Hanım mavimtırak gözlü, hafif sarışın, çok güzel bir Çerkez kadınıydı. Beni çok özel bir sevgiyle büyütmüştür. Bugün aynı şekilde, torunum Demir ile eşim arasındaki ilişki aynı benim babaannemle yaşadığım ilişki gibi. Bugün bunu düşünüp şaşırıyorum. Dedemin annesi Servet Hanım, Fikret Yüzatlı ile kardeş çocukları. Mevhibe Hanım ile Servet Hanım da kardeşler. Hal böyle olunca bu durum beni biraz şüphelendirdi. Kısmen Musevilik var gibi. Benim annem Ermeni, annemin babası Kırımlı. Annemler falan, Sinan Efendi derlermiş dedeme. Bende sonradan öğrendim ‘’Agop Efendi’’ olduğunu. Anneannem Uskui Hanım, Kadıköy Çukurbostan’da otururdu. Orada iki tane ahşap evi vardı. Bir tanesini Varlık Vergisi sırasında devlete vermiş. Biz de iki kardeşiz. Baba tarafından dedem olan Şevki Bey (Konsolos), anne tarafımın kültürel etkilerinden beni koruma içgüdüsü ile evin içinde hiç onlardan bahsettirmezdi. Bu arada sütninemin bende çok emeği vardır. O Çerkez bir kadındı. İlk dini eğitim ile ilgili bilgilerimi o kadından aldım. Üç evladım var; ikisi kız, birisi erkek.
Dedeniz Şevki Bey, neden anne tarafının kültürel etkilerinden sizi koruma çalışırdı ki?
Tabi, Atatürk’ün mahiyetinde olduğu için bu durumdan biraz tırsarmış gibi geldi bana. Hani, Ermenilik var ya… O yüzden de, evde fazla mevzuları olsun istemez, rahatsız olurmuş.
En son hangi okulu bitirdiniz Özdemir Bey? En en son mezun olduğunuz okul yani...
Suadiye’deki, Gazetecilik ve Ticaret Lisesinden 1960 yılında mezun oldum. Aynı dönemde, birlikte okuduğum arkadaşlarımdan bazıları, futbolcu Can, basketçi Japon Yalçın, Tuncel Kurtiz’dir. Bu arada mezun olduğum günlerde de 27 Mayıs ihtilali oldu. Öğretmen olarak Adıyaman’ın Besni ilçesine gittim, orada başöğretmen olarak görev yaptım.
Çocukluk dönemlerinizde neler yapar, hangi oyunları oynardınız?
Arkadaşlarımla beraber o zamanki konakların geniş bahçesi bulunduğu için saklambaç ve savaş oyunları oynardık. Tabii enteresandır, şimdi aklıma geldi, o oyunları oynarken bazen annemin piyanosunun sesini duyardım. Bir şeyler oraya çekerdi ve oyunu bırakıp annemin yanına gider, piyano çalmasını izler ve dinlerdim. Annem hep çalsın o anlar hiç bitmesin isterdim. Bir de o dönemlere ait (10-12 yaşlarında) Zeki Müren’le ilgili bir anımı anlatayım. Zeki Müren, ilk kez gazino programına çıkacaktı. Dedem de o tür şeyleri sevdiği için yanında beni de o gazino programına götürdü. Çocukluk işte, sonra uzun süre Zeki Müren’in taklidini yaptım. Öyle böyle derken 15 yaşlarına geldiğimde, Ortaoyunu misali bir grup kurmuştuk. Çıkıp taklitler ve çeşitli komiklikler yapıyorduk. Orada epeyce bir popülerdim. İşte bu tür şeyler temelim olmuş ki, şu günlerde konserlerimde meddahlık da yapıyorum.
Kendinizi tanımlayacak olursanız, nasıl bir insandır Özdemir Erdoğan?
