Nejat Diyarbekirli sanat tarihçisi akademisyen Erol Nejat Diyarbekirli
17 Haziran 1928 tarihinde Adapazarı'nda doğdu. İlkokulu Adapazarı’nda bitirdi. Saint Joseph Fransız Koleji’ne yazıldı. Yatılı olarak başladığı okula ailesinin İstanbul’a taşınması üzerine gündüzlü olarak devam etti. Fransızca’yı ve Fransız kültürünü bu okulda öğrendi. Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdi. 1954 yılında mezun oldu. Yüksek lisansını burada yaptı. Güzel Sanatlar Akademisi’nde Zeki Faik İzer kurduğu Türk Sanat Tarihi Enstitüsü’ne asistan oldu.
Dört sene hem asistanlık yaptı, hem de Eczacıbaşı Holding’te çalıştı. 1964 yılında sanat tarihi araştırmaları için Orta Asya’ya gitti. Orta Asya’ya Türkiye’den giden ilk sanat tarihçisi oldu. 1971 yılında UNESCO’nun yürüttüğü İpek Yolu Projesi’nde görev aldı. Projede Türkiye’yi temsil etti.
Saint Joseph’te basketbola başladı. Profesyonel olarak önce Moda Kulübü’nde oynadı. Daha sonra Fenerbahçe’ye transfer oldu. Bir süre sonra takım kaptanlığına yükseldi. 1951 yılında Paris’te Avrupa Basketbol Şampiyonası’na ve 1952 yılında Helsinki’deki yaz olimpiyatlarına katıldı.
Türk Ocakları ve Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nın çalışmalarına katıldı. Ünlü piyanist Ayşegül Sarıca ile evlendi.
13 Temmuz 2017 tarihinde vefat etti.
AİLE-AYRINTI
* Ailesi, 18. yüzyılın ortalarında Diyarbakır’dan Adapazarı’na gelip yerleşmişti. Babası Diyarbekirlizâde Ahmet, İstiklâl Savaşı’nda çarpışan erlerdendi. Sakarya Savaşı sırasında 20 gün postallarını ayağından çıkarmamıştı. Büyükbabası Diyarbekirlizâde İbrahim Bey ise tüccardı. Hububat alım-satımı ile uğraşıyordu. Nejat Diyarbekirli’nin ailesi Adapazarı’nda “Diyarbekirlizâdeler” olarak biliniyor.
* Hem baba hem de büyükbaba Türk Ticaret Bankası’nın kuruluşunda yer aldı. Adapazarı’nın zengin tüccarları bir araya gelip bankayı kurmuşlardı.
* Hayatını birleştirdiği piyanist Ayşegül Sarıca’nın aile tarihi ise Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş yıllarına kadar uzanmakta. Sarıca, Dr. Müşir Arif Paşa ile Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’nın torunu.
HAKKINDA YAZILANLAR
Nejat Diyarbekirli Hakkında
Prof. Dr. Nejat Diyarbekirli, erken dönem Türk Sanatını dünyada ve Türkiye'de temellendiren bilim adamımızdır. Sayısız defalar Macaristan'dan Güney Sibirya'ya kadar uzanan Avrasya stepleri üzerinde araştırmalar yapmıştır. Bulguları arasında Hunlar, özellikle de Pazırık Kurganları hakkındaki görüşleri batılı akademisyenlerce ilgi görmüş, bilimsel tartışmalar konu olmuştur.
HAKKINDA YAZILANLAR
Orta Asya'dan Anadolu'ya Türk Sanatı ve Kültürü: Prof. Nejat Diyarbekirli'ye Armağan
Editör: Nalan Türkmen, Yaşar Çoruhlu Yeni Türkiye Yayınları; Ankara, 2006, 16 x 24 cm., 676 sayfa, Türkçe, Karton kapak. ISBN No: 9756782900
HAKKINDA YAZILANLAR
İlk Orta Asya Yolcusu Metin OKUTAN 2009 Chronicle Dergisi
Komünist yönetimin en katı olduğu dönemde Sovyetler Birliği ve Çin’de Türkler’in kökenini araştırdı. Türk Sanat Tarihi’nde yetkin bir isim Nejat Diyarbekirli. Aynı zamanda Fenerbahçe Basketbol Takımı’nın kaptanlığına kadar yükselmiş bir sporcu. Türk Sanat Tarihi Enstitüsü’nde görev aldığı için akademik hayatı zindana çevrildi. Turancılık suçlamalarına aldırış etmeden Orta Asya’da Türk tarihinin izlerini sürdü. UNESCO görevlisi olarak gittiği Çin’de zehirlendi. Hayatını birleştirdiği piyanist Ayşegül Sarıca’nın aile tarihi ise Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş yıllarına kadar uzanmakta. Sarıca, Dr. Müşir Arif Paşa ile Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’nın torunu.
