1977 yılında Trabzon'da doğdu. Gönül ve Erol Hamit Atasoy çiftinin oğlu olarak Kastamonu, Adapazarı ve Isparta'da yetişmiştir. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin Kamu Yönetimi Bölümü'nü bitirdi. Yine Ankara'da Kültür ve Turizm Bakanlığı, Başbakanlık ve Anayasa Mahkemesi'nde çalıştı, Bakanlıklararası Ortak Kültür Komisyonu üyeliği yaptı. 2010'lardan itibaren Yeni Birlik, Türk Yurdu, Diplomatic Observer, Anadolu Gençlik vb. gazete ve dergilerde yazdı, Albaraka yayınlarında çeviri editörlüğü yaptı.
ESERLERİ:
1.Kültür ve Medeniyetimiz Üzerine Düşünceler 2.Yeni Bilgiler (şiir) 3.Kiril'den Kadife Devrime
ESER-AYRINTI
KİRİL'DEN KADİFE DEVRİMİ BOHEMYA, ÇEKOSLOVAKYA, ÇEKYA Mustafa Kadir Atasoy Biyografi Net Yayınları Ankara 2017
Çekçe vlk kurt demek. Son yüzyılda Çek topraklarında kurt görülmemiş. Hâlbuki ülkede Vlkov, Vlkosovice, Vlkovec, Vlkonice, Vlkava, Vlksice, Vlkovice, Vlkoš, Vlkošov, Vlkaneč, Vlková, Vlkančice, Vlčice, Vlčkov, Vlčí Habřina, Vlčovice, Vlčí Důl, Vlčí Hora, Vlčí Jámy, Dolní Vlkýš, Volčí Doly, Vlčí Pole, Vlčkovice, Vlčnov, Vlčetínec, Vlčevec, Vlčatín, Vlkanov, Vlčtejn, Vlčí, Vlčetín, Povlčín, Pšovlky, Přestavlky, Podvlčí, Vlčková adlarında kurtlara atıflı köyler, yerleşim yerleri var. 36 tane yerleşim yeri var. Şimdi kurtların yüzyıl sonra tekrar Çek topraklarında görüldüğüne dair bir haber okuyorum. Çekya tarihi de böyle ilginç değişimleri, mahvoluş ve dirilişleri barındıran bir tarih… Bazen siyah, bazen beyaz; epik, hüzünlü ve sürprizlerle dolu…
GÖRÜŞ
Uluslararası bankacılık üzerine senaryolar Mustafa Kadir ATASOY Diplomatic Observer, Nisan 2015
2009 yapımı “The International” isimli bir film var. Bu filmdeki banka bir suç örgütü ve 200 milyon dolar karşılığında füze takip sistemi satın alıyor. Akıllı bir gazeteci bu haberin peşine düşüyor ve öldürülüyor.“Savaşın asıl kıymeti yol açtığı borçlardır” ve “bankacılığın asıl amacı ülkelerin, insanların, hepimizin borca köle olmasıdır” mesajlarını veren filmdeki bankanın ismi IBBC. Bu isim para aklama, silah ve uyuşturucu ticareti yapılmasına aracılık ettiği için 1991’de kapanmadan önce sahip olduğu varlıklar bakımından dünyanın yedinci büyük bankası olan BCCI’ya gönderme yapıyordu.
Filmin Türk karakteri Ahmet Sunay füzeler İran ve Suriye'ye satılırken füzelerin karşı savunma sistemini İsrail hükümetine satıyordu. Gerçek banka BCCI’ın Türkiye ile pek alakası olmamışken filmde Türkiye ön plandaydı ve IBBC’nin başkanı Türkiye’de öldürülmüştü. "The International" ile ilgili aklıma takılan şey işte bu...
Bankalar gerçekten tuhaf yapılar. Bu yüzden onlara farklı anlamlar yüklemek hiç zor değil. Misal, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin genel kamu hukuku dersinde sürekli jeopolitik anlatan hocası Anıl Çeçen bu şirketlerin kendi istihbarat teşkilatlarının bulunduğunu ve devletlerle savaştıklarını söylüyor. "Giderek büyüyen ve çok uluslu hale gelen batılı tekelci şirketlerin ham madde ve pazar arayışları şirketler arası çekişmeleri devletler arasındaki savaşlara dönüştürmüştür" diyor. Hegemonik bir aygıta işaret ederken Çeçen 80 ülkede şubesi olan bir bankayı 80 elçiliğe sahip bir devlet olarak değerlendiriyor.
