Biyografi Ara!

Binlerce biyografi keşfedilmeyi bekliyor

İmamı Gazali

Hüccetül İslam (İslam'ın İspatlayıcısı)

Sayfayı paylaş
İlgili Kategoriler
İmamı Gazali
İmamı Gazali
kelam ve ahlak alimi
Hüccetü'l-İslam (İslam'ın İspatlayıcısı)


Asıl adı Ebu Hamid Muhammed olan İmam-ı Gazali Hazretleri Horasan bölgesinde Tus şehrinin Gazale köyünde 1058 yılında doğdu. İslam dünyasında Hüccetü'l-İslam (İslamın ispatlayıcısı) olarak tanınan İmamı Gazalî, Selçuklu döneminde yaşamış, İslama yönelen hücumlara, dine yapılan taarruzlara karşı müdafaalarda bulunmuş, dinin anlaşılması için tartışmaya açılmış olan meselelere çözümler getirmiş bir müceddiddir, dinin yenileyicisidir. 

İmamı Gazalî'nin İslam eğitim ve ahlakı üzerinde getirmiş olduğu yenilik, İslamın özünden uzaklaşma yoluna girmiş olan Müslümanları ahlakî eğitime tabi tutmuştur. En mühim eseri olan İhyâu Ulûmi'd-Din, başta iman ve ibadet olmak üzere, ahlak sahasında çok ciddî bir hizmet görmüş, dokuz asırdır tazeliğinden bir şey kaybetmemiştir. 

İmam-ı Gazalî'yi halka tanıtan hacımca küçük, fakat tesiri bakımından büyük olan eseri Eyyühe'l-Veled olarak bilinen ve dilimizde Ey Oğul şeklinde bilinen eseridir. 1111 yılında vefat etti. 


HAKKINDA YAZILANLAR

GAZALÎ

İslâm âlimlerinin büyüklerinden. İsmi Muhammed bin Muhammed bin Muhammed bin Ahmed’dir. Künyesi Ebû Hâmid, lakabı Huccet-ül-İslâm ve Zeyneddîn’dir. Gazâlî nisbesiyle meşhurdur. Müctehîddi. İctihâdı, Şâfiî mezhebine yakın olduğundan, Şâfiî mezhebinde sanılır.

İran’ın Tûs şehrinin Gazal kasabasında 1058 (H.450)de doğdu. Babası fakir ve sâlih bir zâttı. Âlimlerin sohbetlerinden hiç ayrılmazdı. Elinden geldiği kadar, onlara yardım ve iyilik eder ve hizmetlerinde bulunurdu. Âlimlerin nasihatını dinleyince ağlar ve Allahü teâlâdan kendisine âlim olacak bir evlâd vermesini yalvararak isterdi. Babası yün eğirip, Tus şehrinde bir dükkanda satardı. Vefâtının yaklaştığını anlayınca, oğlu Muhammed Gazâlî’yi ve diğer oğlu Ahmed’i hayır sâhibi ve zamânın sâlihlerinden bir arkadaşına, bir miktar mal vererek vasiyet etti ve ona dedi ki:

“Ben kendim, âlim bir kimse olamadım. Bu yolla kemâle gelemedim. Maksadım, benim kaçırdığım kemâl mertebelerinin, bu oğullarımda hâsıl olması için yardım etmenizdir. Bıraktığım bütün para ve erzakı, onların tahsîline sarf edersin!”

Arkadaşı vasiyeti aynen yerine getirdi. Babasının bıraktığı para ve mal bitinceye kadar, onların yetişme ve olgunlaşmaları için çalıştı. Sonra onlara; “Babanızın, sizin için bıraktığı parayı tahsil ve terbiyenize harcadım. Ben fakirim param yoktur. Size yardım edemeyeceğim. Sizin için en iyi çâreyi, diğer ilim talebeleri gibi medreseye devâm etmenizde görüyorum.” dedi. Bunun üzerine iki kardeş medreseye gittiler ve yüksek âlimlerden olmak saâdetine kavuştular.

İmâm-ı Gazâlî, çocukluğunda fıkıhtan bir miktarını kendi memleketinde okudu. Sonra Cürcan’a gitti. İmâm Ebû Nasr İsmâilî’den bir müddet ders aldı. Sonra Tûs’a döndü. Cürcan’dan Tûs’a dönerken başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır: “Bir grup yol kesici karşımıza çıktı. Yanımda olan her şeyimi alıp gittiler. Arkalarından gidip kendilerine yalvardım. Ne olur işinize yaramayan ders notlarımı bana verin. Reisleri; “Onlar nedir? Nasıl şeylerdir?” diye sorunca; “Onları öğrenmek için memleketimi terk ettim, gurbetlere gittim. Filan yerdeki birkaç tomar kağıtlardır.” dedim. Eşkıyâların reisi güldü; “Sen o şeyi bildiğini nasıl iddiâ ediyorsun, biz onları senden alınca ilimsiz kalıyorsun.” dedi ve onları bana geri verdi. Sonra düşündüm, Allahü teâlâ yol kesiciyi beni îkâz için o şekilde söyletti, dedim. Tûs’a gelince üç yıl bütün gayretimle çalışarak, Cürcan’da tuttuğum notların hepsini ezberledim. O hâle gelmiştim ki, yol kesici önüme çıksa, hepsini alsa, bana zararı dokunmazdı.”