Rüyada görülen kaplumbağa temkinli, ihtiyatlı hareket etmek anlamına gelir. Kızılderili inancına göre su kaplumbağasıdır dünyayı sırtında taşıyan. Çin mitolojisine göre ise uzun ömür ve kötü ruhların kovucusu kaplumbağadır. Eski Türk inancında da kaplumbağa önemli yer tutar. Balbal adı verilen anıtsal mezar taşları kaplumbağa heykelinin üzerine inşa edilir. Sonsuzluk sembolüdür Türkler’de kaplumbağa. Eski Çin mitolojisiyle, eski Türk mitolojisi birbirine geçmiş, yakın anlamlı imgelerle doludur.
Nejat Diyarbekirli, sanat tarihçisi. Mesleğinin zirvesine yükselmiş bir isim. Sanatta yeterliliğin en üst akademik ifadesi olan “profesör” titri var. Araştırdığı kaplumbağa imgesi gibi temkinli ama kararlı biri. Türk sanat tarihiyle ilgili ilk çalışmaları yapan akademisyenler arasında. Ancak Diyarbekirli’yi diğerlerinden ayıran bir fark var: Orta Asya’ya Türkiye’den giden ilk sanat tarihçisi. Göktürkler’i, Orhun Yazıtları’nı, Kültigin’in bahar aylarında açılan “Cengiz Han ve Mirasçıları” sergisi dolayısıyla Türkiye’de olan heykelini yerinde inceleyen isim Nejat Diyarbekirli.
Bunun için Sovyetler Birliği’nin yıkılmasını, Demirperde’nin kapılarını dış dünyaya açmasını beklemedi. Komünist yönetimin zor yıllarında tüm Orta Asya’yı dolaştı. Moğolistan ve Çin’e gitti. O zaman Güzel Sanatlar Akademisi olan şimdiki Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde dışlandı. O günün anlayışına göre milliyetçiydi. Çin’de ise zehirlendi. Bir zamanlar Fenerbahçe Basketbol Takımı’nın kaptanlığını da yapan Nejat Diyarbekirli’nin hayatı adeta macera romanı. Şimdi koleksiyonunu yaptığı kaplumbağalar gibi uzun ve hiç bitmemesini dilediğimiz cinsten…
Soyadı Diyarbekirli olsa da, hayatının hiçbir döneminde Diyarbakır’da yaşamadı Nejat Diyarbekirli. O kendini bildi bileli Adapazarlıydı. Ailesi 18. yüzyılın ortalarında Diyarbakır’dan Adapazarı’na gelip yerleşmişti. Babası Diyarbekirlizâde Ahmet, İstiklâl Savaşı’nda çarpışan erlerdendi. Sakarya Savaşı sırasında 20 gün postallarını ayağından çıkarmamıştı. Büyükbabası Diyarbekirlizâde İbrahim Bey ise tüccardı. Hububat alım-satımı ile uğraşıyordu. Nejat Diyarbekirli’nin ailesi Adapazarı’nda “Diyarbekirlizâdeler” olarak biliniyor.
Hem baba hem de büyükbaba Türk Ticaret Bankası’nın kuruluşunda yer aldı. Adapazarı’nın zengin tüccarları bir araya gelip bankayı kurmuşlardı. Ancak banka II. Dünya Savaşı yıllarında iflas etmişti. Aynı isimle tekrar canlandırıldı ve 20. yüzyılın sonuna kadar ayakta kalmayı başardı.
ZENGİNLİĞİ SEL ALDI
II. Dünya Savaşı aileyi sadece banka ortaklığıyla hırpalamamıştı. Nejat Diyarbekirli’nin büyükbabası hububat ticaretinin yanı sıra kereste alım-satımına da girmişti. Yöreden aldığı ceviz ağacı ağırlıklı keresteleri Almanya’ya satıyordu. Hem savaş ve savaşın getirdiği mali yükler hem de şiddetli bir yağmur sonrası taşan Sakarya Irmağı aileyi fena vurmuştu. Irmak suları kereste depolarında ne var, ne yok hepsini denize taşımıştı. Nejat Diyarbekirli o günleri, “çok sıkıntılı” günler olarak tarif ediyor.