Bu işin geçmişinde bankerler var. Misal, Jakob Fugger önce I. Maximilian'ın güçlenmesini finanse etmiş sonra Şarlken'i imparator seçen elektör prenslere rüşvet olarak giden 850.000 guldeni vermişti. İmparatorluğun Bohemya ve Macar tahtlarını kazanmasını sağlayacak olan evlilikleri de finanse etmişti. Fugger, Avrupa siyasetini etkileyen bir banker olarak öldüğünde 7 ton altına tekabül eden bir servet bıraktı. Bıraktığı iktisadi ve mali düzenin derin toplumsal etkileri vardı. Albrecht von Brandenburg birden fazla piskoposluğu elinde tutmasına Papa X. Leo’nun izin vermesi için yaptığı bağışları Jakob Fugger’dan borç almıştı. Bu borç da endüljans satışıyla ödeniyordu.
Bugün eski bankerlerin yerine manipülasyoncu yapılar geçti. Ortaçağ'da altın ve gümüş paraların uçlarının tırtıklanması (kippen) gibi bugünkü bankalar da bizim varlık ve hesaplarımızı tırtıklıyorlar.
Hatırlanacağı üzere kuzey komşumuz Rusya'da 90'lı yıllarda yüz civarında banka yöneticisi öldürülmüştü. Bu cinayetler bankaların idaresini elde etmek isteyenler tarafından işlendiğine göre konumuz daha fazla tefekkürü hak etmiyor mu?
Bir de şu faiz lobisi olayı var. Faiz lobisi iddialarını reddeden ekonomistlerden Atilla Yeşilada 1) Farklı ülkelerden menfaatleri farklı müşteriler değişik Türk menkul kıymetine yatırım yaptığı için, 2) Yüksek faiz yatırımcının işine gelmediği için, 3) Önde gelen global fonlar Türk piyasasında bulunduğu için, 4) Türkiye’de bankalar yüksek faizden zarar ediyor olduğu için "Yüksek Faiz Lobisi" gibi bir şeyin “teknik” olarak mümkün olamayacağını iddia etti [1].
Kanımca Yeşilada’nın öncelikle bahsettiği Güney Kore, Singapur, New York, Oklohoma ve Brezilya müşterileri küresel ekonomide baş aktör değil. Devamında bahsettiği diğer yatırımcılar, global fon ve bankalar da balina midesine girmeyecek şeyler değil; bize faiz lobisinin var olmamasıyla ilgili olarak nihai söz söyleyemiyor.
Odatv’den Mehmet Songur ise “Türkiye'de faizi belirleyen kurum Merkez Bankası'dır. Yani Türkiye'de faiz lobisinin olması mümkün değil” demişti [2]. Burada bir soru sormak gerekiyor. Acaba mümkün olmaması bu kadar basit mi?
LIBOR Skandalı'ndaki şeytani kurguyu hatırlayalım. Dünya çapında 350 trilyon dolarlık para piyasası, kredi ve türevler için temel faiz olanı olan LIBOR belirlenmeden yetkili bankalarla doğrudan iletişim kuran manipülasyoncular bu faiz oranlarını etkileyebilmişti. Manipülasyonların ABD Hükümetine zararının 6 Milyar Dolar civarında olduğu söylendi. En yüksek ve en düşük oranı veren 4 bankanın teklifinin hesaplamaya dahil edilmediği bir sistem manipüle edilebiliyorsa küresel ekonomide her şey mümkün değil mi?
Türkiye 1997-2002 yılları arasında bankaların içinin boşaltılması yoluyla yaklaşık 70 milyar dolar zarara uğratıldı. Halbuki “Tunelling” adı verilen bu yolsuzluk yöntemiyle bizden önce başka ülkeler soyulmuştu. Biz ise bu soygunla ilgili tedbir alamamıştık. Sonuç olarak otuz yılda 1,5 trilyon dolar faiz ödeyen bir ülkede şüpheci olmak gerekiyor.