Memleketinde geçirdiği bu üç seneden sonra, tahsiline devâm etmek için o zamânın büyük bir ilim ve kültür merkezi olan Nişâbur’a gitti. Zamânın büyük âlimlerinden olan İmâm-ül-Harameyn Ebü’l-Meâlî el-Cüveynî’nin talebesi oldu. Üstün zekâsını ve çalışkanlığını gören hocası ona yakın alâka gösterdi. Burada usûl-i hadîs, usûl-i fıkıh, kelâm, mantık, İslâm hukuku ve münâzara ilimlerini öğrendi. Ebû Hâmid er-Rezekânî, Ebü’l- Hüseyin el-Mervezî, Ebû Nasr el-İsmâilî, Ebû Sehl el-Mervezî, Ebû Yûsuf en-Nessâc gibi devrin büyük âlimleri belli başlı hocalarıdır.

Nişabur’da tahsilini tamamlayınca, büyük bir ilim ve edebiyât hâmisi olan Selçuklu vezîri üstün devlet adamı Nizâmülmülk’ün dâveti üzerine Bağdat’a gitti. Nizâmülmülk’ün topladığı ilim meclisinde bulunan zamânın âlimleri, İmâm-ı Gazâlî’nin ilminin derinliğine ve meseleleri îzâh etmekteki üstün kâbiliyetine hayran kaldıklarını îtirâf ettiler. O zaman ortaya çıkan sapık fırkaların mensupları, onun yüksek ilmi ve en zor, en ince mevzuları en açık bir şekilde anlatması, hitâbet ve îzâh etme kâbiliyetinin yüksekliği, zekâsının parlaklığı karşısında perişân oluyorlar ve tutunamıyorlardı. Bu sırada otuz dört yaşında bulunan İmâm-ı Gazâlî’nin İslâmiyete yaptığı büyük hizmetleri gören Selçuklu veziri Nizâmülmülk, şimdiki tâbirle, onu Nizâmiye Üniversitesi rektörlüğüne tâyin etti. Bu üniversitenin başına geçen İmâm-ı Gazâlî, üç yüz seçkin talebeye lüzumlu olan bütün ilimleri öğretti. Yetiştirdiği talebelerin had ve hesabı yoktu. Ebû Mansûr Muhammed, Muhammed bin Es’ad et-Tûsî, Ebü’l-Hasan el-Belensî, Ebû Abdullah Cümert el-Hüseynî talebelerinin meşhurlarındandır. Bir taraftan da kıymetli kitaplar yazan İmâm-ı Gazâlî ilim ehli, devlet adamları ve halk tarafından büyük bir muhabbet ve hürmet gördü. Şöhreti gün geçtikçe arttı. Nizâmiye Üniversitesinde bulunduğu yıllarda, Kitâbü’l-Basît fil-Fürû, Kitâb-ül-Vesît, El-Veciz, Meâhiz-ül-Hilâf adlı kitaplarını yazdı.

Ayrıca İsmâiliyye adındaki sapık fırkanın görüşlerini çürütmek için Kitâbu Fedâihil-Bâtınıyye ve Fedâil-il-Müstehzariyye adlı eserini yazdı. Yine bu sırada Rumcayı öğrenerek felsefecilerin sapıklığını ortaya koymak için eski Yunan ve Lâtin filozoflarının kitaplarının aslı üstünde üç sene titizlikle incelemeler yaptı. Bu incelemeleri esnâsında ve netîcesinde felsefecilerin maksatlarını açıklayan Mekâsid-ül Felâsife kitâbı ile felsefecilerin görüşlerini reddeden Tehâfüt-ül-Felâsife kitâbını yazdı. Avrupalı filozoflar, o asırda dünyânın tepsi gibi düz olduğunu iddiâ ederek, ilimlerini ve felsefelerini böyle yanlış bilgiler üstüne kurarken, İmâm-ı Gazâlî dünyânın yuvarlak olduğunu, karaciğerde kanın zehir ve mikroplardan temizlenip tâzelendiğini, safra ve lenfle zararlı madde eriyiklerinin burada kandan ayrıldığını bu işte dalağın, böbreklerin ve safra kesesinin rollerini, kanın madde miktarlarındaki oranın değişmesi ile sıhhatin bozulacağını, bugünkü fizyoloji kitaplarında yazdığı gibi, delillerle ispat etti. Ayrıca diğer fen ilimlerinde de Avrupalıların bilmedikleri doğru bilgilere kitaplarında yazıp yer verdi.

