Biyografi Ara!

Binlerce biyografi keşfedilmeyi bekliyor

Mehmet Ali Aybar

TİP ve SDP Genel Başkanı

Sayfayı paylaş
İlgili Kategoriler
Mehmet Ali Aybar
Mehmet Ali Aybar      (1908)-(1995)
TİP ve SDP Genel Başkanı
hukukçu, akademisyen

5 Ekim 1908 tarihinde İstanbul'da doğdu. Galatasaray Lisesi'nden sonra İstanbul Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. 

Aynı fakültede anayasa hukuku asistanı, hukuk doktoru ve devletler hukuku doçenti oldu. 1946'da yazıları nedeniyle doçentlik görevine son verildi. 

Aynı yıl Demokrat Parti' den (DP) milletvekili adayı oldu, ancak seçilemedi. 

Önce Hür, sonra Zincirli Hürriyet gazetelerini çıkardı ve buralardaki yazıları nedeniyle 1949'da 3 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırıldı. 1950'deki genel afla serbest bırakıldı. 

İki yıl sonra avukatlığa başladı. 

1962 yılında TİP genel başkanlığına getirildi. 1965 ve 1969 genel seçimlerinde İstanbul milletvekili seçildi. 

Aynı dönemlerde Sovyetler Birliği'nin Çekoslovakya'yı işgaline karşı çıktı. "Türkiye’ye özgü sosyalizm” şeklinde ifade ettiği sosyalizm anlayışını savundu. Bu görüşlerine karşı çıkanlar arasındaki anlaşmazlığın büyümesi üzerine 1969 yılında genel başkanlıktan, 1971'de de parti üyeliğinden istifa etti. 

1975 yılında Sosyalist Devrim Partisi'ni kurdu. Bu parti, 12 Eylül 1980'de diğer partilerle birlikte kapatıldı.

ABD'nin Vietnam'daki savaş suçlarını yargılamak üzere oluşturulan Uluslararası Russei Mahkemesi'ne yargıç olarak seçildi.

10 Temmuz 1995 tarihinde İstanbul'da tedavi edildiği Florance Nightingale Hastanesi'nde kalp yetmezliği sonucu vefat etti. 

ESERLERİ:

1.Bağımsızlık, Demokrasi, Sosyalizm (1968)
2.12 Mart'tan Sonra Meclis Konuşmaları (1973)
3.Örgüt Sorunu (1979) 


Sporcu Aybar 

Gençlik yıllarında sporda gösterdiği başarılarıyla tanındı. 1928-35 arası Türk Milli atletizm takımında yer aldı. Bu dönemde 100 ve 200 metre bayrak yarışlarında Türkiye rekorları kırdı. 1931'de Balkan şampiyonu oldu. 4 X 100 bayrak takımının başarılı koşucuları arasındaydı.


HAKKINDA YAZILANLAR

Boğaz'daki Aşiret 
Mahmut Çetin 
Biyografi Net Yayınları 

"Boğaz'daki Aşiret" başlığı ister istemez "Boğaz Neresi" ve "Aşiret Kim" sorularını akla getiriyor. Evet Boğaz, bildiğimiz Boğaziçi. Genelde kırsal kesimle alakalı bir kavram olan aşiret kelimesi ise Boğaziçi"nde bir kast oluşturan büyükçe bir ailenin tarihini anlatırken hassaten seçildi. Bir sülale tarihi diyebileceğimiz Boğaz'daki Aşiret yer yer Türk Solu tarihi, yer yer de Batılılaşma Tarihi'nin belirli dönemlerini resmediyor. Aileler arasında evliliklerle kurulan bağların, sanata, ticarete, eğitime, bürokrasiye ve giderek bir yabancılaşma zihniyeti şeklinde hayata nasıl yansıdığı eserdeki ipuçları yardımıyla daha iyi görülecektir zannediyoruz. 

Boğaz'daki Aşiret, dört büyük ailenin birbirleriyle irtibatından oluşur. Eser bu sebeple dört bölüm olmuştur. Aile büyüklerinin asıl isimleri seçilerek de Konstantin'in Çocukarı, Detrois'in Çocukları, Sotori'nin Çocukları, Topal Osman Paşa - Namık Kemal kanadı bölümleri ortaya çıktı. 

