Mehmet Fatih Can Tarih ve Düşünce Dergisi Editörü tarihçi, yazar, yayıncı
1965 yılında Ankara'da doğdu. Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü mezunu. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı'nda yüksek lisans yaptı.
Tarih ve Medeniyet ile Tarih ve Düşünce dergilerinin genel yayın yönetmenliğini yaptı.
Cine5 tv’de program yapımcısı olarak görev yaptı.
Yazarlık ve editörlük sürecinde muhtelif araştırmalarda ve akademik projelerde yönetmenlik yaptı.
Tarih ve siyaset bilimi alanında makaleleri yayınlandı.
İyi derecede Arapça ve Osmanlıca, orta seviyede İngilizce biliyor.
Evli ve üç çocuk babası.
ESERLERİ:
1.Er Meydanı, THY, İstanbul 2013
2.Türklerin Hataları, Kirpi Yayınları, İstanbul 2016
3.Fatih Sultan Mehmed, Kirpi Yayınları, İstanbul 2018
4.Pax Ottomana - Osmanlı İmparatorluğunda Multikültürel Yapı ve Birlikte Yaşama Sanatı, DİKA, Mardin 2018
5.Mehmed, Lutka Kitap, İstanbul 2019
SÖYLEŞİ
Mehmet Fatih Can ile tarih ve tarih yayıncılığı üzerine sohbet... www.medyamit.com 24 Kasım 2014
Tarihin biraz da magazinleşerek popüler hale geldiği şu günlerde, 1994 yılında yayına başlayan Tarih ve Medeniyet Dergisinin kurucu kadrosu içinde yer alan ve sonrasında Tarih ve Düşünce Dergisi'ni çıkaran Mehmet Fatih Can ile sohbet ettik. Mehmet Fatih Can ile tarih ve tarih yayıncılığı üzerine sohbet..."Yakın tarihin vakaları karartılmıştır!"
Röportaj yerine "sohbet" demeyi tercih ediyorum. Çünkü Mehmet Fatih Can ile tarih yayıncılığı macerasının orta yerinde yollarımız kesişti ve bir dönem birlikte çalıştık. Arkadaşlığımız daha öncesine dayanıyor ve elbette sürüyor. Dolayısıyla onunla tarih üzerine yaptığımız sayısız sohbetin tesirini bu görüşmemizde bir kenara koymak çok zordu.
Öncelikle Mehmet Fatih Can'ın tarihçi kimliği bir yana, inandığı uğurda yürümekten asla tereddüt etmeyen karakterinin altını çizmemiz lazım. 28 Şubat sürecinde kapanan/ kapattırılan "Tarih ve Medeniyet Dergisi"ni, işin maddi risklerini zerrece düşünmeden, yeni ama benzer bir isimle, her türlü idari ve finans riskini üstüne alarak adeta tek başına ve sadece bir ay sonra sürdürmeyi başarmış örnek bir isimdir.
Tarih yayıncılığının ve doğru tarihi anlatma cesaretinin "isimsiz" kahramanıdır. "İsimsiz" belki haksız bir sıfat gibi görünebilir. Çünkü elbette bu camianın tanınan ve sevilen simasıdır. Ancak "tarih pazarlamacılığı" ile vitrini doldurmuş meşhur birçok ismi hesaba kattığımızda "isimsiz" sıfatı, onun derviş meşrebiyle örtüşmektedir.
- Tarihin dönem dönem popüler olmasını ve buna bağlı olarak Tarih Dergisi yayıncılığını nasıl değerlendirebiliriz? 1994'de Tarih ve Medeniyet yayınlandığında gerçekten çok önemli bir ilgi gördü fakat dönemin şartları içinde yayın hayatına son vermek zorunda kaldı. Gerçi sizin gayretinizle yeni bir isimle yoluna devam etti. Şimdi de tarihin ve tarihle ilgili çalışmaların revaçta olduğu bir dönem yaşıyoruz. Bu ilgi çoğalması, azalması nasıl açıklanabilir?
- Aslında insanların geçmişe dönük ilgileri fıtri bir şey. Mesela Kur'an-ı Kerimi beş ana başlık altında inceler alimler. Bunlardan bir tanesi de "kıssa"dır. Orada tamamen zaman ve mekan belirtilmeden insanların geçmişte yaşadığı tecrübelerin, hadiselerin gelecek nesillere ders verici mahiyette anlatılışı vardır. Oradan dersler ve hükümler çıkarılır. Bu manada geçmişe ilgi insanın fıtratında var. Bu bizim milletimizde biraz daha fazla var. Sebebi de şu. Biz tarih yazan bir millet değiliz. Bu çok genel bir hükümdür ama... Doğruluk payı vardır. Bizim için tarih yapmaktan, tarih yazmaya fırsat bulamamış millet derler. Hakikaten bizim tarihi kaynaklarımıza baktığımızda zayıf olduklarını görürüz.Bu bizim şifahiliğe yatkın oluşumuzla da biraz ilgilidir,yani “söz”medeniyeti bazlı bir milletiz. Eski Türk tarihini Çin kaynaklarından öğreniyoruz. Sonrasında yeri geliyor mesela Venedik kaynaklarına,müsteşrik çalışmalarına,ecnebi kroniklerine, müracaat etmek zorunda kalıyoruz.
- Bu kaynakların objektif olduğu düşünülebilir mi?
- Tabii ki düşünülemez. Sosyal bilimlerde hiçbir şey objektif değildir zaten. Herkesin baktığı pencere farklı. Baktığı yerden gördüğünü söyler insan. Oradan bir yorum çıkarır. Ama hani bir kitabı okurken satır aralarını da okumak vardır ya... Tarihçinin rolü burada devreye giriyor. Objektif olmadığına inandığı meseleleri süzme, ayıklama mecburiyeti var tarihçinin. Malzemeyi metodoloji, usül bilgisi ve birikimiyle değerlendirmesi lazım. Mesela Çin kaynaklarında Türklerin ne tür atlara bindiği objektif bir bilgidir. Kıyafetleri, sayıları, silahları objektif bilgidir. Ama bu objektif bilgilerden hareketle Çinlilerin getirmek istediği sonuç ve hüküm farklıdır. Bize o hüküm kısmından ziyade objektif bilgiler lazımdır. Velhasıl sonuç olarak bizim yazılı tarih kaynaklarımız yetersizdir.Bu hüküm son iki yüz sene için biraz hafifletilebilir.
- Ne zamana kadar zayıftır?
-18.yy.la kadar...
- Fatih dönemi, Kanuni dönemi zayıf mıdır?
- Evet zayıftır. Olanların kahir ekseriyeti hülasadır. O devrin tarihçilerinin bakış açıları itibariyle, tamam artık bize başka kaynak gerekmez diyecek kadar zengin değildir. Dolayısıyla tarihimize bakmak istediğimizde nerde ne kadar kaynak varsa hepsine ulaşmak, incelemek zorundayız. Çapraz sorgulamalara tâbi tutmak zorundayız. Ondan sonra hüküm çıkarmak,yorum yapmak,tespitlerde bulunmak imkan dahiline girer.
- Sorudan uzaklaştık. Mevzuyu dağıttık.
