Biyografi Ara!

Binlerce biyografi keşfedilmeyi bekliyor

Mustafa Miyasoğlu

şair, yazar

Sayfayı paylaş
İlgili Kategoriler
Mustafa Miyasoğlu
Mustafa Miyasoğlu     (1946)-(2013)
yazar, şair
öğretmen

yayıncı


1946 yılında Kayseri'de doğdu. İlk ve orta öğrenimini Kayseri'de tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde okudu. 

On yıl liselerde öğretmenlik, on iki yıl da üniversitede okutmanlık yaptı. 

Bu arada, 1988-92 yılları arasında Pakistan'ın İslamabad şehrindeki Yabancı Diller Enstitüsü'nde yardımcı profesör ünvanıyla görevlendirildi. 

Şiir yanında deneme, hikâye, tiyatro ve roman türlerinde eserler verdi. Bir çok dergi ve gazetede kültür ve sanat yazıları yayınladı, şiir ve romanlarıyla armağanlar kazandı. 

T. Millî Kültür Vakfı özel armağanını kazanan Hicret Destanı adlı şiiri Dr. Muhammed Harb tarafından Arapçaya çevrildi. Ayrıca başka şiir ve hikâyelerinin de İngilizce, Arapça ve Urduca çevirileri yurt dışında yayınlandı. 

Samsun, Ankara ve Kahire üniversitelerinde eserleri üzerine tezler hazırlandı. 

İlk şiiri Filiz dergisinde çıktı (Kayseri, 1966). Şiir ve yazıları Hisar, Türk Edebiyatı, Edebiyat, Mavera, Millî Gençlik, Yeni Sanat, Sedir dergilerinde yayınladı. 

Suffe Yayınları'nı kurarak Suffe Kültür Yıllığı'nı yayınladı (1982). 

Bazı araştırmalarında Semih Güngör imzasını kullandı. 

1 Ağustos 2013 tarihinde İstanbul'da vefat etti.

ESERLERİ:

Şiir: 

Rüya Çağrısı (1993) 
Devran (1978) 
Hicret Destanı (1981) 
Şiirler (Toplu şiirleri, 1983) 
Bir Gülü Andıkça (1997) 

Hikâye: 
Geçmiş Zaman Aynası (1976) 

Roman: 

Kaybolmuş Günler (1975) 
Dönemeç (1980) 
Güzel Ölüm (1982) 
Bir Aşk Serüveni (1995) 

Biyografi: 

Necip Fazıl Kısakürek (1985) 
Asaf Halet Çelebi (1986) 
Ziya Osman Saba (1987) 
Haldun Taner (1988) 

Antoloji: 

Çağdaş İslâmî Şiirler Antolojisi (1988) 

Deneme: 

Edebiyat Geleneği (1975) 
Devlet ve Zihniyet (1980) 
Muhacir (1981) 
Roman Düşüncesi ve Türk Romanı (1998)




ESER-AYRINTI

PANCUR

Mustafa Miyasoğlu, romanları ve romana dair yazıları yanında, her biri bir roman çekirdeği taşıyan hikâyeleriyle de dikkati çekmiştir. Beş hikâyeden oluşan Pancur onun ilk hikâye kitabıdır.İlk baskısı Geçmiş Zaman Aynası (1975) adıyla yayınlanan ve romanları kadar ilgi gören bu hikâyelerde Mustafa Miyasoğlu, Anadolu'dan İstanbul'a gelen insanımızın aşklarını, aile içi çatışmalarını ve sosyal değişimin doğurduğu acıları anlatmaktadır. Pancur, içinde taşıdığı geleneksel motiflerle yüklü aşk duygusuyla edebiyat çevrelerinde büyük alaka uyandırmış, dergi ve gazetelerde yeniden yayınlanmış, 22 yıl sonra da yazarının Bir Aşk Serüveni adlı roman dizisine başlangıç olmuştur. Tesbih ve Kaybolan Ev ise, antolojilere girmiş ve yabancı dillere çevrilmiştir.Mustafa Miyasoğlu, hikâye ve romanlarının herbirinde kullandığı farklı dil ve anlatım tarzıyla edebiyatımızda kendine özgü bir yer edinmiştir. Hikâyelerinde de hayatımızın bugüne kadar anlatılmayan dönemlerinden çeşitli kesitleri ele almakta, okuyucularına yeni bakış açıları sunmaya çalışmaktadır.




ESER-AYRINTI

KAYBOLMUŞ GÜNLER

Bu roman, dünya gömlek değiştirirken hesaplaşmanın sancısını yaşayan nesillerin hikâyesidir. Ferdî meselelerle sosyal ve tarihî olayların iç içe yaşandığı 1960 sonrasında ortaya çıkan iki-üç nesli anlatır. Kaybedilmiş dönemler ve yanlış esen rüzgârlar arasında yaşamaya ve tutunmaya çalışan gençler, romanın asıl konusudur.Kaybolmuş Günler, üniversiteli gençlerin hayatını, aşklarını ve acılarını, "Alternatif 68 Kuşağı"nın farklı bakış açısıyla ortaya koyar. Beşir Güner'in kararsız ve tedirgin kişiliğinde, baştan sona bir huzur arayışını anlatan roman, Cumhuriyet döneminde yaşayan insanımızın iç dünyasındaki parçalanmışlığı ve değerler karmaşasını da ele alır.Kaybolmuş Günler, konusu, kişileri, roman dili ve farklı anlatımıyla, orjinal ve yeniliğini her zaman koruyacak nitelikte, çağdaş edebiyatımızın klasiklerinden biridir.




ESER-AYRINTI

BİR AŞK SERÜVENİ

Aşkı bütün boyutlarıyla ve kültürel değerleriyle anlatan bu roman, edebiyatımızda yepyeni bir anlayışın öncüsü olan gençlerin dünyasını ortaya koyar. Geleneksel olanla çağdaş hayatın dinamikleri, değişenle değişmeyenin kesişme noktaları ve kültürle politika ilişkileri bu romanın odağında yer alan bir aşk hikâyesinin çevresinde ele alınır. Bu roman yalnızca çarpıcı bir aşk hikâyesi değildir. Toplumun son otuz yılda geçirdiği değişimleri ve kimlik arayışlarını da, ele aldığı gençler çevresinde ortaya koyar. Çünkü gençler aşk duygusunda olduğu kadar, kültür ve inanç konularında da pazarlıklara ve sahte çözümlere her zaman karşı çıkmayı bilmişlerdir. Kaybolmuş günler romanıyla Türk Millî Kültür Vakfı, Dönemeç romanıyla Türk Yazarlar Birliği armağanları kazanan Mustafa Miyasoğlu, Güzel Ölüm romanıyla ilk kez farklı bir aşk anlayışını ortaya koymuştu. Bu anlayışı daha da zenginleştirerek Doğu ve Batı kültüründeki ilâhî aşk görüşlerine de yer veren Bir Aşk Serüveni, Türk romanında benzersiz bir yeniliğin de öncüsü olacaktır.Şeyh Galib'in Hüsn ü Aşk'taki olaylar için söylediği bu roman için de tekrarlanabilir: Evet, özge bir maceradır bu. Yani bizim olan ve fakat bugüne kadar anlatılmamış bir serüvendir bu...




