Hüsamettin Arslan sosyolog, akademisyen, yayıncı 12 Ocak 1956 tarihinde Ordu'nun Mesudiye ilçesinde doğdu. 1979 yılında Hacettepe Üniversitesi Sosyal İdari ve Bilimler Fakültesi Tarih Bölümü'nden mezun oldu. 1979 - 1981 yılları arasında aynı fakültede yüksek lisans yaptı ve "Ondokuzuncu Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğun'da Sanayileşme Girişimleri" konulu bir yüksek lisans tezi hazırladı.
Doktorasını 1986 - 1991 tarihleri arasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü'nde yaptı ve doktora bittikten sonra yayınlamış bulunduğu "Epistemik Cemaat / Bir Bilim Sosyolojisi Denemesi" (Paradigma Yayınevi, İstanbul 1992) adlı bir doktora tezi hazırladı.
Çalışmakta olduğu Sosyoloji alt bilim dalı Genel Sosyoloji ve Metodolojidir. Çalışmaları; Bilgi Sosyolojisi, Bilim Sosyolojisi, Sosyal Bilimlerde Yöntem ve Hermeneutik alanlarında yoğunlaşmıştır.
Çeşitli dergilerde bilgi , bilimsel bilgi ve bilim üzerine makaleleri ve yabancı dillerden yaptığı sosyoloji kitapları çevirileri yayınlanmıştır. Uludağ Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı'ydı. 2 Ocak 2018 tarihinde İstanbul'da vefat etti.
ESERLERİ:
H.Arslan, Epistemik Cemaat/Bir Bilim Sosyolojisi Denemesi, Paradigma Yayınları., İstanbul, 1992.
H.Arslan, Yöntemizm, Bilimizm, Sosyal Bilimler ve Entelektüeller, (Paradigma Yayınları tarafından yayınlanacaktır)
Hekman, Susan, Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik, Paradigma Yay., İstanbul, 1999.
Murphy, John W., Postmodern Toplumsal Analiz ve Postmodern Eleştiri, Paradigma Yay., İstanbul, 2000.
Ellul, Jacques, Sözün Düşüşü, Paradigma Yay., İstanbul, 1998.
HAKKINDA YAZILANLAR
On çocuklu ailenin profesör oğlu: Hüsamettin Arslan Fatma Barbarosoğlu Yeni Şafak 5 Ocak 2018
Geçmişte yaşananları bugüne getiren nedir?
Bugüne gelenlerden kaçı yarına varmak için yola düşecektir ?
Son yıllarda, bendenizin dününü bugüne getiren daha çok bir ölüm haberi oluyor.
Salı sabahı Nazife Şişman aradı. Bir gün önce başladığımız muhabbeti devam ettireceğimizi zannediyordum. Nerede kalmıştık dercesine Efendim dedim açtığım telefona. Nazife’nin konuşmaya pek şevki yoktu. Baktım benim anlattıklarımı da dinlemiyor, sözü söze eklemekten vazgeçtim.
Telefon tellerine yaydığımız bir boşluk oldu. Sonra o boşluğun içine Nazife’nin sesinden ölüm haberi düştü: “Hüsamettin Arslan ölmüş...”
“Ne uzak ne yakın bize ölüm.”
Ölümün sebebini bilirsek ölümü geçersiz kılabilecekmişiz gibi sordum, kalp krizi mi? Sonra sorduğum sorudan mahcup, Allah rahmetini ziyade etsin dedim.
Ölümlü olduğumuzu unutarak yaşadığımız için ne dünümüz dün, ne günümüz gün, ne yarınımız yarın ...
Her ölüm hatırlatmadır. Hafızasını hem toplumsal hem bireysel anlamda giderek daha fazla yitiren dünyamızda, ölümün hatırlattıklarını zapt etmek noktasında nasıl da takatsiz kalıyoruz.
II-
Doksanlı yılların başı, doktora yapmak için İktisat Fakültesi Sosyal Yapı- Sosyal Değişme ana bilim dalını tercih ettim, ama Edebiyat Fakültesi Sosyoloji bölümünde Prof. Dr. Ümit Meriç ve Mehmet Genç hocanın derslerini de şevkle takip ettim. Onların kayıtlı öğrencilerine verdikleri ödevleri yaptım. İşte o derslere ara ara genç bir adam gelirdi. Onun derse geldiği günler en çok o konuşurdu. Konuşmasını sorularla aralar, sonra kaldığı yerden devam ederdi.
Soru sorarken kendi birikimlerini gözden geçirirken cümleleri debisi gittikçe yükselen bir nehre dönüşürdü.