İmâm-ı Gazâlî felsefecilerle ilgili bu çalışmalarını El-Munkızu Aniddalâl kitabında şöyle anlatmaktadır:

“İşte şimdi filozofların ilimlerinin hikâyesini dinle: Onları birkaç sınıf, ilimlerini de birkaç kısım hâlinde gördüm. Onlara, çokluklarına ve eskileri ile yenileri arasında doğruya yakınlık ve uzaklık farkına rağmen, küfür ve ilhâd damgasını vurmak lâzımdır. Filozoflar fırkalarının çokluğuna ve çeşitliliğine rağmen, Dehriyyûn, Tabîiyyûn ve İlâhiyyûn olmak üzere üç kısma ayrılırlar. Dehriyyûn sınıfı eski filozoflardan bir zümredir. Yaratıcının varlığını inkâr ederler, bunlar zındıktır. Tabîiyyûn; bunlar da âhiretin mevcûdiyetini kabul etmediler. Cennet’i Cehennem’i, kıyâmeti ve hesâbı inkâr ettiler. Bunlar da zındıktır. Üçüncü sınıf olan İlâhiyyûn, daha sonra gelen filozoflardır. Bunlar ilk iki sınıfı red etmişlerse de kendilerini bid’at ve küfürden kurtaramamışlardır.” Üçüncü kısımdan olan bu filozoflar, kendilerinden önce gelenlerin yanlışlarını açık seçik göstermek ve bir yaratıcının olduğunu söylemekle berâber peygamberlere inanmadıkları için küfürde kalmışlardır. Çünkü küfürden kurtulmak için peygamberlere ve onların bildirdiklerine inanmak da şarttır.

Gazâlî’nin felsefecilerin görüşlerini çürütmek ve îtikâdlarına, felsefe karıştıran sapık fırkalara cevap vermek için yaptığı bu çalışmasını işiten bir takım kimseler, onu felsefeci zannetmişlerdir. Bunun sebebi, felsefe ile tefekkür arasındaki mühim farkı bilmemek olabilir. Felsefeciler aklı rehber edinmişlerdir. Mütefekkirler ise aklı kullanmakla berâber, akla da rehber olarak peygamberleri ve onların bildirdiği îmânı almışlardır. Göz için ışık ne ise, akıl için îmân odur. Işık olmayınca göz göremediği gibi îmân olmayınca akıl da doğru yolda yürüyemez. İmâm-ı Gazâlî, filozof değil müctehiddir. Zâten İslâmiyette felsefe ve filozof olmaz. İslâm âlimi olur. İslâm dîninde felsefenin üstünde İslâm ilimleri, filozofun üstünde de İslâm âlimleri vardır.

İmâm-ı Gazâlî, bu çalışmalarından sonra, yerine kardeşi Ahmed Gazâlî’yi vekil bırakarak Nizâmiye Üniversitesindeki görevine ara verdi ve Bağdat’tan ayrıldı. Çeşitli ilmî çalışmalar ve seyâhatler yaptı. Şam’da kaldığı iki yıl içinde en kıymetli eseri İhyâu-Ulûmiddîn’i yazdı. Daha sonra Kudüs’e gitti. Burada Bâtınî denilen sapık fırkaya karşı Mufassıl’ul-Hilâf, Cevâb-ul-Mesâil ve Allahü teâlânın Esmâ-i Hüsnâ denilen isimlerini anlatan El- Maksad ül-Esmâ adlı eserini yazdı. Kudüs’te bir müddet kaldıktan sonra hacca gitti. Haccını müteakiben Bağdat’a döndü. Nizâmiye Üniversitesinde, Şam’da yazdığı İhyâ’sını kalabalık bir talebe kitlesine ders olarak okuttu. Bu seferki tedris hayâtı uzun sürmedi. Doğduğu yer olan Tûs’a gitti. Burada yine Bâtınîlere karşı Ed-Dercülmerkûm kitabı ile El-Kıstâs-ul-Müstakîm, Faysal-ut-Tefrika, Kimyâ-ı Seâdet, Nasîhât ül-Mülûk ve Et- Tibr-ul-Mesbûk adlı kıymetli eserlerini yazdı. On sene kadar süren bu hizmetlerinden sonra Selçuklu veziri Fahr-ül-Mülk’ün ricâsı üzerine bir müddet daha Nizâmiye Üniversitesinde ders verdi. Tasavvufu anlatan Mişkât-ül-Envâr adlı eserini de bu sırada yazdı.

İmâm-ı Gazâlî’nin tasavvufta mürşidi, Silsile-i zehebin büyüklerinden olan Ebû Ali Fârmedî hazretleridir. Onun huzûrunda kemâle geldi. Zâhir ilimlerinde eşsiz âlim olduğu gibi, tasavvuf ilimlerinde (evliyâlık ilimlerinde) de mürşid (yol gösterici) oldu. Her iki ilimde, Peygamberimizin vârisi oldu. Kısa bir müddet daha Nizâmiye Üniversitesinde ders verdikten sonra doğduğu yer olan Tûs’a döndü. Elli beş sene gibi kısa bir ömür süren İmâm-ı Gazâlî, ömrünün son yıllarını Tûs’ta geçirdi. Burada evinin yakınına bir medrese ve bir de tekke yaptırdı. Günleri insanları irşâd etmekle geçti. Elli yaşını aştığı bu sıralarda El-Munkızu Aniddalâl, fıkhın kaynaklarına (Usûl-i fıkha) dâir El-Mustesfâ ve selef-i sâlihîne (Ehl-i Sünnet îtikâdına) tâbi olmayı anlatan İlcâmü’l-Avâm an İlm-il-Kelâm adlı eserlerini yazdı.