Ortaokula kadar Adapazarı’nda eğitim gören Diyarbekirli, İstanbul’a ilk defa Robert Kolej’e yazılmak için gelmişti: “Adapazarı’ndan beni koleje yazdırmak için getirdiler. Ancak Robert Kolej’de kayıtlar kapanmış. Bunun üzerine beni Kadıköy’deki Saint Joseph Fransız Koleji’ne yazdırdılar. İngilizce eğitimi alacakken, birdenbire kendimi Fransız kültürü içerisinde buldum. O zaman Saint Joseph’te hep Anadolu’dan gelme çocuklar vardı. Ben de onlar gibi yatılıydım.”
Saint Joseph’in Diyarbekirli’nin hayatına etkisi sadece Fransız kültürünü öğrenmesi ve Fransızca ile sınırlı değil. Bunun yanı sıra uzun yıllarını verdiği spora da burada başladı Diyarbekirli: “Saint Joseph’de spor hayatına da girmiş bulundum. Çünkü öğle teneffüsleri bir buçuk saatti. O bir buçuk saat içerisinde takımlar ve saha hazırdı. Tenefüse çıkar çıkmaz, toplarımızı alır sahaya koşardık. Diğer okullarda tenefüslerde arkadaşlar kolkola girer konuşurlar. Saint Joseph’te bunlar yasaktı. Hepimiz spor yapmaya ve sahamızda oynamaya mecburduk.”
Genç liselinin tercihi basketboldan yanaydı. Uzun boyu onun bu tercihi yapmasında etkili olmuştu. Nejat Diyarbekirli kısa sürede basketbolcular arasında sivrildi. Adapazarı’nda yaşayan ailesi de bu arada Moda’ya taşınmıştı. Küçük kardeşi Vedat tıpkı Nejat Diyarbekirli gibi Saint Joseph’e gitmeye karar vermiş, aile de oğullarını İstanbul’da yalnız başına bırakmak istememişti. Bunun üzerine İstanbul’a taşındılar. Böylece o zamana kadar okulda yatılı okuyan Nejat Diyarbekirli artık “nehari” oldu. Yatılılık hayatı bitmişti.
Hem ailenin Moda’ya taşınması hem de basketbolda artık tanınır-bilinir bir isim haline gelmesi, Diyarbekirli’ye yepyeni ufuklar açacaktı. Önce Moda Kulübü’nde oynamaya başladı, daha sonra da Fenerbahçe’den transfer teklifi aldı. Moda Kulübü, Türkiye şampiyonu olmuştu ama tanınan bir kulüp değildi. Fenerbahçe ise o tarihlerde bile çok popülerdi. Diyarbekirli, Fenerbahçe’ye transfer olduktan kısa bir süre sonra takım kaptanlığına yükseldi.
Bu arada Saint Joseph bitmiş, Güzel Sanatlar Akademisi yılları başlamıştı. Celal Esat Arseven, Rıfkı Melül Meriç, Nurettin Ormancı, Behçet Ünsal, Kurt Erdman, Kenan Özbel ve Oktay Aslanapa’nın öğrencisi olmuştu Nejat Diyarbekirli. Türk tarihine meraklıydı. Sanatı ve sanat tarihini çok seviyordu. Derslerine de büyük bir tutkuyla çalışıyordu. Bir taraftan da basketbola devam ediyordu.
SERGİYİ PARÇALADILAR
Önce 1951′de Paris’te Avrupa Basketbol Şampiyonası’na katıldı, hemen ardından 1952′de Helsinki’deki yaz olimpiyatlarına. Diyarbekirli ve Türk Basketbol Milli Takımı’nın Helsinki’ye gidişleri maceralı olmuştu. Türkiye’de o yıllarda düzenli uçak seferleri yoktu. Türk Hava Yolları henüz kurulmamıştı. Milli Takım’ı Helsinki’ye götürecek uçak, İngiltere’den kiralanan bir kargo uçağıydı. Sporcular önce İstanbul’dan Roma’ya gitti, burada bir süre bekledikten sonra bu defa Hamburg’a uçtular. Geceyi Hamburg’da geçiren kafile ancak ertesi gün akşam saatlerinde Helsinki’ye varabildi. İstanbul’dan Helsinki’ye gitmek tam iki gün sürmüştü. Demirperde’nin tüm Doğu ve Orta Avrupa’yı kapladığı yıllarda, bu ülkelerin üzerinden uçarak Finlandiya’ya ulaşmak mümkün değildi.