[1] Atilla Yeşilada: Yüksek Faiz Lobisi, AKP'nin Günah Keçisi http://www.paraborsa.net/i/yuksek-faiz-lobisi-akpnin-gunah-kecisi/
[2] Mehmet Songur: Kim bu Başbakan'ın hedefindeki faiz lobisi? http://www.odatv.com/n.php?n=kim-bu-basbakanin-hedefindeki-faiz-lobisi--0906131200
SÖYLEŞİ
Kültür ihracı için www.dunyabizim.com 02 Kasım 2021 Söyleşi: M. Nihat Malkoç
Atasoy: “Kültür ihracı için insani değerleri ön plana çıkararak nitelikli üretim yapmamız gerekiyor.”
“Fikriyat eskiyi aynen almaktan, tekrar etmekten ziyade yeni formlarda dirilmeyi gerektiren bir şey. Camide iman tazelemeli, mimarimizi ve şehirciliğimizi bir seviyeye taşıyabilecek adamları bulup desteklemeliyiz.” Kültürel değişim ve dönüşüme dair M. Nihat Malkoç, Mustafa Kadir Atasoy’la söyleşti.
Söyleşi Mustafa Kadir Atasoy: “Kültür ihracı için insani değerleri ön plana çıkararak nitelikli üretim yapmamız gerekiyor.”
Öncelikle kendinizi okuyucularımıza tanıtır mısınız? Kimdir Mustafa Kadir Atasoy?
45 yaşındayım. Trabzon’da doğdum. Şiir yazıyorum, İngilizce ve Çekçe’den şiir çevirisi yapıyorum. Zaman zaman gazete ve dergilerde yazıyorum. Üç kitap yayınladım. Geçmişte Kültür Bakanlığı, Başbakanlık ve Anayasa Mahkemesi’nde çalıştım.
Sizce Türkiye’nin değişim ve dönüşümünde kültürel önceliklerimiz neler olmalı?
İnsanî değerlerin gerilediği garip bir sosyal çağda yaşadığımızı fark etmeliyiz. Attığımız her adımda bu değerlere ve insanın asıl kimliğinin ne olduğuna dair bir düşünüşümüz olmalı. Dünyayı cehenneme döndürmeye çalışanların aksi yönünde kalıcı, tesiri uzun sürecek işlerin peşinde koşmalıyız. Ancak kültürel bir noktadan hareketle bir üst tasarım gerçekleştireceğimizi fark etmeliyiz. Küresel kültürü sorguya çekmeliyiz. Bizi daha nazik insanlar yapıp yapmadığını, daha bilgili hale getirip getirmediğini sorgulamalıyız. Bugün bilgi el üstünde tutulan bir şey mi? Gerçekten bilgi çağında mı yaşıyoruz? Bunları sorgulamalıyız.
Son dönemde kültürel iktidar tartışması yapılıyor. Bu tartışmaya nasıl bakıyorsunuz?
Kültür gündemimizde fazla yer almayan bir alan. Maalesef bu böyle. Kültürel iktidar tartışmalarında kısa bir süre de olsa kültür gündeme geldi. Bu açıdan da faydalı oldu. Alev Alatlı’nın söylediği bir şey vardı. “Binlerce yılın inançları, değer yargıları, yaşam biçimleri, sanatları ile yoğrulan kültüre iktidar olunmaz” dedi. Ama son yirmi, otuz yılın küresel kültürü bunu başardı, kültürel iktidar kurdu Türkiye’de. Bir şeyler yapmadan önce bunu tespit etmemiz gerek.
Ben bu kültürel iktidar talebinden "yeni bir Mimar Sinan yetiştirelim, Kâtip Çelebiler, Mustafa Akkadlar çıkaralım"ı anlıyorum. Pop kültüre bir karşı duruşu anlıyorum. Totaliter bir şey çıkmaz bundan. Öte tarafta kültürel iktidar talebine karşı çıkanlar, çoğulcu demokrasiyle bağdaşmadığını söyleyenler küresel kültür işgalini umursamıyor gibiler. Biz ağaç kovuğundan çıkmadık. Bu ülkede elbet bir medeniyet davası güdülecek. Yoksa bu sürecin sonu fena.