İddiası olan bir adamdı.
İddia ve ideal. Her ikisi de muhite muhtaç. Hüsamettin Arslan emanetini teslim ettiğinde ardından yazılan biyografilerde Uludağ Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı ibaresi yer aldı.
Akademik hayat ona muhtaç olduğu muhiti sunmuş muydu?
Önümüzdeki günlerde Hüsamettin Arslan’ın ardından yazılan yazılara bakarak “muhitin”in var olup olmadığını, belki de var olan muhitin giderek nasıl kan kaybettiğini daha iyi göreceğiz.
Hüsamettin Arslan’ın hayatı, bir dönemin Türkiye’sini bütün renkleri ile muhafaza ediyor.
Hüsamettin Arslan’ın ardından okuduğum ilk yazı Gökhan Yavuz Demir’e ait.
Gökhan Yavuz Demir önce öğrencisi oluyor Hüsamettin Arslan’ın, sonra meslektaşı, sonra demir leblebi İngilizce felsefi kitapları çevirdikleri Paradigma Yayınları'nda iş ortağı: “Ben solcuydum o sağcı, ben şehirliydim o köylü.”
Bu kısım önemli. Birlikte yol yürümek için aynı görüşte olmamız/olmanız gerekmiyor.
İyi işler için adanmışlık, ideal, işini aşk ile zanaatkar tutkusu ile yapmak şart.
Hüsamettin Arslan sosyolojiye zanaatkâr tutkusu ile yaklaştı. Anlam ve bilim metodolojisini tartışan, birbirinden zor metinleri tercüme etti. Tercüme ettiği kitapları yayınlayabilmek için maaşıyla yayınevi kurdu.
Elull’un “Sözün Düşüşü” nü okurken her defasında Hüsamettin Arslan bu kitabı çevirmek için her paragrafı en az beş defa okumuş olmalı diye düşündüm. Ne ki defalarca okuyarak çevirdiği metinler üzerinden, anlam arayışını sürdüren bir muhiti inşa edemedi. O muhiti inşa edebilmiş olsa idi o kadar yazmak istediği “Anlam ve İktidar”ı çoktan yazmış olurdu.
İbrahim Kiras’ın yazısı sadece Hüsamettin Arslan’ı anlatmıyor, bir zamanlar var olan “muhit” in artık neden olmadığını da anlatıyor satır arasında.
Muhit’in ne olduğu değil ama nasıl olduğu Mevlana İdris’in satırlarında gizli: “Bizim kuşaktan çok değerli dostlarla Divanyolu’ndaki kahvelerde tanıştık. Dostluğun, edebiyatın, cepteki son yirmi lirayı paylaşmanın, gece kahve kapanınca birimizin evine gidip tartışmayı orada sabaha kadar sürdürmenin çemberlerini çok çizdik. Hoca hep geniş daireler çizdi. Akademinin de, düşüncenin de kolayından göremeyeceğimiz dip akıntılarını gösterdi.”
Okuyan adamlar nereye gitti? Yokluğun muhitleri, imkanlar denizinde ne oldu?
Cemil Meriç bir defa daha haklı çıktı. Sağ kitap okumuyor. Kitap yazan “adamları” konuşturmayı ve koşturmayı tercih ediyor.
Sibel Eraslan, Hüsamettin Arslan’ın genç bir öğrenci iken Cemil Meriç ile yaptığı söyleşinin soruları üzerinden yazdı yazısını. Hüsamettin Arslan ziyadesiyle soru soran adam demekti. Dinlediğim son konuşmasında, 15 Temmuz ile ilgili olarak “Bu devletin kendisini koruyacak bir derin devleti nasıl olmaz!” diye soruyordu.
Prof. Dr. Süleyman Seyfi Öğün, “Çileli bir hayatı oldu. Başardı...Daha mühimi; asla yaşlanmadı. Hep genç kaldı...Çok üzgünüm: Allah rahmet eylesin...” diye yazdı.
Düşünen adam hep genç kalır. Hüsamettin Arslan’ın Bauman gibi yaşlanacağını hayal etmiştim. Ortalama ömrün 90’lara ulaşması hepimizin hanesine kayıtlı kâr değilmiş, bir kez daha idrak ettik. Bazılarımız hep “erken” gidecek.
III-
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nin avlusunda 10 çocuklu ailenin ferdi olan Hüsamettin Arslan’ın kız kardeşleri, ablaları ile tanıştık. Taziyede bulunanlara canı gönülden arkadaşı mısınız diye soruyorlardı. Arkadaşıyım diyenleri, caddede arabanın içinde bekleyen annelerinin yanına götürmek istiyorlardı.