- Oraya geliyorum. Ama bu izahlar mecburi. Bu bilinmezlik, merakı ayrıca tahrik ediyor. Biz bir tarih yaptık. Bu tarihin üstünde oturuyoruz. Âtıl vaziyetteyiz ve dönüp şimdi geçmişimizi merak ediyoruz. Bu merak çok şiddetliydi. Fakat Türkiye'de özellikle son yüzyılda, hatta yüz elli yılda... Özellikle Avrupa'daki sanayi inkılabı ve modernleşme sırasında içine sürüklendiğimiz o savaş yılları, harpten ve darptan nefes alamadığımız yıllar, sonra koskoca bir imparatorluğun inhitatı, bir medeniyetin tarihe gömülmesi, oradan yeni bir devletin ortaya çıkması, bu yeni devletin yaklaşık bir 50 yılının karanlık ve istibdat içinde olması; bizi, bu tarih merakımızı ve tarihe susuzluğumuzu giderecek verilere kavuşmaktan alıkoydu. Tarihimizi öğrenebilecek sağlam kaynaklara ulaşmamıza ket vurdu. Çünkü yeni bir devlet kuruldu. Yeni bir rejim inşa edildi. Geçmişe sünger çekildi. Yeni bir ulus inşası için her şey ideolojik mavralarla masallaştırıldı. Hakikatler tahrif edildi. Böyle olunca, tarihi gerçeklerin gömüldüğü koca bir müktesep ve hafıza adeta mayınlı bir alan haline getirildi.Tabiatıyla başından beri bahsettiğimiz "merak" bir türlü tatmin edilemedi,”susuzluk” giderilemedi. Bunu mümkün kılacak verilerin serbest bir şekilde ve bol miktarda piyasada olamaması...
- Tabii. Kısıtlı yayınların da güdümlü olması... Tatsız tuzsuz bir resmi tarihin okullarda papağan gibi ezberletilmesi... Tarihten nefret ettirilmesi...Tarihi gerçekleri barındıran malzemelerin yasaklanması vs… Bir sürü şey. Tezimizi güçlendiren bir hadise şudur. Türkiye'nin ilk tarih dergilerinden diyebileceğimiz Hayat Tarih Mecmuası -ki dergicilik tarihinde tiraj rekoru kırılamamış bir dergidir, 70- 80 bin sattığı olmuştur- tek parti diktatörlüğünün sona erip çok partili hayata geçiş vetiresinde yayınlanmaya başlamış bir dergidir... Bu derginin gördüğü ilginin mühim bir sebebi, geçmişe dönük her şeyin tersyüz edildiği ceberut bir dönemden sonra kısmi bir rahatlamayla bazı şeylerin yayınlanabilir hale gelmesi,hala hayatta olan iki devrin tanıklarının konuşma imkanı bulması vs.Ve bu biraz aralanan karanlık perdenin arkasındaki malzemeye,zaten gerçekleri öğrenmeye susamış bir milletin teveccühüdür.
- Özgür ortam gerçek tarihçiliği ve tarih neşriyatını coşturuyor demek ki. Peki Hayat Tarih bu anlamda vazifesini yapabildi mi? Yoksa o da resmi tarihin mayınlı alanlarında kıvırtmak zorunda mı kaldı?
- Kesinlikle kırmızı çizgileri aşmamaya dikkat eden hatta çok da böyle bir niyeti olmayan bir dergiydi. Ama karanlıkta kalmış dönemlerin renkli taraflarını da yayınlayan bir dergiydi. Karanlık perdeleri sonuna kadar aralayalım hedef ve niyeti yoktu. Fakat o devir henüz bakiyyeti’s süyuf yani kılıç artığı dediğimiz Osmanlıdan Cumhuriyete geçmiş neslin hayatta olduğu devir. Dolayısıyla bu insanların hafızalarını sağma imkanı var. Bunların hatıraları daha taze. Bu da o dergiyi renkli kılan bir unsur. Suya sabuna dokunmayan bir dergi olmasına rağmen Hayat Tarih koleksiyonu yine de satır aralarında kalmış veya sayfalar aralarına sıkışmış ve dikkat çekmemiş bazı malzemeleriyle, tarihçilerimiz için önemlidir.
Fakat 1950'deki özgürlük rüzgarı neticede darbelerle akamete uğradı. Karanlık bir devir başladı yine. Tırnak içinde Özal rönesansının akabinde, faili meçhullerin zirveye çıktığı bir dönemde, mafyanın devlete hakim olduğu bir dönemde, medyanın tamamen güdümlü olduğu bir dönemde Tarih Medeniyet Dergisi çıktı. Ama ince hesaplar yapmak suretiyle “koruma” duvarlarına toslamama refleksi de geliştirdi. Buna rağmen büyük ilgi gördü. Çok farklı konular işledi biliyorsun. Sen de hatırlayacaksın.
- Tabii, Tarih Medeniyet'in, Hayat Tarih'ten farklı olarak, ciddi anlamda bir hedefi, mefkuresi vardı. İşin magaziniyle dikkat çekmek gibi bir yola girmedi.
- Elbette, günün şartları içinde doğru tarihi anlatabilmekti derdimiz.
- O dönemde bugünkü kadar tarih dergisi ve yayını yoktu.
- Toplumsal Tarih vardı. Tarih ve Toplum vardı. Bunlar zaten önceden tek dergiydi. Ekip ikiye ayrılınca iki ayrı dergi oldu.
- Ama onlar biraz daha oryantalistik ve halka ulaşma derdi olmayan yayınlardı.
- Evet. Marksist zaviyeden, Marksın tarih teorisine uygun bir bakış açısına sahip olarak yayın yaptılar. Ama mesela rejimin resmi tarih tezinin işine gelmeyecek ve oralarda ciddi sarsıntılara yol açacak araştırmalar da yayınladılar. Yayın kurulu olarak, kaba tabirle “sağcı” akademisyenler bizde,” solcu” akademisyenler o taraftaydı(Bu sağ sol kavramlarının Türkiye için bir karşılığı olduğuna inanmıyorum,lakin izah netleşsin diye kullanıyoruz). Ama onların bir tarafı zamanla daha masonik bir çizgiye geldi. Rockefeller'in sponsoru olduğu bir vakıf da kurdular, daha ziyade yerel tarih çalışmalarına ağırlık veren,” imajinatif “ bir dergi oldu Toplumsal Tarih Dergisi.Bu arada Türk Dünyası Tarih Dergisi’ni de kaydedelim.Bu dergi daha ziyade Doğu Türk dünyası ağırlıklı bir yayın anlayışını istikrarla sürdürmüştür.
- Bu arada tarih eğer bir bilim alanıysa, bunun sağ ve sol bakış açısıyla değerlendirilmesi tuhaf değil mi?
-Değil aslında. Çünkü dünya görüşü, kişi hangi işle uğraşıyorsa o işi etkileyen bir faktördür. Bu kaçınılmaz bir şey. Tarihi bırak, fizikte, kimyada, biyolojide bile bu böyle. Aynı verileri biri Allah'ın kudretiyle yorumluyor,diğeri doğanın işi diyor. Önemli olan bilim adamının olguyu karartmamasıdır. Yorumlarının farklılığı ayrı mesele. Tarih, sosyoloji, felsefe ve edebiyat gibi içtimai dallarda objektiflikten bahsetmek zor.
- Ama bilim adamının, neye inanıyorsa inansın, çalışmalarının sonunda dürüst bir tavır sergilemesi gerekmez mi?
- Tabii. Zaten metodolojide şöyle bir şey var. Olguyu,gerçekliği karartmayacaksın. Olgu ne? Tarihten örnek verelim. Mesela İstanbul'un Fethi... Bu fetih bir şekilde oldu. 10 şekilde olmadı. Tarihçi, vak’ayı, yani hadiseyi(olgu) nasıl cereyan ettiyse onu yakalamaya çalışır. Der ki işte, 29 Mayıs'ta, şu kadar askerle, içeridekilerin durumu şöyleydi, silahlar şunlardı diye mümkün olduğu kadar gerçeği tespit eder. Buna ne diyoruz, olgu yani vaka diyoruz. Bunu karartmaya kimsenin hakkı yok. Bunu kararttığı zaman bilim adamı olamaz. Bunun üzerine fetih hadisesini hem Türkler için, hem Müslümanlar için hem Hıristiyanlar için, hem dünya tarihi için hangi sonuçlara sebebiyet verdiği, yani işin yorum kısmı tamamen kendi baktığı yerle ilgili.
- Olsun, orada da bir dürüstlük gerekiyor. Her ne kadar sübjektif bakmaya müsait bir durum söz konusu ise de... Fetih hadisesinin ortaya çıkardığı neticeler, içeride yaşayan halkın lehineyse, dünyanın gidişatının lehineyse, bu hadise dünyaya zarar değil fayda getirdiyse bunu dürüstçe görebilmek, ifade edebilmek lazım.