Bağımsız ve özgür bir ruha sahibim, koşullandırılmaya, beyin yıkamaya karşı çıkar tepki veririm. Bir kapıyı bir kez kapattığım zaman, bir daha hiç arkama dönüp bakmam ve hiç hata affetmem. Bundan dolayı da pişman olmam. Karnımı ağrıtan her şeyden uzak dururum. Bu ülkeyi çok seviyorum ama ülke insanının bugün ki durumuna çekincelerim var.
Bunu şöyle noktalayalım, bin defa kazık yesek yine de usanmayız/sevgiyi aramaktan vazgeçilmiyor.
Hayat Felsefenizi sorsam?
Özgürlük ve demokrasi taraftarıyım. Kapalı şeylerden, hesaplardan, kitaplardan hoşlanmam. Dediğim gibi yönlendirilmekten hoşlanmam. İlişkilerde şeffaflığı severim…
Kitapla aranızın çok iyi olduğunu biliyorum ama hangi konuları okuduğunuzu, nelerin ilginizi çektiğini bilmiyorum…
Bir ev dolusu kitabım var. Bunları satsam, lüks bir semtte lüks bir daire alacak kadar ederler. Bir o kadar da müzik aletim var. Araştırmacı ve şüpheci bir yapıya sahip olduğum için, sosyolojik, derin devletle ilgili, cemaat ve gruplarla ilgili, dünyayı kimlerin nasıl yönettiğine dair konularla biraz daha fazla ilgiliyim gibi. Tabi, alanımla ilgili (müzik) her türlü kitabı okurum. Yukarıda bahsettiğim bu kitapları okumanın faydası da var zararları da. Faydası mazimizle ilgili gerçekleri öğreniyorum. Bir de totemleriniz tabularınız olmuyor. Zararlı yanına gelince, kendimi çok yalnız ve sürgün gibi hissediyorum. Çünkü insanlar sizi anlamakta güçlük çekiyorlar. Başka bir açıdan baktığım da ise bu durum benim için heyecanlı ve güzel oluyor. Zaten yalnızlığı da çok seviyorum.
Geçmişten günümüze, tarihte kimi sever, ya da kime mesafeli durursunuz?
Önce çekinceli durduğum bir meseleyi açıklayayım. Benim inancıma göre Osmanlı yıkılmaya en zirvede olduğu söylenilen Kanuni döneminde başlamıştır. Esas yıkım onun döneminde başlamıştır. Çünkü harem geleneğini düzene koyamamış ve oralara hakim olamamıştır. Çocuklarıyla iyi bir konsey oluşturamamış, görev paylaşımını adaletli bir şekilde yapamamıştır. Yine tarihte Atatürk’ün gerçekçiliğini severim ve bu huyuna hayranım. Bir örnek verecek olursam: Konjonktürden istifade etme özelliğini söyleyebilirim. Buna aslında birazda şans diyebiliriz. ‘’Neden?’’ derseniz, Cumhuriyetin kuruluş aşamasında İsrail devletinin olmaması büyük bir şanstır. Yani, bir devlet kurmak aslında o kadar önemli değildir.
Kuzey Kıbrıs’ta bir devlettir ama Atatürk’ün kurduğu devleti tüm dünyaya tescil ettirmesi önem arz eder. Tabi bu tescilin de şartları vardı. T.C bir kere batılı bir devlet olacaktı. Bu söz o zamanlar dünyayı yöneten büyük devletlere o zaman verilmiştir ve aslında o zaman muhafazakar çevrelerle başlayan kavganın gürültünün sebebi de budur zaten. Mehmet Akif’in sürülmesi olayı, Kazım Karabekir Paşayla ters düşmeler vb. olayları buna örnek verebilirim.
