Biyografi Ara!

Binlerce biyografi keşfedilmeyi bekliyor

Mehmet Bayrakdar

ilahiyatçı, yazar

Sayfayı paylaş
İlgili Kategoriler
Mehmet Bayrakdar
Mehmet Bayrakdar
ilahiyatçı, akademisyen, yazar 

1952 yılında Konya‘nın Beyşehir İlçesi’nde doğdu. 1973 yılında Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi‘nden mezun oldu. 1973-1978 yılları arasında Paris Sarbonne Üniversitesi Felsefe ve İslâm Bölümü‘nde, İslâm Felsefesi dalında mastır ve doktorasını tamamladı. 1985-1986 yılları arasında Georgetowne Üniversitesi‘nde misafir profesör olarak görev yaptı. 1986-1990 yılları arasında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi‘nde doçent olarak görev yaptı. 

1991-1993 yılları arasında Kualalumpur‘da Uluslar Arası İslâm Düşüncesi Medeniyeti Enstitüsü‘nde, 1995-1996 yılları arasında da Roma Gregoiana Üniversitesi‘nde İslam Felsefesi Profesörü olarak görev yaptı. 

Uzun yıllar Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'nde görev yaptı. Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi oldu. 

Arapça, Farsça, İtalyanca, Fransızca, İspanyolca, İngilizce, Latince ve Yunanca bilen Prof. Dr. Mehmet Bayraktar, evli ve iki çocuk babasıdır.


ESERLERİ:

İslâm Felsefesi‘ne Giriş, İslâm‘da Bilim ve Teknoloji Tarihi, İslâm‘da İbadet Fenomonolojisi, Tasavvuf ve Modern Bilim, İslâm ve Ekoloji, İslâm‘da Evrimci Yaratılış Teorisi, Kayserili Davut, İdris-i Bitlisi, İslâm‘da Düşünce Özgürlüğü, Yunus Emre’de Aşk Felsefesi, Din Felsefesine Giriş, İslâm Düşünce Tarihi adlı Türkçe yayınlanmış eserleri vardır. 

Fransızca, Arapça ve İngilizce yayınlanmış eserleri de bulunmaktadır.




KENDİ DİLİNDEN HAYATI

MEHMET BAYRAKDAR

Bugüne dek beni benim rastlantısallarım oluşturmuştur diyebilirim. Rastlantısallığı, benim bağlamımda kendi isteğim ve iradem dışında beni oluşturan önemli olgular olarak tanımlıyorum; bu anlamdaki rastlantısallığa da benim kaderim diyorum. Bundan da rahatlıkla çok mutlu olduğumu ve kendimle barışık olduğumu söyleyebilirim. Ölümümden sonra, yeniden bu hayata dönmek olsa, kesinlikle raslantısalllarımı istemle isterim ve yapmaya çalışırım.

Bayavşar Köyü İlk Okuluna kanuni zorunluluktan gönderildim herhalde. Okulu bitirdiğimde babam beni bir berberin yanına çırak vermek istiyordu. Bunu İlkokul öğretmenlerim duyunca bizim eve gelmişler ve dedemle görüşmüşler. Çırak yapmayın, mutlaka okutun demişler. Ben o gün eve gelince dedem oğlum seni okutacağım; “Öküzlerimi satarım seni okuturum” dedi. Ben de olur dede dedim. Dedem beni Beyşehir Alaeddin Ortaokuluna kaydımı yaptırdı. Sonra Beyşehir Lisesine kayıt oldum; amacım öğretmen veya doktor olmaktı. Lise son sınıftayken, bir Nisan ayı günü Müdür Yardımcısı son sınıfları topladı ve “Üniversite sınavlarına girmek isteyenler bana uğrasın vereceğim sınava giriş formlarını doldursunlar. ”dedi. Ben ve birçok arkadaş Üniversite adını ilk defa o zaman duyduk; yıl 1969’du.

Sınav sonuçları geldi o yıllarda önkayıt ve yerleştirme yoktu. İşimiz Üniversitelerin kayıtlar için açıklayacakları taban ve tavan puanları öğrenmek için radyo ve gazete haberlerini takip etmekti. Birinci kayıt dönemi için puanları ilan eden Atatürk Üniversitesi oldu. Tıp Fakültesi için puanım tutuyordu. Beyşehir’den Erzurum’a gitmek tam iki gün aldı; çünkü o zaman her gün ve he saat bir yerden başka bir yere gitmek için otobüs bulunmuyordu. Erzurum’a akşam vakti ulaştık, sabah Üniversiteye kayıt için gittiğimde, birinci kayı dönemi dün kapandı. İkincisini bekleyin bir haftaya kadar açılır dendi. İki gün sonra Ankara Üniversitesi’nin kayıt ilanını duyduk. Erzurum’dan Ankara’ya geldim. Ankara Tıp için puanım birinci kayıt için yeterli değildi; fakat Fen Fakültesini bölümleri için yeterliydi. Lisede Biyoloji dersini sevdiğim için Biyoloji bölümüne kayıt yaptırdım. Fen Fakültesi’nden çıkarken, Beyşehirli bir arkadaşıma rastladım. O, haydi kaydını buradan al; İlahiyat Fakültesine kayıt ol; ben oraya kayıtımı yaptırdım dedi. İlahiyat adını da ilk defa ondan duymuş oldum. İlahiyat’a kayıt oldum. Kara Harp Okulu’na da başvurmuştum; o günlerde onun da sınav günleri ilan edildi. Kara Harp Okulu’nun giriş kapısında adım soruldu.” Bana listede adın yok; müracaat etmemişsin herhalde .” dendi. Müracaat ettim deyince; yukarıya bir soralım dendi ve telefon edildi. Sonra bana “Müracaat etmişsiniz ancak yaşınız bir yıl küçük olduğu için bu yıl sınava giremeyeceksiniz” dendi.