- Bu erdemi gösteren namuslu ilim adamı son derece az. Yani kendi ocağı yanmış ama bunun toplum için hayırlı olduğunu söyleyebilecek babayiğit son derece az. Bilim adamının kendi ideolojisinin etkisinde yorum yapmasını doğal görürken, şunu anlatmaya çalışıyorum. Tarih okurken veya kaynakları karıştırırken bütün bu etkilere maruz kalacağımızı bilmemiz lazım. Onun için sosyal bilimlerde çapraz okuma çok mühimdir. Dikkat edilmesi gereken şudur. Öncelikle vaka nedir? Bunu tespit edeceksin. Sonra vaka üzerine yapılmış bütün yorumları çok iyi tahlil edeceksin. Ondan sonra da kendi kıymet hükmünle birlikte vakayı karartmadan sonuca varacaksın. Maalesef İslam ve Müslümanlar söz konusu olduğu zaman dehşetli bir karartma olduğunu görüyoruz. Çok basit bir misal vereyim, Dolmabahçe Camii ve Dolmabahçe Sarayı'nın mimarlarının Ermeni Balyan ailesi olduğunu biliyoruz. Bu bilgiyi edindikten sonra içimize düşen ilk duygu nedir? Vay be bir tane mimarımız yok muymuş bizim? Onu Ermeni yapmış, bunu Rum yapmış... Bu arada Ermeni Osmanlı Ermeni'si, Rum Osmanlı Rum'u... Onları tahkir için söylemiyorum. Ama bizim içimizde bu duygu uyanıyor mu uyanmıyor mu? Uyanıyor. Birileri bunu kullanmıyor mu? Osmanlıyı karartmak isteyen, ideolojik körlüğe sahip bir takım çevreler bunu kullanmıyor mu? Bu milletin yüzde 60'ı 70'i aptaldır. Adam da çıkmamıştır. Hep yağma ile geçinmiştir diyen bir güruh var. Onlara malzeme taşıyan olgular bunlar. Olgu ne? Balyan ailesi yapmış. Olguyu bir kez kararttığınız zaman, ondan sonra müteselsilen gelen bütün yorumlar o hatayı kabartmaktan başka bir işe yaramıyor. Öyle inanmaya başlıyoruz. Ama bir araştırmacı çıktı, Osmanlı arşivlerine girdi, Abdülhalim Efendi diye bir mimarın eserleri olduğunu ortaya çıkardı ve ispat etti. Marmara Üniversitesinden, profesör Selman Can diye bir bilim adamı arkadaşımız.
- Balyan'ı kim ortaya atmış? O zaman kasıt var.
- Tabii... Balyan'ı kim ortaya attı? Yahu Türk tarihini Ermeniler yazdı. Bir dönem Osmanlı Arşivlerinin başında bir Ermeni vatandaşımız vardı. Asla Ermeni milletini kötülemek için söylemiyorum. Etnik fitneye bulaşmadan önce “Millet-i Sadıka”ünvanını hakkıyla ihraz etmiş bir millet.Şunun için bu vurgular;biz bize bırakılamayacak kadar önemli bir millet(!) olarak muamele gördük de ondan…Yoksa ecdadımızın etnik kompleksleri olmadı hiçbir zaman.Zaten bir Müslüman'ın böyle bir hakkı yok. Irkçı bir bakış açısına sahip değiliz. Ama Türkiye'nin özel şartları içinde gelişmeler hep aleyhimize cereyan etmeye başlayınca dikkat kesilmeye başladık.o yüzden biraz da olayların nasıl geliştiğine ışık tutsun diye söylüyorum. Türk dil devrimini de Ermeni yaptı. John Dewey isimli bir adam geldi, İngiliz asıllı Yahudi, 1936'da Türkiye'ye davet edildi. Eğitim reformunun temellerini bu adam attı. Yani Mimar Sinan'ın Ermeniliğine(!) kadar gider bu iş. Sonra kabri açılır. Kafatası ölçülmek(brakisefal testi!) için alınır. Hala kafatası yerinde değildir mübareğin. Nerde olduğu da belli değil. Yani bu tür saçmalıkların hakim olduğu dönemlerde gördüğümüz temel problem vakanın karartılmasıdır. Yok edilmesi, yüz seksen derece değiştirilmesidir. Halbuki vaka olduğu gibi korunabilse, biz o vakadan korkmayız. Kim ne yorum yaparsa yapsın. Yeter ki olgu karartılmasın.
- Başa dönelim. Yayıncılıktan uzaklaşıyoruz ister istemez. Hayat Tarih'in de, Tarih Medeniyet'in de çıktığı dönemler, özgürlük ümidinin arttığı dönemler. Yani karartılmış vakaların aydınlanma ihtimalinin belirdiği dönemler.
- Evet. Merakın giderilme umudunun doğduğu dönemler. Menderes dönemi. Özal dönemi. Özal'ın bir sözünü hatırlıyorum. Eğer bizden sonra büyük bir hata, büyük bir ihanet olmazsa, gelecek asır bizim asrımız olacaktır dünyada diye... Fakat dediğinin tam aksi çıktı. Tam aksi bir gelişme yaşandı Türkiye'de...
- 28 Şubat mı?
- 28 Şubat ondan sonraki gelişmelerin bir sonucu. Özal kim vurduya gitmiş, Demirel gibi bir zat tekrar işbaşına gelmiş. Ergenekon denilen yapının Türkiye'nin bütün hücrelerine sızdığı, İsrail'in ve Amerika'daki İsrail'in hakimiyeti altına girmiş bir Türkiye çıktı ortaya. Bu dönemde Tarih Medeniyet'in başına gelenleri biliyorsun. Beraber yaşadık. Dergi yayınını noktalamak zorunda bırakıldı. Ben 4,5 sene yargılandım 5816’dan; Atatürk'ün manevi şahsiyetini tahkir ve tezyiften...
- Sadettin Kaynak'ın frakla hutbe okuduğu fotoğrafın yer aldığı bir kapakla çıkmıştık. O kapak sonun başlangıcı oldu sanki. Halbuki yasaklı bir fotoğraf değil. Sadece yaşananları hatırlatıyorduk... Derginin ebadı ve şeklini de daha dikkat çekici hale getirmiştik. Dikkat çekmek iyi olmadı galiba.
- 1932'deki dinde reform çabalarını ve uygulamaları, Türkçe ibadeti, kapak ve dosya yaptığımız sayı. Kulakları çınlasın,Dücane Cündioğlu ile çalışmıştık dosyayı. Gerçi ondan önce de çok önemli ve bahsettiğin anlamda dikkat çekici sayılar yapmıştık.
- O baskıcı dönemde ne tür tepkiler alındı? Anlatılabilecek olanları paylaşabilir miyiz?
- Herkesin bildiği şeyler. Dergi kapandı. Kim kapattırdı? Şartlar... Bakkalların bile fişlendiği bir zamandı o zaman. Tehdit telefonları... Adrese teslim duyumlar... İkazlar... Tam bu noktada şunu söylemek istiyorum. Bu tür dergilerin aslında sağlıklı bir yayın ve uzun hayat sürebilmeleri daha kompakt bir yapı içinde ve bağımsız olmalarıyla yakından ilgili .Türkiye’nin yarım asırlık bile bir dergisi yok bu yüzden.Eğer demin söylediğimiz şartlar mümkün olursa, o zaman içinde bulunduğunuz yapının sizin yüzünüzden zarar görmesi gibi bir endişeniz de olmaz. Üzerinize gelseler de, müessir olma ihtimalleri azalır. Onun için, eğer maksat hakikati ortaya çıkarmaksa, yapılacak en doğru işlerden biri özgür ve bağımsız,maddi ve manevi kaygılardan azade bir yayıncılıktır. Özellikle tarih ve tefekkür yayıncılığının buna çok ihtiyacı var. Böyle neşriyatlar büyük bir hizmettir. Fakat bedelini de göze almak lazım. Türkiye’nin özel şartları içinde riskli bir iştir. Gerçi şimdi biraz daha rahatladı bu işler. Tarihte mücadeleler iki vasıtayla olmuştur. Malum, kalemle veya kılıçla. Bazen ikisi birden. Hem Müslümanlar için... Hem ötekiler için. Bu çağda gerçek mücadele kalemle yapılıyor. Türkiye'nin bize yutturulan yakın tarihini, yakın geçmişini, o süreçte neler yaşandığını bilmek ve anlamak zorundayız. Çünkü bugün milletimizin ıstırabını çektiği bütün hastalıkların genetik şifreleri bu tarihi alt üst oluşta saklı. Türkiye'nin gömleğinin ilk düğmesi yanlış bağlanmıştır arkadaş. O gömlek yamuk durmaya devam edecektir. Altlardan düzeltmeye çalıştığımız sürece bir türlü sonuca varamayacağız. İlk düğmeden başlayıp düzeltmek durumundayız.