Tuğrul Bey, Alparslan ve Melik Şahın devirlerini yaşadı

İmâm-ı Gazâlî’nin yaşadığı devirde İslâm âleminde siyâsî ve fikrî bakımdan büyük bir kargaşalık hüküm sürüyordu. Bağdat’ta Abbâsî halîfelerinin hâkimiyeti zayıflamaya yüz tutmuştu. Bunun yanında Büyük Selçuklu Devletinin sınırları genişliyor ve nüfûzu artıyordu. İmâm-ı Gazâlî bu devletin büyük hükümdârları Tuğrul Beyin, Alparslan’ın ve Melik Şahın devirlerini yaşadı. Melik Şahın kıymetli veziri Nizâmülmülk, hem savaş meydanlarında zaferler kazanıyor, hem de o zamânın parlak ilim ocakları olan İslâm üniversitelerini açıyordu. İmâm-ı Gazâlî 23 yaşındayken doğuda Hasan Sabbah ve adamları, sapık yollardan olan İsmâiliyye fırkasını yaymaya çalışıyorlardı. Mısır’da Şiî Fâtımî Hânedânı çökmeye başlamış, Avrupa’da ise Endülüs İslâm Devleti gerilemeye yüz tutmuştu. Mukaddes toprakları Müslümanlardan almak için ilk Haçlı seferleri de İmâm-ı Gazâlî zamânında başlamıştı. Bunlardan birincisi olan Haçlı seferine katılan Haçlılar, Anadolu Selçuklu Hükümdârı Birinci Kılıç Arslan’ın üstün gayret ve kahramanlıklarına rağmen 600 binden 40-50 bine düşmek pahasına da olsa, Anadolu’yu geçmiş, Torosları aşmış, Antakya’yı ve bir yıl sonra da Kudüs’ü ele geçirmişlerdi (1096). 

İslâm âlemindeki bu siyâsî karışıklıkların yanında bir de fikir ve düşünce ayrılıkları vardı. Bütün bunlar; Müslümanların birliğini doğrudan doğruya askerî kuvvetle ve ilim yoluyla yıkamayan iç ve dış düşmanların, halk arasında bozuk ve sapık fikirleri yayabilmeleri için çok uygun bir zemin teşkil ediyordu. Müslümanlar arasında îtikât birliği sarsılmış, düşünce ve fikirlerde ayrılıklar meydana gelmişti. Bir taraftan eski Yunan felsefesini anlatan kitapları okuyarak yazılanları İslâm inançlarına karıştıranlar, diğer taraftan Kur’ân-ı kerîmin âyetlerinin mânâsını değiştirerek ve kendi bozuk düşüncelerini katarak açıklamaya kalkışan Bâtınîler ve Mûtezile ile diğer fırkalar İslâm îtikâdını bozmaya çalışıyorlardı. Bunlara karşı Ehl-i sünnetin müdâfaasını üslenmiş olan İslâm âlimlerinin başında aklî ve naklî ilimlerde zamânın en büyük âlimi, müctehid ve asrın müceddîdi olan İmâm-ı Gazâlî geliyordu. O, bir taraftan kıymetli talebeler yetiştirdi, bir taraftan da sapık fırkaların bozuk inançlarını çürütmek ve Müslümanların bunlara aldanmamaları için okuyacakları kıymetli kitaplar yazdı. Üç yüz binden fazla hadîs-i şerîfi râvileriyle ezbere bilen ve Hüccetül-İslâm adıyla meşhur olan İmâm-ı Gazâlî, İslâmın yirmi temel ilmi ile bunların yardımcıları olan müsbet ilimlerde de söz sâhibiydi. Hadis ve Usûl-i Hadîs ilimlerinde ilim deryâsı olan bu büyük âlimin kitaplarında mevdu hadîs var diyerek, İmâm-ı Gazâlî’de eksiklik aramak, ilmin hakîkatını, İslâm âliminin derecesini bilmemektir. Zamânında yaşayan ve sonra gelen âlimler onun kitaplarını senet kabul etmişler ve netîcede İmâm-ı Gazâlî’nin kitaplarını ancak mezhepleri kabul etmeyenlerin dinde reform yapmak için uğraşanların beğenmediklerini bildirmişlerdir.

İmâm-ı Gazâlî hazretleri H.505 (M.1111) yılının Cemâzilevvel ayının 14. Pazartesi günü büyük kısmını zikir ve tâat ve Kur’ân-ı kerîm okumakla geçirdiği gecenin sabah namazı vaktinde abdest tazeleyip namazını kıldı, sonra yanındakilerden kefen istedi. Kefeni öpüp yüzüne sürdü, başına koydu: “Ey benim Rabbim, Mâlikim! Emrin başım gözüm üzere olsun.” dedi. Odasına girdi. İçeride, her zamankinden çok kaldı. Dışarı çıkmadı. Bunun üzerine oradakilerden üç kişi içeri girince, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin kefenini giyip, yüzünü kıbleye dönüp, rûhunu teslim ettiğini gördüler. Başı ucunda şu beytler yazılıydı: 

Beni ölü gören ve ağlayan dostlarıma,
Şöyle söyle, üzülen o din kardeşlerime: 

“Sanmayınız ki, sakın ben ölmüşüm gerçekten,
Vallâhi siz de kaçın buna ölüm demekten.” 

....... 

Ben bir serçeyim ve bu beden benim kafesim.
Ben uçtum o kafesten, rehin kaldı bedenim. 

....... 

Bana rahmet okuyun, rahmet olunasınız.
Biz gittik. Biliniz ki, sırada siz varsınız.

....... 