ESER-AYRINTI

DÖNEMEÇ

Dönemeç, Anadolu insanının tarihî bir dönüm noktasındaki tavırlarını, değişen durumlar karşısındaki değişmeyen özelliklerini ortaya koyan bir romandır. Bir güz mevsimindeki aşk, ölüm ve düğün çevresindeki olaylar, bu insanların mizaçlarını en çarpıcı yanlarıyla anlatmaya imkân vermektedir. Bu bakımdan konusu ve anlatımıyla bize özgü bir romancı tavrını yansıtmaktadır.Cumhuriyet'in 50. yılındaki sosyal ve kültürel hareketliliği Anadolu şehirlerinden seçilmiş gençlerle geleneksel yapısı parçalanan aileler çevresinde ele alan bu roman, insanımızın toparlanma çabalarıyla ülke ve dünya şartlarına karşı tavır alışlarını anlatmaktadır. Bir yönüyle de bir şuurun alttan alta geliştiğini ortaya koymaktadır: Roman kahramanlarından Şakir bey de Yunus gibi "şehre varam feryâd ü figân koparam" demektedir...Dönemeç, romancıların ısrarla ihmal ettikleri Anadolu insanının umutlarını, sevinçlerini, korkularını ve geleneksel değerlere sığınışlarını ustalıkla dile getirir. Bugüne kadar çok az hikâye ve romana konu olan Orta Anadolu insanı için şimdiden klasikleşmiş edebî ve sosyolojik bir metindir.Kaybolmuş Günler (1975)'den Bir Aşk Serüveni (1975)'ne kadar yazdığı her romanda farklı bir roman dili kullanan ve konularını kendine has bir üslûpla ele alan Mustafa Miyasoğlu, her eseriyle alâka uyandırdığı gibi bu romanıyla da 1980 yılında Yazarlar Birliği'nin "yılın romancısı" armağanını kazanmıştır.




ESER-AYRINTI

BİR GÜLÜ ANDIKÇA

Bir Gülü Andıkça, Mustafa Miyasoğlu'nun Şiirler (1983) adlı kitabından sonra ikinci toplu şiirleridir. Daha önce pek çok baskısı yayınlanan Rüya Çağrısı (1973), Devran (1978) ve Hicret Destanı (1981) adlı kitaplarındaki şiirlerin yeni bir düzenlemesiyle ilk defa bu kitapta yer alan Kalbimin Coğrafyası bölümündeki 25 yeni şiirden oluşmaktadır. 100 kadar şiirle çağdaş duyarlığımızın imkânları ve şiir diliyle keşfedilebilen gerçekler ortaya konmaya çalışılmaktadır. Edebiyatımızdaki en köklü gelenekten yola çıkarak yeniliğin imkânlarını araştıran ve kendine özgü bir şiir dünyası kuran Mustafa Miyasoğlu, Şiir Anlayışım adlı önsözde otuz yıllık şiir macerasını da anlatmaktadır. Şiiri ve genel olarak sanatı, anlatılamayanı kavramak ve insanî olguları keşfetmek şeklinde değerlendiren şair, aşk, ölüm, tabiat, şehir kültürü, hasret, gurbet ve kimlik arayışı gibi temalarda yoğunlaşan şiirleriyle dikkati çekmiş, eleştirmen ve edebiyat tarihçileri tarafından incelemelere konu edinilmiştir. Bazı şiirleri İngilizce, Arapça ve Urducaya çevrilmiş, üniversite tezlerinde de incelenmiştir.




ESER-AYRINTI

ROMAN DÜŞÜNCESİ VE TÜRK ROMANI

Romanları kadar roman üzerine yazdığı denemelerle de dikkati çeken Mustafa Miyasoğlu, Roman Düşüncesi ve Türk Romanı adıl kitabıyla romana dair görüşlerini ve önemli romanlar üzerindeki değerlendirmelerini bir bütün halinde ortaya koymaktadır. Bu kitap, roman türünün imkânlarını, geçmişten geleceğe taşıdığı değerleri ve kültür mirasımızın romandaki yansımalarını sistematik bir tarzda ele almaktadır.Kültürümüz açısından yeni bir tür olan roman hakkında çok ve çelişkili görüşler ortaya konmuş, belli başlı romanlar hakkındaki farklı değerlendirmeler yapılmıştır. Kültür çevrelerinin değer yargılarına bağlı olarak bazıları için büyük ve önemli sayılan eserler, başkaları için yok sayılabilmekte, görmezden gelinebilmektedir. Çoğu zaman eleştiri ve değerlendirme yazıları da objektif kriterden mahrum görünmektedir.Roman Düşüncesi ve Türk Romanı ölçüleri ve değer yargıları ortaya konmuş bir bakış açısının eseridir. Bize özgü romanın imkânlarını, çok sesli ve çeşitliliği esas alan yaklaşımları ve kültür mirasımızı kendine dert edinen bir romancının değerlendirmeleridir. Romanımızın 120 yıllık geçmişiyle geleceğine ilişkin dikkate değer görüşleri bir araya getirdiği için de genç okuyucuların başvuru kitabı olacak niteliktedir. Bu kitapla Türk romanına farklı bir gözle bakacaksınız.




ESER-AYRINTI

HABER

MODERN VE POST-MODERN TÜRK ROMANI

Mustafa Miyasoğlu'nun TÜRK ROMANINDA AKIMLAR adı altındaki seminerlerinin bu döneme ait son toplantısı, TYB İstanbul Şubesi'nde 16 Mayıs günü saat 18.30'da yapılacaktır. 

MODERN VE POST-MODERN TÜRK ROMANI konulu toplantıda, son dönemin bu çizgide yazılan romanları ele alınıp değerlendirilecek; izleyicilerin katılımı mümkün olacaktır.

Büyük şehir hayatını modern bir dille ve her türlü yerel veya geleneksel motiften soyarak anlatmayı tercih eden romancılar da görüldü. Bunlar şiirdeki İkinci Yeni’ye paralel bir yol izleyerek Egzistansiyalist yazarları örnek aldılar: Leyla Erbil, Orhan Duru ve Ferit Edgü… Bunlara modern romancılar dendi. Daha sonra Oğuz Atay, Nazlı Eray ve Orhan Pamuk gibi her türlü yerel olduğu kadar yabancı kültürlerden ve fantezilerden de yararlanarak eserler verdiler. Bunlar da post-modern romancılar olarak geleneksel motiflerden, hatta daha önce yazılmış hikâye, fıkra, roman, menakıp ve seyahatnamelerden de yararlandıkları için, metinler arası ilişki kuran bir yapı içinde eser verdiler.


Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi
Kızlarağası Mehmed Ağa Medresesi, Divanyolu Cad. Hoca Rüstem Sokak. No: 6 Sultanahmet / İstanbul 




VEFAT-HABER

Mustafa Miyasoğlu vefat etti 
1 Ağustos 2013

Uzun bir süredir Bağcılar Medipol Hastanesinde tedavi gören Milli Gazete yazarı, edebiyatçı Mustafa Miyasoğlu bugün saat 13.00 itibari ile tedavi gördüğü hastanede vefat etti. 

Uzun bir süredir Bağcılar Medipol Hastanesinde boyun bölgesinde oluşan damar tıkanıklığı nedeniyle tedavi gören Milli Gazete yazarı, edebiyatçı Mustafa Miyasoğlu bugün saat 13.00 itibari ile tedavi gördüğü hastanede vefat etti.





HABER

Mustafa Miyasoğlu dostları tarafından anıldı 
19 Ağustos 2013

İstanbul'da 1 Ağustos'ta vefat eden yazar Mustafa Miyasoğlu, ailesi ve dostları tarafından anıldı. 

Miyasoğlu için Eskader tarafından Cağaloğlu'ndaki Timaş Kitapkahve'de anma programı düzenlendi.

Ailesi ve dostlarının katıldığı programda, sevenleri Miyasoğlu ile ilgili anılarını ve düşüncelerini anlattı. Miyasoğlu'nun kaleme aldığı bazı şiirler okundu.

Törende konuşan Miyasoğlu'nun oğlu Mehmet Miyasoğlu, babasının inatçı, çok sabırsız, sürekli proje eden ve etrafındakileri de buna teşvik eden bir insan olduğunu söyledi.

Babasının kendilerine her zaman, Müslümanların 24 saat çalışması gerektiğini söylediğini dile getiren Miyasoğlu, "Kendisi de neredeyse böyle yapardı. Sürekli çalışırdı. Ahmet Hamdi Tanpınar ve Necip Fazıl Kısakürek hayranı bir insandı. Bu hayranlığı eserlerine de yansıdı. Çok dolu ve ömrünü dolu dolu geçiren bir kişiydi" dedi.

Mehmet Miyasoğlu, babasıyla ilgili sayısız anısı bulunduğunu belirterek, "Onunla geçirdiğin her an benim için çok keyifliydi ancak Peygamber efendimiz ile ilgili bana küçükken anlattığı kıssalar, en unutamadığım anlar olacak. Küçükken bana bu kıssaları anlatırdı ve onu saatlerce büyük bir zevkle dinlerdim. Tam bir dava insanıydı" diye konuştu.

Miyasoğlu'nun küçük oğlu Eren Miyasoğlu da babasının ömrünün sonuna kadar birşeyler üretmek için çabaladığını anlattı.

Babasının aşırı derecede ısrarcı olduğunu ifade eden Eren Miyasoğlu, şunları kaydetti:

"Çok konuşan, doğru bildiği her şeyi anlatan biriydi. Babam iyi bir yazar olmasının yanı sıra, çok iyi bir mümin ve vatanseverdi. Bizim de böyle olmamız için çok uğraştı. Bizden istediklerini bazen yapamazdık. Bundan dolayı bize kızardı ama bizi çok severdi ve bunu da belli ederdi. Bizi her zaman kitap okumamız konusunda teşvik ederdi. Hayatında Necip Fazıl'ın önemli bir yeri vardı. Onun tanınması için hayatı boyunca uğraştı."

Mustafa Miyasoğlu'nun eşi Nilüfer Miyasoğlu ise eşiyle tanışmasını ve nasıl evlendiklerini aktardı.

Eşinin özü sözü bir, yanlışa sapmayan, doğruluktan ayrılmayan bir yapıya sahip olduğunu vurgulayan Nilüfer Miyasoğlu, "Bana zaman zaman, 'Bizim aşkımız farklı. Biz birbirimizi Allah için seviyoruz' derdi. Ben de onu onaylardım ve her zaman, 'Elimden geldiği kadar davanda sana yardımcı olacağım' derdim ve öyle de yaptım ancak layıkıyla yaptım mı? Onu bilemiyorum" ifadelerini kullandı.

Ney dinletisinin de yapıldığı programın sonunda, katılımcılara Mustafa Miyasoğlu'nun kitapları hediye edildi.





SÖYLEŞİ

Mustafa Miyasoğlu'nun yayınlanmamış söyleşisi
Asım Öz/Dünya Bülteni

Geçen ağustos ayının ilk gününde hakka yürüyen Mustafa Miyasoğlu'nun hiçbir yerde yayınlanmamış söyleşisi... 

Merhum Mustafa Miyasoğlu ile dergide tanıştık. Sonraki yıllarda aralıklarla da olsa görüşmeye devam ettik. Onunla son karşılaşmamız Kahramanmaraş’ta düzenlenen Necip Fazıl Sempozyumunda oldu.

Tebliğim üzerine bir miktar tartıştık. Bir daha karşılaşmak nasip olmadı. Ben de çoğu yakın arkadaşlarının zannettiği gibi gazete yazılarının kesintiye uğramamış olmasından dolayı onun hastalığı hakkında bilgi sahibi değildim. Birkaç defa Vahap Akbaş bahsetmişti.

Vefatından sonra dostları onun hakkında çok değerli yazılar kaleme aldı. Bu yazıların her biri Miyasoğlu’nun yaşarken bilinmeyen, bilinse de nedense takdir edil(e)meyen yönleri hakkında önemli bilgiler sunması bakımından son derece yararlıydı.

Onunla tanıştıktan sonra nehir söyleşi türü üzerine konuşmuştuk. Kendisiyle de bu minvalde bir söyleşiye başlamıştık. Baştan sona planladığım hatta belli tarih aralığına kadar sorularını gönderdiğim bu söyleşi eksik kaldı ve hep öyle kalacak.

Çocukluğunuzdan başlayalım ilk önce. Nerede dünyaya geldiniz? İlk olarak neler hatırlıyorsunuz çocukluğunuzdan?