Karşılaşmaların başlangıcında ilk elenen takımlar arasında Türk Basketbol Milli Takımı da vardı. Kafilenin Helsinki’de yapacak bir işi yoktu. Ama uçağı kiralayanlar karşılaşmaların biteceği en son tarihi baz almıştı. Bu da nereden baksanız bir ay demekti. Kafiledeki genç sporcular, Finlandiya’nın ünlü discolarının müdavimi olmuştu. Basketbolcuların bu fotoğrafları “Cumhuriyet” gazetesinde yayınlanınca Türkiye’de kıyamet koptu. Kafilenin dönüşü bu skandalın gölgesinde gerçekleşti.
Nejat Diyarbekirli o günlerin Moda’sında popüler ve tanınan bir isimdi. Tıpkı daha sonra eşi olacak ünlü piyanist Ayşegül Sarıca gibi… Sarıca ve Diyarbekirli’nin birbirlerine “aşinalıkları” vardı. Sık sık gittikleri Moda Deniz Kulübü’nde karşılaşıyorlardı. Ama asıl tanışıklık Diyarbekirli’nin Avrupa Şampiyonası için gittiği Paris’te yaşandı. İki gencin tanışıklıkları kısa süre sonra evlenme ile sonuçlandı.
Nejat Diyarbekirli’nin sosyal hayatı kadar akademik hayatı da hareketliydi. Güzel Sanatlar Akademisi’nde lisans öğrenimini 1954′te tamamlamıştı. Yüksek lisans yapıyordu. Hocaları Celal Esat Arseven ve Oktay Aslanapa’ydı. Her iki isim de sanat tarihçiliğinin duayenleri arasında sayılıyordu.
Bu arada ünlü sanayici ve işadamı Nejat Eczacıbaşı da Nejat Diyarbekirli’yi şirketine çağırmıştı. Eczacıbaşı Grubu’nda çalışmasını istiyordu. Diyarbekirli’ye akademinin önerdiği asistanlık ücreti 130 lira idi. Eczacıbaşı ise 1500 lira aylık teklif ediyordu. Diyarbekirli, tam dört sene hem akademide asistanlık yaptı, hem de Eczacıbaşı’nın yanında çalıştı. Hayatı iş dünyası-akademi ve spor camiası arasında geçiyordu.
Helsinki Olimpiyatı’nın dönüşünde Arseven, Diyarbekirli’yi çağırdı. Artık yol ayrımına gelinmişti. Ya akademiyi ya da sporu seçmesi gerekiyordu: “Bak Nejatçığım, Can Bartu diye bir futbolcu var. Topa tekme atıyor, 250 bin lira kazanıyor. Ben on sene çalışıp bir kitap yazıyorum. Karşılığında on bin lira alıyorum. İster sporu seç, istersen akademide kal” dedi Celal Esat Arseven. Diyarbekirli’nin tercihi netti: Akademi.
Güzel Sanatlar Akademisi Türk Sanat Tarihi Enstitüsü’ne asistan olarak kabul edildi. Ancak akademide kimse bu enstitüyü sevmiyor ve istemiyordu. Enstitüye duyulan antipati, çalışanlara da yönelmişti. Bundan en fazla nasibini alanlar arasında Nejat Diyarbekirli de vardı.
Türk Sanat Tarihi Enstitüsü’nü Zeki Faik İzer kurmuştu. İzer, Akademi mensuplarının hiç hoşlanmadıkları bir isimdi. Dedikodulara göre, Paris’te bulunduğu yıllarda pek çok arkadaşını jurnallemişti. Tüm dünyada komünizmin revaçta olduğu yıllardı ve bu durum yurtdışına giden Türk öğrencileri de etkiliyordu. Söylentiye göre İzer komünist arkadaşlarını “polis”e söylemişti. Bu yüzden aralarında Nuri İyem gibi isimlerin de bulunduğu arkadaşları Türkiye’de kovuşturmaya uğramıştı. Üstüne üstlük Türk Sanat Tarihi Enstitüsü, İzer’in Güzel Sanatlar Akademisi müdürlüğü sırasında kurulunca bu defa tüm tepkiler kuruma yönelmişti. “Akademide böyle bir enstitüye ne gerek var” diye soruyordu sanatçılar; “Biz Türk sanatçısı değil miyiz, yaptığımız Türk sanatı değil mi?”