- Tekrar toparlayacak olursak, Menderes ve Özal'ın özgürlük dönemlerinden sonra, yeniden bir özgürleşme dönemini yaşıyoruz. Bugün Türkiye ciddi anlamda kendisiyle bir hesaplaşma ve baskıcı zihniyeti tasfiye etme sürecinde. Konuştuklarımızla tutarlı olarak da, tarih çok popüler. Fakat tarihin magazin boyutu, tarihi ticarete vasıta olarak kullanmak daha ön planda. Ne söylersiniz?
- Evet, çok tarih dergisi var. Tarih programı var. Konusu tarih olan kitaplar revaçta. Hatta sinema filmleri. Gayet zengin bir materyal üretimi söz konusu. Bunun sebebi Türkiye'nin rahatlaması. Düşünce özgürlüğünün gelişme kaydetmesi. Kantite tamam. Fakat kalite? Orası karışık. Türkiye tarihinin en büyük bütçeli filminin konusu tarih: Fetih 1453. Ama içinde ne var. İşte sen şimdi sinema ile uğraşıyorsun. İçinde bir şey yok. Çanakkale filmi çektiler. Hiçbir şey yok. Maalesef tarih adına yapılanların tamamına yakınında ticari endişe ön planda şimdi. Buna rağmen ben, olsun diyorum. Çünkü sosyolojik olarak bu tür süreçlerde N.Fazıl merhumun benzetmesiyle önce buzdağları erir, sonra bir balçıklık dönemi yaşanır. Zamanla o balçık verimli bir toprağa dönüşür. Ciddiyetsizlikle, ticari heveslerle, belki sulandırmakla ne kadar oyalanırsak oyalanalım, milletin kendi gerçeğini,hikayesini bilme ve bulma merakı ve hakkı illa ki netice verecektir.
HAKKINDA YAZILANLAR
TÜRKLERİN HATÂLARI Oğuz ÇETİNOĞLU Önce Vatan Gazetesi 16 Ekim 2018
Kirpi Yayıncılık Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi’nin Markası olan Lutka Kitap, çok az işlenen farklı pek çok meseleyi okuyucusunun dikkatine sunuyor. Okunup üzerinde döne döne düşünülmesi, tekrar okunarak ders alınması gereken meseleler… Târih kitaplarımızda 10.000 kişiyle 100.000 kişilik düşman ordularını perişan etmemiz, kahramanlığımız, insaniyetimiz, zaferlerimiz anlatılır. Gurur duyar, iftihar ederiz. Yusuf Has Hâcib (1017-1070) Kutadgu Bilig isimli ölümsüz eserinde; ‘İster şeker ve helva, ister darı ve arpa yemiş olsun, doyup yatan insan, sabah yine aç kalkar’ Diyor. Evet! Vaktiyle savaş alanlarında büyük zaferler kazandık. Şimdi savaşlar er meydanlarında değil, kültür ve iktisat sâhalarında yapılıyor ve biz zafer hasreti ile yaşıyoruz. Yenilerini ve daha büyüklerini kazanmak arzusunu, azmini geliştirmiyorsa, dünkü zaferlerimizin, bize hiçbir faydası yoktur. Geçmişteki zaferlerimizi elbette okumalı ve bilmeliyiz. Bununla birlikte ve daha mühimi, yapılan hatâları da bilmeliyiz ki tekrar etmeyelim. Hatâları bilmek, sebeplerini araştırmak; geçmişi kötüleme ve inkâr etmek için malzeme olarak değil de geleceğimizi inşa etmek için kullanılırsa, kârlı çıkarız. 13,7 X 21 santim ölçülerinde, 383 sayfa hacimle 2016 yılında yayınlanan eserin sunuş yazısında şu bilgiler veriliyor: Yıl 2016... Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bir dönemden geçiyoruz. Ülke içinde oynanan oyunlar, komşularımızdaki gelişmeler, değişen dünyaya ayak uydurma çabaları, içerideki ve dışarıdaki düşmanlarla amansız mücadele... Târih, bugünleri nasıl yazacak? Bütün bu mücâdelelerin sonunda neler olacak? Çocuklarımızı nasıl bir gelecek bekliyor? Bu problemlerin mutlu sonla biten cevapları, en az hatayı yapmaktan geçiyor. En az hata ile kurtulmak için de geçmişimizi, başka bir deyişle târihimizi iyi bilmemiz ve kararlarımızı bu doğrultuda vermemiz gerekiyor. Birlik ve beraberlik meselesi, yüzyıllardır Türklerin olduğu gibi artık Müslüman milletlerin de varlık meselesi hâline gelmiştir. Osmanlı ve Selçuklu dönemlerinde neredeyse bütün Müslümanlar, Türklerin liderliğinde bir ve beraber olmuşlar; güç ve savlet sergilemişlerdir. Türklerin güç kaybetmesi ve devletlerinin yıkılması ile Müslüman coğrafya da parçalanmış, dağılmış; (Batı’nın, özellikle İngiltere’nin başa getirdiği) kukla yönetimlerle Batı’nın oyuncağı hatta sömürgesi olmuştur. Hâl böyle olunca birlik ve beraberlikten uzak Türk ve Müslüman dünyası şimdi daha küçük parçalara ayrılıp, bir defa daha yutulmak istenmektedir. Coğrafyamızda bunlar yaşanırken, Batı dünyası târihten derslerini çıkarmış; geçmişteki kırgınlıklarını, aralarında yaşadıkları savaşları bir kenara bırakmış, dünyayı yeniden nasıl sömürecekleri konusunda ortak bir karara varmış ve birlik olmuşlardır. Çok uzaklara gitmeden; İkinci Dünya Savaşı’nda Almanların Fransa’yı işgali, Londra’yı yakıp yıkmaları ve Avrupa’yı ezip geçmeleri sanki hiç olmamış gibi bugün bütün Avrupa, lokomotifinde Almanya’nın olduğu, uyumlu ve herkesin yerini bildiği, hızla yol alan yekvücut bir yapıya dönüşmüş ve ‘Avrupa Birliği’ adı altında dünyaya yön verir olmuştur. Avrupa daha elli küsur sene önce kendisini yakıp yıkan Almanya ile tek vücut olurken, Fransızlar yüzyıllarca savaştıkları İngilizlerle ortak hareket edebiliyorken, biz neden geçmişe takılıp birlik olamıyoruz? Neden bugün Irak, Suriye, Libya ve Mısır kan gölüne döndü? (s: 9-10) (Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsızlığına kavuşan Türk Cumhuriyetleriyle, mümkün olan dayanışmanın sağlanamayışı da bugün içerisinde bulunduğumuz olumsuzlukların sebepleri arasında belirtilmesi gerekirdi.) Sunuş yazısı temennilerle sona eriyor: Yukarıda özetlenen düşünceler doğrultusunda, yayınevimiz ile Târih ve Düşünce Dergisi ekibi bir araya gelmiş ve târihten ders alınması gerekliliğini ‘Türklerin Hatâları’ isimli kitapta kronolojik olarak