Biyografi Ara!

Binlerce biyografi keşfedilmeyi bekliyor

İmamı Azam

Hanefi Mezhebi Kurucusu

Sayfayı paylaş
İlgili Kategoriler
İmamı Azam
İmamı Azam
Hanefi Mezhebi Kurucusu
fıkıh ve kelam bilgini
İmamı Azam Ebu Hanife
Tam adı Ebu Hanife En-Numan Bin Sabit
İmamı Azam (En Büyük İmam)


İmamı Azam, İslam'ın hukuk öğretisi fıkhı sistemleştirdi. Dört mezhepten biri olan Hanefiliği kurdu.

Kadılığı ısrarla reddederek siyasetten uzak durdu. Yönetenlerin baskılarına uğradı, hapiste vefat etti.

Kurduğu mezhep İslam toplumlarınca kabul edildi. Arap ülkeleri, Türkiye, Balkanlar, Hindistan, Pakistan, Çin ve Orta Asya'da yayıldı.

Ebu Hanife, İrak'ın düşünce merkezlerinden biri olan Küfe'de doğdu. Tüccar olan babasını izleyerek ipek ticaretine atıldı ve alışverişteki dürüstlüğüyle ün yaptı. Bu işten sağladığı düzenli ve yüksek gelirin büyük bölümünü hayır işlerine ayırarak özellikle bilginlerin elinden tuttu.




Doğumu Nesebi ve Künyesi

İmamı Azam Ebu Hanife, 699 tarihinde (H. 80) Kufe'de doğdu.

İslam'a tam gönül vermiş abid bir kişiydi.

Iraklılar arasında "Hanife" denilen bir divit ve yazı hokkasını devamlı yanında taşırdı. Bu yüzden kendisine "Hanife" denildi.




İlmi ve Yetişmesi

Ebu Hanife Kufe'de yetişti. Gençliğinde kumaş ticaretiyle uğraştı. Bu ticaret onu ilimle uğraşmaktan alıkoymadı. Onu ilme teşvik edenin Şa'bi olduğu rivayet edilmektedir.

Ebu Hanife pek çok ilim halkasına katıldı. Dğerli zatlardan ilim aldı. Onun en uzun süre hocalığını Hammad ibnu Ebi Süleyman yaptı.

İmamı Azam Ebu Hanife'nin ilmi, hocası vasıtasıyla dört büyük sahabeye dayanmaktadır.

Şöyle ki; Hz. Peygamber'in vefatından sonra Kufe'ye yerleşmiş olan Ali ibnu Ebi Talip ve Abdullah ibnu Mes'ud'dan ilim alan Mesruk ibnul-Ecda (Ö. 63), Alkame ibnu Kays (Ö. 62) ve Şureyh (Ö. 80)'den Şa'bi ve İbrahim en-Nehai (Ö. 96) ders aldı.

Onlardan da Hammad ibnu Ebi Süleyman vasıtasıyla Ebu Hanife ilim aldı.

Ebu Hanife ayrıca Abdullah ibnu Abbas'ın kölesi İkrime ve Abdullah ibnu Ömer'in azatlı kölesi Nafi vasıtasıyla adı geçen sahabelerin ilimlerinden istifade etti. Mekke fatihi Ata ibnu Ebi Rebah (Ö. 114)'tan da uzun süre ders aldı.

Çok sayıda hadisi şerif ezberleyen Ebu Hanife büyük bir hakim ve fikir adamı olarak yetişti. Üstün bir aklı ve herkesi şaşırtan bir zekası vardı. Fıkıh ilminde benzeri olmayan bir dereceye yükseldi.




Ders Vermeye Başlaması

İmamı Azam Ebu Hanife, 18 yıl boyunca kendisinden ilim öğrendiği hocası Hammad'ın en sevdiği talebelerinin başında geliyordu. Çünkü o, üstadının söylediklerini en iyi öğrenen talebesiydi. Bu yüzden hocası ders halkasının önünde, kendi hizasında ondan başkasının oturmasını yasaklamıştı.

Hammad'ın herhangi bir sebepten dolayı şehir dışında olduğu zamanlarda Ebu Hanife, kendisine vekaleten ders verirdi. Hatta fıkhi meselelerde sorulan sorulara cevap verirdi. Hocası Hammad geldiğinde o sorulara verdiği cevapların çoğunu tasdik ederdi.

Kufe'nin müftüsü olan hocası Hammad vefat edince, arkadaşları onun yerine oğlu İsmail'i geçirmek istediler. Fakat Hammad'ın oğlunun şiire, gece meclislerine, hikayeye düşkün olduğunu görünce, Ebu Hanife'nin ders vermesi hususunda ittifak ettiler. O da kabul etti.

Ebu Hanife zühd ve takvasıyla, üstün zekasıyla kendini etrafındakilere kabul ettirdi. Zamanla şöhreti arttı, mecliste en geniş halkaya sahip oldu.

İmamı Azam'ın tedris faaliyetinde dikkat ettiği en önemli hususlardan biri, talebeleriyle istişare yapmaktı. Onlarla istişare etmeksizin kendi başına bir içtihatta bulunmazdı. Müminler için nasihatta bulunurken katı davranmazdı.

Talebesi Züfer'den nakledilen şu rivayet de onun sabit fikirli olmadığını ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir.

Züfer şöyle der: "Ebu Hanife'nin derslerine devam ederdik, Ebu Yusuf ve Muhammed ibnu Hasan da bizimle birlikte okurlardı. Biz Ebu Hanife'nin görüşlerini yazardık. Bir gün Ebu Hanife, Ebu Yusuf'a hitaben: "Ey Yakub vay haline! Benden her işittiğini yazma. Ben bugün böyle düşünüyorum. Yarın onu bırakabilirim. Yarınki görüşümü ertesi gün terk edebilirim" dedi.

Yine onun: "Bu bizim söyleyebildiğimiz en güzel sözdür. Kim bizim sözümüzden daha doğru bir söz getirirse, o hakikate bizimkinden daha yakındır" dedi.

"Senin bu verdiğin fetvalar doğruluğunda hiç şüphe olmayan hakikatler midir?" diye sorulunca: "Bilmiyorum belki de yanlışlığında hiç şüphe olmayan yanlıştır" şeklinde karşılık verdi.

Bütün bunlar onun serbest fikirli ve uzak görüşlü bir şahsiyet olduğuna, verdiği hükümlerle de kimseyi sınırlamadığına işaret etmektedir.

Nitekim kendinin hocalarına, talebelerinin de kendine karşı zaman zaman farklı hükümler verdikleri görülmektedir.




Sünnet ve Hadis Konusundaki Tutumu

İmamı Azam Ebu Hanife'nin hadis ve sünneti teşri kaynağı olarak kabul etme konusunda diğer imamlardan farkı yoktur. O şöyle der: "Resulullah (s.a.s.)'in üzerinde konuştuğu her şey, biz duyalım, duymayalım, başımız ve gözümüz üstündedir. Buna inandık ve bunun Resulullah (s.a.s.)'in söylediği gibi olduğuna şehadet ederiz." (Ebu Hanife, el-Alim, sh. 27)
Ebu Hanife'nin istidlal kaynaklarını sayarken önce Allah'ın kitabına sonra Resulullah'ın sünnetine baktığı, sonra da sahabe kavlinden dilediğini tercih ettiği rivayet edilir. Kitap ve sünnette bulamadığı bir hususu son olarak sahabe kavillerinde araştırmakta, bunların dışındaki görüşleri bağlayıcı saymamaktadır.

Ebu Hanife, hadise muhalefet ithamlarını bizzat kendisi reddetmiştir. Rivayetlere göre bir meselede kendisine hadise muhalefet ettiği bildirilince, dayandığı hadisi zikrederek: "Allah, Resulüne muhalefet edene lanet etsin. Allah onunla bize ikram etti, bizi onunla kurtardı" demiştir.

Ebu Muti el-Belhi anlatıyor: "Bir gün Kufe camiinde Ebu Hanife'nin yanında oturuyordum. İçeriye Süfyanu's-Sevri, Mukatil ibnu Hayyan, Hammad ibnu Seleme, Caferu's-Sadık ve diğer alimler girdi. Ebu Hanife'yle konuşarak: "Bize ulaştığına göre, sen dinde çok kıyas yapıyormuşsun. Bu yüzden senin için endişeliyiz. Çünkü ilk kıyas yapan iblistir" dediler.

Ebu Hanife onlarla Cuma sabahından öğle vaktine kadar münazara ederek görüşünü arz etti ve şöyle dedi: "Ben önce Allah'ın kitabıyla, sonra Resulünün sünnetiyle amel ederim. Daha sonra sahabenin üzerinde ittifak ettiği hükümleri, ihtilaf ettiği hükümlere takdim ederim. Ancak bundan sonra kıyas yaparım." Bunun üzerine hepsi kalkarak Ebu Hanife'nin elini öptüler ve: "Sen alimlerin efendisisin" dediler."

Ebu Hanife'nin hadis ve sünnete bağlılığını bunların dışında da birçok rivayet teyit etmektedir.