Son sözüm olsun, “Aleyküm selâm” dostlar.
Allah selâmet versin, diyecek başka ne var? 

İmâm-ı Gazâlî hazretleri, kendisini mezârın içine Şeyh Ebû Bekr en-Nessâc koysun, diye vasiyet etmişti. Şeyh bu vasiyeti yerine getirip mezardan çıktığında hâli değişmiş, yüzü kül gibi olmuş görüldü. Oradakiler “Size ne oldu?.. Niçin böyle sarardınız, soldunuz efendim?..” dediler. Cevap vermedi. Israr ettiler, gene cevap vermedi. Yemin vererek tekrar ısrarla sorulunca, mecbur kalarak şunları anlattı:

“İmâmın nâşını mezâra koyduğum zaman, Kıble tarafından nurlu bir sağ elin çıktığını gördüm. Hafiften bir ses bana şöyle seslendi. «Muhammed Gazâlî’nin elini, Seyyidü’l Mürselin Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi ve sellemin eline koy.» Ben denileni yaptım. İşte mezardan çıktığımda benzimin sararmış, solmuş olmasının sebebi budur. Allah ona rahmet eylesin.”

İmâm-ı Gazâlî hazretleri asrının müceddidi olup, din bilgilerinden unutulmuş olanlarını meydana çıkarmış, açıklamış ve herkese öğretmişti.

İmâm-ı Gazâlî zamânındaki devlet adamlarının ikrâm ve iltifâtlarına kavuşmuştu. Onlara zaman zaman nasihat ederek ve mektup yazarak hakkı tavsiye etmiş, Müslümanların huzûr ve refâhı için duâ etmiştir.

Bunlardan Selçuklu Sultânı Sencer’e nasihat için aşağıdaki mektubu yazmıştır:

“Allahü teâlâ İslâm beldesinde muvaffak eylesin, nasîbdâr kılsın. Âhirette ona, yanında yeryüzü pâdişâhlığının hiç kalacağı mülk-i azîm ve âhiret sultanlığı ihsân etsin.

Dünyâ pâdişâhlığı, nihâyet bütün dünyâya hâkim olmaktan ibârettir. İnsanın ömrü ise, en çok yüz sene kadardır.

Cenâb-ı Hakk’ın, âhirette bir insana ihsân edeceği şeylerin yanında, bütün yeryüzü, bir kerpiç gibi kalır. Yeryüzünün bütün beldeleri, vilâyetleri, o kerpicin tozu toprağı gibidir. Kerpicin ve tozunun-toprağının ne kıymeti olur? Ebedî sultanlık ve saâdet yanında, yüz senelik ömrün ne kıymeti vardır ki, insan onunla sevinip mağrûr olsun? Yükseklikleri ara, Allahü teâlânın vereceği pâdişâhlıktan başkasına aldanma.

Bu ebedî pâdişâhlığa (saâdete) kavuşmak, herkes için güç bir şey ise de, senin için kolaydır. Çünkü Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: «Bir gün adâlet ile hükmetmek, altmış senelik ibâdetten efdâldir.» Mâdem ki Allahü teâlâ sana, başkalarının altmış senede kazanacağı şeyi bir günde kazanma sebebini ihsân etmiştir, bundan daha iyi fırsat olamaz! Zamânımızda ise iş o hâle gelmiştir ki, değil bir gün, bir saat adâletle iş yapmak, altmış yıl ibâdetten efdâl olacak dereceye varmıştır.

Dünyânın kıymetsizliği, açık ve ortadadır. Büyükler buyurdular ki: «Dünyâ kırılmaz altın bir testi, âhiret de kırılan toprak bir testi olsa, akıllı kimse, geçici olan ve yok olacak olan altın testiyi bırakır, ebedî olan toprak testiyi alır. Kaldı ki dünyâ, geçici ve kırılacak toprak bir testi gibidir.» Âhiret ise hiç kırılmayan ebediyyen bâki kalacak olan altın testi gibidir. Öyleyse, buna rağmen dünyâya sarılan kimseye nasıl akıllı denilebilir? Bu misâli iyi düşününüz ve dâimâ göz önünde tutunuz...”


İmâm-ı Gazâlî’nin güzel sözlerinden bazıları:

Allahü teâlânın verdiği nîmeti, O’nun sevdiği yerde harcamak şükür; sevmediği yerde kullanmak ise küfrân-ı nîmettir (nîmeti inkâr etmektir).

Belâya şükretmek lâzımdır. Çünkü küfür ve günahlardan başka belâ yoktur ki, içinde senin bilmediğin bir iyilik olmasın! Allah, senin iyiliğini senden iyi bilir.

Bir sözü söyleyeceğin zaman düşün! Eğer o sözü söylemediğin zaman mesul olacaksan söyle. Yoksa sus!

Bil ki, kalple gıybet etmek, dille etmek gibi haramdır. Bir kimsenin noksanını, kusurunu başkasına söylemek doğru olmadığı gibi, kendi kendine söylemek de câiz değildir.

Sabır insana mahsustur. Hayvanlarda sabır yoktur. Çünkü çok noksandırlar. Meleklerin ise sabra ihtiyâcı yoktur. Çünkü çok kâmildirler.