Boğaz'daki Aşiret! şenlikli bir kitap. Ali Fuat Cebesoy'dan Nazım Hikmet'e, Oktay Rifat'tan Refik Erduran'a, Rasih Nuri İleri'den Ali Ekrem Bolayır'a, Zeki Baştımar'dan Sabahattin Ali'ye, Numan Menemencioğlu'ndan Abidin Dino'ya uzanan ilginç akrabalık zinciri. 

"Boğaz'daki Aşiret"in, batılılaşma tarihinde oynadığı roller... 

Kimlerin kimlikleri, Çıldırtan çizelgelerle soyağaçları. Ve dipnotlar! Onlar hiç bu kadar sevimli olmamışlardır.


HAKKINDA YAZILANLAR

Deniz Gezmiş'ten Yaşar Kemal'e Portreler
Oral Çalışlar
Çağdaş Yayınları

Deniz Gezmiş, Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Yılmaz Güney, Mehmet Ali Aybar, Sabahattin Ali, Fikret Otyam, Panayot Abacı, Lefter ve... Bu kitapta onların öykülerini okuyacaksınız. Bütün bu portrelerin, bir dönemin güzel bir resini vereceğine inanıyoruz. Bazılarını yakından tanıdınız, bazılarının adını ise hiç duymadınız. Onlar bizi bize anlatıyor. Bir dönemin tanıklığını da içeren bu portreleri beğeneceğinizi umuyoruz.


HAKKINDA YAZILANLAR

"Babamın kızı olarak saldırılardan payımı aldım"
Lale Tayla 
Radikal 2 Kasım 2002 

Bir Siyasal Düşünür Olarak Mehmet Ali Aybar yayımlandıktan hemen sonra Güllü Aybar, babasının kızı olmanın zorluklarını, ODTÜ kantinindeki nefret ve hayranlık dolu bakışları, bugünkü politik durumu Lale Tayla'ya anlattı.

Kesinlikle mesaj kaygısı taşıdığımdan değil ama röportaj konularını seçerken, bazen (korkmayın her zaman değil) bir şeyler bir şeylere bağlansın diye, (daha güzel ifade edecek olursak, gençlerin gözünde, dün bugüne bağlansın diye) yakın tarihe göndermeler yapan konulara kayıyor gönlüm. Yakın tarih derken de, çok çok yakın ama sanki çok çok uzakmış gibi duran tarihten söz ediyorum. TİP'in (yani bir zamanlarki TİP'in) kurulması, TBMM'ye 15 milletvekili göndermesi ve bölünmesi konusunda genel kültür çalışması yapmak isteyenler için bu haftaki okuma ödeviniz Barış Ünlü'nün piyasaya taze çıkmış kitabı Bir Siyasal Düşünür Olarak Mehmet Ali Aybar, olabilir mesela. Mehmet Ali Aybar'ın kızı, Güllü Aybar'ı, üniversite yıllarından ODTÜ'nün Mimarlık kantininden hatırlıyorum. O günler, bütün sol fraksiyonların, hem sağcılarla - ki Allah'tan ODTÜ'de bulunmazlardı - hem de birbirleriyle kıyasıya mücadele ettikleri dönemdi. Eh, doğal olarak, kantin de oldukça heyecan verici bir forum alanına dönüşmüştü. İşte böylesi bir ortamda, güzelliği, havası ve "cool"luğu ile hayran bakışları toplardı üstünde Güllü Aybar. Hatta, bu röportajı yapacağımı bilen ODTÜ'lü bir erkek arkadaşım, "Diğer kantinlerden onu görmeye gelirlerdi," dedi. Ama bakın, Güllü Aybar, o kantini nasıl hatırlıyormuş. Hayat bazen gerçekten çok garip! 

AYBAR'IN KIZI OLMAK: 

Babanızın kızı olmak zor muydu? 

Bir çok bakımdan zordu. Bir kere babamla benim elli yaş filan farkımız var. Dolayısıyla babamın neredeyse torunu olabilecek yaştayım ama kızıyım. Torunu olsaydım mesela, daha çok tolerans gösterirdi. Halbuki bizde kıskançlık, merak, aşırı üstüme düşme vardı. İkincisi, tam yetişme yaşlarında, ben ortaokuldayken, Ankara'ya taşındık. Babam milletvekili seçildi. Ve ondan sonra sürekli Anadolu gezilerindeydi. İlk defa gittiğimiz Ankara'da, annemle birlikte tek başımıza kaldık. Gazeteden haberlerini okurduk. Akhisar'da taşlı sopalı saldırılara uğradı, Diyarbakır'da bilmem ne oldu, diye. Bu yüzden, endişeli ve yalnız zamanlardı, o zamanlar. Öbür taraftan da, o kadar şahane bir erkek modeliydi ki, daha sonraki hayatımda, kurmaya çalıştığım ilişkilerde, bunun bana çok etkisi oldu! 
Hayal kırıklığı mı? 