Sahabe Sözü ve Uygulaması Konusundaki Tutumu

İmamı Azam Ebu Hanife, Kur'an ve sünnetten sonra sahabe kavlini bağlayıcı görüyor, fakat kendine bunlar arasında tercih yapma hakkı tanıyordu. Ebu Hanife bu tercihi bazen şahıslar arasında, bazen de rivayetler arasında yapıyordu. Ebu Mutı' el-Belhi ile Ebu Hanife arasında geçtiği rivayet edilen şu konuşma bu konuda dikkat çekicidir. Ebu Mutı' ona: "Şayet senin görüşün Ebu Bekir'inkine zıt düşerse ne yaparsın?" diye sordu. O da: "Bu takdirde onun görüşünü alıp kendi görüşümden vazgeçerim. Yine Ömer'in, Osman'ın, Ali'nin görüşleri karşısında böyle yaparım. Ebu Hureyre, Enes ibnu Malik, Semure ibnu Cundeb hariç Hz. Peygamber'in bütün sahabilerinin görüşlerini kendi görüşlerime tercih ederim."

Ebu Hanife'nin Ebu Hureyre'yle birlikte bazı sahabileri müstesna tutmuş olması, onlardan rivayet almadığı şeklinde anlaşılmamalıdır. Çünkü Ebu Hanife'nin Ebu Hureyre'den nakledilen hadislerle kıyası terk ettiği meşhurdur. Zaten kendi de bu sahabilerden nakledilen rivayetleri değil, onların kendi görüşlerini müstesna tutmaktadır.




Beşeri Kanunlar ve Uygulayıcıları Karşısındaki Tavrı

Siyasi yapıda İslam'ın gün geçtikçe daha geri planlara itilerek, yerine saltanatın getirdiği beşeri unsurların hakim kılınması, Emevi idaresinin özellikle son yıllarında zirveye ulaşır. Bu, İslam'ın insanı ilgilendiren bütün alanlarda esas ve tek ölçü olması gerektiği hakikatinin idrakinde olmamaktan başka bir şey değildi. Diğer bir ifadeyle Müslümanlıklarını her vesileyle vurgulayan yöneticiler, Allah'ın hükümlerine şartsız itaat anlamına gelen İslam'ın siyasi boyutunu ihlal edip, itaatlerini sadece kişisel bazı ibadetlere münhasır kılıyorlardı. Ancak, İslam'ı yegane ölçü olarak almadıkları yönetimlerini halk nezdinde meşrulaştırmak ve halkın itaatini kazanabilmek için alimleri araç olarak kullanma politikalarını sürdürüyorlardı. Şüphesiz bu politikaya kananlar ve sırf iyi niyetlerinden dolayı böyle bir oyuna alet edildiklerinin farkına varamayanlar olmuştu. Ancak bazı şahsiyetler, yönetim işinde geri plana itilen İslam'ı bütün muhtevasıyla ortaya koyup, onun gerektirdiği itaatin alanlarını her şeye rağmen ifade etmekten çekinmediler. Siyasi ve askeri güçlerine rağmen, yöneticiler bu şahsiyetlerin söz ve tavırları karşısında korkulu rüyalar gördüler. Hiçbir zaman sayıları kesin olarak ifade edilemeyecek kadar çok olan, ancak coğrafyanın ve zamanın değişimine bağlı olarak genellikle tek kalan bu şahsiyetler arasında İmamı Azam da vardı.

Emevi ve Abbasi idarelerinin uygulamalarına bizzat tanık olan Ebu Hanife, zühd ve takvası sayesinde yönetimin maşası olmaktan kendini canı pahasına koruyabilmiş bir şahsiyettir. Kulların hakkını gözetmede kusur etmekten korktuğu için Emeviler kadar Abbasiler tarafından da ısrarlı şekilde teklif edilen kadılık görevini ve diğer şahsi menfaatlerin hepsini geri çevirmiştir.

Ebu Hanife, içinde bulunduğu şartlarda resmi görev almanın İslam'ı temsil etme ve uygulamaya aktarma imkanı sağlayamayacağını iyi fark eder. Bu nedenle resmi görev almanın, meşru olmayan işlere maşa olmaya neden olacağı kanaatine varır. Bu düşüncesini de hiçbir yoruma mahal bırakmayacak şekilde ifade eder. Bu manada kendinden çok değerli hediyeler karşılığında bazı isteklerde bulunan sultanı kastederek şunları söyler: "Eğer benden Vasıt mescidinin kapılarını saymamı isteseydi, onu bile kabul etmezdim. O halde nasıl olur da bir adamı idam etmek için hüküm vermemi ister ve bu hükümle onun boynunu vurmasına vesile olurum. Ben böyle bir hükmü ihtiva eden kararın altını nasıl mühürlerim! Vallahi ben böyle bir işe ölünceye kadar giremem."

Devlet görevini kabul etmesi için değişik tekliflerle ve en önemlisi işkencelerle karşısına çıkanlara söylediği şu sözleri ise İslam'ı temsilinin önemli bir örneğidir: "Allah'a yemin ederim ki, bu işi kendi arzumla kabul etmiş olsam bile, yine de size istediğiniz anlamda yaranamayacağım. Nerede kaldı ki zorla, istemeye istemeye teklifinize muvafakat edeyim. Herhangi bir hususta vereceğim karar sizin arzularınızın hilafına olabilir. O zaman bana kızarsınız. Kızınca da beni Fırat nehrinde boğdurmak istersiniz. Boğulurum, fakat kararımı yine değiştirmem."




Vefatı

767 (H.150) tarihinde Bağdat'ta vefat etti.

Ebu Hanife'nin, halife Ebu Cafer el-Mansur'un kadılık teklifini kabul etmeyince kırbaçlandığı ve hapse atıldığı kaynaklarda zikredilmektedir. Fakat onun hapisteyken mi, yoksa hapisten çıktıktan sonra mı öldüğü ihtilaflıdır. Bazı kaynaklarda hapisteyken gördüğü aşırı işkenceler sonucu güçsüz düştüğü ve vefat ettiği bildirilmektedir. Ebu Hanife'nin hapisten çıktıktan sonra, zehirlenerek öldürüldüğü hususunda da rivayetler vardır. Hatib el-Bağdadi: "Sahih olan onun hapisteyken öldüğüdür" diyor. Bağdadi'den bir buçuk asır önce yaşamış, Ebu'l-Arab Muhammed ibnu Ahmed ibni Temim et-Temimi (Ö. 333), Kitabu'l-Mihen adlı eserinde, Ebu Hanife'nin zehirlenmesiyle ilgili şu bilgiyi verir: "Bana bildirildiğine göre, Ebu Hanife, Ebu Cafer el-Mansur'un talebi üzerine yanına gitti, içeri girdi. Mansur onun için zehirli bir süt hazırlatmıştı. Ebu Hanife yanına oturunca Mansur sütü getirterek içmesini istedi. Ebu Hanife yaşlılığından dolayı sütün midesine dokunacağını söyleyerek içmek istemedi. Mansur içmesi için ısrar etti. Ebu Hanife sütü içti, sonra izin almadan Mansur'un yanından kalktı. Mansur nereye gittiğini sorunca, Ebu Hanife: "Senin gönderdiğin yere" cevabını verdi ve oradan ayrıldı. Kısa bir zaman sonra o süt yüzünden zehirlenerek öldü." (Benzer bir rivayet Saymeri, sh. 93'de geçer) Bu değişik rivayetler yüzünden Ebu Hanife'nin ölüm sebebi konusunda kesin bir hüküm verilemiyor.

Bütün teklif ve tehditlere rağmen, İslam'ı yönetim işlerinde geri plana iten bir yönetimin maşası olmaktan kaçınan bu büyük imam, yaşarken cahiliye karşısında yer aldığı gibi, vefatından sonra da bu görevini değişik bir tavırla yerine getirmeyi ihmal etmez. Her gün gördüğü işkencelerin hayatının sona ermesine yol açacağını anlayınca, sultanın gasbetmediği ve sahiplik iddiasında bulunmadığı bir yere defnedilmesini vasiyet eder.

Cenazesi vasiyeti üzerine Bağdat'ta Hayzunan kabristanının doğu tarafına defnedildi. Yirmi gün süreyle insanların, kabri başında namazını kılmaya devam ettikleri, bu arada halife Ebu Cafer el-Mansur'un da kabri başına gelip namazını kıldığı rivayet edilmektedir.





HAKKINDA YAZILANLAR

İMAMI AZAM EBU HANİFE

Ehli sünnetin dört büyük imamından birincisi. Hanefi Mezhebinin kurucusu ve Ehli sünnetin reisi. Kendisine İmamı Azam Ebu Hanife denilmiştir. Asıl adı Numan’dır. 699 (H. 80) yılında Kufe’de doğdu. Babasının adı Sabit’tir. İran’ın ileri gelenlerinden bir zatın soyundandır.

Dedesi Zuta, İslam dinini kabul etmiş ve Hazreti Ali’ye ikramda bulunmuştu. İlim sahibi salih ve kıymetli bir zat olan babası Sabit, Hazreti Ali ile görüşmüş, kendisi, evladı ve zürriyeti için duasını almıştır.




Tahsili:

İmamı Azam Kufe’de doğup büyüdü ve orada yetişti. Ailesinden çok üstün bir terbiye ve din bilgisi aldı. Küçük yaşta Kur’an-ı Kerim’i ezberledi ve Arapçanın o zaman tasnif edilmekte olan sarf, nahiv, şiir ve edebiyatını öğrendi. Gençliğinin ilk yıllarında Eshab-ı kiramdan hicri 93 yılında vefat eden Enes bin Malik’i, hicri 87 yılında vefat eden Abdullah bin Ebi Evfa’yı, hicri 85’te vefat eden Vasile bin Eska’ı, hicri 88’de vefat eden Sehl bin Saide’yi ve hicri 102’de en son Mekke’de vefat eden Ebu’t-Tufeyl Amir bin Vasile’yi görmüştür. Bunlardan hadis dinlemiştir.