Popüler kültürün kadim ve yerleşik kültürün yerine geçtiği (buna istilâ ettiği de diyebiliriz) bu milenyum çağında bu dengesizliği eski dengesine döndürmek için nasıl bir kültürel politika izlemeliyiz?
Hepimizin 2021’i iyi okuması gerek. ABD için George Floyd ayaklanmaları, dükkânların yağmalanması ne ifade ediyor bunu görmemiz gerek. ABD'de insan hakları, hukuk devleti ve demokrasi gibi kavramlar artık kâğıt üzerinde. Zaten bir şey ya kâğıt üzerindedir ya da kültürü gelişmiştir. Bizim yeni kültürel çerçeveyi bu noktadan hareketle geliştirmemiz gerek.
Tayyip Bey beş yıl önce yaptığı bir konuşmada kültürde ve eğitimde başarılı değiliz demişti. Mesele şu ki kültürde ve eğitimde başarısızsanız hiçbir alanda başarılı sayılmazsınız. Kültürel iktidar talebinin altı henüz doldurulmadı, öylece konuşuldu ve kaldı. Futbolda takımlar ne yapar? Bir oyun tarzı belirlerler ve bu oyunlarını geliştirmeye çalışırlar. Kültürde bizim bir oyunumuz hâlâ yok.
Millet olarak hâlâ bir kültür politikası oluşturamadığımızdan yakınan aydınlarımızdan birisiniz. Sizce Osmanlı'nın mirası üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti nasıl bir kültürel politika oluşturmalıydı?
Fenerbahçe’nin Cumhuriyet olarak anıldığı, Ulus’un pavyonlarla dolu bir semt olduğu günümüzden baktığımızda kuvvetli ezberlerin işe yaramadığını görüyoruz. Gereksiz mitoslardan, söylencelerden daha çok insani değerlere, samimiyete, erdemlere odaklanmak gerekiyordu. Fransız İhtilali’nden ziyade Edmund Burke okuması yapılmalıydı. Geldiğimiz ezberci noktayı iyi analiz etmeliyiz. Sloganları olan kimselerle dolu her yer. Andrew Stroehlein dinin inanca dair bir şeyden çok bir kimlik unsuru olduğunu söylüyordu. Kemalizm için de geçerli, o da fikriyata dair olmaktan çok bir kimlik unsuru… İdeolojiler geniş kesimler tarafından birer düşünüşten daha çok kimlik unsuruna dönüştü. Bir çoğumuz Yılmaz Özdil’in 2500 liraya satışa çıkardığı Mustafa Kemal kitabı için "Cildinde ve kutusunda kullanılan cilt bezi Japonya’da sırf bu proje için özel olarak üretildi. İsveç’ten Munken Pure kâğıt getirildi. Almanya’dan Gmund Color kâğıt getirildi, kitapta Arjantinli Sproviero tarafından tasarlanmış özel yazı tipi kullanıldı " şeklinde savunma yapmasına benzer bir akıl tutulması yaşıyor. Milliyetçilik, Halkçılık nerede? Halkçı parti lideri Etro gömlek giyiyordu. Peki İslamcılık nerede? Mülki idare amiri 9 bin liralık Valentino, muhafazakâr mebus 12 bin liralık Balenciaga ayakkabı kullanıyor. Göçük altında kalan oğlunun cenazesine yırtık kara lastik ayakkabıyla gelen Recep Gökçe geçen ay vefat etti. Pahalı ithal ayakkabılar halkla irtibatın kalktığı ve inancın buharlaştığı Stroehlayncı kimliğe işaret etmiyor mu? Gösterişçi sözde muhafazakâr İnstagram fenomenleri türedi. Mantığın, bilginin, erdemin öneminin giderek kaybolduğu bir çağdayız. Anıl Çeçen, emperyalizme kucak açmış bir Neo-Kemalizm tehlikesinden bahsediyor.
Bugün dünyada bir medeniyetler çatışmasından söz edebilir miyiz? Şayet böyle bir çatışma varsa bunu medeniyetler ittifakına döndürmek mümkün müdür? Medeniyetler ittifakı kavramının reel dünyadaki yeri ve uygulanabilirliği konusunda neler söylemek istersiniz?