Arkadaşlarından bir isteği vardı yaşlı ve yaslı kadının, “Odasına benim gözlerimle son bir defa bakın.”
Mümkün mü? Yokluğun içinde on evlat büyütmüş kadının gözleriyle kim bakabilirdi ki bir sahibinden yetim kalan eşyalara.
Hüsamettin Arslan, devletini ve milletini daima sevdi. Devlet sevgisi belli ki anasından yadigar, bir oğuldan arda kalmanın acısı ile kavrulmuş kadın “benim yavrumu Türk bayrağına sarmışlar” diyerek ölümün ateşini bayrağın dalgası ile teselli etmeye çalışıyordu.
HAKKINDA YAZILANLAR
Acıları tadan âlim: Hüsamettin Arslan Arslan TEKİN Yeniçağ 8 Ocak 2018
İlim yolunda karşılaşılan güçlüklere bir örnek verilse, muhtemelen Prof. Dr. Hüsamettin Arslan verilir. Doktoraya başlayanların bazı hikâyelerini okumuştuk. Karşılaştıkları güçlüklerin her bir safhası sizi hayrete düşürüyor.Hüsamettin Arslan, farklı bir kişilikti. Nevi şahsına münhasır, diyebiliriz. "İtirazî" hüviyeti ve kendisince dosdoğru gördüğü prensipleri onu köşeleştiriyordu. Yahya Kemal'in "Acıların Tadı" yazısını okudunuz mu? Hangi kitabına alındığına bakmadım ama ben Dergâh'ta çıkan yazıyı okumuştum. Yahya Kemal daha girişinde der ki:"Siyah kitabı okuduktan sonra, zehir gibi acı bir ilâcı içmiş kadar ürperdim; bu ilâcı bütün acılığıyla bir an kalbim tadıyor, lâkin zâikam reddediyordu. Bu kitaptaki havanın hayali içinde bile uzun bir zaman nefes alamayacağımı anlıyorum, daha sakin bir göğe, daha tatlı bir rüzgâra, daha gözü okşar manzaralara ihtiyacım var; maamafih en temiz yürekli insanlar bile, zannederim, bu kadarcık hodgâmdırlar." ("Acıların Tadı", Dergâh, S. 4, 1 Haziran 1921.)Hüsamettin'in kitabı yazılsaydı, sonu istediği gibi bittiği için bütün acıların tat verdiğini okuyacaktık.Hüsamettin Arslan, önce İstanbul'da Eğitim Enstitüsü'nü bitirdi. Ardından Hacettepe Üniversitesi'nde lisansını tamamladı. "İlim ve kültür merkezi" İstanbul'a geldi. Ben de aynı düşünceyle ondan önce gelmiştim. Ve ikimiz de İ. Ü. Edebiyat Fakültesi'nin koridorlarını adımlıyorduk. Ben Edebiyat koridorunu, o Sosyoloji koridorunu. 12 Eylül'e ramak kalmıştı ve her ikimiz de büyük bir hengameden çıkmıştık. O kadar söyleyeyim! Karmaşık bir hayattan ilme yönelmek!.. Öyle kolay değil.
Hüsamettin'le başlangıçta Beyazıt ve Laleli arasında bir aradaydık ve sanırım, en çok Fakültenin karşısındaki Koska Çay Ocağı'nda. Bir ara aynı gazetede. Sonra koptuk. Rastlaştıkça konuşurduk. Çoklukla konferanslarda karşılaşırdık.Cemil Meriç neredeyse Hüsamettin Arslan orada idi. Zaten kızı Sosyolog Prof. Dr. Ümit Meriç'in yanında akademik hayata adımını atmıştı. Konferanslarını hiç kaçırmazdı. Yüz yüze de görüşürdü. Konferanslarında sorular sorar, kitaplarından alıntıları ezbere yapar ve "Şu kitabınızın şu sayfaları arasında..." diyerek dipnotunu da düşerdi! Belki Cemil Meriç'i en iyi tanıyan o idi.Onunla bir mülâkat yapmıştı. Mülâkat 1986 tarihli. Cemil Meriç'i 1987'de kaybettik. Son mülâkat, herhâlde, Hüsamettin Arslan'ındır. Bu mülâkata, "Cemil Meriç'i anlama kılavuzu" diyebiliriz. Türkiye Yazarlar Birliği'nin yayını Türkiye Kültür ve Sanat Yıllığı 1986 kitabı içinde yer alan bu uzun mülâkatı ben de "Mülâkat"a örnek olarak "Edebiyatımızda Terimler" kitabımda vermiştim.Hüsamettin'le sonra, temel değerlerimiz aynı olmakla beraber, "çizgilerimiz" farklılaştı. Yıllar var ki karşılaşmadık. Amansız bir hastalığa yakalanmış ve kısa sürede, Beşir Ayvazoğlu'nun dediği gibi, âdeta ayakta son yolculuğuna çıkmış.