Allahü teâlânın, her yaptığımızı her düşündüğümüzü bildiğini unutmamalıyız. İnsanlar birbirinin dışını görür. Allahü teâlâ ise, hem dışını, hem içini görür. Bunu bilen bir kimsenin işleri ve düşünceleri edepli olur.

Aklı olan kimse nefsine demelidir ki: Benim sermâyem, yalnız ömrümdür. Başka bir şeyim yoktur. Bu sermâye, o kadar kıymetlidir ki, her çıkan nefes hiçbir şeyle tekrar ele geçmez ve nefesler sayılıdır, azalmaktadır. O hâlde bu günü elden kaçırmamak bunu saâdete kavuşmak için kullanmamaktan daha büyük ziyân olur mu? Yarın ölecekmiş gibi bütün âzâlarını haramdan koru.

Ey nefsim, sonra tövbe ederim ve iyi şeyler yaparım, diyorsan, ölüm daha önce gelebilir, pişman olup kalırsın. Yarın tövbe etmeyi bugün tövbe etmekten kolay sanıyorsan, aldanıyorsun.


ESERLERİ:

İmâm-ı Gazâlî, ömrü boyunca gece gündüz devamlı yazmış büyük bir İslâm âlimidir. O kadar çok kitab yazdı ki, ömrüne bölününce, bir güne on sekiz sahîfe düşmektedir. Eserlerinin sayısının 1000’e ulaştığı, Mevdûât-ul-Ulûm kitabında bildirilmektedir. Bunlardan 400’ünün isimleri Şeyh Ebû İshak Şîrâzî’nin Hazâin kitabında yazılıdır.

Eserleri üstünde Avrupalılar geniş ve uzun süren incelemeler yapmışlardır. Bunlardan P. Bouyges adlı müsteşrik Essaie de Chronologie des Oeuvres de al-Ghazâli adlı eserinde İmâm-ı Gazâlî’nin 404 kitabının ismini vermiştir. Meşhur müsteşrik Brockelmann da Geschichte Der Arabischen Litteratur adlı eserinde, eserlerinden 75 tânesinin listesini vermiştir. 1959’da dört Alman ordinaryüs profesörü, İmâm-ı Gazâlî’nin kitaplarını okuyarak, İslâm dînine âşık olmuşlar ve İmâm’ın kitaplarını Almancaya çevirerek sonunda Müslüman olmuşlardır.

Gazâlî’nin vefâtından sonra İslâm dünyâsının mâruz kaldığı Moğol felâketi esnâsında yakıp yıkılan binlerce kütüphâne içinde İmâm-ı Gazâlî’nin sayısız eseri de yok edilmiştir. Bu sebepten bugüne kadar eserlerinin tam bir listesi ve tasnîfi yapılamamış, ilim dünyâsı bu husustaki eksikliğini tamamlayamamıştır.

Eserlerinden bâzıları şunlardır:

İhyâu-Ulûmiddîn, Kimyâ-ı Seâdet, Cevâhir-ül-Kur’ân, Kavâid-ül-Akâid, Kitâb-ül-İktisâd fil Îtikâd, İlcâm-ül-Avâm an İlm il-Kelâm, Mizân-ül-Amel, Dürret-ül-Fâhire, Eyyüh-el-Veled, Kıstâs ül-Müstekîm, Tehâfet-ül-Felâsife, Mekâsıd-ül-Felâsife, El-Munkızu Aniddalâl, El-Fetâvâ, Hülâsât-üt-Tasnîf fit-Tesavvuf. (İlcâm-ül-Avâm, Eyyüh-el-Veled, El-Munkızu Aniddalâl, Durret-ül-Fâhire ve Kimyâ-ı Seâdet kitapları İhlâs A.Ş. tarafından bastırılmıştır.)

İmâm-ı Gazâlî’nin Arapça olan beş ciltlik İhyâu Ulûmiddîn kitabı 1968 senesinde Beyrut’ta Arapça ve 1974’te İstanbul’da Türkçe olarak basılmıştır. Bir cilt olan Farsça Kimyâ-ı Seâdet kitabı da, 1955’te Tahran’da, 1977’de İstanbul’da basılmıştır. Türkçeye de tercüme edilmiştir.

Büyük hadis âlimi Hâfız Zeynüddîn Ebü’l-Fadl Abdurrahmân el-Irakî, 1353 yılında İhyâ’daki hadisleri teker teker ele almış, herbirinin kaynak ve senetlerini araştırmış, bulmuş ve bunları 4 ciltlik bir eserinde toplamıştır. Bu gayretli çalışması tam 40 yıl sürmüştür. Bu eserin ismi Tahrîcü Ehâdîs-il-İhyâ’dır.

İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin en kıymetli eseri İhyâ’sıdır. Osmanlı âlimlerinden Saffet Efendi Tasavvufun Zaferi isimli eserinde, İmâm-ı Gazâlî’nin İhyâu Ulûmiddîn kitabı öyle kıymetli bir eserdir ki, Kur’ân-ı kerîmin ve Peygamber efendimizin hadislerinin mânâlarını Müslümanlara anlatmak ve Allahü teâlânın kullarına, doğru yolu göstermek, huzûr ve saâdete kavuşturan İslâm ahlâkını öğretmek için, din âlimleri olarak elimizde bundan başka hiçbir kitap bulunmasaydı, yalnız bu kitap kifâyet ederdi.