Yapıcı bir etkisi olmadı diyebiliriz! Öyle bir modelden sonra! 

Anneniz kaç yaşındaydı siz doğduğunuzda? 

Babamla annemin sekiz yaş farkı var. Beni doğurduğunda annem 42 yaşındaymış. Aslında çocuk istemiyorlarmış ama herhalde tam iş işten geçerken fikir değiştirmişler. Babam çok çocuk severdi. Çocuklar da onu severdi dolayısıyla. 

TORUN SEVGİSİ: 

Torununu gördü mü? 

Gördü. Çok çok severdi onu. Katmerli torun sevgisi! Mesela, iki - üç yaşlarındayken, Memo'ya parka gitme sözü vermiş. Ama meğer o gün Uğur Mumcu ile evinde randevusu varmış. Mumcu'yu evde bırakıp, taksiyle bize geldi. Memo'ya kendi izah etti. "Sana söz verdim ama mühim bir işim çıktı, kusura bakma," diye. Böyle birisiydi yani. Telefonda söylemek bile içine sinmiyordu. Ben hamileyken, evliliklerinin kırkıncı yılında, annemi kaybettik. Sonra babam çok sıkıldı yaşamaktan. Annemden sonra yaşamak istemedi.. Memo'nun doğumu müthiş bir doping oldu onun için. Bypass olmaya kalktı mesela, hiç öyle şeyleri ciddiye almazken. Müthiş keyifli bir dede -torun ilişkisi yaşadılar. Ama, Memo büyüyüp, bilgisayara filan dadanınca, yavaş yavaş, aralarına bir mesafe girdi. Bu babama çok tesir etti. 

Nasıl öldü? 

Babam birkaç defa kalp krizi geçirdi. Bu, sonra kalp yetmezliğine dönüştü. Aile hastalığı! Ama hiç kendine bakmazdı. İlaçlarını almazdı. Yediğine içtiğine hiç dikkat etmezdi. Onu taşır, bunu taşır. Fırlar gider, yokuş tırmanır. Çok haklı olarak da, "Adam gibi yaşayıp ölürüm. Üç gün daha yaşamak için çaba sarf etmeye değmez," derdi. Daha sonra, babamın evinde yangın çıktı. Yalnız yaşıyordu. Balkonda oturduğu için, ne koku ne duman, hiçbir şey fark etmemiş. Mutfak ve salonu tamamen yok oldu. Bu, onu çok etkiledi. Çok mutsuz oldu. Bana geldi kalmaya. Çok yakınız ama, hep evine dönmek istiyor. Kitaplarına, odasına... Evinden çıkmak zorunda kalmak, o yaşta zor geldi. O yangından tam bir ay sonra öldü. 20 gün bende kaldı. Sonra bir anda ateşi yükseldi. Bilincini kaybetti. Hastaneye kaldırdık. Yoğun bakımda, bir iki gün içinde kendine geldi. Çünkü almadığı ilaçlarını verdiler ona. Gayet iyi oldu. Ama hep uyumaya başladı. Doktorlara soruyorum, "Uyku ilacı mı veriyorsunuz? Niye böyle yapıyor?" diye." Patolojik bulguları çok iyi, fakat iyileşmeyi istemesi lazım. Bize hiç yardım etmiyor," dedi doktor. Birkaç gün içinde bizi bırakıp gitti. 86 yaşındaydı. Sıkılmıştı ve öyle istedi. 

Politik anlamda da karamsarlığa kapılıp, ümidini kaybetmiş miydi? 

Hayır. Çok enteresandır, tavır olarak, bağlanış olarak, son güne kadar solu birleştirme çabasından hiç vazgeçmedi. Hep toplantıdaydı. Ya kendi düzenledi ya da düzenlenen toplantılara gitti. Her ılımlı bakanı, başkalarının tenkitleri pahasına yanına aldı. Bu bakımdan çabasını hiç bırakmadı. Ama öbür yandan da, en azından kendisinin görmeyeceğini biliyordu.. 
"Aleni bir boy friend'im vardı" 

Aslında Mehmet Ali Aybar'ın kızı olmanın zorluklarını sorarken, politik bir zorluğu kastetmiştim. Örneğin 70'lerin ikinci yarısındaki ODTÜ bütün fraksiyonların birbiriyle mücadele ettiği bir dönemdi. Herkes birbirini etiketliyor, hatta suçluyordu. "Maoist", "revizyonist" diye. Politik bir kimliğin kızı olmak size bir ağırlık bindirdi mi? 