Günümüz itibarıyla, Türk müziğinin içinde bulunduğu hal ya da müzisyenlerin hali hakkında bir genel değerlendirme yapacak olursanız…
Bugün dünyadaki trend, kontrol edilebilir uslu çocuklar ve uslu devletler olmak. Büyük tröstler, hakim zihniyet, sizin özgün olarak bir şey üretmenize karşılar. İlimde, bilimde, müzikte her yerde böyle. Birçok araştırmacı ve bilim adamlarına baktığınızda bunları görüyorsunuz. İyi ve özgün bir şey yapmaya çalışanlara çelme takılıyor, hatta bazen de ölümden beter ediyorlar. Ölmeyenlerde Amerika’ya gidiyorlar zaten. Zirvelerde popüler olan sanatçılar vardır. Bunlar ‘’gibi gibi’’ olan sanatçılardır. Popüler olanlar ‘’gibi gibi’’ olmayı kabullenmiş kişilerdir (istisna, yok denecek kadar azdır). Özgün sanatçılara şöyle bir bakın, bu ülkede başında hep dertler gelmiştir. Mesela, Cem Karaca, Barış Manço, Cahit Berkay, Moğollar, Ersen Dadaşlar bunlar hep özgün insanlardır. Buna müsaade etmeyen kişilerin ellerinde medya olduğu için sizi meşhur yapma, yok sayma marifetine sahiptirler. Bu benim başıma bariz olarak gelmiştir. Konserlerimde bana tuzaklar kurulmuştur. Konser gününde ekibimden birileri bazen gelmiyor, hasta oluveriyor ya da buna benzer başka şeyler ama ben bunun ne olduğunu anlıyorum. Bu tür şeylerde beni daha iyi olmam için tahrik ediyor. Bugün geldiğim aşamada artık bu tür şeyleri umursamıyorum. Gitarı elime alıp herhangi bir yerde tek başıma konser verebilecek duruma geldim, yakında bunu da yapacağım.
Sanat Musikimizi belli bir yaşın üstü dinliyor da sanki gençlerimiz biraz uzak duruyorlar gibi, ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Öncelikle şunu belirtelim: ‘’Türk Sanat Müziği’’ deyimini kullanıyorlar. Bu yanlış bir deyimdir. Çünkü sanat evrenseldir. Bizim musikimiz ise yöreseldir. Buna, Klasik Türk Musikisi, Geleneksel Türk Musikisi veya Türk Musikisi demek lazım. Geçmişte bu yanlışı çok yapan TRT son zamanlarda bundan vazgeçmiş ve doğru deyimleri kullanmaya başlamıştır. Musikimiz verilen tüm uğraşlara rağmen evrensel bir niteliğe kavuşturulamamıştır. Gençlerin bu tür müzikleri biraz az dinlediğini görüyoruz. Aslında bu da bana göre normaldir. Çünkü o yaştaki gençlerde bir kapılma ve hayran olma içgüdüsü vardır. Daha da ileri gidersek, taklit etme güdüsü vardır. Bu onlar için bir modadır. Müzikte de bu böyledir. Emperyalist sistem bu tür güdüyü sevdirdiği rol modellerle kültürel emperyalizmini sürdürebiliyor.
Müzik yarışmalarında, yarışmacılardan çok ‘Jüri üyelerinin’ şovunu seyrediyoruz… Birde şu müzik yarışmaları var, televizyonlarda. Bu iyi bir şey mi ne yapıyorlar onlar?
Politika da bir söz var, ‘’Siyaset kuyudan adam çıkarma yöntemidir.’’ Bugün ki yarışmaları da aynen böyle görmek lazım. Müzik yarışmalarından son 10 yıldır çıkan sonuç bu. Buradan da: ‘Müzik yarışmalarında ki bu yöntemlerin pek başarılı olmadığı’ gerçeğine ulaşılır. Bu tür yarışmalarda yarışmacılardan çok jüri üyelerinin şovunu seyrediyoruz. Gören ve hisseden yürekler için, bu tür şeyler; son derece kötü, artistik ve sahte bir ortamdır.
Siz müziğe ilk olarak nasıl bulaştınız?