Hüsamettin Arslan'ın doktora tezi "Epistemik Cemaat". Bildiğimiz adlandırma değil cemaat... Gökalp'in kitaplarında ve makalelerinde ele aldığı "cemaat" olarak düşünebiliriz.Prof. Dr. Hüsamettin Arslan, Türk sosyolojisine bir çentik atarak bu dünyadan göçtü. Allah rahmet eylesin.
HAKKINDA YAZILANLAR
Hüsamettin Arslan İbrahim Kiras Karar 4.01.2018
Dün toprağa verdiğimiz Prof. Hüsamettin Arslan benim otuz yıllık arkadaşım. Elbette bütün arkadaşları gibi ben de derinden etkilendim erken ölümünden. Dolayısıyla belki de duygularımı anlatmam beklenir. Hüsamettin Hoca da duygusal bir insandı aslında. Hemen her şeyden kolayca etkilenir, hislerini kolayca dışarıya yansıtırdı. O çok ciddi akademisyen görünüşünün altında çocuksu bir karakter vardı. Gülmeyi, ağlamayı bilen insandı.
Diğer yandan, 30 yıllık arkadaşımı tam da onun isteyebileceği şekilde toplumsal bir figür, hatta toplumsal bir fenomen olarak resmetmek de bir seçenek. Zaten Hüsamettin Arslan “post 12 Eylül kuşağı” diye adlandırmak istediğim bir aydınlar zümresinin sembolü benim gözümde. “Post 12 Eylül kuşağı” derken 1980’lerde sahneye çıkıp 1970’lerin ideolojik kalıplarını parçalamış ve 1990’lara kadar etkin olmuş bir zümreyi kastediyorum. Bütün gelgitleriyle birlikte tabii… Yani aşağı yukarı 12 Eylül’le başlayıp 28 Şubat’a kadar devam eden zihinsel bir arayış sürecinin aktörlerini. Hüsamettin Arslan entelektüel miladı 12 Eylül günü olanların en tipik temsilcilerinden biri. Buradan bakalım…
***
12 Eylül 1980 sonrası günler… Aşırı politize bir toplumsal ortamdan düpedüz apolitik bir atmosfere geçilmiş. Siyasi partiler, dernekler, sendikalar kapalı… Üniversite baskı altında… Cezaevleri tıka basa dolu… Böyle bir ortamda politik mücadele sürdürmek zor tabii. Ama zaten bıkkınlık var, çaresizlik ve yenilmişlik duygusu var o günlerde aydınların çoğunda. Geçmişin politik ve ideolojik ayrışmaları sorgulanıyor artık, nerede hata yaptık sorusuna cevap aranıyor her kesimde… Bu arada edebiyat, müzik, sinema ve mizah politikanın boşluğunu dolduruyor. Nitelikli edebiyat dergileri çıkıyor birbiri ardınca. İyi filmler çekiliyor. Resim sergileri yeniden popüler adresler oluyor. Teorik alanda da bir yenilenme ihtiyacı gösteriyor kendini. Solcular Frankfurt Okulu’nu keşfediyor. Sağcılar Weber’i. Tanpınar’da, Oğuz Atay’da, İsmet Özel’de buluşuluyor. Kemal Tahir tartışılıyor. “Panel”lerde bir araya geliniyor. İstanbul’da bütün bu işlerin merkezinde Çorlulu Ali Paşa Medresesi içinde yer alan Erenler kıraathanesi var. Yukarıda bahsettiğimiz bütün konular orada konuşuluyor, orada tartışılıyor. Paneller orada organize ediliyor, dergiler orada hazırlanıyor. Erenler’in merkezinde ise Hüsamettin Arslan var. Herkesin masasına uğradığı adam. Hüsamettin “eski ülkücü”. Geçmişini gururla sahipleniyor ama o yolda yürümenin doğruluğuna inanmıyor artık. O günlerde “eski ülkücü” diye adlandırılan kişilerin birçoğu “radikal İslamcı” çizgideler. İslami çizgiye soldan gelenler de var bu arada… Solcu aydın kitlenin sayıca daha küçük bir bölümü de “anarko-liberter” çizgide karar kılmışlar. Eski Akıncılar arasından İrancılar, mealciler vs. gibi farklı gruplar çıkmış. Taşlar dağılıyor, politik kimlikler yeniden dağıtılıyor... Ama etrafındaki bütün bu dalgalanmalara mukabil “Hüsamettin Hoca” o günlerde yalnızca kendi kişisel geçmişindeki politik angajmanı terk etmekle kalmıyor, bütün politik ve ideolojik bağlılıklara karşı teorik bir mesafe alıyor, “ben bilim adamıyım, ben toplumsal mekanizmaların nasıl işlediğini araştırmak durumundayım, hiçbir ideolojiye bağlanamam bu saatten sonra” diye konuşuyor.