Ankara Üniversitesi eğitim-öğretime başlayınca Fakülteye geldim; ilk hafta bana sanki başka bir dünyaya gelmiş intibaını uyandırdı; çünkü yine o güne kadar duymadığım Fıkh, Kelam, Tefsir gibi ders adlarıyla karşılaştım. İkinci hafta okulu bırakıp yeniden Üniversite sınava girme düşüncesine kapıldım Beyşehir’de terzilik yapan dayıma durumu bildirmek için mektup gönderdim. Madem girmişsin devam et tarzında cevap yazdı. Felsefeye Giriş ve Felsefe Tarihi gibi derslerin hocaları da kısmen beni ısındırdı. Hatta ikinci sınıftayken, merhum Hilmi Ziya Ülken hocanın bir sözü bende bazı açılımlar yarattı. Hoca derslerde kurulmuş makine gibi sadece hazırladığı ders notlarını okurdu; hiç konuşmazdı . Bir gün dersin ortasında, “Öğrenciler, bakınız Arapça gibi bir klasik dil öğreniyorsunuz, bir modern batı dili öğreniyorsunuz, dini derslerin yanında felsefe dersleri alıyorsunuz. Bu çoğu öğrenciye nasip olmayan bir durumdur. Bunlar size ileride ilim yapmanın anahtarlar olacaktır. ”dedi.

Haziran ayında İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldum. O günlerde kaldığım yurttaki odama bir sınıf arkadaşım uğradı. Bana Fakülte’nin ilan panosunda Din Felsefesi alanında bir öğrencinin burslu olarak yurt dışına doktora yapmaya gönderileceği yazıyor. Git müracaat yap, mutlaka kazanırsın dedi. Sınava girdim. 23 Aralık 1973 günü Milli Eğitim Bakanlığı bursuyla Paris yolcusu oldum. Sorbonne Üniversitesi’ne (Paris IV) kabul edildim. Bir yıl sonra yaz tatilinde Beyşehir’e döndüm. Geri dönüş tarihinden iki gün önce Ankara’ya geldim ve bazı hocalarımı ziyaret ettim. Sınavlarda komisyon üyesi olan bir hocam, hoş-beşten sonra, doktoraya gitmekten memnun musun dedi. Evet hocam, hem de çok memnunum dedim. O zaman bana ve başka bir hocanın adını vererek ona dua et dedi . Çünkü biz, Milli Eğitim Bakanlığı’na iletilmek üzere sınav evraklarını ve sonucu Dekan makamına götürünce, Dekan Bey, hocalar gelin “Şu” öğrenciyi kazandıralım dedi- o öğrenci onun hemşehrisidir.- Israrına rağmen olmaz dedik; senin aldığın notlara göre onun notları düşüktü; hatta baraj olan Fransızca notu baraj notunun altındaydı dedi.

Bir yandan doktora yaparken, diğer yandan Sorbonne’nun Felsefe Fakültesi’nin lisans programına kayıt oldum ; iki yıl lisans okudum. Doktora tez konusu olarak önce Hegel’in Din Anlayışı adlı bir konu belirledik. Sonra orada İslam Düşüncesi ve Bilim Tarihi konularında ne kadar çok çalışma ve araştırma olduğunu görünce, bende bir Müslüman filozof ve bilgin üzerine çalışma hevesi belirdi. Hegel’i bıraktım . İlk Osmanlı medresesi kabul edilen İznik Medresesinin ilk müderrisi olan Davud el-Kayserî üzerine çalıştım.

Doktora yaptığım sürede Sorbonne’dan ve Fransa’dan iki önemli şey öğrendim. Birincisi akademik hayatın ve bilim zihniyetinin ne olduğudur. İkincisi İslam’ın sadece bir din olmadığını; arkasında matematiğinden musikisine büyük bir uygarlık olduğunu öğrendim. Bizim öğrencilik yıllarımızda İslam uygarlığını farklı alanlarında çok fazla çalışma yoktu. Şimdi çok şükür çoğaldı.