Tabii ki bindirdi. Ben ortaokul ve lisedeyken -Tevfik Fikret Lisesi'nde okudum- bütün okul arkadaşlarım Adalet Partili bakanların oğulları, kızlarıydı. Adalet Partisi iktidardaydı ve Türkiye İşçi Partisi'nin 15 milletvekili çıkardığı dönemdi. Yine de hepimiz çocuktuk ve arkadaştık. Ama hep şakayla karışık benim lakabım, "komünistin kızı"ydı. Ama ODTÜ'ye girdiğimde, babam İşçi Partisi'nden istifa etmişti ve "güler yüzlü ve Türkiye'ye özgü, özgürlükçü sosyalizm" kavramlarını ortaya atmıştı. Bendeniz, bu defa da "revizyonistin kızı" olmuştum. Yani her halükarda istenmeyen birinin kızıydım. Farklı açılardan da olsa. Ama geçenlerde komik bir şey oldu. Bir sergide, uzun zamandır görmediğimiz ODTÜ'lü bir arkadaşımıza rastladık. Eski günlerden laf açılınca, etraftakilere "Ben Güllü'yü kantinde ilk gördüğümde, 'Vaay bu ne kız!' demiştim," gibi iltifatkar şeyler söyledi. O kadar garip ki, benim o kantine her girişimde hissettiğim şey, nefretti. Hadi nefret demeyelim ama, bugünün moda deyimiyle, negatif enerji... 

Ama İşçi Partili tipler de vardı kantinde... 

Evet ama, onlar ikinci TİP'tendiler. Borancı yani... Ben hep Aybar'ın kızıydım. Bir de üstelik düzgün giyinirdim. Yani postal değil, hush-puppy giyerdim ayağıma. Parka değil de palto giyerdim falan. Haa, bir de aleni bir boy friend'im vardı. O zamanlar "devrim olmadan sevişilmez, devrim olmadan eğlenilmez" günleriydi! Abartıyorum tabii ama aşağı yukarı durum buydu ve ben herkesin gözünün dikeniydim sonuç olarak. 

O boy friend İlhan İrem miydi? 

Hayır. Bu bahsettiğim, uzun sürmüş bir ilişkiydi. ODTÜ İdari'den birisiydi. İlhan İrem ilişkisi de zaten basında abartılmış bir şeydi. Yine o zaman, babamın kızı olduğum için gazetelere, dergilere düşüldü. Ama ne zannedildiği kadar uzun sürmüş ne de zannedildiği kadar ciddi sürmüş bir ilişkidir. O da tamamen babama karşı reaksiyonun ve can acıtma hikayelerinden birisidir. Anladım ki onun sinirine dokunuyor, bir kere çıkacağıma üç kere çıktım. 

Hissettiğinizi söylediğiniz bu negatif ilgiyi babanızla ya da annenizle paylaşmış mıydınız?

Hayır, babam da, annem de bilmedi. Belki tahmin etmişlerdir. Bu durumun üzerimde baskısı tabii ki vardı ama hayatımızın bir gerçeğiydi bu. Babam hak etmediği onca saldırıya uğradı hayatı boyunca, ben de onun kızı olarak, devede kulak, kendi payıma düşeni yaşadım. 

"Anneme çok iyi baktı" 

Annenizin Mehmet Ali Aybar'ın karısı olmakla ilgili sorunları var mıydı?

Annem, çok özel, çok kişilik sahibi ama kendini ikinci plana almayı kabul etmiş bir kadın. Çok güzel bir kadınmış. Arnavutköy Amerikan Kız Koleji mezunu. Sonra Amerika'da Wellesly College'a gitmiş. Arnavutköy'de beden eğitimi hocalığı yaptı yıllarca. Varlıklı bir aileden geliyor. Çok farklı tercihleri olabilecekken babamla hayatı tercih etmiş. Çok güzel bir ilişkileri vardı. Ankara'da, bahsettiğim zorlukları benden katmerli yaşamış bir kadın. Gözle görülmeyen ama hissedilen çok büyük bir aşkları vardı. Babam, annem öldükten sonra -ki hastaydı annem, babam ona inanılmaz derecede baktı- bir buçuk sene, her gün çiçek alıp, mezarına gitti. Bebek'teki bütün çingeneler, çiçekçiler filan hala ben mezara gideceğim zaman babamı hatırlayıp, bana parasız çiçek verirler. "Annene, babana götür," diye. 