Batı ve Müslümanlar bağlamında konuşacak olursak bir noktadan sonra her şey değişecek gibi görünüyor. Çünkü Müslümanların Batı ülkelerindeki nüfuzları çok artıyor. Marsilya’nın yaklaşık yüzde kırkı Müslüman kimliğe sahip. Problemler çatışmayla çözülecek gibi değil. Müslümanlar da Müslüman gibi davranabilmeli. Dosdoğru insanlar olabilmeli.
Savaşların, çatışmaların başka sonuçları da var. Ülkeler arasında etkileşimi arttırıyorlar. Bolşevik Devrimi sonucunda 2,5 milyon Rus vatandaşı Batı ülkelerine gitti. İki dünya savaşı arasında 450.000 Polonyalı Batı’ya göç etti. Dün Ortadoğu’da savaş çıktı ama bugün göçler büyük değişimlere yol açıyor. Batı ve İslâm daha da yakınlaşacak. Batı ülkelerinin bu trendi dikkate alacak bir yaklaşım geliştirmesi gerekiyor. Çatışma çözüm değil.
Yüzlerce yıllık kültür ve medeniyet birikimimizi başta Avrupa olmak üzere, dünyanın egemen güçlerine yeterince tanıtamadığımız için baskın kültürlerin gölgesine mahkûm oluyoruz. Bundan kurtulmak için nasıl bir hamle yapmamız gerekir? Çıkış yolu nedir?
Tanıtmak için nitelikli üretmek lâzım. Benim kavramım kültür savaşı değil kültür ihracı. Bu demokratik bir kavram. İhraç edebilmek için kaliteli üretim yapmak gerek. Bu çok önemli. Siz çocuğunuza bile bir şeyi zorla kabul ettiremezsiniz, sizden ancak ithal edebilir. O da nitelikli olanı talep ediyor.
Kültür dediğimizde önce insanî değerleri düşünmeliyiz. Saygıyı, yardımlaşmayı, çocuklara daha fazla değer vermeyi düşünmeliyiz. Kültürün kâğıt üzerinde kalmayacak politikasını geliştirmeliyiz. Devlet varsa politika vardır, olmalıdır, tabii ki kültürün politikası olacaktır. Millî eğitime dayatma diyor muyuz? Eğitim bizim için ne kadar önemli, değil mi? Bilginin kültürün bir fonksiyonu olduğunu görmek gerek. Böyle aldığımızda kültürel iktidar eğitim politikalarıyla ilgili oluyor. Cumhuriyet döneminde Oktay Sinanoğlu veya Aziz Sancar çapında kaç bilim adamı yetiştirdiğimizle ilgili oluyor. İkisi de uzun yıllar yurtdışında yaşamış olmalarına rağmen Sinanoğlu dil davasının bayraktarı oldu. Sancar kazandığı para ödüllerini Kuzey Karolina’da bir “Türk Evi” kurma projesine harcadı. Bu noktadan bakıldığında millî eğitim tartışmaları yanlış bir zeminde yapılıyor. Aynı zamanda üst düzey bilim adamları ve rol model oldular. Cumhuriyet devrinde üst düzey fazla örnek yetiştiremedik.
Millî eğitim birbirine saygılı, kitap okuma alışkanlığı edinmiş bireyler yetiştirmeyi de başaramıyor. Millî eğitim “millî” de değil. Bir röportaj var televizyonda, Kıbrıs nerede diye soruyorlar vatandaşlarımıza. Kimisi Karadeniz’de diyor, kimisi Ege’de diyor, Kimisi Sicilya’da diyor. Biz eğer Kıbrıs’ı, Bosna’yı, Batı Trakya’yı gençlere anlatamayacaksak eğitimin de bir anlamı yok.
Sadece okullarla da ilgili değil. Bir TV sosyetesi var Türkiye’de… Diziler ve magazin programları genelde gençlere hedonist bir kültürü aşılıyor. Yalıda yaşayan, lüks arabaya binen, ama beyni meşgul olmayan bir model sunuyorlar. Bizim TV sosyetesi yerine TC sosyetesi geliştirmemiz lâzım. Kendi kültür lobimizi de oluşturmamız lâzım. Tabi uygulayıcılar çok önemli. Başarılı olmak için doğru isimlerle de çalışmak gerekiyor.