sıralamıştır. Böyle bir çalışmayı yayımlamakla belki suya bir taş atmış olacağız. İnsanların sâdece başarıyı değil, başarısızlığı ve sebeplerini de bilmelerine, kurulan tuzakları fark etmelerine vesile olacağız inşallah. ‘Önsöz’ başlığı altındaki satırlardan seçmeler: *Kendimizi çok övdük, kendimizle çok övündük. Yanlışlarımızı hep ‘dış düşmanlar’a bağladık. Bunu değiştirmenin zamanı geldi. Kendimizi eleştirmek kötü bir şey değil: aksine ölçüsünde olursa mutluluk bile verir. Kendimizi ancak târihin ibret aynasında seyretmek ve târihî hâdiseler içinde tâkip etmekle elde edilecek bilgidir. *Türk milleti hissî, Türk milleti saf, ama bir o kadar da zeki ve pratik… Teşkilatçı. Başa değil, emir komuta düzenine yakın… Fena halde devletçi… El boyunduruğuna girmesi imkânsız… Şartlara uyum sağlamada olağanüstü… Kazaya belaya ve zora mütehammil, sabırlı… Doğuştan asker, savaşçı… Göç şartlarının tevlid ettiği göçebe kültüründen neşet eden savaşmak, didişmek, hayatta ve ayakta kalma içgüdüsünün esiri; sömürme şehvetinin değil… Bu özellikler, ona târih sahnesinin baş aktörlüğünü kazandırır, onu arzın efendisi yapar. Lâkin yine aynı vasıflar ona büyük yanlışların senaryosunu da yazdırır, utancını da yaşatır. Başa bağlılıkta ifrat, iki ucu keskin bir kılıçtır; dikkat ister. Türkler, yâni biz, târihi akışımız içinde bu şartlar manzumesinde belirtilen terkip dengesindeki ayarı bâzen tutturamadık. Zirvelerden uçuruma yuvarlandık, kötülükte dip yaptık. Ne var ki toparlanmasını da bildik, hattâ yeniden zirvelere kurulduk. Eserin mündericatı, Mete Han ile başlıyor. Mete’nin hayat hikâyesi ‘Yap ‘Hunlara; Türk mü Moğol mu, Bulgar mı, Macar mı… demek gerektiği tartışması’nın varlığı hatırlatılıp kanaat belirtilip mesele vuzuha kavuşturuluyor. Ve ayrıca Hunların yapan değil, yıkan bir millet’ olduğu belirtiliyor. maya değil yıkmaya güdümlü güç’ kelimeleriyle özetleniyor. ‘Hunlara; Türk mü Moğol mu, Bulgar mı, Macar mı… demek gerektiği tartışması’nın varlığı hatırlatılıp kanaat belirtilip mesele vuzuha kavuşturuluyor. Ve ayrıca Hunların yapan değil, yıkan bir millet’ olduğu belirtiliyor. Ve dikkat çekici bir teşhis: Mete, Çin ordusunu mağlup edince korkuya kapıldı. Çin’e girerse, Çin kültürü ve medeniyeti içinde yok olacaktı. Onun için Mete, eşinin tavsiyesine uyarak Çin’i vergiye bağladıktan sonra çekildi. Öyle bir yok oluştansa, böyle bir geçiciliği tercih etti. Eser; ‘Zafer benim olsun, dünya sana kalsın’ diyen Batı Hunlarının lideri Atilla ile devam ediyor. Sırada Avarlar var. Onlara uygun görülen sıfat: ‘Kiralık Kılıç’tır Yazar; ‘târihçiler arasında Avarlara Türk denilip denilemeyeceğinin çok tartışıldığını’ belirtiyor, bir karara varamıyor. Bir şahsiyetin veya insanlar topluluğunun hangi millete mensup olduğu hususunda genel geçer kaide şudur: Kesin hakîkat belgelere dayalı olarak tespit edilememişse, bütün iddialar ve ihtimaller okuyucuya sunulduktan sonra, ‘Şu millete mensup olması ağırlıklı ihtimaldir’ denilir. Bâzı ülkelerdeki resmî görüşler, en küçük bir bağlantının bulunması hâlinde bile, kendileriyle aynı soydan geldikleri tezinin üzerine oturtulur. Böylece; köklü, kalabalık ve güçlü oldukları görüntüsü verilir. Bizde ise maalesef tamamen tersidir. Bir şahsın veya kavmin Türk olduğuna dâir deliller göz ardı edilir, Türk olmadığına dâir en zayıf işâret, en kuvvetli delil sayılır. Mâtüridî, Serahsî, Genceli Nizâmî, Mevlânâ gibi büyük değerleri, batılı dostlarını (?!) hayıflandırmamak için Türk olmadıklarını söyleyen çok bilmişlerimiz vardır. Onlar; ‘Sümerler Ankara’ya gelip Sümerbank’ı kurdular ve sonra geldikleri Mezopotamya’ya döndüler’ diyerek alay etmekten büyük zevk alırlar. Eserin 5. Bölümü, Göktürkler ve Bilge Kağan (683-734) ile alakalıdır. Alt başlıktan anlaşıldığına göre Bilge Kağan, ‘İslam’ı ıskalamak’la suçlanıyor. Peygamberimiz (sav) Efendimizin (570- 632), Türkleri İslam’a dâvet eden bir mektup yazdığı bilinmekte ise de, bu mektubun muhatabının Bilge Kağan olması, târih açısından mümkün değildir. İslâm orduları, 642 yılında Nihavent Savaşı’nda Sâsânîleri yendikten sonra Türklerle sınır komşusu oldular. Bir grup asker, Ceyhun Irmağı’nın doğu kıyısındaki Türkler arasına girdi. Bunlar, Oğuzların kırıntıları ile Kalaçlardan küçük bir gruptu. Durumdan haberdar olan İslam Halifesi Hz. Ömer’in (581-644), sınırı geçen ordu komutanını; ‘Baban, cenâzeni görmesin... Orada ne işin var?’ diyerek azarladığı söylenir. Türkistan içlerinde ilerleyen Kuteybe bin Müslim’in Türkistan valiliği döneminde (705-716) Göktürklerle ve Bilge Kağan (684-734) ile irtibat kurduğuna dâir târih kitaplarında herhangi bir kayıt bulunmuyor. O halde, Bilge Kağan’ı ‘İslam’ı ıskalamak’la suçlamak hakkaniyete uygun düşmez. Bilge Kağan’ın Budizm’i kabul etmek istemesi, veziri Tonyukuk tarafından vazgeçirilmesi keyfiyeti ise, konumuzla alakalı değildir. Hazar, Uygur Türkleri, Karahanlılar, Gazneliler’le devam eden eserin ‘Selçuklular’ başlıklı bölümünde ihtiraslı Terken Hâtun mâcerâsı, teferruatlı olarak anlatılıyor. Terken Hâtun, Türk târihindeki ilk harem vak’asıdır. Osmanlı döneminde Hürrem Sultan ve Kösem Sultan’ın, Cumhuriyet döneminde ise bâzı hanımların ve hanımefendilerin rol modeli olmuştur. Onların hatâları, (isâbetli bir görüşle) kitap dışında bırakılmış. 