Müzisyen olmam tamamen içgüdüsel bir şekilde gelişti. Okul konserleri, sıra kapaklarına ritimli bir şekilde vurmak bunların temelidir. Hatta dedem benim bu halimi görünce ‘’Eyvah eyvah! Bu oğlan taklitler yapıp duruyor, şebek olacak’’ diye hayıflanır, beni Galatasaray Lisesinde okutmak isterdi. Beni böyle gördüğü içinde halimden hiç memnun değildi. Bir gün ses yarışmasına gidiyorum, Macaristan‘da Macar ihtilali olmuş. Müzisyen insanlardan bir kısmı da bu sebepten dolayı kaçıp, Türkiye’ye gelmişti. Gelen bu insanlar müzisyendiler. Bunlarda o şarkı yarışmasında beni görüyorlar ve beni aralarına alıyorlar. Onlarla çalışmaya başlıyorum hatta ve hatta geceleri evden kaçıp onlarla gidip çalışmalara katılıyorum. Müziğe bulaşmam aslında bu şekilde olmuştur.
Müzikteki ustalarınız… Yani üzerinizde emeği olan belli-başlı kimler var?
Üzerimde emeği olan insanlar; O Macar gruptan Maestrocu Robert Takach idi ki, ilk armoni derslerimi ondan aldım. Bundan başka, Kadri Ünalan, İsmet Sıral, Emin Fındıkoğlu, Eray Turgay gibi insanlarında emeği bulunmaktadır.
Farzedin ki, müzisyen olmadınız... Ne olmayı isterdiniz?
Müzisyen olmasaydım herhalde merakımdan dolayı araştırmacı, yazar olurdum. Spontane yazılar yazmak isterdim. Sokakta sağda solda gezip gördüklerimi yazan bir adam olurdum herhalde.
Müzik tarzınız yıllardır özgün bir formda, bu konu da ne düşünüyorsunuz?
Klasik ve gelenekselin muhafazasından yanayım. Bu tür müziklerin olması da müziğimizin evrensel boyutlara taşınmasına mani olmamalıdır. Bu tarza Halk Müziği ve Klasik Türk Müziği diyebilirim. (Atlı’nın tarzı), Caz akorlarıyla Türk musikisi yapılıyor. Bu çalışmaları önü açık olmalı, böyle şeylerde özgün bir şekilde yaşatılmalıdır. TRT 30-40 yıl önce benim düşündüğüm ve önerdiğim yola kısmen de olsa girmiştir. Bunları görüp mutlu oluyoruz. İyi çalışmalar, iyi müzisyenler var takip ettiğim kadarıyla. Fakat bunların yeterince tanıtımı yapılmıyor. Yöneticiler sanki bir şeylerden korkuyorlarmış gibi.
Hangi Enstrümanları çalabiliyorsunuz?
Enstrüman olarak Gitar, Basgitar, Piyano kullanırım.
Müzik Şirketiniz var, neden bunu kurdunuz. Genelde Sanatçılar bu işlere girmez pek… İstisnalar hariç tabi…
Müzik piyasası genelde moda ve satan ticari işler peşinde. Bunlara tek alternatif çalışma Hasan Kalan’ın müzik şirketi. Onlar bu işi çok güzel yapıyorlar. Onların çok güzel bir arşivi var. Gerçi bir açıdan bu işi başlatan kişi benim. İyi düşüncelerle bu işe başladım ama tam kapasiteyle ve hakkını vererek yaptığımı söyleyemem.
Kayınvalidem “Masonlarla, 15 günde bir ‘Kardeş Sofraları’nda bir araya gel” dedi… Müzikte, idolüm dediğiniz kimseler var mı? Sevdiğiniz…
Münir Nurettin Selçuk idolümdür. Ufak tefek başkaları da var ama onları saymak istemiyorum.
‘Kanser’ tedavisi gördünüz epey uzum süre, o dönem hayatınızda nasıl bir dönemdi? Müzik hayatınızı etkiledi mi neler oldu?
Kanser hastalığım benim müzikal hayatımda 2 yıllık bir boşluğa neden oldu. Bu dönem benim için çok külfetli bir dönemdi. Hazır sermayemizden yediğimiz için daha sonra toparlanabilmek çok zor oldu ve bu süreçte müzik piyasasındaki değişikliklere uyum sağlamakta zorluk çektim. Tam da o sıralarda Single ve CD’ler çıkmıştı. Haliyle benim için intibakta sıkıntı oldu.