Tarih, kültür ve uygarlık anlamında Türk olduğumu da, Kyoto’da öğrendim I999 yılı başlarında Kyoto Üniversitesi’nden iki dönemliğine misafir öğretim üyeliği daveti aldım. Çok yurtdışında bulunduğum için artık yurt dışına çıkmak istemiyordum; bölüm asistanlarımız “Böyle bir fırsat bir daha ya çıkar, ya çıkmaz gidiniz Hocam” diye ısrar ettiler. Gittim; ora varınca bir hafta geçmeden iyi ki gelmişim dedim. Günlük hayatlarından bizimkine benzettiğim bazı şeyler görünce, bir yandan Japonca öğrenmeye, bir yandan da batı dillerinde yazılmış eski Japon tarihi ve kültürü hakkında kitaplar okumaya başladım. Sonuçta Japonların bir Ural-Altay halkı olduğunu öğrendim. Bunun ve onlarla bizim aramızda gördüklerimin gerçekten doğruluğuna inanmam için, bizim özellikle İslam öncesi tarihimizi bilmem gerekiyordu. 2000 yılı Ekim’inde Ankara’ya dönünce batılılar hen Japon tarihiyle hem de eski Türk tarihiyle ilgili yazmış oldukları eserleri okumaya devam ettim İlk önce J. Deguignes’in (1721-1800) 18. yüzyılda Çin kaynaklarına dayanarak yazdığı Hun Tarihi’ni okudum. Onun kitabın önsözündeki Türk tarihi bütün ulusların tarihiyle ilgilidir anlamındaki bir cümlesi beni çok etkiledi. Bundan sonra yazılan kitaplarda Türk adının geçip geçmesine bakmadım batılıların yazdıkları, Asur, Babil, Mısır, Hint Yunan, Roma ve Çin Tarihi başlığını taşıyan eserleri okudum ve okumaya devam ediyorum. Türk tarihi ve uygarlığı, bu tür eserlerden öğrenilir; Türk Tarihi gibi başlık taşıyan eserlerden değil.

Bir yandan okumaya devam ediyorum bir yandan da yazmaya. Okumalarımda da rastlantısallık devam ediyor; bir kitaba bir bilgi için bakarken, yeni başka bilgiler öğreniyorum. Bırakalım sıradan insanlarımızı, çoğu tarihçimiz bile İslam öncesi, özellikle Hunlar öncesi Türk tarihini bilmiyorlar. Birçok batılı tarihçi Türk adının ve Oğuz adının Herodot kadar eski olduğunu yazmışken bizimkiler Türk adının MS. 6 yüzyılda kullanılmaya başlandığını hala yazıyorlar. Baron Bunsen gibi bir Alman tarihçi ve dilci, Turan dilinin ve ayrı bir ulus olarak Turanlıların oluşumunu MÖ. 20.000 yılına kadar götürürken, bizimkiler tarihimizi en erken Hunlarla başlatırlar. Bu açıdan biz Türk ve Türk soyluların tarihinin bir bütün olarak yeniden yazılmasına inanıyoruz ve bu yolda çalışmalarımızı sürdürüyoruz; Allah ömür verirse sürdüreceğiz. Örneğin Mars sözcüğü, Artemis sözcüğü çok eski Türkçe sözcükler dediğimde çoğu şaşırıyor; olamaz diyorlar; batılı yazarların eserlerinden yerlerini gösterince, bilmiyorduk diyorlar. Sadece bunları değil birçok şeyi bilmiyoruz. İşte bunun için, adları ve eserleri Türkler tarafından maalesef bilinmeyen birçok batılı bilgin tarih, bilim ve düşünce Türk’le başlar demişlerdir.




AKADEMİK YAŞAMI

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 
Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü İslam Felsefesi Ana Bilim Dalı 

Email: bayraktarm@yahoo.com

Doğum Yeri ve Tarihi: Konya 1952
Lisans: 1973
Yüksek Lisans: 
Doktora: 1979
Yardımcı Doçent: 1982
Doçent: 1985
Profesor: 1991
Medeni Durum: Evli
Bildiği Yabancı Diller: Arapça, Fransızca, İngilizce, Farsça, Latince, İspanyolca, İtalyanca, Malayca, Klasik Yunanca, Japonca

Uzmanlık Alanları

Yurtiçi Görevler:
İslam Felsefesi Anabilim Dalı Başkanlığı,
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyeliği.

Yurtdışı Görevler:

1986-1987 yıllarında İngiltere Londra Üniversitesinde, 
1988-1989 ABD Georgetown Üniversitesinde, 
1990-1993 yılları arasında Malezya Uluslararası İslâm Enstitüsünde, 
1999-2000 yılları arasında İtalya Roma Gregoriana Üniversitesinde, 
2000-2001 yılları arasında ise Japonya Kyoto Üniversitesinde, misafir öğretim üyelikleri

Kullandığı Burslar:

Aldığı Ödüller:

Üye Olduğu Bilimsel ve Mesleki Kuruluşlar:
Türk Felsefe Derneği, 
İslâm Felsefecileri Derneği ,
Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü üyeliği

Editör veya Yayın Kurulu Üyelikleri:
İslami Araştırmalar Dergisi

Yurt İçi ve Yurt Dışında Yürüttüğü veya Yürütmekte Olduğu Projeler:

Verdiği Lisans Dersleri:
•İLA214 - İslam Felsefesi Tarihi 
•İLA318 - İslam Bilim Tarihi 
•İLA436 - Mukayeseli İslam ve Batı Düşüncesi Tarihi 
•İLÖ320 - İslam Bilim Tarihi 