11. Bölümü teşkil eden Harezmşahlar, Türk târihinin az bilinen bölümüdür. Nâmık Kemal yazmasaydı, Celâleddin Harzemşah’ı ancak Orta Çağı târihi meraklıları bileceklerdi. 12. ve 13. Bölümlerdeki Altın Orda, Toktamış Han ve Timurlular ile Emir Timur, Türk târihinin en büyük hatâlarının başrol oyuncularıdır. Rus Çarlığının ve devamı olan Sovyetler Birliği’nin kuruluşu, bu hatânın acı meyveleridir. 13. Bölümün ikinci bahsinde 28 Temmuz 1402 târihindeki, Türk târihinin en trajik hatâsı irdeleniyor. Hüküm bölümünde Hatânın sebebi olarak Yıldırım Bayezid’ın, ‘belâya dâvetiye çıkarması’ gösteriliyor. Özbek ve Timur’u seven Doğu Türkleri soydaşlarımız lehine büyük bir centilmenlik… Bu husus, ‘kitabın noksanı mı hatâsı mı?’ diye sorulduğunda, cevap vermek zordur. Târih ilminin, ‘geçmişteki olayların kronolojik hikâyesi’ olarak değerlendirilmesinin yanlış olduğunu söyleyenler, olayların yorumunu ön plana çıkarırlar. Yanlış yorum yapmaktansa, kronoloji ile yetinmek ehven-i şer olsa gerek. Yıldırım’ın zaaflarının büyük iki kalıcı hasarından birincisi: Doğu Türklüğü ile batı Türklüğünün enerjilerini biribirlerini yok etme uğruna hebâ etmesidir, İkincisi ise Osmanlı’da Fâtih Kanunnâmesi’ne bile girecek kadar devlet ve millet bekasını tehdit eden, insanî olarak dramatik neticeler tevlid eden şehzâde kavgalarına ve kardeş katline zemin hazırlamış olmasıdır. Her ne kadar Türklerde şehzâde konumundaki kardeş kavgaları çok daha önceleri başlamış ise de teşhis doğrudur. Ancak iki büyük hasar daha vardır ki o, sözü edilen iki hasardan daha mühimdir: Ankara Meydan Savaşı yaşanmasaydı, İstanbul 50 yıl önce fethedilecekti. Ayrıca; Türkler Avrupa’da daha fazla söz ve toprak sâhibi olacaklardı, Timur Doğuda, Rusya’nın önünde set olacak, Batı ve Doğu Türklerinden milyonlarca insan, 150 yıl boyunca kızıl Komünistlerce katledilmeyecekti. Fiske: Bayezid-ı Veli babası Fatih Sultan Mehmed Han gibi, ‘Avni’ mahlası ile şiir yazdı mı? Belki yazmıştır. Hatâ, bizi bilgilendirmeyenlerde… Bayezid-i Veli’nin ve Kanûnî Sultan Süleyman’ın diz boyunu aşan, göğüs hizâsına yaklaşan hatâları 148-157. Sayfalara zor sığdırılabilmiş. Târihî hâdiseler, bugünün mantığı ve şartları içerisinde değil, yaşandığı günün şartları içerisinde değerlendirilirse, acaba hangi neticelere, hükümlere ulaşılırdı? Kanûnî’nin Osmanlı Sarayı’na dâhil ettiği Yozef Nassi’nin mâcerâları ile Türklerin Hatâları isimli kitap, entrikalar romanı hâline dönüşmektedir: Hareketli, meraklı, sürükleyici ve kendini okutan, okuyucuyu, sayfalar arasına çeken… Sultan Birinci Mustafa Han ile kitaba alaka daha da artar. (s: 163-168) Sonra Genç Osman’ın trajik hayatı ile heyecan doruğa çıkıyor. (s: 169-173) Sultan 4. Murad Han’ı târihimizle mesâfeli olanlar bile bilirler. Heyecan devam ediyor. Kaba softa ham yobazlar sahnede… Sultan Dördüncü (Avcı) Mehmed Han ve Sabetayizmin Osmanlı sarayında taht kurması… Artık hatâlar değil, yüzlerce metre uzunluğunda hatâlar zinciri boyunca sayfalar devam ediyor. Köprülü Mehmet Paşa ve oğlu Fâzıl Ahmet Paşa dönemi, aynı âileden gelen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın Viyana bozgununa kadar devam eden aydınlık ve parlak bir zaman dilimidir. (s:181- 188) Sonra, çorap söküğü gibi devam eden toprak kayıpları… Hatâlar zinciri uzadıka uzuyor. İsyanlarla mâcera romanı hâline dönüşen okumakta olduğumuz kitap, okuyucusuna uykuyu unutturacaktır. Islahat, Tanzimat, pâdişah katli derken Sultan İkinci Abdülhâmid Han… Yıkılmak üzere olan Osmanlı Cihan Devleti’nin sonunu 33 yıl geciktiren dehâ… Ve son pâdişah: Altıncı Mehmet (Vahidüddin) Han… Perde! 240. sayfada ‘Lozan Antlaşması’ başlığı ile Cumhuriyet dönemi başlıyor. Osmanlı döneminde 1699 yılında Karlofça Antlaşması ile başlayan türlü çeşitli sebeplerle devam eden toprak kayıplarına; Batı Trakya’nın Yunanistan’a, Batum’un Rusya’ya, Musul ve Kerkük’ün İngiltere’ye, Arabistan’ın Suud âilesine, Suriye’nin Fransızlara, kaptırılması, Kıbrıs ve 12 Adalara sâhip çıkılamaması ile Lozan etiketli hatâlar belirtiliyor. ‘Lozan her ne kadar bir bağımsızlık sağlamışsa da Türkiye Cumhuriyeti’nin sonu gelmez dertlerinin de kaynağını oluşturdu’ cümlesi dikkat çekiyor. Sonra iç çekişmeler: Ali Şükrü Bey cinâyeti, Hilâfet tartışmaları ve Hilâfetin kaldırılması, İstiklal Mahkemeleri, şapka ve harf inkılabı, Menemen hâdisesi, Üniversite Reformu, ‘Yeni Ulus’ Oluşturma Projesi, Ayasofya, Kürt Meselesi, Doğu’da isyanlar ile devam eden eser, İsmet İnönü, Adnan Menderes, 1960 askerî darbesi, 12 Mart 1971 Muhtırası, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Dilde ‘Uydurukça’ Devrimi, 12 Eylül 1980 Darbesi, Turgut Özal, DYP-SHP Koalisyonu, 28 Şubat 1997 târihindeki Post-Modern Darbe başlıklı bölümlerle, herkesin okuması gereken müthiş kitap sona eriyor. Kitap; M.Ö. 220 yılından 28 Şubat 1997 târihine kadar 2200 yıllık Türk târihindeki hatâları, bâzı ufak tefek hatâlar yaparak başarı ile özetliyor. Türkçe dil hatâlarını ise ulaştığı başarı sebebiyle hoş görmek… hatâ olsa bile, hem kitabın hem de bu satırların yazarı… her ikisi de hoş karşılanmalı… Hiç kimse hatâdan münezzeh değildir. Ekip çalışmasıyla hatâlar en aza indirilebilir. Elde edilen bilgiye göre kitabın mevcudu kalmamıştır. Bir heyet tarafından gözden geçirilip eksiklerin giderilmesi, hatâların düzeltilmesinden sonra yeniden basılması hâlinde, târih severlere mükemmel bir armağan sunulmuş olacaktır.