Kayseri’de, bir yaz günü dedemin bağ evinde dünyaya gelmişim… Annem bunu Ramazan’ın 25’i olarak hatırlar. Galiba 1945 yılının Ağustos ayına rastlıyor. Beş yaşımdayken, bahar akşamlarından birinde, anne dedemin genç eşinin kucağında Kuyucak adlı çiftliğe giderken, şehrin dışındaki mezarlık yanında beni oraya bırakmak gibi dedemin eşine yaptığı benimle ilgili şaka zihnimde kalan hayli etkili bir izdir. Ben doğuncaya kadar evinde erkek çocuğu göremeyen Mustafa Ağa, bana hem adını vermiş, hem de 15 yaşımda öldüğü yıla kadar her yaz beni yanında bulundurduğu için şahsiyetimin teşekkülünde etkili olmuştur. Çiftçilik yapan Mustafa Ağa, erkek çocuğa muhabbetiyle tanındığı kadar, onca ırgat arasında azık taşıyacak bir erkek çocuğa da ihtiyaç duyuyordu. O yüzden Kayseri’ye beş-altı kilometre uzaklıkta bulunan çiftlikteki işler bitince kendi bağımıza gidiyor, bağ ve köy hayatıyla ilgili her şeyi yaşama imkânı buluyordum. Atlar, mandalar, sığır ve koyunlar arasında geçti denebilir çocukluğum. Mevsimlik ırgatların hikâyelerini dinler, onların hayatını merak ederdim. Kış aylarında da okula gider; kışın kunduracılık, yazın badanacılık yapan babama da yardım ederdim. Baba dedem de beni çok severdi. Evlerimiz sırt sırta olduğu için çok sık görüşürdük.

Doğduğum ve Büyüdüğüm Çevre

Büyüklerinizden sizin çocukluğunuzla ilgili izlenimlerinizi dinleme imkanı buldunuz mu hiç? Nasıl bir çocuk muşsunuz, neler anlatılır o yıllardaki halinize dair?

Büyüklerim benim çocukluğumda hep uslu biri olduğumu söylerler. Nerede işe yarar biri lazımsa beni oraya götürür veya gönderirlerdi. Benden küçükleri de bana emanet ettiklerinden, kıskançlık duygusunu yaşadığımı hiç hatırlamıyorum. Çiftlikte zaten özel biri gibi dolaştığımdan, gün boyu annemi aramaz, akşamları da dayanamazdım. Yaramaz değildim, ama mahallenin belâlısına attığım bir tokat yüzünden benden çekinir oldular. Bazı komşular, “Bu Mustafa uslu görünüyor, ama usturası cebinde!” gibi laflar söylüyorlardı arkamdan. Bir ablam ve iki de erkek kardeşim olduğu için, ailenin büyük oğlu olarak çok meşguldüm ve oyun oynayacak vaktim de pek olmuyordu. Buna rağmen, kapı komşumuz Hasan Nail’in Karagöz ve sinema merakına ilgi duyar, kış günlerinde küçük meydanda yaptığı numaraları kaçırmazdım.

Doğduğunuz çevre nasıldı? Kayseri’nin o günkü portresi nasıldı?

Doğduğum ve büyüdüğüm çevre Erciyes’in eteklerinde bir bağ evi olduğu için, son derece doğal bir atmosferdi. O dönemde Kayseri’nin nüfusu da azdı ve çevresi yaya olarak dolaşılabilirdi. Kale içi ve Kapalı Çarşı çevresiyle tam bir ticaret şehri olan Kayseri’de sanayi de yeni yeni gelişiyordu. Şehrin dört ana arteri Hükümet Konağı’nın önüne çıkar ve yine buradan şehre açılırdı: Hacıkılıç önünden Emek ve Sümer’e giden yol, Düvenönü’nden geçen İstanbul Caddesi, Sivas Caddesi ve Kartal yolu… Bir de Dış Kale’nin şehrin ortasındaki büyük surları. Çocukluğumuzda şehrin dört başında dört evliya olduğunu ve geceleri bu evliyaların halkı koruduğunu söylerlerdi. Bugün bir fantezi gibi görünen bu söze ben hâlâ inanırım. Camiler kadar Rum ve Ermeni Kiliseleri de şehrin mimari dokusunda önemli bir yere sahipti…

Selçuklulardan kalma Gülük Camisi yanındaki eviniz hala duruyor mu?

Maalesef, evimiz zaten odalı-sofalı-selamlıklı bir eski evin üç kardeş arasında bölünmesinden ibaret olduğu için, Kayseri’nin eski evleriyle birlikte istimlâk edilip yıkıldı. Ama babamın takviyeleriyle yakın zamana kadar ayakta duran evin bize ait kısmını eşimle oğlum gördü. Gülük Camii’nin çevresi açıldı, ama bizim küçüklüğümüzde içinde oynadığımız külliyeye ait hamam yerinden bugün geniş bir cadde geçiyor. Abdullah Gül’ün dedeleri bu caminin imamlığını yapmışlar. Ben bu camide Abdullah Saraçoğlu hocaefendiyi dinlemiştim.

Kayseri’de hala özlediğiniz neler var?

İnsanın doğum yeri annesi ve akrabaları gibi bir türlü kopamadığı bir şeydir. Erciyes de bizim için sembol gibidir. Onda sılâ-i rahmin pek çok unsurunu görürüm. Belki de bu yüzden Kayserililer gurbetten selam gönderirken akrabalarını tanımayana “Erciyes’e selam!” derler.

Hafızanızda kalan, çocukluğunuzda iz bırakan sesler, kokular, görüntüler neydi?

Çocukluğumdan hatırladığım şeyler arasında, annemle babamın sevgisinden başka, 2003 yılında rahmetli olan kardeşim İsmail’in ağlama sesleri çok belirgindir. Ahırsekisinde yatan ırgatların hayvanların kokusuna nasıl dayandığını bir türlü anlayamazdım. Bir de çocukların, “Kartal geliyor!” sesini duyunca yavrularını toplayıp kaçan hindileri unutmam mümkün değil. Ayrıca, beni çok sevmelerine rağmen, üvey anneanne ve üvey babaanne yanında büyümemin bende hep bir eksiklik duygusu bıraktığını unutamam. Aslında aile içinde çok sevilirim, bugün de öyledir. Fakat işte bir duyguyu hissettiğiniz zaman bir türlü unutamıyorsunuz…

Bunlar sizde nasıl bir duygu bırakıyordu?

Bu insanlarla bir arada bulunduğunuz yerde size misafirlik duygusu gelip kuruluyor. O yüzden ben gezmeyi severim de başkalarının evinde bir türlü rahat edemem. Bir keresinde babaannem çok ısrar etmişti evinde kalmam için de sabah namazına kadar uyuyamamıştım…

Bağ evinde dünyaya gelmişsiniz. Bağ evi kültürü yaygın mıdır Kayseri’de?