O zaman Kufe, Irak’ın büyük şehirlerinden ve önemli ilim merkezlerindendi. Eski medeniyetlerin yatağı olan Irak’ta değişik dinlere ve sapık itikatlara mensup çeşitli kavimler yaşıyordu. Ayrıca itikadı bozuk olan Şia ve Mutezile burada ortaya çıkmış, çölde Hariciler türemişti. Diğer taraftan ashabı kiramla görüşüp onlardan ehli sünnet itikadını ve din bilgilerini nakleden tabiinin büyükleri de orada bulunuyordu. Burada hükümet güçlerini ele geçirmek isteyen fırkalar arasında da çetin bir mücadele sürüp gidiyordu. İmamı Azam böyle bir muhitte, ilk gençlik yıllarında babası gibi önce ticaretle meşgul olmaya başladı. Bir taraftan da sık sık alimlerin meclisine gidip onları dinliyordu. Bu alimler kargaşalıkları ve fitneleri ortadan kaldırmak için Ehli sünnet itikadını yayıyorlar ve sapık fırkalarla mücadele edip onların bozuk fikirlerini çürütüyorlardı. Kufe genellikle bu tip münazaralara sahne oluyor, hatta bu münazaralar meclislerden, çarşıya pazara taşıyordu. Henüz çok genç yaşta olan İmamı Azam da, ailesinden ve gittiği ilim meclislerinden aldığı din bilgileriyle bazen münazaralara katılıyor ve onun üstün kabiliyeti, keskin zekası, derin anlayışı ve çabuk kavrayışlılığı yüzünden okunuyordu. Daha ilme başlamadığı halde sapık fırkalara mensup olanlarla yaptığı münazaralarındaki ikna kabiliyeti ve üstün başarıları, zamanın büyük alimlerinin dikkatini çekmişti. Onun bir cevher olduğunu anlayan alimler, onu ilim öğrenmeye teşvik ettiler. O da bu tavsiyelere uyarak ilim öğrenmeğe başladı. İlim öğrenmeye başlayışını kendisi şöyle anlatır:

“Bir gün zamanın alimlerinden Şabi’nin yanından geçiyordum, beni çağırdı ve bana; “Nereye devam ediyorsun?” dedi. Ben de; “Çarşıya, pazara!” dedim. “Maksadım o değil, ulemadan (alimlerden) kimin dersine devam ediyorsun?” dedi. “Hiçbirinin dersinde devamlı bulunamıyorum.” dedim. “İlim ile uğraşmayı ve alimler ile görüşmeyi sakın ihmal etme! Ben senin zeki, akıllı ve kabiliyetli bir genç olduğunu görüyorum.” dedi. Onun bu sözü bende iyi bir tesir bıraktı. Çarşıyı, pazarı bırakıp, ilim yolunu tuttum. Allahu Teala’’nın yardımı ile Şabi’nin sözünün bana çok faydası oldu.”

İmamı Şabi’nin tavsiyesinden sonra ilme sarılıp, ders halkalarına devam etmeye başladı. İmamı Azam önce kelam ilmini, iman ve itikadı ve münazara bilgilerini Şabi’den öğrendi. Kısa zamanda bu ilimlerde parmakla gösterilecek bir dereceye ulaştı. İmamı Azam’ın talebesi Züfer bin Hüzeyl şöyle demiştir: “Hocam Ebu Hanife der ki: Önce kelam ilmini öğrendim. Bu ilimde parmakla gösterilir bir dereceye ulaştım... Daha sonra Hammad bin Ebi Süleyman’ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmine başladım...” Fıkıh ilmine nasıl başladığını talebesi Ebu Yusuf ve diğer talebelerinin bir sorusu üzerine şöyle anlatmıştır: “Bu, Allahu Teala’’’nın tevfik ve inayeti iledir. O’na daima hamd olsun. Ben ilim öğrenmeye başladığım zaman bütün ilimleri göz önüne aldım. Her birini kısım kısım okudum. Neticesini ve faydalarını düşündüm... Sonra fıkıh ilmine baktım. Onda alimlerle, fakihler ile bir arada bulunmak, onlar gibi ahlaklı olmak var. Aynı zamanda farzları işlemek, dinin icaplarını yerine getirmek, ibadet etmek de fıkhı bilmekledir. Dünya ve ahiret onunla kaim... İbadet etmek isteyen onsuz yapamaz. Fıkıh, ilimle ameldir.”

İmamı Azam, fıkıh ilmini Hammad’dan öğrendi. Onun derslerini takip ederken huzurunda gayet edepli oturur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası talebelerini müzakere yoluyla yoklama yapınca, onun dersleri ezberlediğini görürdü ve benim yanımda ders halkasının başına Numan’dan başka kimse oturmayacak derdi.

İmamı Azam’ın hocası Hammad, fıkıh ilmini İbrahim Nehai’den, bu da Alkame’den, Alkame de Abdullah bin Mesut’tan, bu da Peygamberimizden öğrenmiştir. Hammad’ın derslerine yirmi sekiz yıl devam edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sırada fıkıhta tanınıp meşhur oldu. Bu hususta şöyle demiştir: “Ben, ilim ve fıkıh ocağında yetiştim. İlim erbabıyla beraber bulundum. Fıkıhta en değerli bir hocaya devam ettim.”

Hocası Hammad’ın dersine devam ettiği sırada sık sık Hicaz’a gidip Mekke ve Medine’de çoğu Tabiinden olan alimler ile görüşür, onlardan hadis rivayeti dinler ve fıkıh müzakereleri yapardı. Ehli beytten Zeyd bin Ali’den, Muhammed Bakır’dan ilim öğrendi. Muhammed Bakır ona bakıp; “Ceddimin şeriatini bozanlar çoğaldığı zaman sen onu canlandıracaksın, sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın. Şaşıranları doğru yola çevireceksin. Allahu Teala’ yardımcın olacak!” buyurmuştur.

Tasavvuf bilgilerini Muhammed Bakır, ondan sonra da Caferi Sadık’tan öğrendi. Yüksek makamlara kavuştu. Ashabı kiramdan İbni Abbas’ın ilmini, Mekke fakihi Ata bin Ebi Rebah’tan ve İkrime’den, Hazreti Ömer ve onun oğlu Abdullah’tan nakledilen ilimleri Abdullah bin Ömer’in azatlısı Nafi’den öğrendi.

Böylece ashabı kiramdan İbni Mesut ve Hazreti Ali’den nakledilen ilimleri de buluşup görüştüğü tabiinden öğrendi.

İmamı Azam bir gün Halife Mansur’un yanına girdi. Orada bulunan İsa bin Musa, Mansur’a; “Bugün dünyanın en büyük alimi bu zattır” dedi. Halife Mansur; “Ey Numan, bu ilmi kimden aldın?” diye sorunca, o da şu cevabı verdi: “Hazreti Ömer’den ilim alanlar vasıtasıyla Hazreti Ömer’den; Hazreti Ali’den ilim alanlar vasıtasıyla Hazreti Ali’den; Abdullah bin Mesut’tan ilim alanlar vasıtasıyla da Abdullah bin Mesut’tan aldım.” Bunun üzerine Halife Mansur; “Sen işini gayet sağlam tutmuşsun, ilmi asıl menbaından almışsın” dedi.

İmamı Azam, başta ashabı kiramın büyüklerinin ilim silsilesinden olmak üzere dört bin kişiden ilim öğrenip, bütün ilimlerde ve üstünlüklerde en yüksek dereceye ulaşmıştır. Şöhreti her yere yayılıp zamanında bulunan ve sonra gelen bütün müçtehitler, alimler, üstün kimseler hatta Hıristiyanlar bile onu hep methetmiş, övmüştür.

İmamı Azam’ın hocası Hammad bin Ebi Süleyman vefat edince, hocasının talebeleri, arkadaşları ve halkın ileri gelenleri onun yerini dolduracak alimin, ancak İmamı Azam’ın olduğunu görerek, ısrarla hocasının yerine geçmesini istediler. “İlmin ölmesini istemem!” buyurup, ilim kürsüsüne oturdu. Hocası Hammad’ın yerine müftü oldu ve talebe yetiştirmeye başladı.




İmamı Azam'ın Talebeleri

İmamı Azam, hocası Hammad’ın yerine geçince, ilmi, vakarı, üstün tevazuu, takvası, tatlı sözleri ve güler yüzüyle herkes tarafından sevilen ve dini meselelerde insanların bütün sorunlarını çözen yegane müracaat kaynağı oldu. Irak, Horasan, Harezm, Türkistan, Tuharistan, Faris diyarı (İran), Hind, Yemen ve Arabistan’ın her tarafından kitleler halinde gelen talebeler, fetva isteyenler ve dinleyicilerle etrafı dolup taşıyordu.

İmamı Azam’ın meclisinde halk tarafından sorulan suallerin cevaplandırılması ve talebeler için verilen muntazam dersler olmak üzere iki türlü müzakere yapılırdı. Her gün sabah namazını, camide kılıp öğleye kadar sorulan sualleri cevaplandırır, fetva verirdi. Öğleden önce kaylule (öğle vakti bir miktar uyuma) yapıp, öğle namazından sonra yatsıya kadar talebelere ders verirdi. Yatsıdan sonra evine gidip biraz dinlenir, sonra tekrar camiye gelip sabaha kadar ibadet ederdi. Sorulan suallere cevap vermeden önce, mesele aleni (açık) olarak müzakere edilir, talebeleri suali cevaplandırmaya çalışırdı. Meselenin müzakeresi bittikten sonra, kendisi yeniden ele alıp gerekli düzeltmeleri yapar ve konuyu iyice izah ve tasvir ettikten sonra cevaplandırırdı. Cevapları verildikten sonra da fetvayı bizzat söylemek suretiyle ve anlaşılır ifadelerle talebelerine yazdırırdı. Bu yazılar daha sonra fıkıh kaideleri haline gelmiştir. Dini bir mesele cevaplandırılıp halledilince şükür için tekbir getirirlerdi. Bu esnada Kufe mescidi tekbir sadalarıyla inlerdi.