Verdiği Yüksek Lisans Dersleri:
1.Türk Düşünce Tarihi
2.Allahın Bilgisi
3.Meşşailerde Zihin Felsefesi
4.Felsefi Metinler
5.Evrenin Kıdemi Meselesi

Verdiği Doktora Dersleri:
1.Meşşailerde Nedensellik
2.Gazalinin Nedensellik Tenkidi
3.Felsefi Metinler
4.Meşşailerde Zorunlu ve İmkan Kavramları

Katıldığı Yurt İçi ve Yurt Dışı Bilimsel Toplantılar:

SEMPOZYUMLAR
Ulusrarası İbn Sina Sempozyumu, Ank. 1985
Uluslararası İbn Rüşd Sempozyumu, İst. 1997
Uluslararası Farabi Sempozyumu, Ank.2004
1.2.3. Kuaran Sempozyumları, Ank. 1993, 94, 95
Din Şuraları, İst. 2001- Ank.2004
Uluslararası Diyarbakır Sempozyumu, Diyarbakır, 2004

Yayımlanan Çalışmalar:
a) KİTAP

1.Du Coeur à Toi, Paris, 1979
2.İslâm’da Bilim ve Teknoloji Tarihi, TDV Yay., Ankara, 1985; (2. Baskı: Rehber Yay., Ankara, 1992).
3.İslâm Felsefesine Giriş, AÜİF Yay., Ankara, 1985; (2. Baskı: TDV Yay., Ankara, 1987).
4.İslâm’da Evrimci Yaratılış Teorisi, Insan Yay., Istanbul, 1987; (2. Baskı: Islamiyat Yay., Ankara, 2002).
5.İslâm Ibadet Fenomenolojisi, Akçağ Yay., Ankara, 1987.
6.Kayserili Dâvûd, Kültür Ve Turizm Bak. Yay., Ankara, 1989.
7.Tasavvuf ve Modern Bilim, Seha Yay., Istanbul, 1989.
8.La Philosophie Mystique chez Dawud de Kayseri, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1990.
9.Yunus Emre Ve Aşk Felsefesi, Türkiye Iş Bankası Yay., Ankara, 1991.
10.Bitlisli Idris, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara,1991.
11.İslâm Ve Ekoloji, DİB Yay., Ankara, 1992.
12.İslâm’da Düşünce Özgürlüğü, Türk Demokrasi Vakfı, Ankara, 1995.
13. İslâm Gerçeği Kitabı Üzerine, Fecr Yay., Ankara 1995.
14.Din Felsefesine Giriş, Fecr Yay., Ankara, 1997.
15.İslâm Düşünce Tarihi, Anadolu Üniv. Açıköğretim Fakültesi Yay., Eskişehir, 1999.

Telif Eserler
1.Tûsî, Nasirüddin, Devlet Finansı Üzerine Düşünceler, Ankara, 1988.
2.Fârâbî, Teknik Geometri, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1989.
3.Garaudy, Roger, Yaşayan İslâm, Pınar Yay., İstanbul, 1995.
4.Dâvud el-Kayserî, er-Resâil, (tahkik ve neşir), Kayseri Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları, Kayseri, 1997.

b) MAKALELER
1. Yeni Felsefe ve Yeni Felsefeciler, AÜİF Dergisi, Cilt: XXIV, Ankara, 1981.

2. İbna’l Arabî’de Varlığın Birliğinin Onto-Lenguistik Analizi, A.Ü.İlâhiyat Fak. Dergisi, Cilt: XXV, 1981.
3. Fuzüli’ye Göre Ilim ve Allah’ı Bilmek, Diyanet Dergisi, Cilt: XIX, Ankara, 1983.
4. Ibn Haldun’un Sosyal Atomculuğu, AÜİF Dergisi, Cilt: XXVI, Ankara, 1983.
5. Social Atomism of Ibn Haldun, AÜİF Dergisi, Cilt: XXVI, Ankara, 1983.
6. Al-Kindi ve Ibn Sina’da Atomculuğun Tenkidi, TTK Basımevi, Ankara, 1984.
7. Cosmological Relativity of Ibn Arabî, Islamic Culture, Cilt: LVIII, No: 3, 1984.
8. Fârâbî ve İbn Sinâ’da Ontolojik Delil Üzerine, İbn Sinâ’nın Ölümünün Birinci Yılı Armağanı, T.T.K., Ankara, 1984.
9.Al-Jahiz and the Rise of Biological Evolutionism, Hamdard Islamicus, Vol. VIII, No: 2, 1985.
10.Spiritual Medicine of Early Muslims, Islamic Quarterly, Cilt: 29, No: 3, 1985.
11.L’Aristotélisme dans la Pensée Ottomone, Varia Turcica, X, 1515, İstanbul-Paris, 1988.
12. Risale fi Ilmi’t-Tasawwuf Dâvud Al-Kayserî, AÜİF Dergisi, Cilt: XXX, Ankara, 1988.
13. Is there a Methodology in the Qur’an for the Naturel Sciences?, AÜİF Dergisi, Cilt: XXXI, Ankara, 1989.
14.“La Situation Actuelle de l’Islam en Turquie”, Turchia, Crocevia di Culture e Religioni, Roma, 1990.
15.Şerhu’l-Kasideti’l-Mimiyye li Dâvûdi’l-Kayserî, AÜİF Dergisi, Cilt: XXXII, Ankara, 1992.
16.Dâvudu’l-Kayserî’de Din Kavramı, XIII. ve XIV. Yüzyıllarda Kayseri’de Bilim ve Din Sempozyumu, Kayseri Büyükşehir Belediyesi Yayınları, Kayseri, 1996.
17.Davud el-Kayseri’de Zaman, Uluslararası Davud el-Kayserî Sempozyumu, Kayseri Büyükşehir Belediyesi Yayınları, Kayseri, 1997. 
18.Religions and Tomorrow’s World, Islamochristiana, Vol. 25, Roma, 1999.