Gelelim şu Masonlukla ilgili meselelere… İlk olarak nasıl girdiniz oraya?
Güzel… İlk kez birisi bana nasıl girdiğimi soruyor. Çünkü bugüne kadar herkes çıkışım üzerinde durdu. O zamanlar ben anti sosyal ve dışarıya kapalı bir insandım. O zamandan beri de kendi başıma yaşamaktan keyif alırım. Ben hep bana yeteceğimi düşünürüm. Böyle düşünmemdeki etkene gelince, müthiş cazibesi olan bir insanım. Hani mıknatıs gibi derler ya. Kediler, köpekler, küçük çocuklar, başkaları bana karşı hep ilgi duyarlar. Hatta yılanlar, kuşlar, bitkiler benden hoşlanır. Balıklarla konuşurum. Elimi nereye uzatsam istediğimi elde ederim. Haliyle de başka şeylere gereksinim duymam. Bana kayınvalidem olan İpekçi ailesinden Melahat Tokay Hanım: ‘’Sen sanatçısın, senin sosyal tarafın yok. Bak bu insanlar iyi insanlar, onlarla arkadaş ol. Bu insanların, popüler olmanda sana faydaları da dokunur, sen bunların arasına gir, şöyle olur böyle olur, onlarla 15 günde bir ‘kardeş sofralarında’ bir araya gel, otur konuş muhabbet et’’ gibi başka şeyleri de dedi.” Bu arada -bu insanlar- dediği evlerine gelip-giden insanlar da uluslararası insanlar. Bizim de o sıralarda iş güç sıkıntılarımız var, çocuk da yeni olmuş. Öyle şeyler yani. Eh, biz de ilk adımı atıp ’’Hadi girelim bakalım’’ dedik. İşte masonluğa ilk girişimiz böyle oldu.
Kayınvalidem Melahat Tokay, İpekçi Şevkat Hanımla kardeş çocukları. Hani şu sinemacı ‘İpekçi’ ailesi var, onlara mensup.
Muhafazakar, gelenekçi bir yapınız var, bu halinizle masonlara uymanız zor olmadı mı? Sizi o halinizle mi kabullendiler yani?
Evet… Sütninemin vermiş olduğu eğitimden dolayı muhafazakar biriyim. İçki içmiyorum, sosyal hayata karışmayan bir adamım. Onlara bu durumu da anlattım, ilk girişte. Onlar da ‘’Sen gel, öyle muhafazakar ol, öyle kal bir şey olmaz, bir mahsuru yok dediler.’’ Tabi, belirli bir zaman sonra, bunu diyen adamlar gördüm ki, en ufak bir zaafımı gördükleri zaman ‘’Hadi gel kardeşim, gidip ıslatalım, içelim.’’ demeye başladılar. Bu durumda benim canımı sıkmaya başladı. Daha önce de belirttiğim gibi özgür bir ruha sahip olduğum için hiçbir koşullanma ya da bunun izini emaresini gördüğüm an tepki veriyorum. Onlarda bir taraftan beni kendi sistemlerinin içine çekmeye çalışıyorlar. Yani kapitalizm sizi ya kendi içine alıp eritmeye çalışıyor ya da yok etmeye. Ben fark ettim bunu. Aynı Cem Yılmaz’ın olayı gibi. Onun yaptıklarına ‘’koşullu güldürme’ diyorum ben. Çünkü yaptıkları şeyleri izliyor ve bakıyorum, gülecek bir şey yok. Koşullu yani. İşte bu şartlarda, 3-4 sene onların içerisinde öyle kaldım.
Sonra tüm bu olanlar canınızı sıkıyor ve Masonluktan istifa için notere gidiyorsunuz. Peki… Ayrılmak istediğiniz vakit neden Notere gittiniz? Direk olarak Loca ya da ne bileyim, kurumsal yerlerine neden gitmediniz?