Zaman zaman bu düşünceler fiziksel tacize de dönüşüyordu: “Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde pek çok dert geldi başıma. Enstitü Akademi’ye, Akademi de Devlet Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’ne bağlıydı. Bizi sürekli Ankara’ya şikayet ediyorlardı. Soruşturma üzerine soruşturma geçirdik, müfettiş üzerine müfettiş geliyordu. Akademinin müdürü Feridun Akozan’dı. Bize hiç destek olmadı. Ondan sonra Asım Utlu geldi. O müstesna bir insandı. Utlu’dan sonra akademinin başına heykeltraş Hüseyin Gezer geldi. Akozan ve Gezer döneminde enstitü müthiş darbeler aldı. Birkaç defa kapatıldı.
Rıfkı Melül Meriç, benim de dahil olduğum bir öğrenci grubunu Edirne’ye götürdü. Eski Osmanlı başkentinin bütün tarihi eserlerinin rölevelerini çıkardık. Mükemmel bir çalışma oldu. Bu rölevelerle de Akademi’de sergi açacaktık. Davetiyeler gönderildi, tüm hazırlıklar yapıldı. Herkes çılgınlar gibi çalıştı. Sergi günü erkenden akademiye gittim. Bir de ne göreyim? Bir gece önce astığımız tüm röleveler yırtılmış, yerlere atılmıştı. Rıfkı Melül Meriç bu durum karşısında adeta delirmişti. “Bunu Akademi yönetimi yaptı” dedi. Feridun Akozan ve arkadaşlarını suçladı.”
Akademi’deki bu çatışma ve tartışmalar basına da yansıdı. Türkiye’de sağ-sol kamplaşmasının hız kazandığı yıllardı Zeki Faik İzer ve onun kurduğu enstitüyü savunma görevi, o dönemin sağ kulvardaki en büyük gazetesi “Tercüman”a düşmüştü. Akademideki kavgada, “Tercüman” yazarı Ergün Göze, Diyarbekirli ve arkadaşlarının en büyük savunucusuydu.
ÇİNLİLER ZEHİRLEDİ
Türk Sanat Tarihi Enstitüsü, devlet tarafından destekleniyordu. Nejat Diyarbekirli’nin karşısına 1964 yılında büyük bir fırsat çıktı. Türk sanat tarihi araştırmaları için Orta Asya’ya gitmesi gerekiyordu. Dışişleri Bakanlığı, o tarihlerde gidilemez-gezilemez bu bölgeye gitmesi için aracı oldu. Bu uzun yıllar devam edecek olan Orta Asya seyahatlerinin başlangıcıydı. Diyarbekirli önce Azerbaycan’a gitti. Ardından da Türkmenistan’ı ziyaret etti. Hem Türk dışişlerinin referansı, hem de Nejat Diyarbekirli’nin sanat dışında hiçbir politik faaliyetinin olmaması Sovyet yetkililerini etkilemiş olacak ki bu seyahatlerde hiçbir sorun yaşamadı. Orta Asya’daki Türk abideleri ile ilgili makaleler yazmaya başladı. Bu makaleler kısa sürede dikkat çekti. Artık Nejat Diyarbekirli, İstanbul Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nin düzenlemiş olduğu Türkoloji Kongreleri’nin değişmez konuğuydu. Açılış ve kapanış konuşmalarını Türkiye adına Diyarbekirli yapıyordu.