Üzerinde Çalıştığı Konular:
1.İslam Bilim Tarihi
2.İslam Düşüncesi
3.Osmanlı Düşüncesi
4.İslam Felsefesinin Batı Düşüncesine Olan Etkileri
5.Tarih Boyunca Türk ve Müslüman Düşmanlığı




SÖYLEŞİ

DÜNYEVİLEŞME Üzerine Prof. Dr. Mehmet Bayraktar ile Röportaj
Sedat Memiş

Dünyevileşme; dinin, felsefenin, siyasetin ve sosyolojinin ortak alanına giren bir kavramdır. Kimilerine göre: "Dinin toplumsal hayat ve bireysel bilinçten iradî ve gayri iradî olarak tecrit edilmesidir." Kimilerine göre ise de; "İnsanın kendini Allah’tan bağımsız bir şekilde algılaması sonucunda kendi öz benliğine yabancılaşması" halidir. 

Toplumun dinden uzaklaşması, inanç ve eylemlerin ilâhî hedefler yerine dünyevî hedeflere yönelmesi olarak da tarif edilmektedir. Bu kavramın çağrıştırdığı anlamlar çerçevesinde Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Prof. Dr. Mehmet Bayraktar ile yaptığımız röpotajı ilgiyle okuyacağınızı ümit ediyoruz.

- Sayın hocam, dünyevileşme (sekülerizm) konusuna açıklık getirebilmek için işe dinin tanımı ile başlamak istiyorum. Din nedir? Dinin öz niteliği ve dinin amacı nedir? 

Din kavramı ve olgusunun tarihte çeşitli açılardan insanlar tarafından yapılmış sayısız tanımı vardır; fakat din kavramını en geniş kapsamıyla doğru biçimde tanımlayan hiç şüphesiz Allah‘tır. Allah, Kur‘an-ı Kerim‘de dini ikiye ayırarak tanımlıyor:
Birinci tanım, en güzel biçimde Kafirûn Suresi‘nde veriliyor: "...Sizin dininiz size, benim dinim bana." Burada Allah, ayetin muhatabı olduğu o günkü Mekke müşriklerinin ve kafirlerinin, putperestlik de dahil her türlü inanış ve tapınma biçimlerine din diyor. Burada, insanın fıtratından kaynaklanarak ortaya çıkan tarihi ve sosyal bir olgu oluşuyla dinin bir tanımı vardır.

İkinci tanım, bir çok ayet yanında şu ayetlerde verilmiştir: "Allah indinde din İslâm’dır." (Âl-i İmran, 19); "İslâm’dan başka bir din arzulayanın dini asla kabul edilmeyecektir..."(Âl-i İmran, 85) ve "... Size nimetimi tamamladım ve sizin için İslâm’ı din olarak önerdim..." (Maide, 3). Burada Allah, dini İslâm, İslâm’ı din olarak tanımlamakta ve belirlemektedir. O halde, bir Allah‘a göre din vardır: İlâhî din; gerçekliği olan din; İslâm; bir de insana göre din vardır: Tarihte sosyal bir olgu gibi yansıyan antropolojik din; bu herhangi bir dindir; putperestlik gibi bir kabile dini; özü itibariyle ilâhî olan fakat bozulmuş bir din.
Dinin, İslâm’ın amacının ne olduğunu ise, onun insana gönderilmiş olduğundan hareketle söyleyebiliriz. Beden ve ruh, duygu ve akıl, duygu ve vicdan, düşünce ve davranış gibi yapısal ve kabiliyetsel unsurlardan oluşan ademoğlunun, bütün bunlarda bir beşerî yönü ve bir insanî yönü vardır. İnsana beşerî yönü verilmiştir. İnsanî yönü ise oluşturulan, kazanılan yönüdür. Din, beşere insanî yönünü doğru, iyi ve güzel olarak oluşturması için vardır. Batılı haktan, şerri hayırdan, çirkini güzelden ayırt edebilmesine rehberlik ederek, hakkı hayırla, hak ve hayrı güzellikle birleştirmesini sağlamak için vardır.

İslâm, başta temeli iman ve ibadet esasları olmak üzere bir bütün olarak, dünya hayatına bir bakış açısı getirmeyi, dünya hayatını insana anlamlı kılmayı; bu anlamla da ahiret hayatını anlamlandırmayı insana öğretir. Dolayısıyla özünde, Allah’ı birlemeyi, O‘nun varlığını tanıtmayı; bununla insana dünyaya bakmasını öğretir. Dinin esas amacı budur.