Bağcılık uzunca bir zaman Kayseri, Konya ve Maraş gibi Anadolu şehirlerinde varlığını korudu. Çünkü şehir genellikle çukurda ve birbirine bitişik yapılırdı soğuğa karşı korunmak için… Bu da yaz sıcağında şehri çekilmez hale getiriyordu. O yüzden bağa göçmek, imkânı olan yerliler için vazgeçilmez bir ihtiyaçtı. Şehre yakın bazı köylerin yerlileri de köye giderdi. Zaten bazı kaza ve nahiyeler de Kayseri’nin bağları gibidir. Hisarcık, Talas, Gesi, Erkilet gibi.

Aile Çevresi

Ailenizden söz edelim biraz da. Aileniz kimlerdendir?

Baba tarafım Miyaszade veya Miyasoğlu olarak bilinen köklü bir aile… 1850’lerde Zekeriya Medresesi’nde müderrislik yapan Hacı Ali adında bir zâttan söz ediliyor kaynaklarda. Dedemin amcaoğlu Nuh Mehmet Miyasoğlu, Kayseri’de 25 yıl müftülük yapmış ve çok talebe yetiştirmiş bir zât. Babaları, Boyacı Kapı yakınındaki Körükçü Hanı’nı çalıştırırlar, bir çeşit motel işletirlermiş… Fakat dedemin babasının eşkıyalar tarafından dövülüp öldürülmesinden sonra amcaları, sahip çıkmadığı için dedem onlara kızmış ve ilişkisini kesmiş...

Miyaszade ailesinin belirgin özellikleri nelerdir?

Dedem ayakkabıcılık yapmış, bir dönem Mersin’de kalmış ve çok mülk edinmiş bir esnafmış… Yaşlanmasına yakın mallarının çoğunu satmış, dört oğlundan üçünü evlendirmiş, bir de kısmî felç geçirmişti. Zor yürür, ama mutlaka Cuma namazını Ulu Cami’de kılardı. Büyük amcam eski ortaokul mezunu idi, hem eski yazı, hem de yeni yazı bilir, sözü sohbeti dinlenir biriydi. Fakat babam -galiba- disleksi denen bir rahatsızlık yüzünden okuma-yazma bilmezdi, ama hafızası ve hesabı kuvvetliydi. Bir gördüğü şahsı, tabelayı veya harfi unutmaz, hemen zihninden tamamlardı. Bence dedemin amcalarını affetmemesinden ötürü, ailede bir kopuş yaşanmış, öteki kol da bu adı sürdürmemişti. O yüzden babamla kardeşlerinin amca çocukları yoktu, sanki yabancı gibiydiler. Dayı çocuklarıyla ve eşlerinin akrabalarıyla genişliyorlardı.

Babanızın belirgin özellikleri nedir? Musiki merakı nereden kaynaklanıyor?

Babam son derece temiz, dürüst ve ailesi içinde çok sevilen birisiydi. Biraz da şakacı ve esprili tavırlarından ötürü çalıştığı yerlerde herkes tarafından çok sevilirdi. Kimsede hakkını bırakmadığı gibi, kimseye borçlu kalmak da istemezdi. İşine titizdi, bir an önce yapacağı işi bitirmekten başka bir şey düşünmez, insanları memnun etmeyi kendine vazife bilirdi. Musikiye merakının temelinde, zevk-i selim sahibi oluşu vardır sanırım. Çünkü İstanbul türküleriyle onların benzerlerini sever, söylerdi. Tatlı şeylerle biber dolmasına düşkündü, çok çabuk mutlu olurdu. Musiki merakı da sanırım mutluluğu çabuk dışa vurmak isteğiyle gelişti sanıyorum.

Enstrüman çalmayı bilir miydi? Size hangi sanatçıları dinletirdi?

Dedemle büyük amcam saz çalardı, ama babam enstrüman çalmayı bilmezdi. Her şeyi kulaktan dolma olduğu için, sanatçı ayrımı da yapmaz, güzel okuyan radyo sanatçılarına iştirak ederdi. Biraz da anne-bir kardeşi olan büyük amcam ona yardımcı olmak yerine, bilgisiyle sürekli onu ezmişti. Üvey annesi de babamı kollamadığı için maalesef kendisini geliştiremedi.

Peki ya anneniz...

Annemin annesi evliya bir kadınmış; Emirimamlar diye bilinen Seyyid bir sülalenin kızı. Ben onu tanıyamadım, bir yaşımdayken ölmüş. Ama ona çok benzetilen annemin küçük kardeşi teyzemi tanıdım. O da sanki evliya gibi bir kadındı. Genç yaşta öldüğü için, annem ondan hep “Ciğerim Ayşe” diye söz eder. Annem gençken tatlı dilliydi, çok güzel bir Türkçe ile pek çok şey anlatırdı. Onun hatıralarıyla benim hayallerimi uzun uzun konuşurduk. Benim dilimde, dedelerimin arkadaşlarıyla sohbetlerinde dinlediğim şeyler yanında, annemin çocukluğuna ait anlattığı şeylerle Eflatun Cem Güney’in masallarının da önemli bir yeri olduğunu söylemeliyim. Annem çoğu zaman tekerlemelerle konuşur. Tabii o da babam gibi okur-yazar biri değildir, bildiği şeylerin hepsi şifahîdir, anne-babasıyla cami hocalarını çok dinlemiştir. Babası Öksüzoğlu Mustafa adıyla bilinen, yazın çiftçilik-bağcılık yapan, ağa tablı bir zâttı…

Annenizle babanız nasıl tanışmışlar, evlenmişler?

O dönemde belli başlı ailelerin çocukları tavsiye üzerine, görücü usulüyle evlenirdi. Babamın çocukluğu ve ilk gençliği Mersin’de geçtiği için, Kayseri’ye asker dönüşü yerleşmişler ve tavsiyeyle aileler tanışmışlar. Annem bağ işlerinde çok becerikliydi, çocukluğu erkek evladı olmayan babasına yardımla geçmişti. Babam da çok evcimendi, birbirlerine bağlanmışlar.

Bazen Yalnız Kalmışımdır

Sizde hangisinin etkisi baskındır?

Bende anne ve babamdan çok dedemle büyük amcamın etkisi baskındır. Çünkü annemle babamın anneleri genç yaşta öldüğü için, sanki biraz öksüz büyümüş, ezilmiş ve aile büyüklerine bakarak yaşamışlar. Bende ezilmişlik, başkalarına bakarak yaşama eğilimi hiç yoktur. Bunun yerine, kendi yaşama biçimimi seçip kimseye aldırmadan doğru bildiğim gibi yaşama ve düşünme tavrı baskındır. O yüzden bazen yalnız kalmışımdır. Tabii aileme benzer yanlarım da var. Dindar oluşumu anneme, hasbî oluşumu da babama borçluyum gibi gelir bana…

Kaç kardeşsiniz, onlarla ilişkileriniz nasıldı çocukluğunuzda?