Bu çalışmaları sebebiyle milliyetçi çevrelerle yakınlaştı. Muharrem Ergin, İbrahim Kafesoğlu gibi ünlü milliyetçi ademisyenlerle tanıştı. Türk Ocakları ve Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı’nın çalışmalarına katıldı. Seyahat programına ise bir müddet sonra Moğolistan ve Çin’i de katmıştı. Türkiye’deki siyasi gelişmeler hızlanmış, Silahlı Kuvvetler 12 Mart 1971′de, Süleyman Demirel’in başbakanlığında kurulan hükümeti bir muhtırayla istifa etmek zorunda bırakmıştı. Nihat Erim başkanlığında bir teknokratlar hükümeti kurulmuştu. Bu hükümetin kültür bakanı ise Talat Halman’dı. Halman, yakından tanıdığı Nejat Diyarbekirli’yi Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü görevine getirmek istiyordu. Bu gelişme Güzel Sanatlar Akademisi’ne bomba gibi düştü. Akademi, Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’ne bağlıydı ve Nejat Diyarbekirli neredeyse can düşmanlarıydı. Feridun Akozan ve Hüseyin Gezer’in devreye girmesiyle bu tayin önlendi. Akozan, dönemin başbakanı Nihat Erim’in öğrencilik yıllarından arkadaşıydı. 1971 Nejat Diyarbekirli ve ailesinin yükseliş yılıydı. Eşi Ayşegül Sarıca da bu yıl devlet sanatçısı ilan edildi. Diyarbekirli, genel müdür olamasa da önemli bir projede, İpek Yolu Projesi’nde görev aldı. Projeyi UNESCO yürütüyordu ve 70 ülkeden temsilci vardı. Diyarbekirli burada Türkiye’yi temsil ediyordu. Hem dışişlerinin hem de UNESCO’nun akreditasyonu arkasındaydı. Artık Orta Asya araştırmaları konusunda karşısında hiçbir engel kalmamıştı.
Sovyetler Birliği’ndeki tüm Türk cumhuriyetlerini heyetle birlikte gezdi. Zaman zaman buralarda verilen yemeklerde konuşma yapması gerekiyordu. Diyarbekirli, Türkçe konuşuyor, Sovyetler Birliği sınırları içerisinde yaşayan Türkler’den söz ediyordu. Türkler’in anavatanı şimdi Sovyetler Birliği ve Çin sınırları içerisinde kalan Orta Asya idi. Bu konuşmaları Sovyet topraklarında hiç tepki almadı. Ancak Çin bu konuda çok hassastı.
UNESCO heyetine verilen ilk yemekten sonra Çinli yetkililer Nejat Diyarbekirli’yi Türkçe ve Çin’de yaşayan Türkler hakkında konuşmaması için uyardı. Uyarının tonu çok sertti. Uyarıyı yapan Çinli yetkilinin konuşurken sinirden elleri titriyordu. Ama Diyarbekirli bu uyarıya hiç aldırış etmedi. İkinci resmi yemekte de, konuşmasını yapmak için ayağa kalktı. Ancak konuşmasını bitirir-bitirmez olduğu yere yığıldı. Bütün vücudu yemyeşil olmuştu: “Bir yemek sırasında da zehirlendim. Konuşma yaptıktan sonra masaya yığıldım kaldım. Yemyeşil olmuştum. İki Çinli görevli koluma girdi, beni lokantanın kapısına çıkardılar. Orada bana küçük bir şişeden bir şey içirdiler, istifra ettim. Ondan sonra da bir hafta Turban hastanesinde yattım. Refakatçi olarak UNESCO’nun Belçikalı doktoru kaldı. Çinliler bu arada bana sinir harbi yapıyorlardı. Hastayım, ölüyorum, tuvalete gitmem gerekiyor. Lazımlığı hastanenin giriş kapısının önüne koymuşlardı. Ben ihtiyacımı orada gideriyordum. İnsanlar önümden geçip gidiyordu.”
12 sene görev yaptığı İpek Yolu Projesi ise sonuçlanmadan yarım kaldı. Oysa projeye destek veren pek çok ülke sonuca ulaşmıştı. Türkiye göstermelik ve şova dönük birkaç çalışma dışında dişe dokunur hiçbir şey yapmadı. Moğolistan’a, ilk Türk anıtlarının bulunduğu bölgeye yapılan ziyaretler, verilen sözler kısa sürede unutuldu. Türk hükümeti Orhun Abideleri’ni restore etmek yerine Moğolistan’da karayolu yapım çalışmalarına hız verdi.
Nejat Diyarbekirli “her şeye rağmen” umutlu. Onun bu umudu boş değil. En azından sergilerle Türk sanatı, Türk sanat tarihi gündemde…