YORUM

Gazalî’nin entelektüel ve ahlakî mirasına ilişkin notlar
Hilmi Yavuz 
Zaman 29 Mart 2015

İslam’ın zihniyet tarihinin en büyük temsilcisi, hiç şüphe yok, Ebu Hâmid el-Gazalî’dir.

Bu niçin böyledir;- çünkü Gazalî, İslam’ın Hakikat epistemolojisine ilişkin birbirinden farklı kaynaklarını ayrı ayrı irdelemiş; bir başka deyişle İslam’ın entelektüel müktesebatının tümünü temellük ederek [ve her defasında bir öncekini aşarak] zihinsel bir kemâle ulaşmanın yollarını bulmaya çalışmıştır. Kelâm, Felsefe ve Tasavvuf! Gazalî, İslam’ın bu üç temel entelektüel kaynağını, Hakikatin ölçütüyle değerlendirmiş ilk Müslüman eleştirel düşünürdür;- bana göre kritik düşünce, diyalektik bir aşma’dır ve Gazalî bu anlamda İslam’da kritik düşünceyi, bir aşma [Hegel’ci anlamda bir ‘aufhebung’] olarak gerçekleştirmiş ilk filozoftur.

Bu neviden ‘aşma’lar, krizlerle gerçekleşir. Gazalî hakkında yazılmış en yeni ve kuşatıcı eserlerden biri, Frank Griffel’in ‘Al Ghazalî’s Philosophical Theology’sinde [Bu çok değerli kitap, Türkçe’ye İbrahim Halil Üçer ve Muhammed Fatih Kılıç tarafından çevrilmiş ve Klasik Yayınları’nca, ‘ilk bilgi krizi’ni, onun ‘ilimlerde elde ettiği ustalık döneminden önce’ yaşadığını ve bu ‘epistemolojik krizde hakikatin ölçütü hakkındaki bulanıklığın daha az boyutta olduğu’nu bildirmektedir. Bu ilk ve sonraki krizlerin hangi disiplinden ötekine geçerken gerçekleştiği konusu, problematiktir.] Griffel, Gazalî’nin otobiyografisine göre [‘El Munkız’] entelektüel sürecin ‘önce Kelâm, sonra Felsefe, ardından İsmailî teoloji ve nihayet sufîliğe varış’ gibi bir dönüşüm izlediğinin görüldüğünü, fakat daha doğru bir kronolojinin ‘listenin felsefeyle başlayıp tasavvuf ve İsmailîlikle devam ettiği[nin]’ yine, El Munkız’den çıkarsanabileceğini belirtmektedir.

Gazalî’nin asıl meselesi felasife [filozoflar] iledir: Tehâfüt’te felasife ve onların yolundan gidenleri eleştirirken söylediklerini, sadece felasife ve onların yaşadığı dönemlere ilişkin olarak değil, çok daha geniş ve kuşatıcı bir ahlakî bağlamda bugün yaşananlar için de geçerliliği olan argümanlar olarak okumak gerekir. Gazalî Tehafüt’te şöyle diyordu:

‘Allah korkusuyla yasaklardan sakınma [‘takvâ’] ve dindarlığın gerektirdiği sınırları aşmama konusunda gevşektiler. Bu dünyanın boş heveslerinin peşinde koşmaktan kendilerini alıkoymuyorlardı.[…]; arzularının, şan şöhret, servet ve dünyevî başarı elde etmenin peşinde sürükleniyorlardı.[…] Geniş bir ilim, mükemmel bir akıl ve keskin bir zekâya sahip olmasından dolayı entelektüel olarak mağlup edemeyecekleri birinde dindarlığa şahit olduklarında, [dindar insanların] kalplerini kazanmak ve o kişiyle ilgili tutumlarını değiştirmek için onu, amacının aldatma [‘telbis’] olduğunu ispat edecekleri bir noktaya taşıyorlardı.’

Gazalî, dikkat edilsin şunu da söylüyor: ‘Cahillik, kurtuluşa [bu insanların] hatalı zekâlarından ve bozuk akıllarından daha yakındır.’

Bu son tespit o kadar önemlidir ki burada Gazalî’nin yaptığı vurgu, ‘arzularının, şan, şöhret, servet ve dünyevî başarı elde etme peşinde sürüklen[en] ve ‘bu dünyanın boş heveslerinin peşinde koşmaktan kendilerini alakoym[ayan]’ların ‘hatalı zekâları’ ve ‘bozuk akılları’ ile cehaletten daha vahim bir konumda olduklarınadır. Gazalî, böyle olanları cahillikleri ile değil, fakat bozuk akılları ve hatalı zekâları dolayısıyla eleştirmek gerektiğini hatırlatmakta ve onların kurtuluşa [‘necât’], saf ve cahil birinden daha uzak olduklarının altını çizmek istemektedir.

İbret alınması için bir defa daha tekrarlayayım: ‘Cahillik, kurtuluşa [bu insanların] hatalı zekâlarından ve bozuk akıllarından daha yakındır.’ Keşke bazı şeylerin cehaletle yapıldığını söyleyebilseydik!



YORUM

Gazzalî: Özerklik ve ahlak
Hilmi Yavuz 
Zaman 19 Nisan 2015

İslam medeniyetinin en büyük düşünürü olan ‘muhteşem’ Gazzalî, bana göre elbet, İslam’ın ilk ve tek filozofudur.