Biri kız, dört kardeşiz. Ablamdan bir yıl sonra ben doğduğum için, beraber büyüdük. Ablam anneme yardımcı oldu, iki erkek kardeşime, özellikle de şimdi rahmetli olan İsmail’e o baktı. Ben daha çok dışarıdaydım, ya dedemin yahut da babamın yanında, onlara yardımcı olurdum. Aramızda bir çatışma veya kıskançlık yoktu. Çünkü birbirimizi hep özlerdik.

Ailenizin ekonomik ve sosyal olanakları nasıldı?

İki başlı üvey oldukları için, babama aileden gelen bir sermaye yoktu. O yüzden babam önce babasının yanında saraçlık, kunduracılık yapmış, askerden sonra fabrikalarda çalışmış, ardından da takım ayakkabılar yapıp Kapalı Çarşı esnafına satarak geçimini temin ederdi. Babam yaz aylarında da ev tamirini çok severdi. O yüzden tanıdıklarının evlerindeki tamir ve badana işlerini yaparken, bir yandan da dedemin evinin selamlık kısmını müstakil hâle getirdi. Burası, babamın her yıl yaptığı ilâvelerle bizim için çok şirin bir ev olmuştu. Annemin dedesinden kalan bağla küçük tarlayı dedemin bize vermesinden ötürü, altı dönümlük bir arazi ve tepede bir ev yeri ile bizim için bulunmaz bir imkân olmuştu burası… Bağcılığı seven babam, evcimen yapısıyla bize “azıcık aşım ağrımaz başım” nitelikli bir orta sınıf hayatı sağladı. Okul hayatımın ilk dönemi böyle rahat geçti. Çok paramız yoktu, ama ihtiyacımız da yoktu.

Annenizle küçüklüğünüzde gezmelere gider miydiniz?

Elbette… Özellikle kış günleri komşu ve akrabalara gidilir, soba başında ısınılır, sonra sokaklarda kartopuyla üşünür, tekrar soba veya iskemleler etrafında oturulup kestane veya patates közlemeleri yenirdi. Küçük kardeşim İsmail özellikle bu gezmeleri renklendirirdi. Ayrıca kışın akşam gezmeleri de çok önemliydi. Babam ağdadan “Telteli” diye bildiğimiz pişmaniye yapar, yaşlı kadınlar da “Arap aşı” diye bilinen, acılı tavuk çorbası eşliğinde yenilen un yemeği unutulmazdı.

Annenizden ya da diğer aile bireylerinden masal ya da menkıbeler, efsaneler ve şiirler dinler miydiniz?

Annemin, çok ve sık ağlayan kardeşim İsmail’i susturmak için pek çok şey anlattığını biliyorum. Benden beş yaş küçük olduğu için, sıkıntılı halinden ötürü herkes onun gönlünü yapacak şeyler bulmaya çalışırdı. Bu arada evimize her hafta gelen yarı meczup bir adam vardı. Annemin babası yanında çalışmış, aslen Ermeni olması muhtemel olan bu Hamdi Emmi, sanki bir kitap kurduydu. Benim okumam için her hafta bir-iki kitap getirir, onları anlatırdı bana. Tuttuğunu koparan, ama parayla arası hiç hoş olmayan, dolayısıyla çalıştığı yerlerde sevilen, fakat para biriktiremediği için de hiç evlenmeyen Hamdi Emmi’nin evi-barkı da olmamıştı. Akrabalarından hiç söz etmeyen, olup olmadığı da bilinmeyen Hamdi Emmi, annemi kızı gibi bilir, bazen yıkaması için çamaşırlarını bize getirirdi. Çalışamaz hâle gelince kardeşim İsmail onu huzur evine yerleştirdi, orada öldü. Bu adamın hayatı bizim için hem bir menkıbe, hem de efsaneydi. Çünkü en sıkıntılı zamanlarımızda gelir, hepimize yardımcı olurdu.

Hamdi Emmi’nin Getirdikleri

Bu kitaplardan en çok hangisi sizi etkiledi?

Hamdi Emmi’nin getirdikleri içinde, Filiğin Emin’in Balta ile Öldürülmesi adlı kitap beni çok etkilemişti. Bu kitapta bir cinayetin araştırması sırasında Ermenilerin Kayseri’de katliam teşebbüsünü fark eden bir polisin tutumu anlatılıyordu. Kitabı basan matbaada bile bulunmuyor. Pek çoğunu kaybettiğim bu kitapların arasında taş basması hikâyeler, Kan Kalesi Cengi ve Kesik Baş Hikâyesi de bende unutulmaz izler bırakmıştır. Bağ komşumuz olan annemin babasının amcası Mahmut Emmi’nin de bu türden hikâye kitapları vardı, o da böyle kitaplara meraklıydı, Güvercin Hikâyesi’ni Mevlid gibi okur, gençlerin de okumasını isterdi.

Evinize yazılı kültür ürünlerinden hangileri girerdi?

Ben okula gidinceye kadar, Kur’an mushafı dışında bizim evde kitap bulunmazdı, çünkü okuyabilen yoktu. Kış geceleri gezmeler olur, yaşlılar anlatır, gençler dinlerdi. Ramazan’da babam işe gittiği için, annem beni sahur sonrası camilere götürür, hocaları dinlerdik... Ben ilkokula giderken Hamdi Emmi’nin Sümer Matbaası yakınlarında bir yerde çalışması, matbaacılarla ahbap olması, bizim eve daha çok kitap getirmesine yol açtı. Bunlar çeşitliydi…

İlkokula ne zaman başladınız? Okulla ilgili ilk izlenimleriniz nelerdir?

Kardeşlerim arasında yalnız benim doğum tarihim zamanında yazılmamış, çünkü babam o günlerde çalıştığı fabrikadan ayrılmış, düzenli bir işi olmadığından beni biraz geç yazdırmış. O yüzden ablamla aynı sınıfta okuduk. Ablamla karşılaştırılmamız hiç hoşuma gitmemişti. Bu yüzden ablam okulu bırakmış gibi oldu. Zaten o dönemde ilkokullarda yaşı çok büyük öğrenciler vardı, kızların yolunu keserlerdi ve sınıfta kalmak da çocuklar için bir kâbus gibiydi.

Tahsil Hayatımın İlk Yılları

Nasıl bir okulda okudunuz? İlk öğretmeniniz ile ilgili hatırladıklarınız...

Tahsil hayatımın ilk yıllarını Safa Bey İlkokulu’nda okudum. Eski bir konaktan bozulmaydı, iki katlıydı, ayrıca odunlarla kömürleri koymak için bir bodrumu vardı. Bina zemininin her tarafı tahta ile kaplıydı, yürürken gıcırtı sesleri duyulurdu. İlk sınıfta Müfettiş geldi ve bana adımı sordu. Halk arasındaki söylenişiyle “Mıstafa” dedim, o düzeltti ve böyle yanlışların yapılmaması gerektiğini öğretti bana. Daha sonra yeni yapılan Mehmet Karamancı İlkokuluna nakledildim. Buradaki öğretmenimi unutamam, iyi bir hocaydı. Önceki öğretmenlerden bende hiç iz kalmadı, çünkü sürekli değişiyorlardı ve bir de ablamı okuldan soğutmuşlardı.