Kendi kişisel kimliğini de Türk toplumunu anlamak için analiz edilmesi ve çözülmesi gereken sosyolojik bir problem olarak görüyor. Türk toplumunu anlama çabasına kendi serüvenini sorgulayarak başlıyor. Bir dağ köyünde doğmuş, parasız yatılı öğretmen okulunda okumuş, Anadolu’da ilkokul öğretmenliği yapmış birkaç sene. Sonra kapağı İstanbul’a atmış. Akademik dünyanın kapısını zorlamak için. Ne ailesinin ne kendisinin beş kuruş parası var. Kirasını güçlükle ödediği ev Sultanahmet’te eski bir binanın çatı katındaki tek odadan ibaret. Gazetelerde musahhihlik gibi işler yaparak yüksek lisansını, ufak tefek burslarla da doktorasını tamamlamış. İngilizceyi bir gün bile bir kursa gitmeden, kendi kendine kahvehane iskemleleri üstünde çalışarak öğrenmiş.
Böyle bir adam…
***
“Toplumun en dibinden geliyorum, buranın daha dibi yok” diyordu kendi sosyal kökenini anlatırken. “Türkiye’nin zencileri biziz” diyordu. “Benim teori gereği solcu olmam gerekirdi” diyordu, “sol literatürde emekçilerin ve ezilen kesimlerin çektiği acıların anlatıldığı pasajlar en çok beni etkiliyor. Ama ben Türkiye’de sosyalizmin kazanmaması için mücadele veren bir siyasi harekete katıldım. Bu bir çelişki değil. Çünkü Türkiye’de sosyalizm benim önce bir dağ köyünde doğup büyürken yaşadığım, sonra şehrin varoşlarında hayatta kalma mücadelesi verirken çektiğim acıların ideolojisi değil. Şişli’nin, Nişantaşı’nın şımarık çocuklarının ebeveynlerine isyanıdır Türk sosyalizmi…”
Lafın tam burasında sesini iyice yükselterek, hatta düpedüz haykırarak, “Türkiye’de sosyalizm sosyoekonomik düzene değil, halkın inancına karşıdır. Benim yoksul, aç, çaresiz gecelerimin tek sığınağı olan Allah’a karşıdır” gibi şiirsel cümlelerle anlatırdı gençliğinde neden ülkücü olduğunu.
Yalnız, bütün bunları teatral bir üslup içinde anlatırken masasında oturup onu dinleyenler çoğunlukla solcular veya “eski solcular” olurdu. Genellikle de hak verirlerdi Hüsamettin’in gençliğinde solculuğu değil ülkücülüğü seçmesine. Keza Ülkücüler ve İslamcılar da Hüsamettin Hoca’nın kendilerine yönelik en sert eleştirilerini bile sükunetle dinler, fazla itiraz etmezlerdi. Belki de edemezlerdi. Çünkü Hoca politika üzerine konuşurken politikanın diliyle konuşmazdı. Dini konulardan bahsederken de din dilini kullanmazdı. Muhataplarına “sosyolog” locasından hitap ederdi ve başka bir “dil” konuşanlara cevap vermezdi. Zaten bir entelektüel olarak tam da bu konfora ihtiyacı olduğu için sosyoloji profesörü locasını “fildişi kule” yapmıştı kendisine.
Şimdi cennetteki fildişi kulesinde sonsuz rahmet diliyorum aziz arkadaşıma, sevgili “Hüsamettin Hoca”ma...
VEFAT-HABER
Prof. Dr. Hüsamettin Arslan hayatını kaybetti 2 Ocak 2018
Uludağ Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Hüsamettin Arslan hayatını kaybetti. Arslan, akademisyenliğinin yanı sıra Paradigma Yayınları’nın yöneticiliğini de yapıyordu.
Kanser tedavisi gören sosyolog, yazar ve toplum felsefecisi Prof. Dr. Hüsamettin Arslan, 2 Ocak sabahı Bağcılar Medipol hastanesinde hayatını kaybetti.