- İslâm dini, dünyaya nasıl bakıyor, ahirete nasıl bakıyor? Dini olan ile dini olmayan ayırımına gidiyor mu? Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

- İslâm, dünyaya her şeyden önce Allah’ın eseri olarak bakmayı öğretiyor. Evren ve dünya, onlardan olan her varlık, Kur’an’da olan her söz gibi ayet olarak nitelendiriliyor. İşte İslâm, insana önce bunu öğretmek istiyor. Ancak bu dünya kitabının insan tarafından doğru okunup, doğru anlaşılması söz konusudur. İnsanın dünyevî hayatına göre, ahiretteki hayatı şekilleneceğine göre, insan ahiretten çok aslında dünyayı düşünmesi ve İslâm’a göre anlama ve anlamlandırması gerekir. İşte bu açıdan, İslâm hem din, hem dünyadır. Din ve dünya İslâm olarak aynı şeydir.

Mülk Sûresi 2. ayette Allah; "O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır..." buyuruyor. Demek ki, dünya bir imtihan yeridir. Kendi başına ele aldığımız zaman ahiret için bir vasıtadır. Nihai olarak ahiret, “Din Günü” (Yevmiddin) olduğuna göre dünya bu dine gidişin yolu, vasıtasıdır. Dünya ahiretin tarlasıdır. Dünya bu bakımdan ahiret için, din günü için anlamlı. Kur’an-ı Kerim’de, Peygamber’in sünnetinde din hakkında söylenen şeyleri dikkate aldığımız zaman ve yaşadığımız zaman bu böyledir. Çünkü ahiretin göstergeleri, prensipleri, o hayatın işaretleri zaten bu dünyada var. Ama ahiret hayatı geçici olmadığı için dünyanın ahiretten ayrılan yönü, dünyanın geçici olması, ahireti kazanmak için vasıta olmasıdır.

Esas dünyevileşme, dünyanın ne için var olduğunu, gerçek mahiyetinin ne olduğunu kavrayamamadır. Çünkü dünyanın kaybedilmesi ahiretin de kaybedilmesi sonucunu meydana getiriyor. Dinî dünyevî diye bir ayrıma gidildiğinde iki yönde de bir aşırılık söz konusu olduğundan ya dünyadan yüz çevirme veya dünyaya tapma, ahireti terk etme durumu ortaya çıkar. İşte dünyevileşme, sekülerizm denilen şey de budur. İslâm dininde bu yoktur. 

Dünyevileşme, "orta yol" olarak da belirtilen İslâm’dan, onun temel öğretilerinden az-çok sapmalardır. Müslüman, inandığı gibi yaşamaya çalışmayıp, yaşadığı gibi inanmaya devam ederse dünyevileşme süreci başlamış demektir. Bu süreç aşırı uçlara kadar giderse dünyevileşme inkar olur ki, tam dünyevileşme de budur. 

- Dünyevileşmeyi kaçınılmaz olarak gören ve modernleşme ile birlikte dinin, toplumsal hayattan ve bireysel bilinçten tecrit edileceğini söyleyen sosyolojinin öngörüsü ne derece doğrudur? 

- Bana göre, hiçbir doğruluğu yoktur. Maalesef, son iki yüzyıldır Batı‘da ortaya çıkan sosyoloji, tarih ve psikoloji öğretilerinin çoğu ve baskın anlayışları, insanı ve eşyayı merkeze alan ve tek ölçü kabul eden eşya merkezli bir dünya oluşturdu. Eşyanın insana hükmettiği bir dünya. Pozitivizmden Darvinizme, Freudçu psikanalizmden tarihselciliğe bu akımlar sonucu insanın ve toplumun tanımını üstlendiler. Maalesef, dini de tanımlamayı amaç edindiler. Burada din, ya beşerî bir illizyon, ya da beşerin bir eseridir.

Batı’yı eksen aldığımızda belki de dünyevileşme böyle bir anlam ifade eder. Diğer taraftan Kur’an’ın ilk nüzul edildiği döneme baktığımız zaman Araplarda da bu var. Aslında dinsiz olarak dünyanın anlamı budur. Eşyaya nasıl bakıyorsanız, eşyayı öylece tüketirsiniz. Bunların hepsi dünyeviliğin temel parametreleri. Sosyolojinin tanımı da böyle. Sosyolojide olayların arka planını aramamak, olduğu gibi aktarmak vardır. Çağdaş bir sosyolog; ‘sosyoloji aslında ateizmin ilmihalidir. Yani ateizmin kitabıdır’, diye tarif eder. Olduğu gibi aktarmak, tecrübe edip olduğu gibi değerlendirmek, tecrübe olunca da teorik metafizik arka planı görmemek sosyolojinin yöntemidir. Tabi bütün bunlar bir araya geldiği zaman tecrübe, tecrübeden sonra bir kazancın elde edilişi, menfaatlerin çoğalması vs. insanların kiliseye olan tepkileri insanları böyle bir şeye doğru yönlendirmiş. İnsanlar Allah‘ın fikri ve tenzili dininden kurtulmaya, egemenliğinden, kurtularak özgürleşmek dedikleri zaman, bu sefer dünyanın egemenliği, eşyanın egemenliği altına giriyorlar. Bu da Kur’an ve dinin kabul etmediği dünyevileşmedir. 