Notere gidip istifa etmemin sebebi, spekülasyonlara girmek istemedim. Bildiğiniz gibi Demirel olayı vb. olaylar olmuştu, geçmişte.
Noterdekiler öyle bir işlem yapmanıza ne dedi? Öyle bir uygulama var mıymış ki?
Belirttiğim gibi notere gidip, o yolla istifa etmemin sebebi, iş sağlam olsun diyeydi. Onlarla şaşırdılar ‘’Böyle bir şey olur mu Özdemir bey?’’ dediler. Bende ‘’Olur olur, siz ihtarnameyi hazırlayın, çekin’’ dedim ve çektirdim.
‘Masonlar’ istifa edemezsiniz demediler mi?
Onlara göre istifa etmeyecek uyutulup kalacaktım. Bende ‘’Hayır kardeşim, hem uyanık kalacağım hem de aranızdan ayrılıyorum’’ dedim.
Masonluktan çıktığım için, asla ve asla pişman değilim! Bunlar olup biterken, ailenizden ya da kayınvalideniz vb. insanlar bu işe vesile oldukları için, size karşı tepki vermediler mi?
Oldu tabii ki, verenleri hiç umursamadım, hiç umursamayı da düşünmedim. Kanser olduğumda bile radyasyon makinesinin üzerine beni yatırdıklarında ‘’Lebbeyk Ya Resulullah’’ diyordum. Cenab-ı Allah’a beni alabilirsin, diyor ama içimden de birazcık daha süre istiyordum. Çünkü kızımı evlendirecektim, bir-iki ufak şey vardı. Gözüm arkada kalmasın diye. Düşünün yani, başka hiçbir şey o anda bile umurumda olmadı ki bana tepki verenleri umursayayım. Sanırım, orada ki duam da kabul oldu ki, kızımı da evlendirebildim…
Bu kadar yıl geçti, birçok sıkıntı çektiniz, masonluktan istifa ettiğiniz için pişmanlık duyuyor musunuz?
Masonluktan çıktığım için asla ve asla pişman değilim. Tam tersine çok mutluyum. Bunun diyetini senelerce ödedim, hala da ödüyorum. Pahalı bir diyet oldu benim için ama hala Özdemir Erdoğan çok mutlu…
Bir de eşinizle yaşadığınız şeyler var Özdemir Bey, nasıl öğrendiniz eşinizin ‘Sabetayist’ olduğunu? Nasıl başladı o süreç…
İçimde şüpheler başladı, benim neden ve niye seçildiğim, çocuklarımın evlilikleri vb. hususlar. Bir yerlere gizli gizli yönlendirmeler var yani. Örnekleyecek olursam, kayınbabam öldükten sonra kayınvalidemle birlikte oturduk biz. Tabi, ben aynı dedem gibiyim. Tüm herkesi takip eder, dinlerim. Sağcı solcu demem, herkese kulak veririm. Tabi ki, benim de kendime has bir anlayışım, fikrim var. Sonra bir takım tartışmalar başladı ben uzun süreli yanlarında bulunmaya başlayınca…
Bir gün evdeyiz, bende Erbakan’ı dinliyorum… Yani şüpheler ve ardından fiili tartışmalar, nasıl tartışmalardı bunlar?