LUTKA KİTAP: Oruçreis Mahallesi, Tekstil Kent Caddesi, Tekstilkent Ticâret Merkezi, A 16 Blok Nu: 18 Esenler – İSTANBUL Telefon: 0.212-438 70 80 Belgegeçer: 0.212-438 70 93
HAKKINDA YAZILANLAR
O S M A N L I B A R I Ş I ÇOK KÜLTÜRLÜ YAPI VE MARDİN’DE BİRLİKTE YAŞAMA KÜLTÜRÜ Oğuz ÇETİNOĞLU Önce Vatan Gazetesi 25 Mart 2020
Dünya târihinin en medenî ve en büyük siyâsî teşkilâtlarından biri ve Türk milletinin târih boyunca sâhip olduğu en büyük ve en uzun ömürlü devlet, Osmanlı Cihan Devleti’dir. ‘Osmanlı İmparatorluğu’ isimlendirmesi yanlıştır. Devlete ait kayıtlarda ‘İmparatorluk’ isimlendirmesi bulunmadığı gibi, Osmanlı Devleti’ni yöneten pâdişahların hiçbiri ‘İmparator’ unvanını kullanmamıştır. Resmî kayıtlardaki adı: ‘Osmanlı Devlet-i Âliyesi’ dir. Günümüz Türkçesiyle: ‘Osmanlı Yüksek Devleti’ olarak ifâde edilir. ‘Osmanlı Cihan Devleti’ isimlendirmesi de uygun olur. Osmanlı Cihan Devleti’ne ‘en büyük’ ve ‘en uzun ömürlü’ husûsiyetlerini kazandıran unsur, şüphesiz âdil yönetim ve birlikte yaşama kültürüdür. ‘Âdil yönetim ve birlikte yaşama kültürü’ İslâmiyet’in insanlığa armağanıdır. Batı dünyası bu kavramların çok uzağında olan düzenlemelerin ilkini 1215 yılında Magna Carta Sözleşmesi ile tanıdı. Söz konusu sözleşme ile İngiltere Kralının bâzı yetkileri sınırlandırılıyor, derebeylere küçük bâzı haklar tanınıyordu. Köylülerle ve sâde vatandaşlarla alâkalı hiçbir hüküm yoktu. Birleşmiş Milletler Teşkilâtı İnsan Hakları Komisyonu tarafından hazırlanan İnsan Hakları Beyannâmesi ise 1948 yılında imzalandı. Buna rağmen Amerika Birleşik Devletleri’nde zencilerin 1831 yılında başlattıkları insanca yaşama hakkına sâhip olma mücâdeleleri, İngiliz asıllı beyaz bir annenin, Kenya kökenli Müslüman zenci olan bir babanın evlâdı olan Barak Hüseyin Obama’nın 2008 yılında devlet başkanı seçilmesiyle kat’i neticeye ulaşabildi. Osmanlı Devleti, iki cihan serveri peygamberimiz (sav) Efendimizden tevârüs ettiği devlet yönetimi anlayışı ile batı medeniyetine önderlik etmiştir. Târihçi, siyâset bilimi ve milletlerarası ilişkiler uzmanı Mehmet Fâtih Can, 13,5 X 21 santim ölçülerindeki 76 sayfalık; çok derin araştırmaların ve yorucu çalışmaların ürünü olan eserinde, Osmanlı’nın çok kültürlü yapısının ve âdil yönetim tarzının ihtişamını gözler önüne seriyor. Eserin ismi; ‘Pax Ottomana / Osmanlı İmparatorluğu’nda Multi Kültürel Yapı ve Mardin’de Birlikte Yaşama Kültürü’ olarak belirlenmiş. Bu belirlemenin; eserin projesini hazırlayan ekibin, yayın koordinatörünün, editörün ve sanat yönetmeninin tercihi olduğu düşünülebilir. Eserin fizikî hacmini çok çok aşan muhtevâsı; İslâmî’dir, yerlidir ve millîdir. Okullarımızda okutulan târih kitaplarında, Osmanlı’nın ihtişamını görmek mümkün değil. Bilakis 1980’lere kadar yazılan ders kitaplarındaki bilgi kirliliği yüz kızartıcıdır. O kitaplarla yetişen Osmanlı aleyhtarları, fırsat buldukça kirliliği yaygınlaştırıyorlar. Batı hayranlığının dozunu kaçırıp, kelimenin iki mânâsı ile de ‘batıcı’* olanlar, hayran oldukları batılı yazarları okuma zahmetine katlanamazlar. Mehmet Fâtih Can, onlara, kaynak belirterek mükemmel imkânlar sunuyor. Okumalılar. Müellif Can’ın kitabından birkaç örnek: -Alman tarihçi Franz Babinger, ünlü kitabı Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı’nda; ‘Padişahın İmparatorluğunda herkes kendi halinde bahtiyar olabilirdi. Mutlak bir dini hürriyet hüküm sürerdi ve kimse şu veya bu inanca sahip olduğundan dolayı bir zorlukla karşılaşmazdı.’ demekteydi.’ -Türklere karşı menfi bakışı bilinen Gibbons’un, zorlanarak da olsa kaleminin yazmak mecbûriyetinde kaldığı satırlar yine aynı türden itirafları içeriyordu: ‘Evvelki Osmanlıları, Bizanslılar ve Balkan Yarımadası’ndaki sair unsurlarla mukayese ettiğimiz zaman, Osmanlıların daha barışçı olduklarını kabul ve beyan etmemiz icap eder. Geniş bir Hıristiyan kitlesini teb’a edinen Orhan, zorla din değiştirme teşebbüsünde bulunmayacak kadar akıllı idi.’ ‘Mutaassıp tâbiri, dînî gayret ile müteheyyic olmak ve dinini hayatta en birinci ve evvelki gaye yapmak mânâsına alınırsa Osman mutaassıptı. Fakat ne kendisinin ne de doğrudan doğruya haleflerinin müsamahakârlığına söz söylenemez. Eğer bunlar, Hıristiyanlara eza etmeye kalkışmış olsaydı, Rum Kilisesi, yeni bir hayat nefhasına mazhar olacak ve Osman, Osmanlı ırkını meydana getiren yeni muhtedileri kazanamayacaktı.’ ‘Yahudilerin toptan öldürüldüğü ve engizisyon mahkemelerinin ölüm saçtığı bir devirde Osmanlılar, idâresi altında bulunan çeşitli dinlere bağlı kimseleri barış ve ahenk içerisinde yaşatıyorlardı. Onların müsamahakârlığı, ister siyâset, ister hâlis insaniyet duygusu, isterse lakaydi neticesi meydana gelmiş olsun, şu vak’aya itiraz edilemez ki, Osmanlılar, yeni zaman târihinde milliyetlerini tesis ederken, dînî hürriyet umdesini temel taşı olmak üzere vaz’ etmiş ilk millettir. (s: 52, 53) Mehmet Fâtih Bey,başka misaller de veriyor. Eserinin mahdut hacmi sebebiyle iktibas edemediği diğer bilgiler için İsmâil Hâmi Danişmend’in ‘Garp Menbalarına Göre Eski Türk Seciye ve Ahlâkı’ isimli eserine bakılabilir. (İstanbul Kitabevi, 1982) Osmanlı Devleti’nin vatandaşı olmak bir şanstı ve mazhariyetti. Gürcü kralının aşağıdaki mektubu, bu hakîkatin tescilli belgesidir: ‘Öteden beri Devlet-i Aliyye’nin bir kölesi ve teb’asıyım. Ve Gürcistan, Osmanlı topraklarının bir parçasıdır. Bütün Gürcistan halkının, Osmanlı devletinin sâyesinde sâkin bir hayat yaşadığı da gün gibi ortadadır. Fakat birkaç yıldır türlü hileler ile Ruslar, Gürcistan topraklarına ayak bastılar. Bendeniz de Padişah uğrunda mal, mülk, çoluk çocuğumu terk ederek ecdadımızın da sığınağı olan Devlet-i Aliyye’ye iltica etmiştim. Hâlen bütün Gürcistan halkı bayram yapmakta ve Padişah’a duâlar etmektedir. Ancak Ruslar antlaşmalara aykırı olarak bâzı bölge ve kalelerden çıkmamaktadır. Gerek ben gerek Gürcistan halkı, Ruslar kendiliğinden bu topraklardan çıkmadığı takdirde, çıkarmaya hazır ve bu hususta Padişah’ın emrine âmâde bulunmaktayız.’ (s: 57) Gürcistan ileri gelenleri ve halkı da Padişah’a bu mealde bir mektup göndermişlerdi. (s: 57) Aynı akıbeti yaşayan Bulgarlar da 1862’de Osmanlı himâyesinde olmak istediklerini bildiren mektuplar göndermişlerdi. (s: 58) (Mektuplar, Başbakanlık Osmanlı Arşivlerinde görülebilir.) ……………….. *batıcı: 1-Kayıtsız şartsız akıl, mantık ve iz’an dâhil, müşahhas ve mücerret bütün varlıklarını batının emrine verenler, 2- İğne gibi batıcı olanlar.