- Batı dünyası ilerlemeyi dünyevileşerek mi veyahut da dünyevileşmeyi dengeli bir şekilde gerçekleştirerek mi sağladı? 

- Bazıları Batı‘nın bilimde ve teknolojide bu seviyeye gelmelerinin sebepleri olarak dünyevileşmeyi gösteriyorlar; fakat bence bu görüş hem doğru hem de yanlıştır. Doğruluğu, Rönesans ve Reform hareketleriyle birlikte, Batı’da eğitim ve öğretim yavaş yavaş kilisenin tekelinden çıkmaya başlamasıyla açıklanabilir. Hıristiyanlığa göre bu, bir dünyevileşme sayılabilir. Yanlışlığı, daha başından beri Hıristiyanların veya kilisenin söz konusu dini, bize göre zaten yanlış bir biçimde tefsir etmelerinden kaynaklanıyor. Bu anlamda batılılar, aslında yanlıştan belki de doğruya dönmüşlerdir denebilir. Ama bu görüşün asıl yanlışlığı, meseleyi sırf dinden uzaklaşmalarıyla açıklanmasıdır. Aslında Batı‘nın bugünkü seviyeye ulaşmaları, İslâm‘ın öngördüğü bilim ve düşüncenin anlam ve mahiyetinin önemini kavramak ve bu doğrultuda bilimsel ve düşüncevi faaliyetleri gerçek anlamıyla müessese haline, devlet ya da hükümet siyaseti haline getirmeye borçlular.

- Sayın hocam, geri kalmışlığın, İslâm dini ile bir ilgisi var mı? İslâm dini ile bir ilgisi yoksa, İslâm dünyasının geri kalmışlığının sebepleri nedir?

- Bence bunun arkasında başka nedenler var. Bu da, bir zihniyet bozulmasıdır veya benlik bozulmasıdır. İslâm dünyasında bu zihniyet bozulması bir anda oluşmuş bir şey değil, zamanla oluşmuş bir şeydir. Batı’nın Orta Çağ dediği devirlerde, bugün de herkesin kabul ettiği gibi, İslâm medeniyeti ve dünyası altın çağını yaşıyordu. İslâm terakkiye mani olsaydı o zaman da olurdu. Fakat o devrin Müslüman bilginleri, hem İslâm hem dünya açısından ilerlemenin ne olduğunu iyi hesap edebildikleri için buna uygun bir zihniyet yapısı ve çalışmayla medeniyet tarihinde çok önemli bir sayfa açmışlardır. Bugün bizim sorgulamamız gereken şey, dinimiz değil, zihniyetimizdir. Şimdi öyle bir zihniyet yapısına sahibiz ki, ne dinimizin ruhunu ve akliliğini kavrayabiliyoruz ne de dünyayı kavrayabiliyoruz.

İslâm dünyasının geriliğinin daha başka sebepleri olmakla birlikte esas sebebi, ilim kavramı etrafındaki yanlışlardır. Eskiden İslâm dünyasında üç gözden bahsedilirdi: Duygu gözü, akıl gözü ve kalb gözü. İlim denen şey bu üç gözün birlikte açıklığıyla tanımlanırdı ve kesin doğruluğu kanıtlanana ilim denirdi. Şimdi sorun, bunlardan biri veya ikisi açık olsa bile, öbürü kapalıdır. Bunun için de zan, malumat ve rey ilminin önüne geçmiştir. Geri kalmışlığımızın sebeplerini özellikle burada aramamız gerekmektedir.

Dünyayı kavrayamazsan dini de kavrayamazsın. Bu çelişkili gibi görülebilir ama, iç içe olan şeydir. Dünyayı kavramak demek Kur’an’ı iyi kavramak demektir. Kur’an’ı iyi kavramak demek dünyayı iyi kavramak demektir. Mesela: Rahman suresinde 19-20. ayette, "İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmazlar." buyurulur. Bu ayet benzer şekilde Furkan suresi 53. ayette de geçer. Şimdi eski tefsirlere bakalım der ki: İman ile küfür birbirine karışmaz. Acaba Kur’an-ı Kerim, sadece iman ile küfrün karışmadığını mı söylüyor? Burada acaba bir doğa olayına işaret yok mu? Denizden bahsediyor, sudan bahsediyor, neden hep bunu metafizik yorumluyoruz? Kaptan Kusto deniz çalışmalarında bunları keşfedince dünya hayret etti ve Kur’an-ı Kerim’de de anlamını biz daha iyi anlamıyor muyuz şimdi? Başka bir ayette "Biz demiri gökten indirdik" geçiyor. Bugün demirin oluşumunu bilmeden bu ayetin ne demek istediğini anlayamayız. Dünya ile ilgili bilgilerimiz artıkça Kur’an-ı Kerim’i anlamamız daha da derinleşecektir. İşte bu anlamda din-dünya ayrımı yok, yaklaşım biçimi böyle olmalıdır. Kur’an-ı Kerim‘in manevî bir kitap olduğu doğru, ama aynı zamanda dünya kitabıdır. Seni doğaya yöneltiyor, incele diyor, düşün diyor, salim akıl ile, şartlanmamış akıl ile düşünmeyi öğütlüyor. 