Mehmet Karamancı İlkokuluna nakledilme gerekçeniz neydi?

Evimize ikisi de aynı mesafedeydi, fakat yeni yapı olduğu için yakındaki kalabalık okullardan öğrenci seçiliyordu. Babam değiştirmiş olabilirdi, çünkü Mehmet Karamancı okul olarak yapılmıştı, bahçesi de hayli genişti. Kardeşlerim de aynı okulda okudu. Bir de Nuh Mehmet Miyasoğlu hocaefendinin hakemlik de yapan, belki bu yüzden soyadını değiştiren oğlu Naci Bey bu okullarda hocalık yaptı, kardeşim İsmail öğretmeni oldu, ama bize özel bir ilgi de göstermedi. O dönemde Köy Enstitü çıkışlı öğretmen de çoktu. Bir çoğu sert hocalardı.

İstiklal Marşı sizin zamanınızda kemanla mı söyletilirdi?

Hayır, sadece Safa Bey İlkokulu’nda sanırım Köy Enstitü çıkışlı bir öğretmen, böyle bir tuhaflık yaptı, bizi tören için bina önüne topladı, keman çalarak İstiklâl Marşı söyletti. Belki o dönemde başka okullarda da böyle uygulama vardı, çünkü onlar her yere sazlarıyla giderdi.

Çocuk dergileri okur muydunuz?

Meslekten ilkokul öğretmeni olan Eflatun Cem Güney bir okul dergisi çıkarırdı, buradaki yazıların pek çoğu masal veya çocuk hikâyesi idi ve çoğunu da kendisi yazardı. Bunlar o dönemin ilkokul öğrencilerinin vazgeçilmez yardımcı kitaplarıydı. Bir de sonraki yıllarda çıkan Yavrukurt ve Karagöz dergilerini hatırlıyorum. Bunlar ders kitapları yanında okunurdu.

Ağır bir hastalık geçirmişsiniz küçük yaşta, bu nasıl bir süreç izledi?

İlkokul yıllarında yaşadığım tifo hastalığının bende köklü bir değişime yol açtığını ifade edeyim. Hastalığın seyrini iyi hatırlamıyorum, ama tifo olduğu, bulaşmaması için okula gitmemem gerektiği söylendi. Ardından kabak kulak olmam iyiden iyiye beni değiştirdi. İkisi de bulaşıcı olduğu için, hem kardeşlerimden, hem de sınıf arkadaşlarımdan epeyce bir zaman uzak durmam gerekti. Ben evimizin önündeki meydana bakan pencere önünden geçenlerle karları seyrederken öleceğimi düşündüğüm de oluyordu. Bu zamanı ders kitapları ile okul dergilerini okumakla geçirdim. Eflatun Cem Güney’in çocuklar için yazdıklarını okurken, karın yağışını seyrederken, ben de kelimelerden bir dünya kurmayı öğrendiğimi sanıyorum…

Sizi edebiyata götüren kitaplar desek...

Beni edebiyata götüren şeylerin başında, bendeki okuma aşkı başta gelir. Gördüğüm her kitabı okuma hevesi duyardım. Bu da kelimelerden bir dünya kurma alışkanlığından doğuyordu. Hamdi Emmi getirdiği kitaplarla teşvik ediyor, herkes bana bu okuyacak diye bakıyordu.

İkinci Dünya Savaşı ile ilgili hatırladığınız ya da duyduğunuz bir şeyler oldu mu?

Babam o dönemde ikinci defa askere alınmış ve dönüşte fabrikaya işçi olarak girmiş… Bu sırada karne ile ekmek satılırken fırıncı arkadaşıyla samimiyetinden ötürü, aile çevresine istediği kadar ekmek temin edebilirmiş… Fakat kalabalık arasında bazen kendisine bile kalmazmış… Seferberlik şartları yüzünden, bir akşam yemeğe oturulurken annemden su istenmiş, yemek bitinceye kadar annem sofraya oturamamış… Yani ben savaş sözüyle kalabalık ve kıtlık sözlerini hatırlıyorum. Çünkü Gülük Camii’ni buğday deposu yapan CHP, her yılın sonunda buğdayları boşaltıp yenilerini doldurmadığı için, hem halk aç kalmış, hem de camiinin duvarları çürüyen buğdaylardan ötürü bozulmuş… Bu duvarların tamiri yıllarca sürdürüldü. Halk düşmanlığı ancak böyle tezâhür edebilir. Bazen büyük dayımız gelirdi, bize yakın geçmişi, savaş yıllarını ve İstanbul’u anlatırdı. Babam da Hadımköy’de askerlik yaptığı için, o da söz ederdi.

Babanız sizi askeri okula göndermek istemiş neden?

Benim sonuna kadar okuyacağıma emin olduğu için, beni devletin okutmasını istiyordu. Çünkü devletin askeri o günlerde en çok güvenilen kesimdi ve henüz 1960 İhtilâli olmamıştı.

Bu konuda babanızla tartışma yaşadığınız oldu mu hiç?

Hayır, babamla aramızda çok büyük bir sevgi bağı vardı. “Seni okutmaya imkânım yok!” dediği için üstelemedim, fakat benim geleceğimle ilgili nasıl bir karar verdiğini de hatırlamıyorum. Babamın tok sözlü, çocuğu olmayan, o yüzden de bizi çok seven bir teyzesi vardı. “N’olacak bu oğlanın hâli?” diye sorduğunda, bir yıl sonra okula yazdıracağını söyledi. Yaşımı küçük yazdırdığını da hiç söylemedi; suçlanmak istemiyordu.

Okula bir yıl ara vermişsiniz yaşınız küçük yazıldığı için. Bu bir yılda neler yaptınız?

Babamın teyzesi bir tanıdığı vasıtasıyla, Kayseri Lisesi’nin karşı çaprazında, bir polis karakolunun altında bulunan bir berber dükkânına beni çırak verdi. Çocuklar başı-boş dolaşmaz, başına belâ getirir diyordu. Ben bu dükkânı sevdim, pek çok insan tanıdım orada. Ayrıca, pek çok adli vak’a için insanlar gelir, önümüzden geçerlerdi. Önemli olanları Berber ustanın kulağına kadar gelirdi. Ayrıca polisler de dükkâna uğrar, olaylara biz de şahit olurduk.

Hangi olaylara şahit oldunuz?