Talebelerine verdiği muntazam dersleri ise çok mükemmel bir usul ile yürütürdü. Bir taraftan fıkhın eski hadiselere ait bilinen hükümleri takrir edilir (anlatılır) ve müzakere yapılır, diğer taraftan yeni hadiselere ait hükümler bulunurdu. Geçmiş ve yaşanmakta olan hadiselerin hükümleri takrir edilirken, bunlara benzeyen veya aynı cinsten olup da gelecekte vuku bulabilecek hadiselere ait hükümler de araştırılıp bulunurdu. Dolayısıyla İmamı Azam’ın derslerinde geçmiş ve yaşanmakta olan halin meselelerinden başka, geleceğe ait meselelere geçilmiş ve fıkhın külli (genel) kaideleri tesbit edilmiştir.

İmamı Azam’ın ders halkasında çözülen fiili ve nazari fıkhi meseleleri yarım milyona ulaşmıştır. Bunların içinde, fıkıh ilminin anlaşılmasına yarayan sarf, nahiv ve hesaba (fen ilimlerine) ait öyle ince meseleler de vardır ki, onların meydana çıkarılması ve çözülmesinde Arap dilinin ve cebir ilminin mütehassısları dahi aciz kalmışlar, hayranlıklarını ifade etmişlerdir. Çözülen fıkhi meseleler cinslerine göre kısımlara (kitaplara), kısımlar da nevilerine göre bab ve fasıllara ayrılmıştır. Başta taharet bahsiyle ibadetler, münakehat, muamelat, hudud (had cezaları), ukubat, sulh, cihat ve devletler hukuku, feraiz, yani miras hukuku olmak üzere sıralanarak fıkıh düzenlenmiştir.

Böylece İmamı Azam, fıkıh ilmini ilk defa kollara ayırıp her branşın bilgilerini ayrı ayrı toplamış, usuller koymuş, Feraiz ve Şurut kitaplarını yazmıştır. Ayrıca ashabı kiramın, Peygamberimiz’den naklen bildirdiği iman, itikat bilgilerini de toplayıp yüzlerce talebesine bildirdi.

İlm-i Kelam, yani iman bilgileri mütehassısları yetiştirdi. İmamı Maturidi ondan gelen kelam bilgilerini kitaplara yazdı. Yetiştirdiği talebelerin sayısı dört bine ulaşmış olup, bunlardan yedi yüz otuzu ilimde iyice yükselmiş, içlerinden kırk kadarı içtihat derecesine çıkmıştır. Bazı müellifler onun derslerinde yetişen talebelerinin isim ve künyelerini, mensup oldukları şehirlerini tespit edip, yazmışlardır.

İmamı Azam ticaretle de uğraşırdı. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendi kazancından karşılardı. Talebelerine son derece şefkatli davranır, onların ilimde iyi yetişmeleri için büyük titizlik gösterirdi. Talebelerini o kadar mükemmel yetişirmişti ki, başkalarının uzun zamanda buldukları hükümleri onlar kısa zamanda bulurdu. Onun ders usulünü ve talebelerini görmek için gelen, aralarında Tabiinin büyüklerinin de bulunduğu ilmi bir heyet onların bu üstünlüğünü, başarısını görerek büyük bir memnuniyetle ayrılmışlardır. Talebelerine; “Sizler benim kalbimin sevinci, hüznümün tesellisisiniz.”, buyururdu.

Emevilerin son zamanlarında Emevi valisi, İmamı Azam'a devlet idaresinde bir vazife vermek isteyerek bu hususta zorlamıştır. Fakat İmamı Azam bir takım sebeplerden dolayı bu vazifeyi asla kabul edemeyeceğini bildirmiştir. Bunun üzerine hapsedilerek işkence yapıldı. Daha sonra serbest bırakılınca, hicri 130 (M. 747) yılında Mekke’ye gidip orada altı yıl kadar kaldı. Mekke’de de talebelere ders ve fetva vererek ilmi mütalaalar yaptı.

Daha sonra Abbasilerin bir devlet haline gelip kuvvetlenmesinden sonra Kufe’ye döndü. Buradaki derslerine ömrünün son yıllarına kadar devam etti. 30 yıllık müddet içinde verdiği derslerinde yetişen talebelerinin herbiri o zaman çok genişlemiş olan İslam dünyasının her tarafına yayılarak müftilik, müderrislik, kadılık gibi çeşitli vazifelerle büyük hizmetler yapmak suretiyle Peygamberimizin bildirdiği yol olan Ehli sünnet itikadını ve fıkıh ilmini her tarafa yaydılar ve bu hususta kıymetli kitaplar yazdılar. İnsanlara doğru yolu gösterip saadete kavuşturdular. Bu hizmeti kendilerinden sonraki asırlara da aksettirdiler.

İmamı Ebu Yusuf ismiyle meşhur Yakub bin İbrahim, Muhammed Şeybani, Züfer bin Hüzeyl, Hasan bin Ziyad, oğlu Hammad, Davud-i Tai, Esad bin Amr, Afiyat bin Yezid el-Advi, Kasım bin Ma’an, Ali bin Müshir, Hibban bin Ali gibi yüzlerce alimlerdir.





Fıkıh ekolü: Hanefi Mezhebi:

İmamı Azam, fıkhı; “Leh ve aleyhte olanı bilmek, tanımak” diye tanımladı.

Bu tarife göre fıkhı tespit etmek için, edille-i şeriyyeye başvururdu. Bunlar Kur’an-ı kerim, Sünnet, İcma-ı Ümmet (Ashabı kiramın bir mesele hakkındaki sözbirliği) ve Kıyası Fukaha (hükmü verilmiş meselelere benzeterek bir başka meseleyi hükme bağlamaktır.

İmamı Azam herhangi bir fıkıh mevzuunun işlenmesi veya fetvasının takrir edilmesi, yahut da cevabı bulunmak üzere konu edildiğinde, sırasıyla bu dört kaynağa başvururdu. Önce Kur’an-ı Kerim’e bakar, hükmü aranan meselenin işaret yoluyla, iktiza yoluyla, ibare yoluyla veya delalet yoluyla cevabı varsa meseleyi ona göre çözerdi. Meselenin halli için Kur’an-ı Kerim'de delil bulunmazsa Sünnete, burada da bulamazsa icma-ı Ümmete bakardı. Bu kaynaklarda bulursa meseleyi çözerdi, hükmünü bildirirdi. Şayet sırasıyla bu üç kaynakta bulamazsa, o zaman kıyasa başvurur ve kendisine mahsus olan istihsan kaidesiyle hüküm verir ve meseleyi çözerdi.

İşte İmamı Azam Ebu Hanife; en mükemmel usullerle yaptığı uzun çalışmaları ve içtihatı neticesinde çözdüğü hukuk bilgileri ile Müslümanların işlerinde İslamiyete doğru bir şekilde uymak için takip edecekleri yolu gösterdi.

Bu yola “Hanefi Mezhebi”denildi.

İmamı Şafii şöyle buyurmuştur: “Bütün Müslümanlar İmamı Azamın ev halkı, çoluk çocuğu gibidir.”

Yani, bir adam çoluk çocuğunun nafakasını kazandığı gibi İmamı Azam da insanların işlerinde muhtaç oldukları din bilgilerini meydana çıkarmayı kendi üzerine almış, herkesi kolaylığa ve rahata kavuşturup güç bir işten kurtarmıştır.




Yaşadığı dönemin özellikleri:

İmamı Azamın yaşadığı devir, Emeviler ve Abbasiler zamanına isabet etmektedir. Ömrünün elli iki yılını Emeviler, on sekiz yılını da Abbasiler devrinde geçirdi. Emevi devletinin son bulup, Abbasi devletinin kuruluşuna ve bu arada vuku bulan çeşitli hadiselere şahit oldu. Bütün hadiseler içerisinde İmamı Azam, bir taraftan dini öğrendi ve öğretti. Diğer taraftan da, Ehli sünnet itikadında olan insanları, imandan ayırmaya çalışan ve kendilerine “Dehriyyun” denilen dinsizlerle ve sapık fırkalarla mücadele etti. Bunların başında Şii, Harici, Mürcie, Mutezile, Cebriyye gibi fırkalar gelmekteydi. Bu fırkaların her biri ile yaptığı münazaralarda onları kesin delillerle susturuyordu. Hatta ders verdiği sırada bile, ellerinde kılıçlarıyla yanına girip münazara edenler, aldıkları ikna edici cevaplar karşısında, ya doğru yola giriyorlar veya verecek cevap bulamayınca perişan bir halde çekip gidiyorlardı.




Şahsiyeti ve Büyüklüğü:

İmamı Azam, Allahu Teala’nın rızasından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir alimdi. Dinden soranlara İslamiyeti dosdoğru şekliyle bildirir, taviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. Onun kitaplarına, ders halkasına ve fetvalarına herhangi bir siyasi düşünce ve güç, nefsani arzu ve menfaat, şahsi dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar asla girmemiştir.