12’sinde SULTAN 21’inde FÂTİH… MEHMED Oğuz ÇETİNOĞLU Önce Vatan Gazetesi 29 Ocak 2020,
Dergi yayın yönetmeni, dergi ve kitap nâşiri, radyo ve televizyon program yapımcısı gibi unvanları bulunan târihçi yazar Mehmet Fâtih Can, yeni bir eseri ile kültür hayatımıza haşmetli bir selâm veriyor. 13, 5 X 21 santim ölçülerindeki, 604 sayfalık eserinde, ‘Mehmed’ olarak andığı Fâtih Sultan Mehmed Han’ı farklı bir bakış açısından anlatıyor. Eser, muhtevâsındaki haşmete uygun ‘mısra-ı berceste’ kabilinden bir cümle ile başlıyor: “Dehâ, ‘imkânsız’ zannedilende ‘mümkünü’ görebilmek demektir. Gemilerin karada da yürüyebileceğini sezmek, mehmedlerden birini, FÂTİH yapar…” Yazar, İngilizlerin ‘genealogy’ olarak adlandırdığı soy-nesep araştırmacılarının; bir şahsın şahsiyetinin-karakterinin, üç neslin içinde olduğu psiko sosyal laboratuar dâhilinde incelenmesi gerektiğini belirtiyor. Daha derinlere inip ‘yedi ced’ görüşünü benimseyenler de vardır. Eserde, Fâtih’in şahsiyet tahlili Yıldırım Bayezid’dan başlatılıyor. Aynı soy kütüğüne kayıtlı, aynı eğitimden geçen, aynı sosyal ve siyâsî-iktisâdî şartlar içerisinde yetişen şehzâdeler arasında ortaya çıkabilecek kalite farklılıklarının ise ‘kader kanunu’ ile açıklanabileceğini belirtiyor. Kader kanununa ilâve olarak Şeyh Edebalı’nın dâmâdı Osman Gazi’ye aşıladığı, kadim Türk örfü ve İslâm ahlâkından meydana gelen ruh vardır. O ruhla Osman Gazi’nin Orhan Gazi’ye söylediği; ‘Bir kimse sana Tanrı’nın buyurmadığı sözü söylese sen onu kabul etme. Eğer bilmezsen Tanrı ilmini bilene sor! Ve bir dahi sana mûti olanları hoş tut! Ve dahi adamlarına dâim ihsan edici ol! Senin ihsanın onların tuzağıdır...’ öğütler ve devamı olan: Gönül kerestesi ile; Bir yeni şehr ü pazar yap! Zulm eyleme rençberlere; Her ne ister isen var yap! Eski, Yenişehri barı; İnegöl’e dek hep varı; Kırıp geçirdik küffarı; Bursa’yı da yık tekrar yap! Kurt olup gel gir sürüye! Arslan ol bakma geriye! Çar olup ‘hay’ de çeriye; Dil geçidini hisar yap! İznik şehrine hor bakma! Sakarya suyu gibi akma! İznikmid’i de al yakma Her burcunda bir hisar yap! Ertuğrul Osman oğlusun, Oğuz Karahan neslisin, Hakk’ın bir kemter kulusun, İstanbul’u aç gülzâr yap! Tâlimatı, sâdece Orhan Gazi’ye değil 622 yıl boyunca hükümdar olan 36 sultana verilmiş gibidir ve hepsi, zamanı geldiğinde birer birer yerine getirilmiştir. Osmanlı’yı büyük kılan husûsiyetlerden biri de budur: ‘Devlet yönetiminde devamlılık.’ Bu devamlılık, hiç unutulmaz, hep hatırlanır. Gecenin karanlığını, bulunduğu yeri, telaş içerisinde terk etmeye mecbur bırakan günün ilk ışıkları gibi Osmanlı’nın ufkunu aydınlatan ilim adamları vardır: Molla Fenârî, Emir Sultan ve Somuncu Baba… (s: 46-52) Ve hemen ardından bir hazin tecelli: Yıldırım Bayezit Emir Timur karşılaşması… (s: 52-81) Ve sonra fetret devri… Okuyucu, sayfalar arasında nefes nefese ve hızla ilerliyor. Devamında Türk târihinin en çok tartışılan konularından biri var: Şeyh Bedreddin… Prof. Dr. Ahmed Güner Sayar 13,5 X 21 santim ölçülerindeki 496 sayfalık eserinde Şeyh Bedreddin’i, ‘Olayları yönlendiren değil, olayların yönlendirdiği insan…’ olarak tavsif ediyorsa da daha kesin hükmünü; ‘Şeyh Bedreddin ummanına hangi sâhilden gidilirse gidilsin, atılan zorlu kulaçlarla, iddialı bir yüzücünün de tâkatinin bir yerde kesileceği muhakkaktır.’ Cümlesinde gizliyor. (s: 105-116) Mehmet Fâtih Can, Osmanlı’nın bütün tartışmalı konularını ele alıyor ve en güçlü belgelerle en doğru bilgilere ulaşıp okuyucuya sunuyor. Bunlardan biri de Fatih Sultah Mehmet’in annesinin kim olduğudur. (s: 210-213) Anlaşıldığı üzere eserde sâdece Fâtih Sultan Mehmed Han anlatılmıyor. Ele alınan çevre konulardan biri de, Osmanlılardan çok önceki Türk devletlerinde vefat eden Bey’in yerine kimin geçeceğine dâir tartışmalar ve tartışmaların doğurduğu acı neticeler ve aranan çözüm yollarıdır. (s: 284-297) Sâdece bu bölüm için kitabı alıp okumaya değer. 491. sayfada Fâtih’in veziri Çandarlızâde İbrâhim Paşa’ya, Uzun Hasan Hasan için söylediği sözler var. Ağustos ortalarındaki ikindi güneşi gibidir: ‘Gayem Uzun Hasan’ın canını yakarak bir ders vermekti… Ciğerpâresini ve ordusunu kaybetmesi O’na yeter. İslâm memleketlerini tahrip etmek ve bir İslâm hükümetini yıkmak doğru olmaz. Rumeli’de gazayı bırakıp İslamlarla uğraşmak iyi bir şey değildir.’ Müellif Can’ın düştüğü notta da aynı güneşin yakıcılığı vardır: ‘Fakat Fatih’in belki dinî hassasiyeti belki kan özdeşliği sebebiyle kıyamadığı Akkoyunlu Devleti, çok geçmeden Uzun Hasan’ın kendi sülbünün uğursuzları tarafından yakıldı. Hem de her yerden ‘deccal çıktı’ denilerek kovulurken, kız verip saraylarına aldıkları ve kucaklarında büyüttükleri Safevilerce… Bu da bir kader tecellisiydi ki Akkoyunlulara kaybettiren Fatih, Safevilerin önünü açmış; böylece Oğlu 2. Bayezid, fakat hassâten torun Birinci Selim’in kucağına kötü bir mîras gibi Safevi gailesini bırakmış gitmişti. Şâyet Akkoyunlu Hânedânı ve devleti Osmanlılar eliyle son bulmuş olsaydı; târih. Safeviler adını bir devlet olarak değil, rayından çıkmış bir tarikat olarak kaydetmiş olacaktı.’ Eserinin son sayfalarında yazar; güncel bir konuyu ele alıyor: Fâtih’in ve diğer muhteşem zevatın ve hatta Eba Eyyub el Ensârî Hazretleri’nin türbelerinde bulunan bozuk para sandıkları ile alâkalı satırlar, ilgililere gözdağı gibi gösterilen yeniçeri kılıcıdır. Ümit edilir ki söz konusu türbeleri ziyâret edenleri ve yazarın konuyla alâkalı satırlarını okuyanları dilhûn eden haklı tenkitler, sorumsuz ilgilileri ve ilgisiz sorumluları harekete geçirir. Mehmet Fâtih Can, Osmanlı’nın kelimelerle ifâde edilemeyecek muazzam haşmetini, en mütevâzı ifâdelerle sayfalar arasına serpiştirmiştir. Bu sayfalar her Türk tarafından iftiharla okunmalıdır. Birileri, okuyup öğrendiklerine göre kendilerine yeni bir yol haritası çizmelidir. Daha üst seviyede olanlar da okuyup öğrendiklerini, Türkiye’nin geleceğini tanzim etmekte kullanmalıdır.