Türkler İslâmiyet'in kabulünden sonra yerleşik hayatla birlikte kendi özgün mimarî çizgilerini bulmuşlardı. Yani inşa edilen yapılarda barınma amaçlarının yanında, estetik gayeler de güdülüyordu. Bugün kadim Türk (Selçuklu, Osmanlı gibi) çizgilerinin hâkim olduğu bir mimarîden söz etmek pek mümkün değil. Belli bir geleneğe dayanmayan, göze hoş gelmeyen, kozmopolit bir mimarî söz konusu. Buna bir çeşit mimarî kaos da demek mümkün. Bu kaostan nasıl kurtulabiliriz? 16. yüzyılın mimarî yükünü tek başına sırtlayan bir Mimar Sinan'ın yerini beş asırdan beri dolduramadık. Niçin bu çağın özgün bir Mimar Sinan'ı yok?
Sondan başlayayım. Bir Rönesans sanatçısı Antonio Averlino “Sanatçı ana ise sanat hamisi de babadır” der. Yani sanatçının arkasında kim var bu önemli. Mimar Sinan var olduysa bu onu bulup destekleyen bir akıl var olduğu içindi. Dava ve fikriyat zayıfladığında mimar ve mimarî de yeterince var olamıyor. Bugün kıymetli mimarlar yetişiyor ama desteklenmedikçe var olamıyorlar. Batıda Gotik, Rönesans, Barok, Kübist, Modernist hepsinin altında farklı bir düşünüşün olduğunu bilmeliyiz. Romanesk sanat görece basitti. Kilise kendi davasını güdebilmek için Peter Parler gibi mimarları iyi değerlendirdi. Davası olan insanlar gül pencereleri geliştirebildi. 12. yüzyıldan sonra uzun bir süre Avrupa köylüsünün görebileceği en etkileyici şey bir Gotik katedraldi. Bu çok önemli. Televizyon yok, otomobil yok, futbol yok… Kilise tebliğ yapmak, halkı etki altına almak istemiş. İnancın bir ifadesi… Michelangelo, Leonardo Da Vinci, Donatello, Rönesans sanatçıları kiliseye hizmet etmediler mi? Divriği Ulu Cami yapıldığında o dönemde Avrupa’da onunla yarışabilecek çok fazla sayıda “form eser” yoktu. Özgün bir formu var. Nedeni ecdadımızın hakikatinin, fikriyatının olması. Fikriyat eskiyi aynen almaktan, tekrar etmekten ziyade yeni formlarda dirilmeyi gerektiren bir şey. Camide iman tazelemeli, mimarimizi ve şehirciliğimizi bir seviyeye taşıyabilecek adamları bulup desteklemeliyiz. Geçenlerde Yusuf Kaplan Bey Manhattan’daki mimarinin anlamsızlığından bahsediyor ama gençlerimiz Chrysler Building’i, Empire States’i, Lever House’u muhakkak öğrenmeli. Bilmeden, okumadan ithal etmek mümkün. Bir sonraki fikri, bir sonraki formu ortaya çıkarmak mümkün değil. İhraç etmek mümkün değil.
Son olarak kültürel değişim ve dönüşümün bugünü ve yarını hakkında başka neler söylemek istersiniz? Bu hususta yarınlardan umutlu musunuz?
Rabindranath Tagore, inancı tanyeri ağarmadan önce gün doğumunu hissederek öten kuşa benzetir. Bizim de güzel bir şarkı söylememiz gerek bugüne. Umutlu olmak zorundayız. Yellowstone Milli Parkı gibi dünyadaki en güzel orman alanları uzun zaman önce volkan lavlarının her şeyi yaktığı çöl gibi yerlerdi. Volkan külü, besleyici bir maddedir. Allah-u Teâlâ’nın hikmeti işte, kötü gördüğümüz şeyler için de değişim, dönüşüm kanunları geçerli. Evet, saygının, inceliğin, barışın yeşereceğini ümit ediyorum, hadlerin aşıldığı bir dünyada haddini aşanın zıddına dönüşmesi üzerine düşünüyorum.
Kıymetli vaktinizi bize ayırıp kültürel değişim ve dönüşüm konusundaki düşüncelerinizi bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederim.
Bana bu konuya dair düşüncelerimi okuyucularınızla paylaşma imkânı verdiğiniz için asıl ben teşekkür ederim.