İmamı Azam Ebu Hanife nefsine tam olarak hakimdi. Lüzumsuz şeylerle asla uğraşmazdı. Ancak kendisi gibi büyük İslam alimlerinde görülen heybet, vakar ve ahlak-ı hamide (yüksek İslam ahlakı) ile her halükarda insanların kurtuluşu için çırpınırdı. Muarızlarına bile sabır, güler yüz, tatlılık ve sükunetle davranır, asla heyecan ve telaşa kapılmazdı. Keskin ve derin bir firaset sahibiydi. Bu haliyle insanların içlerinde gizledikleri şeylere nüfuz eder ve olayların sonuçlarını sezerdi.

Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, keskin zekası, üstün aklı, engin ilmi, heybeti, geniş muhakemesi, muhabbeti ve cazibesi ile karşılaştığı herkese tesir eder, gönüllerini cezbederdi. Karşısına çıkan ve uzun tetkiki gerektiren bazı meseleleri, derin bir mütalaadan sonra, böyle olmayanları ise anında ve olayın açık misalleriyle cevaplandırırdı. En inatçı ve peşin hükümlü muarızlarını bile, en kolay bir yoldan cevaplandırarak ikna ederdi. Bu hususta hayret verici sayısız menkıbeleri meşhurdur.

Kısacası İmamı Azam Ebu Hanife, İslamiyetin Müslümanlardan doğru bir itikad (Ehli sünnet itikadı), doğru bir amel ve güzel bir ahlak istediğini bildirmiş, ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefatından sonra da yetiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün Müslümanlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur.

İmamı Azam, İslam dinine yaptığı bütün bu hizmetleriyle İslamiyeti iman, amel ve ahlak esasları olarak bir bütün halinde insanlara yeniden duyurmuş, şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş, Müslümanları çeşitli fitneler ve propagandalarla zaafa düşürmek, parçalamak ve böylece İslam dinini yıkabilmek ümidine kapılanları hüsrana uğratmış, önce itikadda birlik ve beraberliği sağlamış; ibadetlerde, günlük işlerde Allahu Teala’nın rızasına uygun bir hareket tarzının esaslarını ve şeklini tesbit etmiştir.

Böylece, ikinci hicri asrın müceddidi (dinin yeniden yayıcısı) ünvanını almıştır.




Hadisle işaret edildi

Buhari ve Müslim’deki bir hadis-i şerifte; “İman, Süreyya yıldızına çıksa, Faris oğullarından biri elbette alıp getirir.” buyruldu. İslam alimleri, bu hadis-i şerifin İmamı Azam hakkında olduğunu bildirmiştir. Yine Buhari ve Müslim’de bildirilen bir hadis-i şerifte; “İnsanların en hayırlısı, benim asrımda bulunan Müslümanlardır (yani Eshab-ı kiramdır). Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir (yani Tabiindir). Onlardan sonra da onlardan sonra gelenlerdir (yani Tebe-i tabiindir).” buyruldu. İmamı Azam da, bu hadis-i şerifle müjdelenen Tabiinden ve onların da en üstünlerinden biridir. Hayrat-ul-Hisan, Mevdu’at-ül-Ulum ve Dürr-ül-Muhtar da yazılı olan hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

Adem (Aleyhisselam) benimle öğündüğü gibi ben de ümmetimden bir kimse ile öğünürüm. İsmi Nu’man, künyesi Ebu Hanife’dir. O, ümmetimin ışığıdır.
Peygamberler benimle öğündükleri gibi ben de Ebu Hanife ile öğünüyorum. Onu seven beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş olur.

Ümmetimden biri, şeriatimi canlandırır. Bid’atleri öldürür. Adı Nu’man bin Sabit’tir.

Her asırda ümmetimden yükselenler olacaktır. Ebu Hanife zamanının en yükseğidir.

Hazreti Ali de; “Size bu Kufe şehrinde bulunan, Ebu Hanife adında birini haber vereyim. Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu olacaktır. Ahir zamanda, birçok kimse, onun kıymetini bilmeyerek helak olacaktır. Nitekim Şiiler de, Ebu Bekr ve Ömer için helak olacaklardır” buyurdu.




İslam Alimlerinin Gözüyle İmamı Azam

İmamı Azam’ın zamanında ve sonraki asırlarda yaşayan İslam alimleri hep onu medh etmişler, büyüklüğünü bildirmişlerdir. Abdullah ibni Mübarek anlatır:

Ebu Hanife, İmamı Malik’in yanına geldiğinde İmamı Malik ayağa kalkıp ona hürmet gösterdi. O gittikten sonra yanındakilere: “Bu zatı tanıyor musunuz? Bu zat, Ebu Hanife Nu’man bin Sabit’tir. Eğer şu ağaç direk altındır, dese isbat eder.” dedi. Sonra Süfyan-ı Sevri yanına geldi. Onu, Ebu Hanife’nin oturduğu yerden biraz daha aşağıya oturttu, çıktıktan sonra onun fıkıh alimi olduğunu anlattı.

Yine Abdullah ibni Mübarek der ki: “Hasan bin Ammare’yi Ebu Hanife ile birlikte gördüm. Ebu Hanife’ye şöyle diyordu: “Allahu Teala’ya yemin ederim ki fıkıhta senden iyi konuşanı, senden sabırlısını ve senden hazır cevap olanını görmedim. Elbette sen fıkıhta söz söyleyenlerin efendisi ve reisisin. Senin hakkında kötü söyleyen sana hased edenler, seni çekemeyenlerdir.”

Hafız Muhammed ibni Meymun der ki: “Ebu Hanife’nin zamanında ondan arif ve fakih yoktu. Yemin ederim ki, onun mübarek ağzından bir söz duymağa yüz bin dinar (altın) veririm.”

İbn-i Üyeyne; “Onun eşini ve benzerini gözüm görmedi, fıkıh bilgisi Kufe’de Ebu Hanife’nin talebesindedir.” demiştir.

Davud-ı Tai’nin yanında Ebu Hanife’den konuşuldu. Buyurdu ki: “O bir yıldızdır. Karanlıkta kalanlar onunla yol bulur, hidayete kavuşur.”

Hafız Abdülaziz ibni Revvad der ki: “Ebu Hanife’yi seven, Ehli sünnet vel-cemaat mezhebindedir. Ona buğz eden, kötüleyen bid’at sahibidir. Ebu Hanife bizimle insanlar arasında miyardır (ölçüdür). Onu sevenin, ona yüzünü dönenin Ehli sünnet olduğunu; buğz edenin bid’at sahibi olduğunu anlarız.”

İbrahim bin Muaviye-i Darir der ki: “Ebu Hanife’yi sevmek sünnetin tamamındandır. Ebu Hanife adaleti gözetir, insafla konuşur, ilmin yollarını insanlara beyan eder ve herkesin müşkillerini çözerdi.”

Hakikate varmış evliyanın büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüsteri; “Eğer Musa veİsa aleyhimesselamın kavimlerinde Ebu Hanife gibi alimler bulunsaydı, bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı.” buyurmuştur.

İmamı Gazali; “Ebu Hanife çok ibadet ederdi. Kuvvetli zühd sahibiydi. Marifeti tam bir arif idi. Takva sahibi olup, Allahu Teala’dan çok korkardı. Daima Allahu Teala’nın rızasında bulunmayı isterdi.” buyurmuştur.

Yahya bin Muaz-ı Razi anlatır: Peygamber Efendimizi rüyada gördüm ve; “Ya Resulallah, seni nerede arayayım?” dedim. Cevabında; “Beni, Ebu Hanife’nin ilminde ara.” buyurdu.

İmamı Rabbani buyurur ki: “İmamı Azam, abdestin edeplerinden bir edebi terk ettiği için kırk senelik namazını kaza etmiştir. Ebu Hanife takva sahibi, sünnete uymakta içtihat ve istinbatta (şer’i delillerden hüküm çıkarmakta) öyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu anlamaktan acizdirler. İmamı Azam, hadis-i şerifleri ve Eshab-ı kiramın sözünü kendi reyine (içtihatına tercih) ederdi.” İmamı Rabbani hazretleri Mebde’ ve Mead risalesinde de şöyle buyurur: “Derecesinin yüksekliğini ve kıymetini anlatmaktan aciz olduğumuz o büyük imamın şanından ne yazayım! Müctehidlerin en vera sahibiydi. En müttekisi (Allah’tan korkarak haramdan çok sakınanı) o idi. Şafii’den de, Malik’ten de, İbn-i Hanbel’den de her bakımdan üstündü.”


Son asrın, zahir ve batın (kalp) ilimlerinde kamil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük alim Seyyid Abdülhakim Arvasi buyurdu ki:

“İmamı Azam, İmamı Yusuf ve İmamı Muhammed de, Abdülkadir Geylani gibi büyük evliya idiler. Fakat alimler kendi aralarında iş bölümü yapmışlardır. Yani herbiri zamanında neyi bildirmek icap ettiyse onu bildirmişlerdir. İmamı Azam zamanında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa Ebu Hanife nübüvvet ve vilayet yollarının kendisinde toplandığı, Ca’fer-i Sadık hazretlerinin huzurunda iki sene bulunup öyle feyz, nur ve varidat-ı ilahiyyeye kavuşmuştur ki, bu büyük istifadesini; “O iki sene olmasaydı, Nu’man helak olurdu!” sözü ile anlatabildiler. Silsile-i zehebin en büyük halkasından olan Ca’fer-i Sadık’tan tasavvufu alıp, vilayetin (evliyalığın) en son makamına kavuşmuştur. Çünkü Ebu Hanife, Peygamber Efendimizin varisidir.