Bu zihin var ama, bir zaman sonra İslâm dünyasında eğitime, bilime hakim olamamış, bilim adamlarına tefsirci olsun, matematikçi olsun hakim olamamış. İşte burada belirli bir zaman sonra zihniyet kırılması başlıyor. Bununda tabi siyasî, psikolojik nedenleri var. İslâm dünyası büyüdüğü zaman ilk üç yüzyılda benzetecek olur isek, bugünün Amerikası gibi her zenginlik, her türlü güç, kültürel zenginlik, maddî zenginlik hepsi onun elinde. Bir doygunluk hali yaşıyor. Birtakım zihinler atıl duruma geliyor. Bu sefer yenileşmeyi ve geleneği sürdürememe başlıyor. İslâm dünyasında mesela tefsire bakıyoruz o sınırlı kalan zihniyet 12. yüzyıldan 13. yüzyıldan sonra ağır basınca din ilimlerine ilişkin gelenek sürdürülüyor. Biri haşiye yazıyor, şerh yazıyor, öteki telhis yazıyor. Bir fıkıh kitabının on tane farklı kimseler tarafından, farklı devirlerden yorumu var. Yani o fıkıh geleneği canlı yaşıyor, ben buna karşı değilim. Ama keşke bu şerhcilik, haşiyecilik, telhiscilik diğer doğa bilimleri diyebileceğimiz, fen bilimleri diyebileceğimiz eserler üzerinde de yapılsaydı da gelenek öldürülmeseydi. Bugün Biruni’nin matematik kitabının herhangi bir şerhi yok, hiçbir açıklaması yok. Veya İbn’ül Heysem‘in Kitabu’l Menazir’i bugünkü modern optiğin temelidir. Batılılar bunu Latince‘ye tercüme etmiş hatta sahte isimle kendi eserleri gibi sunmuşlardır. Burada demek istediğim bu gelenek bizde ölüyor. Dünyayı anlama ilimlerini biz belirli bir süre sonra öldürmüşüz. 

- Dinin, hayatımızdan uzaklaştırılmasının dünyevileşmeye götürdüğünü, bunun için akl-ı selim ile dine dönmek, Kur’an’dan uzak kalmamak, dini iyi ve doğru anlamak gerektiğini söylediniz. İlave etmek istediğiniz başka bir şey veya bir mesajınız var mı? 

- En iyi mesaj, "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışmak", bu hadis-i şerif bence, en güzel sözdür, mesajdır. Din adına dünyayı unutmamak lazım, dünya adına dini unutmamak lazımdır. Aslında, dinimizin aklın doğruluğu, dünyada olup bitenlerin akliliği ve doğruluğu iyi kavrandığı zaman bu tür sorular anlamsız olur. Bu tür soruların arka planında, dünyada olup biten her şey doğru, iyi ve faydalıymış gibi varsayımların var olduğunu zannediyorum. Fakat herkesin bildiği gibi aslı böyle değildir. İslâm’ın öğretileri bize göre aklen ve ilmen doğrudur. Modern dünyada olan doğru ve faydalı şeylerle İslâm’ın ortaya koyduğu doğruların çatışması söz konusu değildir ve olamaz. Yeter ki biz, hem dini hem dünyayı birlikte doğru bir şekilde anlayabilelim. Dinin, yani İslâm’ın kendisi insana ve dolayısıyla dünyaya ait ilâhî bir öğretidir. İnsanların yanlışlarını din ile onaylayıp, onaylatamayız. Hatalar, yanlışlar insana aittir. Din yani İslâm, bunları düzeltmek için vardır; yoksa Müslümanların dünyevileşme yanlışlıklarıyla düzeltilmek için var değildir. Aksi olsaydı, dinin var oluşunun anlamı olmazdı.

Dinin dünyayla ters düşmesi düşünülemez; ancak yanlış veya eksik din anlayışıyla, yine aynı şekilde yanlış bilim, tarih, toplum yani kısaca dünya anlayışlarıyla din-dünya tersliği, zıtlığı ortaya çıkarılmaktadır. Bu ayrımı yapmamak lazımdır. Geri kalmışlığımızın sebebi olarak dinin hiç ilgisi yoktur. Mazereti dinde aramamak lazımdır. Dinin ontolojik varlığı yani insandaki fıtratın varlığı veya tekvini din, tenzili din, yani İslâm ile bütünleştirilebildiğinde zaten bizi sürekli ilerlemeye, yeniliğe, doğru koşmaya yöneltecektir. Hadiste de deniliyor ki: "İki günü aynı olan zarardadır." Her gün çalışmak ve her gün yeni bir mesafe kat etmek; işte bunu yakalamak lazım. Din anlayışının bu olması lazım. Dünya aşağı olan bir varlıktır. Ulvî olan, müteal olan değildir. Dünya sadece bir araçtır. Dönüş O’nadır. 

- Sayın hocam, verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ediyorum.
- Ben teşekkür ederim.