Anlatayım… Bir gün kayınvalidem evde, ben de o esnada Erbakan’ı dinliyorum, bu adam ne diyor bakalım ne diyecek vs… diye. Kayınvalidem bunu gördü ve vay sen misin bunu dinleyen… Efendim o adam da dinlenir miymiş, patırtı-kütürdü koptu o an evde, sıklaşan, yaşanan o tartışmalar çoğaldı. İyice kopukluk oldu. Tabi, kendileri benim gibi değil, farklı bir kültürü takip ediyor, bunların ipuçlarını yakaladım. Anladım o zamanlar. Düşünün, zaten konserler, iş güç, şirket… Zaten evde olamıyorsunuz, ne olup bittiğini sürekli takip edemiyorsunuz, sanatçıların yaşam tarzı gereği bu böyle. Sonra evde uzun soluklu kalınca, bir takım şeyleri daha iyi görüyorsunuz, haliyle. Tüm bunları sorguladım, araştırdım, okudum baktım ki adres belli. Adres benim istemediğim bir yerlere çıkıyor. İnsan bazı şeyleri hemen anlayamıyor. Zaten açık aleni şeyler de değil, bazı şeyler. Sonrası malum işte, ‘’Haa… Her şeye rağmen bu adamdan mütedeyyin bir adam çıktı, bu adam niye Müslüman çıktı’’ diye bana niye uyuz olduklarını da anlamış oldum. Tabi, artık benim kırmızı ve keskin çizgilerim var. Artık onlarda uyuyorlar buna. Görüşmelerimde de artık beni kimse rencide edemiyor…
Peki, nasıl araştırmalar yaptınız? Bilgi belge olarak yani…
İşte o konuda yazılmış olan ‘Sabetayizm’ ile ilgili ne kadar kitap varsa hepsini okudum… Araştırdım… Belgelere, bilgilere baktım…
Ya sonra, ayrıldınız mı eşinizden?
Tabi ki, eşim şimdi zamanının çoğunu ABD de yaşayarak geçirir. Ayrıldık sonra biz, tüm bu meselelerden sonra. Başta bu kültür farkını bilseydim çok farklı olurdu. Yani ta.. en baştan.
Sabetayistler için bir yerde “Mütedeyyin insanlar için ön yargıları var” demiştiniz geçmişte, ama açmamıştınız konuyu fazlaca, nasıl ön yargılardı bunlar?
İnançlarım ve din konusunda problemler çıktı. Allah vardır/yoktur, dört kadına neden müsaade edilmiş, neden kurban var vb. gibi konuların üzerinden, bu tür şeylerle yürümeyi, yönlendirilmeyi kabul etmiyorum. Farz edin bir kadın birisini seviyor. ‘’Niye onu seviyorsun?’’ diye, siz o kişinin kafasını ütüler misiniz? Yaparsanız bu çok anlamsız ve gereksiz olur. ‘’Eee… Size ne ki, o zaman! Cenabı Allah’la olan münasebetime karışıyorsunuz, ben inanıyorum dediğim halde?’’. İnanıyorum dedikten sonra birilerinin üstüne gidilmez. Bunlar üstüme geldiler. Hınzırca bir taktikle. Cenazeye gidiyorsunuz, kardeşim ben biliyorum ki adam içki içiyor, hali berbat. Eee… Toplanmış herkes orada, imam da soruyor: ‘’Nasıl bilirdiniz?’’, cevap veriyorsunuz hep bir ağızdan: ‘’İyi bilirdik…’’. İşte, sahtekarlık yapıyorsun burada kardeşim. Daha sonra bu mesele kafama takıldı, imama gittim; ‘’Yahu hocam, ben bu adamı tanırdım, herif alkolikti, dinle imanla da fazla alakası yoktu. Ne demek lazım böyle durumlarda’’ dedim. İmam da cevaben ‘’Allah bilir, deyin o zaman’’ dedi.
Anladım. Peki… Başka bir şeyler?
(Gülüyor) Aslında ben herkese röportaj vermem, bu konuda benden epeyce bir şeyler aldığınızı düşünüyorum. Hani, mesele parça parça kalmasın diye, bu konudaki diğer söyleyeceklerimi ileride yayınlayacağım kitabıma saklıyorum diyeyim, bu sorunuza artık…
O zaman, ‘Allah bereket versin’ deyip geçelim, diğer sorulara. Sahneye çıkmadan önce neler yaparsınız? Özel bir şey var mı?