Peki siz aktif olarak politikaya girdiniz mi?

Kendimi bildim bileli yoğun politik bir ortamın içinde yaşamaktan ötürü, her zaman mesafeli durdum politikaya. 

Bu bir tepki miydi? 

Muhakkak. Zaten günlük hayatımız, misafirlerimiz, aile hayatımız hatta tatillerimiz bile bir şekilde politikayla iç içeydi. Bu ortama tepki olsa gerek, hiçbir zaman aktif olarak, politikayla ilgilenmedim. Yoksa çok küçük yaştan itibaren, tartışmaları takip eder, evdeki kitapları okurdum ve de hep babama hayrandım. Ama bir militan olarak, pozisyon almayı hiç istemedim. Sadece reaksiyonla da açıklanmaz herhalde. Yaradılışla da ilgili bir şey. 

Yaşadığınız korku ve endişeler karamsarlığa kapılmanıza neden oldu mu? 

Hayır, karamsarlığa kapılmadım. Çünkü babam haklıydı ve o yaşlarda, haklıların sonunda kazanacağına inanırdık. Ama şimdi baktığımda hüzünlüyüm... Çünkü babam, eylem adamı olmasının yanı sıra, çok önemli bir siyaset bilimcisi. Teorilerinin doğruluğu yaşarken ispatlandı. Ama onun, şanssızlığı, "Türk aydını" ile muhatap olması, yalnızlığı! Gorbaçov gidip Çekoslovakya'dan özür diledi ama bizde kimse çıkıp, "Aybar haklıydı," demedi. Ama asıl önemlisi, kendisi hiçbir zaman çıkıp, "Gördünüz mü, ben haklıydım!" demedi. Korku ve endişe diye sordunuz. Belki rüyalarım, bilinçaltıma attığım korkularımla ilgili olabilir. Hayatım boyunca aşağı yukarı aynı kabusları gördüm. Ev çevriliyor... Işıkları kapatalım, kaçalım... Ev karardı, camlar kırıldı... Birisi kapıyı kurcalıyor...! 

"Behice Boran'la ani ayrıldılar" 

TİP'in bölünmesi babanızı çok üzmüş olmalı. Ölmeden önce Behice Boran'la ilişkisi nasıldı? 

Ölmeden önce Behice Hanım zaten yurt dışındaydı. Yaşadıkları çok sert bir ayrılıştı. Babam için büyük bir hayal kırıklığıydı. İşçi Partisi'nde beraber çalışırken, aynı zamanda çok sevgili dostlarıydı onlar babamın. Her akşam, ya onların evinde ya bizim evde buluşulurdu. Keyifli rakı sofraları olurdu. Kocası Nevzat Hatko, babamın balıkçılık arkadaşıydı. 
Nasıl oldu ayrılık? 

Çok fazla onunla ilgili konuşmak istemiyorum ama birdenbire oldu. Akabinde, babam kalp krizi geçirdi zaten. Anlayamadı, anlam veremedi. Bir gün öncesine kadar "Çok haklısın," diyenler, üç gün sonra aleyhinde tebliğ verdiler. Çok büyük bir hayal kırıklığı oldu. 

Amerika'nın Vietnam'da işlediği suçları araştırmak üzere Bertrand Russel başkanlığında kurulan komisyondaki yargıçlardan biri de babanızdı. Vietnam'a gitti. O günlere ilişkin neler hatırlıyorsunuz? 

O da, bizim için korku dönemlerinden bir tanesiydi. Havaalanında karşılamaya gittiğimizde, uçaktan çıkmayabilirdi. Öylesine gittik ve bekledik. Aslında hava saldırıları sırasında yaşadığı komik şeyler de olmuş. Hanoi'de yolların kenarında tek kişilik sığınaklar yapmışlar. Lağım kapağı gibi de kapakları varmış. Kapağı kaldırıp, içine atlıyorsun, hava saldırısının geçmesini bekliyorsun. Bizimkilere de öğretmişler bunu. Hakikaten hava saldırısı olmuş. Babam bir kapağı kaldırmış, içine bir atlamış ki belinden yukarısı dışarıda. Tabii çukurlar Vietnamlılar'ın kendi boy ortalamalarına göre olduğu için, babama birkaç boy küçük gelmiş. Öylece beklemiş saldırının geçmesini. 
* * * 

"OLMAYAN GÜNCEL SANAT PİYASASI" 

Mimarlık mezunusunuz. Şu anda ne iş yapıyorsunuz?