Hadis-i şerifte; “Alimler peygamberlerin varisleridir” buyuruldu. Varis, her hususta veraset sahibi olduğundan, zahiri ve batıni ilimlerde Peygamber Efendimizin varisi olmuş olur. O halde her iki ilimde de kemaldeydi.”

İslam alimleri, İmamı Azamı bir ağacın gövdesine, diğer alim ve evliyayı da bu ağacın dallarına benzetmişler, O’nun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemalata (olgunluklara, üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir.

İslam dünyasında ilimleri ilk defa tedvin ve tasnif eden odur. Din bilgilerini kelam, fıkıh, tefsir, hadis, vs. isimleri altında ayırarak bu ilimlere ait kaideleri tesbit etti. Böylece O’nun asrında zuhur eden eski Yunan felsefesine ait kitapların tercüme edilmesiyle birlikte, bu kitaplarda yazılı bozuk sözlerin, fikirlerin din bilgileri arasına karıştırılmasını ve İslam dinine bid’atlerin sokulması tehlikesini bertaraf etti. İmamı Azamdan önce İslamiyetin ilk yıllarında ilimlerin tasnifi yolunda herhangi bir çalışmaya ihtiyaç duyulmamıştır. Çünkü ilk asırlarda yaşıyan salih ve temiz Müslümanların ilimleri başta din bilgileri olmak üzere son derece berrak ve mükemmeldi. İlk yıllarda ilimlerin kağıda geçirilmiş bir tasnif tablosu bulunmamakla beraber, İslam alimlerinin sözlerinde, eserlerinde ve Müslümanların günlük hayatlarında kendiliğinden vücud bulmuş ve yaşanmakta olan bir ehemmiyet sırası vardı. En mühim olan iman (itikad), ibadet ve ahlak bilgileriydi. Bu bilgilere Yunan felsefesi, Hıristiyanlık, Yahudilik, Hint inançları, Mecusilik ve benzeri bozuk yolların İslamiyeti içten yıkmak isteyen art niyetli kimseler veya din bilgisi az olanlar tarafından karıştırılmak tehlikesi başgösterince, yüksek din bilgilerini tasnif ederek kitaplara geçirmek bir mecburiyet halini aldı. İmamı Azam hazretleri bu çok mühim vazifeyi mükemmel bir şekilde yerine getirerek, o asırda tartışmaları yapılan ve din bilgisi az olan Müslümanlar arasında yayılmasına çalışılan Şia, Mu’tezile, Mücessime, Cebriyye, Kaderiyye ve benzeri gibi sapık fırkaların bozukluklarını göstererek, hem onlara cevaplar vermiş ve hem de kendisinden sonraki asırlarda gelen Müslümanların İslamiyeti her bakımdan doğru, berrak haliyle öğrenmelerini ve böylece inanmalarını temin etmiştir. İyi düşünüldüğünde bütün insanlığın dünya ve ahiret saadetini doğrudan doğruya ilgilendirdiği açıkça görülen bu çok mühim hizmet, İmamı Azam’ın zamanında ve daha sonra yetişen mezhep imamları, İslam alimleri, evliyanın büyükleri tarafından da tazim ve şükranla yad edilmiş, bu büyük imam “Ehli sünnetin reisi”, “İmamı Azam” (en büyük imam) adıyla anılmıştır.




Mezhep İmamlarının Gözüyle İmamı Azam

İmamı Şafii; “Ben Ebu Hanife’den daha büyük fıkıh alimi bilmem. Fıkıh öğrenmek isteyen onun talebesinin ilim meclisinde otursun, onlara hizmet etsin.” buyurmuştur.

Ahmet ibni Hanbel; “İmamı Azam, vera (haramlara düşme korkusuyla şüphelilerden sakınan) ve zühd (dünyaya düşkün olmayan), isar (cömertlik) sahibiydi. Ahirete olan arzusunun çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi.” buyurmuştur.

İmamı Malik’e; “İmamı Azamdan bahsederken onu diğerlerinden daha çok medh ediyorsunuz?” dediklerinde; “Evet öyledir. Çünkü, insanlara ilmi ile faydalı olmakta, onun derecesi diğerleri ile mukayese edilemez. Bunun için ismi geçince, insanlar ona dua etsinler, diye hep meth ederim.” buyurmuştur.




Takvası ve menkıbeleri:

İmamı Azam ticaret yapardı. Onun kanaatkarlığı, cömertliği, emanete riayeti ve takvası ticaret muamelelerinde de daima kendini göstermiştir. Tacirler ona hayret ederler ve ticarette onu Hazreti Ebubekir’e benzetirlerdi. Ticareti ortakları ile beraber yapar ve her yıl kazancının dört bin dirhemden fazlasını fakirlere dağıtır, alimlerin, muhaddislerin, talebelerinin bütün ihtiyaçlarını karşılar ve ayrıca onlara para dağıtarak, tevazu ile şöyle buyururdu: “Bunları ihtiyacınız olan yere sarf edin ve Allah’a hamd edin. Çünkü verdiğim bu mal hakikatte benim değildir, sizin nasibiniz olarak Allahu Teala’nın ihsan ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir.” Böylece ilim ehlini, maddi bakımdan başkalarına minnettar bırakmaz, rahat çalışmalarını temin ederdi. Kendi evine de bol harcar, evine harcettiği kadar da fakirlere sadaka verirdi. Zenginlere de hediyeler verirdi. Her Cuma günü anasının, babasının ruhu için fakirlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Meclisine devam edenlerden birinin elbisesini çok eski gördü. İnsanlar dağılıncaya kadar oturmasını söyledi. Kalabalık dağılınca o kimseye; “Şu seccadenin altındakileri al, kendine güzel bir elbise yaptır.” buyurdu. Orada bin akçe vardı.

İmamı Azam bir gün yolda giderken onu gören bir adam, yüzünü ondan saklayıp başka bir yola saptı. Hemen o adamı çağırıp; “Neden yolunu değiştirdin?” diye sordu. Adam cevabında; “Size on bin akçe borcum var. Uzun zaman oldu ödeyemedim ve çok sıkıldım, utandım.” dedi. İmamı Azam; “Sübhanallah, ben o parayı sana hediye etmiştim. Beni görüp sıkıldığın ve utandığın için hakkını helal et!” dedi.

Bir defasında ortağına, sattığı mallar içinde kusurlu bir elbise olduğunu söyleyip, bunu satarken özrünü göstermesini tenbih etti. Fakat ortağı bu elbiseyi satarken elbisenin kusurunu söylemeyi unuttu. Satın alan kimseyi de tanımıyordu. İmamı Azam bunu öğrenince o mallardan alınan doksan bin akçeyi sadaka olarak dağıttı.

Müşteri fakir veya ahbabından olursa onlardan kar almaz, malı aldığı fiyata verirdi. Bir defasında ihtiyar bir kadın gelip, ben fakirim, bana şu elbiseyi maliyeti fiyatına sat, dedi. Dört dirhem ver, onu al, deyince, bu elbisenin maliyetinin daha fazla olduğunu tahmin eden kadın; “Ben, ihtiyar bir kadıncağızım. Yoksa benimle böyle alay mı ediyorsun?” dedi. “Hayır, bunda alay yok.” deyip elbiseyi ihtiyar kadına dört dirheme verdi.

Bir malı satın alırken de, satarken de insanların hakkına riayet ederdi. Birisi ona satmak üzere bir elbise getirdi. Fiyatını sordu. O da yüz akçe istediğini söyleyince, İmamı Azam bunun değeri yüz akçeden daha fazladır, dedi. Satan kişi yüzer yüzer arttırarak dört yüze çıktı. Hayır daha fazla eder, deyip, bu işten anlayan bir tüccar çağırarak, fiyat takdir ettirdi ve o elbiseyi beş yüz akçeye satın aldı.

İmamı Azam, kırk sene yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kıldı. Elli beş defa hac yaptı, son haccında Kabe-i muazzama içine girip burada iki rekat namaz kıldı. Namazda bütün Kur’an-ı kerimi okudu. Sonra ağlayarak; “Ya Rabbi! Sana layık ibadet yapamadım. Fakat senin akıl ile anlaşılmayacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusurumu bu anlayışıma bağışla!” diyerek dua etti. O anda bir ses işitildi ki: “Ey Ebu Hanife sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet ettin! Seni ve kıyamete kadar senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve mağfiret ettim.” buyruldu. Her gün ve her gece Kur’an-ı kerimi bir kere hatmederdi, sonuna kadar okurdu.

Kufe şehrinin köylerini haydutlar basıp koyunları çalmışlardı. İmamı Azam bu çalınan koyunlar şehre getirilip satılır düşüncesiyle, “koyunun yedi sene yaşadığını” bildiği için, yedi sene koyun eti yemedi. Geceleri namaz kılar, ağlamasını ve inlemesini yakınları işitirdi. Göz yaşlarının hasır üzerine yağmur gibi düştüğü duyulurdu.