Sahneye adım atmadan önce besmele çekerim. Tam bir teslimiyet ve tevekkül içerisinde ‘’Allah’’ derim. O andan itibaren olumsuzluklar da olsa sahne de benim elimde silahlarım çok olduğu için, o programı Allah’ın izniyle sağ salim bitiririm (fıkralarım var, enstrümanım var). Velev ki bir olumsuzluk dahi olsa bunlarla o açığı kapatırım.
Siyasetle aranız nasıl? Hiç teklif aldınız mı siyasi partilerden? Gelin, bizimle birlikte siyaset yapın diye?
O işlere, karakterim gereği pek sıcak bakmıyorum. Evet, teklif aldım hem de iyi yerlerden. O yüzden beni partilerine davet eden insanlara açık açık şunu derim:”Beni partinize almayın kardeşim, birliğinizi bozar, psikopatlık yaparım, bu yüzden vaktinizi almayayım”. Yani formatlarına uymadığımı, uymayacağımı da harbice söylerim. İsmini vermeyeyim o partilerin ama teklif ettikleri yer (milletvekilliği için), 2. ve 3. sıralardaydı…
Özdemir Erdoğan, hangi projeler üzerinde çalışıyor, ileriye dönük olarak?
Öncelikle müzik konusunda önemli çalışmalarımı tamamlamak istiyorum. Türkiye beni günümüz itibariyle müzikal olarak anladı ama tam anlayamadığını düşünüyorum. Bu sebeple somut bir şekilde ifade edebileceğim bu konuda 3-4 tane çalışmam var. Ondan sonra da yaşadıklarımı anlattığım sahnenin arka yüzü gibi düşünün, gün yüzüne çıkmamış, sizinde sorduğunuz bazı soruların daha ayrıntılı cevaplarını orada vereceğim. Tabi, o zaman gitarımı da bir kenara bırakacağım.
Epeyce yorduk sizi Erdoğan Bey, son olarak bir güzel anınızı rica etsem…
Yok canım, tabi ki… İlk defa bu mütedeyyin kesimle bir Ramazan gecesi ‘Feshane’de tanıştım. Tıklım tıklımdı salon. Programa başlarken ‘’ne yapalım?’’ dedim. Ardından ‘’Eski Dostlar’’ şarkısı çok sevilir onu söyleyeyim dedim. Ardından ‘’Ağlama Değmez Hayat’’ olsun, dedim. Ramazan olduğu için fazla hamasi gitmenin uygun olmayacağını düşündüm. Sonra devam ediyoruz ‘Ağlama Değmez Hayat’ isimli şarkıya. Birinci kısmı bitti, ikinci kısmında ‘’Hayat şarap gibidir’’ mısrası geçiyordu. Birden bu sözler aklıma geldi ve benden terler boşalmaya başladı. Sıra tam o mısralara gelmişti ki, ağzımdan birden bire ‘’Hayat serap gibidir’’ sözü çıkıverdi. Bunlar bir dakika içerisinde olan şeyler. Müthiş rahatlamıştım… Düşünsenize, ramazandayız ve şarap sözcüğünü kullanacağım. O esnada, Cumhuriyet Gazetesinden bir yazar’da oradaymış. Birkaç gün sonra, birde baktık ki köşesinde, ‘’Özdemir Erdoğan konserinde şarkının sözlerini değiştirdi’’ falan filan gibi şeyler yazmış…
Peki… Aradınız mı o kişiyi, ya da bir açıklama yaptınız mı konuyla ilgili?
Elbette… Akabinde o kişiye telefon açtım ve dedim ki: ‘’O gün Ramazan’dı, ve orada on binlerce inançlı insan vardı. O gün orada ‘şarap’ sözcüğünü telaffuz etmektense, kariyerimi feda etmeye razı olur, o şarkı sözlerini yazan şairden de bin defa özür dilemeyi göze alırdım’’ dedim…
Çok teşekkür ederim Özdemir Bey, çok hoş ve renkli bir sohbet oldu…
Umarım öyle olmuştur. Vakit ayırdığınız için bende teşekkür ederim, zevkle cevapladım, güzel suallerinizi…