Üniversiteden sonra Paris'e gittim. İki sene kaldım. Döndükten sonra evlendim. O arada bir süre mimarlık işleri yaptım. Çocuğum oldu. Ayrıldıktan sonra Urart Sanat Galerisi'nde çalışmaya başladım. On sene, oranın yöneticiliğini yaptım. Geçen sene de istifa ettim oradan. İstifamın muhtelif sebepleri vardı ama "olmayan" bir güncel sanat piyasasında pazarlamacı konumunda bulunmak, beni bitirdi. Gerçek bir piyasa olmayınca, eş dost ilişkisiyle işi yürütmek çok yordu beni. Galiba zamanla pentüre karşı olan heyecanımı da kaybettim. Çünkü değil Türkiye'de, dünyada bile yeni bir şey çıkmıyor. Ama ona mukabil bir kaşık suda ne fırtınalar kopuyor! "Ben ne yapıyorum, neye hizmet ediyorum?" diyorsun, o zaman da! Bıraktım o işi. Şimdi ise ODTÜ'lü mimar ve sanatçı arkadaşım Yılmaz Aysan'la beraber televizyon için, plastik sanatlar ve tasarım haberleri programı hazırlığı içindeyiz.

Zengin ailelerin koleksiyonculuğa başlaması piyasayı hareketlendirdi diye duyarız. 

Zengin ailelerin istediği eski resim. Eski resimleri niye istiyorlar? Hem ciddi bir yatırım, müzayedede alıyorlar şanları yürüyor, hem de bakınca anlıyorlar, çiçek mi böcek mi! Ama güncel resim çok az satılıyor. Koleksiyoncu sayısı da çok az. Bazen dekorasyonun bir uzantısı olarak alınıyor resimler. Eh, dekorasyon bitince, duvar da dolunca... Mesela benim ilk galericilik yaptığım '83 yılında, çağdaş resim modası vardı. Komet Paris'ten yeni gelmişti. Erol Akyavaş'ın modası vardı. Bebek'te bir galeride çalışıyordum. Çok iyi gezilirdi, kokteyller dolar taşardı, resimler satılırdı. Sonra bütün kültür olaylarında olduğu gibi onun da modası bitti. Modası olduğu dönemde, birisi gelip bana "Mavi resim var mı?" deyince, ben onu kovabilirdim. Sonradan 90'larda filan kendim telefon açıp, "Çok güzel mavi resimlerimiz geldi, perdelerinize uygun," demeye başladım. 


"DEHAP'A OY VERECEĞİM, AMA..." 

Şu andaki politik durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Korkunç. Çıkar yol yok. Çıkar yol derken, CHP'yi, Kemal Derviş'i kastetmiyorum. Mesela ben, DEHAP'a oy vereceğim. Ama çok sembolik bir oy. DEHAP'ın başa gelmesi ihtimali olsa, iyi bir Türkiye mi olacak? Hiç zannetmiyorum. Meclise girdikleri zaman, meclisteki varlıkları çok şey mi değiştirecek? Onu da zannetmiyorum. Ama sembolik olarak onlara oy vereceğim. En azından demokrasi adına. 

Babanızla ilgili bir çalışma içinde olduğunuzu söylemiştiniz. Biraz bahseder misiniz? 

Babamın yayına hazır ama yayımlanmamış bir iki kitabı vardı. İletişim Yayınları'yla bağlantı kurduk. Şimdilik ilk kitap çıktı. Marksizm ve Sosyalizm Üzerine Düşünceler diye. Bundan sonra bir iki proje daha var. Şimdi bazı yayımlanmamış eserleri yayımlamayı sonra da daha önceden dağınık olarak yayımlanmış eserleri topluca yayımlamayı düşünüyoruz. Tarih Vakfı'yla birlikte de her sene babamın doğum günü olan 5 Ekim'de Aybar'ı anma sempozyumu düzenliyoruz. Bu sene altıncısı düzenlendi. Bir de eski TİPliler'in yaptığı bir toplantı var. Onlar da doğum gününe denk getiriyorlar. Böyle iki faaliyetimiz var. Bunun da tek sebebi onu gençlere tanıtmak.