‘İlk ve tek’ diyorum, bu, rastgele yapılmış bir değerlendirme değil: ‘Felasife’ yani Farabî, İbn Sina ve İbn Rüşd [hatta ‘felasife’ye El Kindî’yi de katabiliriz] inşa ettikleri sistemin yapısı ve formu itibariyle felsefe, ancak muhtevası bakımından İslam olduğu su götürür kimliklerdir. Gazzalî’nin Tehafüt’te İbn Sina’yı üç temel meselede [Alemin Kıdemi, Cesedin Haşri ve Allah’ın sadece Küllîleri bilebileceği meselelerinde] haklı olarak ‘Küfr’ ile itham etmesi, bu görüşleri paylaşan felasife ile birlikte elbette onlara, ‘İslam filozofu’ olarak atıfta bulunmayı mümkün kılmıyor. Dolayısıyla Büyük Gazzalî’yi, İslam’ın ilk ve tek filozofu kabul etmekte bir beis yoktur. Felasifede İslam, Aristoteles’çi bir beden üzerine giydirilmiş İslamî kılıktan ibarettir.

Gazzalî’nin felsefî düşünceleri ile olduğu kadar ahlakı ile de gerçek ve örnek ya da ideal bir mü’min kimliği ortaya koyduğuna hiç kuşku yoktur. Frank Griffel, ‘Gazalî’nin Felsefî Kelâmı’ [1] adlı o değerli kitabında el-Munkız mine’d-dalâl’daki açıklamaların paralel olarak, insan fiillerinin ahlakî değerine ilişkin değerlendirmeler[in] ön plana çıkmaya başla[dığını] ve onun el Makdisî’nin hayatından ve öğretilerinden etkilenerek yapıp etmelerini çok daha riyazetçi bir tavra dönüştürdüğünü bildirmektedir: ‘Bir kişinin ders vermek suretiyle elde ettiği gelirin meşruiyeti, Gazzalî için önemli bir mesele haline gelmişti. Şayet yemek haram yollarla kazanılmışsa haram sayılır. Bu aynı zamanda, elindeki geliri gayrimeşru bir şekilde elde etmiş bir kişinin verdiği parayla satın alınan yemek için de geçerlidir. Gazzalî, yönetici ve yardımcılarının servetinin genel anlamda gayrimeşru olarak değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamaya başlamıştır. Bağdat Nizamiyyesi, Selçuklu idaresinin toprak gelirleri ve doğrudan bağışlarıyla finanse ediliyordu.[…] Acaba okul, daha önce yapılmış binaların malzemelerinden çalınarak mı inşa edildi? Bağışlanan okulun arazisi meşru bir şekilde mi alınıp kamulaştırıldı? Hocaların maaşları, yasal sahiplerinden zorla alınmış vergi gelirleri ile mi ödendi?’

Selçuklu veziri Nizamü’l-Mülk’ün özerk konumda olan ulemâyı, devlet baremine bağlayıp devlet memuruna dönüştürerek ‘şeriat üzerine kurulu adlî mekanizmanın bir devlet mekanizması olarak çalışması’nı [2] sağlaması [Şerif Mardin, bunu ‘Nizamülmülk Darbesi’ olarak adlandırıyor], Gazzalî’yi bu bağlamda tedirgin etmiş olmalıdır. Nizamiye Medresesi’nde hocalık yapıp ayrıldıktan on bir yıl sonra, bu defa Nizamü’l-Mülk’ün oğlu ve Sultan Muhammed Tapar’ın veziri olan Ziyâu’l-Mülk tarafından yeniden ders vermek üzere dâvet edildiğinde, bu dâveti reddederek, kendisinin bu hususta mazur görülmesini istemiş ve el-Halil’de, Hz. İbrahim’in kabri başında ettiği yemine işaret ederek şunları yazmıştır: ‘En önemli mazeretim şudur: Artık [orada, Nizamiye’de] hayatımı kazanamayacağım, zira sultandan hiçbir şekilde para [mâl] kabul edemem ve Bağdat’ta [geçimimi sağlayacağım] hiçbir mülküm [milk] de yok. Şayet iktisad ederek mütevazı bir şekilde yaşanacaksa, Tûs’ta sahip olduğum arazi şu nâçiz bedenime ve çocuklarıma yeter.’

Zihinsel özerklik ve ahlak arasındaki Müslümanca bağlamın inşasına, Gazzalî’nin muhteşem katkısı budur: Nizamiye medresesinde devlet memuru olmayı red [zihinsel özerklik] ve sultandan maaş almayı, sultanın gelirinin gayrimeşru olduğu gerekçesiyle red [Müslüman ahlakı]!

Ne mutlu bize ki, din-i mübînimizin tarihinde böyle müstesna ve örnek kimlikler var…

[1] Frank Griffel, Gazalî’nin Felsefî Kelâmı, çev: Halil İbrahim Üçer ve Muhammed Fatih Kılıç, Klasik Yayınları, İstanbul, 2012. Bu eseri okurlarıma özellikle tavsiye ederim.

[2] Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset [Makaleler 1 içinde bkz. ‘Türk Toplumunu İnceleme Aracı Olarak “Sivil Toplum”’], İletişim Yayınları, İstanbul, 1992.