Yakında meyhaneler de vardı. Buradaki olayların kahramanları geceyi nezarette geçirirlerse, sabah çıkınca bunların bir kısmını görürdük. Usta mazbut bir adam olduğundan serseri taifesinden kimse dükkâna uğramazdı. Fakat bizim dükkânın karşısındaki lokantanın çok yakışıklı palabıyık sahibinin esrarengiz maceraları büyükler arasında fısıl fısıl konuşulurdu.

Fötr Şapkalı Müftü

Sizin doğduğunuz yıl ölen Miyasoğlu Mehmet Efendi kimdir?

Fötr şapka giyerek Kayseri’de 25 yıl müftülük yapan bu zat, İbrahim Kirazoğlu gibi pek çok talebe yetiştirmiş… El yazması manzum bir mantık kitabı olduğundan söz ediyor ondan söz eden kitaplar. Fakat futbol meraklısı oğlu öğretmen Naci Beyle anlaşamamış, ailesinin de parçalanmasını önleyememiş, defalarca dükkânına gelmesine rağmen dedemi ailesiyle barıştıramamış, perişan bir hocaefendi. Okul sıralarında çocukluğum hocaefendiyle ilişkimizle ve bu parçalanmayı anlatmakla geçti sanki. Tahsilin insanı halktan koparışına tipik bir örnek…

Onunla ilgili Türkçe ezan ya da tek parti dönemi uygulamaları ile ilgili hatıralar dinlediniz mi?

Kayseri ulemasının öyle münferit çıkışları yoktur, en azından ben duymadım. Anlaşıldığı kadarıyla o da herkes gibi “Paşaya selam, işimize devam!” politikası izlemiştir. Hocaefendi de pek çok hoca gibi katıldığı ev toplantılarında halkın meseleleriyle ilgilenmek ve muhtaçlara yardım etmek geleneğini sürdürmüş, alâkası olan talebelere ders okutmakla yetinmiştir.

İlkokulda iken din dersi okudunuz mu?

Hayır, Gülük Camii’nin imamından kış günleri namaz sureleri öğrenmeye giderdik…

1959 yılında Kayseri Anatamir Fabrikası’nda açılan Orta Sanat Okulu’nun sınavını kazandınız. Bu okul askeri bir okul muydu? Kaç yıl okudunuz bu okulda?

Evet, askeri bir okuldu. Babam bu okulun kayıt günlerini, müracaat zamanını öğrenmiş, beni alıp götürdü okul müdürünün odasına. Binbaşı olan okul müdürü babamın kibarlığını ve nezâketini sevdi, bunu da ifade ederek kolaylık gösterdi. Oğlun şu konulara çalışsın, hafta başında gelsin, kazanır dedi. Berber ustamdan bir hafta izin istedim, vermedi. “Ya çalışırsın, ya da çıkarsın!” Ben o gün izin vermeyen ustanın benim istikbâlimi düşünmediğine hükmederek dükkandan ayrıldım, bir daha da dönmedim. Gerçekten de doğru karar vererek ayrılmışım. Çünkü benim hayatımı ve şahsiyetimi şekillendiren bu okul ve onun disiplinli havası oldu. Bu bir hayat tecrübesi olarak yaşanmadan anlaşılmaz. Türk edebiyatının en verimli yazarlarının çoğu, böyle sıkı eğitimden geçmiş insanlardır. Necip Fazıl, Nâzım Hikmet, Aziz Nesin ve Fazıl Hüsnü Dağlarca böyle şahsiyetlerdir. TSK’nın gücü, bu disiplinli eğitim gören personelden gelir. Ben bu okulda üç yıl yatılı okudum. Sabahları ders okur, öğleden sonra atölye vardı.

Okul Arkadaşlarım

Unutamadığınız arkadaşlarınız, anılarınız. Neler konuşurdunuz, hayalleriniz neydi?

Bekir Oğuzbaşaran ile Hasan Nail Canat, bu okuldan arkadaşlarımdır. Şimdi rahmetli olan Osman Görgüç de sınıf arkadaşımdı. Anatamir Fabrikası’ndaki arkadaşlarımla dostuz. Bu okulun bizi birbirimize yakıştıran yanı, aynı saatlerde mütalaaya girip aynı saatlerde ders yapma zorunluluğuydu. Kalifiye işçi yetiştiren bir askeri okula girmek, aslında okumak isteyenin kapana kısılması demekti. Okul ve atölye bizim için çelik kafes gibiydi, sonu hiç yoktu.

Akşamları roman okuma alışkanlığı bu yıllarda oluştu galiba?

Evet, hayatımızı renklendirmek için, her gün üç saat süren mütalaalarda dersten arta kalan zamanlarda roman okumak, bilmece çözmek veya bazıları için de bakar kör uyumaktan başka çare yoktu. Bunlara kaymayanlar gevezelikten disipline veriliyor, hafta sonları sokağa çıkamıyorlardı. Benim için Pardayyanlar ile İngiliz Kemal roman dizileri kurtarıcı olmuştur.

Casus romanları hala ilginizi çeker mi?

Maalesef bu iki roman türünü sonraki yıllarda bir daha hiç okumadım. Sonraki yıllarda Don Kişot’u nasıl bir zevkle okuduğumu tahmin edersiniz, çünkü onun sarakaya aldığı hususlar bu romanlarda bir hayli çoktu. İngiliz Kemal bir yana, Mike Hammer gibi Kemal Tahir’in benzerlerini yazdığı romanlara da sonraları hiç ilgi duymadım. Polisiye bence edebiyat değil...

Romanlar Yakılacak Kitaplardı

Okumalarınızı yönlendiren kimse var mıydı?

Hayır, bizim gençlik yıllarımızda romanlar hep “yakılacak kitap”lardı… O yüzden, biz elimize roman aldığımız zaman, herkes tarafından neden boşa zaman geçirdiğimiz sorulurdu. Esasen ben okumaların yönlendirilmesini de gereksiz buluyorum. Çünkü okumak, balta girmemiş bir bilgi ormanında yol almaksa, elbette yola çıkan kendine bazı yazarları rehber edinir. Onların kitapları yeterince güvenilir rehberlerdir. Biraz da insanın kabiliyeti olacak tabii...

Sinema merakınız da o yıllarda oluşuyor. Hangi filmleri izlerdiniz? Unutamadıklarınız?

Bir hafta boyunca yürüyerek 15 dakika süren evine gidememiş bir insanın, sürekli engellenme duygusuyla nelere ilgi duyacağı, muhayyilesini nasıl tatmin edeceği tahmin edilemez. Ben yaramaz bir çocuk değildim, ama maaşımızı alıp bizi yatılı okula hapseden bu askeri yönetimden hoşnut değildim. 27 Mayıs Demokrat Partili bir aile çocuğuna da hoş gelmedi.