Komşusu bir genç vardı, her gece içki içer, eve sarhoş gelir, bağırır çağırırdı. Bir gün polisler onu yakalayıp hapse attılar. Ertesi gün İmamı Azam, “Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez oldu.” deyince, bir talebesi onun hapse atıldığını söyledi. Bunun üzerine İmamı Azam valiye gitti. Vali, onu görünce ayağa kalkıp hürmetle karşıladı. “Buraya teşrifinizin sebebi nedir?” dedi. O da hadiseyi anlatınca, vali: “Böyle ehemmiyetsiz bir iş için zat-ı aliniz buraya kadar niçin zahmet ettiniz, bir haber gönderseydiniz kafiydi.” dedi ve o genci serbest bıraktı. İmamı Azam o gence; “Bak biz seni unutmuyoruz.” diyerek ona bir kese de akçe (para) verdi. Bunun üzerine o genç, yaptığı kötü işlerden tövbe edip, İmamı Azam’ın derslerine devam etmeye başladı ve fıkıh ilminde alim olarak yetişti.

İmamı Azam’ın Kur’an-ı Kerim’e vukufiyeti o kadar derindi ki, bir defasında bir iş için evinden çıkıp atına binmek üzereyken bir kadın gelip sual sordu. Bir an düşünüp kadına; “Kur’an-ı kerimi baştan sona kadar düşündüm. Senin sualinin cevabı Kur’an-ı kerimde açıkça yok. İstersen biraz bekle, ben hemen geleceğim, senin sualinin cevabını veririm” dedi. Sonra gelip gerekli cevabı verdi.

İmamı Azam talebeleri arasında bulunduğu bir sırada vücudunu bir akrep soktu ve yere düştü. Talebeleri bu akrebi öldürmek isteyince; “Onu öldürmeyiniz, kendimi onunla tecrübe etmek istiyorum, bakalım haklarında hadis-i şerifte, “Alimlerin kanı zehirlidir.” buyrulan alimlere dahil miyim?”dedi. Talebeleri akrebe baktılar, kıvrandı, büzüldü ve hemen öldü.

İmamı Azamı hased eden (çekemeyen) biri, onu ve talebelerini nehir kenarında bulunan bahçesinde bir ziyafete davet etti. İmamı Azam bu daveti kabul edip talebelerine, ben ne yaparsam siz de onu yapın, diye tenbih etti. Oraya vardıklarında davet eden adam buyurun yemeğe deyince, İmamı Azam, ellerini yıkamak için nehre gitti, talebeleri de onu takip ettiler ve hocalarının bir müddet orada kalmasının sebebini merak etmeye başladılar. Sonra döndüklerinde, bir kedinin tabaklardaki yemekten yiyip zehirlendiğini görerek yemeğin zehirli olduğunu ve hocalarının kerametini anladılar. Böylece bir sünnete (yani, yemekten önce el yıkamaya) uymanın bereketine kavuştular. Bunu gören davet sahibi, yaptığına pişman oldu. Özür dileyip, onu sevenler arasına katıldı.

İmamı Azam, bir gece rüyasında Peygamberimizin kabrini açmış, mübarek bedenine sıkıca sarılmıştı. Uyanınca bu fevkalade rüyasını Tabiinin büyüklerinden İbn-i Sirin’e gidip anlattı. İbn-i Sirin; “Bu rüyanın sahibi sen değilsin, bunun sahibi Ebu Hanife olsa gerek.” dedi. “Ebu Hanife benim!” deyince, İbn-i Sirin; “Sırtını aç göreyim.” dedi. Sırtını açınca iki omuzu arasında bir “ben” gördü ve; “Sen o kimsesin ki, Peygamberimiz senin hakkında; «Benim ümmetim içinde, iki omuzu arasında bir “ben” bulunan biri gelir. Allahu Teala’ dinini onunla kuvvetlendirir, ihya eder.» buyurdu.” dedi.

Bir gece yatsı namazını cemaatle kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı daha mesciddeyken bir konu üzerinde talebesi Züfer ile sabah ezanına kadar konuşup diğer ayağını çıkarmadan sabah namazını kılmak için tekrar mescide girmiştir.

Allahu Teala’yı inkar eden bir dehriye (dinsize) İmamı Azam şöyle demiştir: “Sana birisi, ben kasırgalı bir havada, dalgaları çok şiddetli olan bir deniz üzerinde, içinde kaptanı ve mürettebatı olmayan, fakat kendiliğinden deniz üzerinde doğru istikamete giden bir gemi gördüm dese, acaba bu kimsenin söylediği şeye, doğru, diyebilir misin?” Dehri; “Hayır, bunu akıl ve mantık kabul etmez, bu asla mümkün değil! Onu bir sevk eden olması lazımdır.” deyince, İmamı Azam; “O halde bu muazzam kainatın ve onda cereyan eden mükemmel hadiselerin yaratanı olan Allahu Teala’yı nasıl inkar edersin?” dedi. Dehri, bir şey söyleyemedi ve düşüp bayıldı.

Seyyid Muhammed Bakır ile görüştüklerinde, Muhammed Bakır, İmamı Azam’a; “Sen ceddim Resulullah’ın dinini, kıyasla değiştiriyormuşsun?” deyince, İmamı Azam; “Allah korusun, böyle şey nasıl olur? Layık olduğunuz makama oturunuz, benim size hürmetim var.” dedi. Bunun üzerine Muhammed Bakır oturunca, İmamı Azam da onun önüne diz çöktü ve aralarında şu konuşma geçti. İmamı Azam; “Size üç sualim var, cevap lütfediniz.” deyip; “Kadın mı daha zayıftır, erkek mi?” diye sordu. O da, “Kadın daha zayıf.” dedi. Tekrar; “Kadının mirasta hissesi kaç?” dedi. “Erkek iki hisse, kadın ise bir hisse alır.” deyince, İmam; “Bu, ceddin Resulullah’ın kavli değil mi? Eğer ben bozmuş olsaydım, erkeğin hissesini bir, kadınınkini iki yapardım. Fakat ben kıyas yapmıyorum, nassla (ayet ve hadis ile) amel ediyorum.” dedi. Sonra:
“Namaz mı daha faziletli, yoksa oruç mu?” diye sordu.
“Namaz daha faziletli.” diye cevap verince, İmamı Azam; “Eğer ben ceddinin dinini kıyasla değiştirseydim, kadın hayızdan temizlendikten sonra, namazını kaza etmesini söylerdim. Orucu kaza ettirmezdim. Fakat ben kıyasla böyle bir şey yapmıyorum” dedi.

Tekrar:
“Bevil mi daha pis, yoksa meni mi?” diye sordu.
“Bevil daha pistir.” diye cevap verince, İmamı Azam; “Eğer ben ceddinin dinini kıyasla değiştirseydim bevilden sonra gusül, meniden sonra abdest alınmasını bildirirdim. Fakat ben hadise aykırı rey kullanarak, kıyas yaparak Resulullah’ın dinini değiştirmekten Allahu Teala’ya sığınırım. Böyle şeyden beni Allah korusun.” dedi. Nass (Kitaptan ve sünnetten delil) olan yerde kıyas yapmadığını, delili bulunmayan meseleleri, delili bulunan meselelere benzeterek kıyas yaptığını söyleyince, Muhammed Bakır, onu kucaklayıp alnından öptü.

İmamı Azam, oğlu Hammad’la beraber teravih için Ömer bin Zerr’in mescidine giderlerdi. Bu gittikleri mesafe 3 mil (yaklaşık 6 km) idi. Bir defasında İmamı Azam'ın annesi, bir meseleyi öğrenmek istedi ve oğluna dedi ki, “Git bu meseleyi Ömer bin Zerr’e sor!” İmamı Azam hazretleri gidip bu meseleyi Ömer bin Zerr’e sordu. Ömer; “Sen bu meseleyi benden daha iyi bilirsin” deyince, İmamı Azam; “Ben annemin emrine muhalefet etmem” dedi. Ömer bin Zerr; “Bu meselenin cevabı nedir?” diye sordu. İmamı Azam meselenin cevabını söyleyince, Ömer bin Zerr de; “Öyle ise git, annene böyle söylediğimi bildir” dedi.

Ali bin Ca’de, Ebu Yusuf’un şöyle dediğini nakleder:
Babam öldüğü zaman ben küçüktüm. Annem sanat öğrenmem için beni bir terzinin yanına verdi. Ben terziyi bırakıp İmamı Azam’ın ilim meclisine devam ettim. Uzun bir zaman geçmişti. Annem hocama gelip; “Bu çocuğun senden başka üstadı yok mudur? Ona kendim bakıyorum, o bir yetimdir.” dedi. Hocam buyurdu ki: “Sen onu kendi haline bırak! O, burada tereyağı, fıstık, badem ezmesi yemesini öğreniyor.” Bunun üzerine annem dönüp gitti. Ben ise daima hocamın yanında bulunur, hizmetinden ve meclisinden ayrılmazdım. Böylece Allahu Teala’ bana ilimden çok şeyler nasip eyledi. Daha sonra bana kadılık vazifesi verdiler. Bir gün Abbasi halifesi Harun Reşid ile sofrada oturuyordum. Sofraya tereyağı, fıstık ve badem ezmesi getirdiler. Harun Reşid bana; “Bundan ye, her zaman bize böyle yemek vermezler.” dedi. Ben güldüm. “Niçin gülüyorsun?” dedi. Ben de İmamı Azamla ilgili olan o hadiseyi anlattım. Harun Reşid bunun üzerine; “Gerçekten ilim insanı yükseltir. İnsanların baş gözüyle göremediklerini o kalp gözüyle görürdü.” dedi ve hocama rahmetle dua etti.




Vefatı:

Ömrünün son yıllarında Abbasi devleti içinde karışıklıklar ve ayaklanmalar baş gösterdi. İmamı Azam bu karışıklıklara rağmen ders veriyor, talebelerini yetiştiriyordu. H. 145 yıllarında vuku bulan hadiselerden sonra Halife Mansur, onu Kufe’den Bağdad’a getirterek, kendisinin haklı olarak halife olduğunu herkese bildirmesini, buna karşılık temyiz reisliğini verdiğini bildirdi. İmamı Azam bütün zorlamalara rağmen hükümet ve siyaset işlerine asla karışmayıp ilim yolunda kalmak istediğinden bu teklifi kabul etmedi. Bunun üzerine Halife Mansur, İmamı Azamı hapsettirip işkence yaptırdı. Bir müddet sonra çıkardı ise de, tekrar hapse attırdı ve işkenceye devam ettirdi. Hergün vurulacak sopa adedini arttırdı. Fakat halkın galeyana gelip hücum etmesinden korktu. Nihayet İmamı Azam zehirlenmek suretiyle, 767 (H. 150) yılında, 70 yaşında şehit edildi.

Vefat ettiği yerde Kur’an-ı Kerim’i yedi bin kere hatim etmişti. Vefat ederken secde etti. Vefat haberi duyulduğu her yerde büyük üzüntü ve gözyaşıyla karşılandı. Cenazesini Bağdat kadısı Hasan bin Ammare yıkadı. Yıkamayı bitirince şöyle dedi: “Allahu Teala’ sana rahmet eylesin!Otuz senedir gündüzleri oruç tuttun. Kırk sene gece sırtını yatağa koyup uyumadın. En fakihimiz sendin! İçimizde en çok ibadet edenimiz sendin! En iyi sıfatları kendinde toplayan sen idin!”

Cenazesinin kaldırılacağı sırada Bağdat halkı oraya toplanıp o kadar büyük kalabalık olmuştu ki, cenaze namazını kılanlar elli bin kişiden fazlaydı. Gelenler çok kalabalık olduğundan ikindiye kadar altı defa cenaze namazı kılındı. Sonuncusunu oğlu Hammad kıldırmıştı. Bağdat’ta, Hayzeran Kabristanının doğusunda defnedildi. İnsanlar günlerce kabrinin başında toplanıp ona dua ettiler. Vefatından dolayı çok üzüldüler. Büyük alimlerden Şu’be’ye vefat haberi ulaşınca; “İlim ışığı söndü, ebediyyen onun gibisini bulamazlar.” dedi. Vefatından sonra çok kimseler onu rüyasında görerek ve kabrini ziyaret ederek, onun şanının yüceliğini dile getiren şeyler anlatmışlardır.

İmamı Şafii buyurdu ki: “Ebu Hanife ile teberrük ediyorum. Onun kabrini ziyaret edip faydalara kavuşuyorum. Bir ihtiyacım olunca iki rekat namaz kılıp, Ebu Hanife’nin kabrine gelerek onun yanında Allahu Teala’ya dua ediyorum ve duam hemen kabul olup isteklerime kavuşurum.”

“Yüz elli yılında dünyanın ziyneti gider” hadis-i şerifinin de, İmamı Azam için olduğunu İslam alimleri bildirmiştir. Çünkü o tarihte İmamı Azam gibi bir büyük vefat etmemişti. Mezhebi, İslam aleminin büyük bir kısmına yayıldı.

Selçuklu Sultanı Melikşah’ın vezirlerinden Ebu Sa’d-i Harezmi İmamı Azam'ın kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı. Daha sonra Osmanlı padişahları bu türbeyi defalarca tamir ettirdi.




ESERLERİ:

İmamı Azam'ın eserleri çok olup zamanımıza ulaşanları 10 tanedir. Aslında akaid ve fıkıh ilimlerinde rivayet edilen bütün meseleler onun eseridir.

Bunlardan fıkıh bilgileri, Ebu Yusuf’un rivayeti ile ve bilhassa İmamı Muhammed Şeybani’nin toplayıp yazdığı Zahir-ür-Rivaye denilen kitaplarla nakledilmiştir.

1. Risale-i Redd-i Havaric ve Redd-i Kaderiyye: İmamı Azamın usul-i dinde ilk yazdığı eserdir.

2. El-Fıkh-ul-Ekber: Akaide dairdir. Bu eserin birçok şerhi yapılmış olup, başlıcaları şunlardır: El-Kavlül-Fasl; Muhyiddin bin Behaeddin tarafından yapılan şerhidir. Bu kitap İhlas A.Ş. tarafından ofset yoluyla basılmıştır. Pezdevi, Ebü’l Münteha ve İmamı Matüridi tarafından yapılan şerhleri de meşhurdur.

3. El-Fıkh-ül-Ebsat: İmamı Azam bu eserinde istita’at (insan gücü) hayır ve şer, kaza ve kader meselelerini açıklamaktadır.

4. Er-Risale li Osman Büsti: Eserde iman, küfr, irca ve va’id meseleleri açıklanmıştır.

5. Kitab-ül-Alim vel-Müteallim: Bu eserde muhtelif meseleler hakkında Ehli sünnet itikadını bildirmek için tertiplenmiş soru ve cevaplar vardır.

6. Vasiyyet-i Nukirru: Eserde Ehli sünnet vel-cemaatin hususiyetleri anlatılmakta, akaid ve farzların hudutları açıklanmaktadır. Bu vasiyetten başka oğlu Hammad’a ve talebesi Ebu Yusuf’a yaptığı vasiyet olmak üzere on beş kadar vasiyetnamesi vardır.

7. Kaside-i Numaniyye

8. El-Asl

9. El-Müsned-lil-İmamı Azam Ebi Hanife




SÖZLERİ

“Allah bize, insanların mümin olanlarını sevmemizi, onlara karşı saygı beslememizi ve asla kırıcı olmamamızı, kalplerinde ne sakladıklarını bilemeyeceğimizi, hareketlerimizi buna göre ayarlamamızı emretmiştir.”

“Allahu Teala, kendisine şükür ismini vermiştir. Çünkü Allahu Teala, iyiliği mükafatlandırır. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.”

“Kulların birbirlerine karşı işledikleri suçlar, kendileri için bir zulümden ibarettir.”

“İnsan, her şeye şifa veren tek varlığın Allahu Teala olduğuna inanır; bununla beraber derdine deva olması için ilaç kullanır. Çünkü ilaç bir sebeptir. Şifasını verecek olan ise Allahu Teala’dır.

“Mümin, Allahu Teala’dan korktuğu kadar hiçbir şeyden korkmaz. Şiddetli bir hastalığa yakalanır veya feci bir kaza veya belaya uğrarsa, gizli veya aşikar; “Ya Rabbi, bana bu belayı neden verdin?” diye şikayetçi olmaz. Bilakis hastalığa, belaya ve kazaya rağmen Allahu Teala’yı zikir ve şükreder.

“Mümin, Allahu Teala’nın kendisini devamlı murakabe ettiğini bilir. Kimsenin bulunmadığı bir yerde veya herkesin yanında olsun, mutlaka Allahu Teala’nın onu kontrol ettiğine inanır. Krallar ve sözde büyük adamlar ise, ne gizli ve ne de aşikar bir yerde herhangi bir şahsı murakabe edemezler.”

Talebesi Yusuf bin Halid es-Semti bir vazifeye tayin edilip Basra’ya giderken Ebu Hanife ona şu vasiyetlerde bulunmuştur: “Basra’ya vardığında halk seni karşılayacak, ziyaret ve tebrik edecek. Herkesin değer ve yerini tanı, ileri gelenlere ikramda bulun, ilim sahiplerine hürmet et, yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster, halka yaklaş, fasıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk, Sultanı küçümseme, hiçbir kimseyi hafife alma. İnsanlığında kusur etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peyda etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme, cimri ve alçak insanlarla ahbaplık kurma, kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme!..”

“Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlar mescidde senin etrafını sarıp aranızda bazı meseleler görüşülürse, yahut onlar bu meselelerde senin bildiğinin hilafını iddia ederlerse onlara hemen muhalefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver! Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana, bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakihlerin bir kısmınındır, de! Onlar, verdiğin cevabı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler.”

“Seni ziyarete gelenlere ilimden bir şey öğret ki, bundan faydalansınlar ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umumi şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Onlara güven ver, bazan onlarla şakalaş ve ahbablık kur. Zira dostluk, ilme devamı sağlar. Bazan da onlara yemek ikram et. İhtiyaçlarını temine çalış, değer ve itibarlarını iyi tanı, kusurlarını görme. Halka yumuşak muamele et, müsamaha göster, hiçbir kimseye karşı bıkkınlık gösterme; onlardan biri imişsin gibi davran.”

“Din ilminde konuşan kimse, Allahu Teala’nın kendisine: «Benim dinimde sen nasıl fetva verdin, nasıl söz söyledin?» sualini sormayacağını zannediyorsa, kendisine ve dinine gevşeklik etmiş olur.”

“Bir kimse fıkıh bilmez, fıkhın kıymetini ve fıkıh alimlerinin değerini bilmezse, böyle alimlerle oturmak kendisine ağır gelir.”

“Günah işlemeyi zillet; günahı terk etmeyi mürüvvet gördüm ve bildim.”

“Bir kimsenin ilmi, kendisini Allahu Teala’nın yasaklarından men etmiyorsa, o kimse büyük tehlikededir.”

“Şaşarım şu kimselere ki, zanla konuşurlar ve onunla amel ederler!”

“Dinin alışveriş kısmını bilmeyen, haram lokmadan kurtulamaz ve ibadetlerin sevabını bulamaz. Zahmetleri boşa gider ve azaba yakalanır ve çok pişman olur.”