1936 yılında İstanbul'da doğdu. Kabataş Erkek Lisesi'ni bitirdikten sonra gazeteciliğe başladı. Lise yıllarında şiir yazmaya başladı. Bazı şiirlerini Dönüm dergisinde yayınladı. İngiltere'de BBC'de çalıştı. Bu sırada Londra Universitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nü bitirdi. Dönüşünde Cumhuriyet, Milliyet, Yeni Ortam gazetelerinde eleştiri ve inceleme yazıları yazdı. Bu yazılarının bazılarında 'Ali Hikmet' müstear ismini kullandı. Mimar Sinan Universitesi'nde uygarlık tarihi, Boğaziçi Universitesi'nde felsefe okuttu. Nurettin Sözen döneminde İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin Kültür İşleri Dairesi'ni yönetti. Zaman gazetisinde köşe yazarlığı yapıyor. Bazı eleştirilerinde 'İrfan Külyutmaz' ismini kullanıyor.
ESERLERİ:
Şiir Kitapları: Bakış Kuşu (1969), Bedrettin Üzerine Şiirler (1975), Doğu Şiirleri (1977), Yaz Şiirleri (1981), Gizemli Şiirler (1984), Zaman Şiirleri (1987), Söylen Şiirleri (1989), Hüzün ki En Çok Yakışandır Bize (Toplu şiirler, 1989), Ayna Şiirleri (1992).
Deneme: Felsefe ve Ulusal Kültür(1975), Roman Kavramı ve Türk Romanı(1977)
HABER
Hilmi Yavuz'a doktor unvanı 27.11.2011
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, önceki gün şair Hilmi Yavuz'a fahri doktora unvanı verdi. Rektör Prof. Dr. Sedat Laçiner'in ev sahipliği yaptığı törene, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Prof. Dr. Mustafa İsen ve eski Milli Eğitim Bakanı Doç. Dr. Hüseyin Çelik'in de aralarında bulunduğu çok sayıda bilim adamı, şair ve yazar katıldı.Hilmi Yavuz, 13 Nisan'da Zaman'da yayımlanan köşe yazısında, "Yaş 75, yolun neresi eder?" diye soruyor ve 'buraya kadar' küçük acılar ve küçük bahtiyarlıklarla yaşadığını anlatıyordu. Kendisini bahtiyar eden 'varlık'larını sayarken, şöyle diyordu: "Kitaplarım var, evime sığmayan bir kitaplıkla... Şiirlerim, düzyazılarım var, yazları Yahşi yalısı günlerim!- daha ne isterim ki! Ve elbette dostlarım var,- beni seven insanlar! Benim çok ama çok sevdiklerim, bağlandıklarım. Hep birlikte olmak istediklerim."
Şairin o çok sevdiği, 'bağlandığı', 'hep birlikte olmak istediği' dostlarından bazısı cuma günü Çanakkale'de buluştu ve onun en mesut günlerinden birine tanıklık etti. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ), Hilmi Yavuz'a Türk Dili ve Edebiyatı Fahri Doktora unvanı verdi. ÇOMÜ Terzioğlu Yerleşkesi Troia Kültür Merkezi'nde düzenlenen törende Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Prof. Dr. Mustafa İsen, AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve eski Milli Eğitim Bakanı Doç. Dr. Hüseyin Çelik ve Çanakkale Valisi Güngör Azim Tuna, birer konuşma yaptı.
ÇOMÜ Rektörü Prof. Dr. Sedat Laçiner, 19 yıllık bir üniversite olarak 9. fahri doktora unvanını şair Hilmi Yavuz'a vermekten dolayı gururlu olduklarını söyledi. 'Fahri doktora' kavramının anlamını anlatan Laçiner, Hilmi Yavuz'un akademik dünya dışında, eserleriyle doktora unvanını çoktan hak eden bir edebiyat ve kültür adamı olduğunu dile getirdi. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Prof. Dr. Mustafa İsen, Hilmi Yavuz'un çok yönlü bir kültür adamı olduğuna işaret etti konuşmasında. İsen, "Onunla aynı çağda yaşıyor olmaktan, bize sunduğu güzel örneklere tanıklık etmekten çok mutlu olduğumu ifade etmek istiyorum.'' dedi. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik ise Hilmi Yavuz'un bugün "allame'' denilecek bir üstad, bir ağabey olduğunu söyledi. Yavuz'un en önemli özelliklerinden birinin gelenekten geleceğe bir köprü oluşturması olduğunu dile getiren Çelik, şöyle konuştu: "Onun şiirine, onun dünyasına baktığın zaman sırtını maziye dönmemiş, yüzünü gelecekten alıkoymamış bir insanla, yazarla karşılaşıyorsunuz. Hilmi Yavuz, bir ideolojinin şairi değildir. Onun her siyasi görüşten okuru vardır." Çanakkale Valisi Güngör Azim, Hilmi Yavuz'un "hem hakimane hem de şairane tarzıyla geleneği yorumlayıp yeniden söyleme cehdini gösteren mümtaz bir sima" olduğunu söyledi.
Prof. Dr. Talat Sait Halman ise konuşmasında, Hilmi Yavuz'u gökkuşağının yedi rengine benzeterek, onun şair, hoca, felsefeci, eleştirmen gibi farklı kimliklerini renklerin diliyle anlattı. 'Misafir' rektörler Prof. Dr. Serdar Bedii Omay ve Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur ise bir dost, bir şair ve kültür adamı olarak kendilerine yansıyan portresini çizdiler Hilmi Yavuz'un. Konuşmaların ardından, Yavuz'a cübbesi giydirildi ve ÇOMÜ kimlik kartı ile çeşitli hediyeler verildi. Hilmi Yavuz ise nüfus cüzdanında doğum yeri olarak 'Biga' yazdığını hatırlatarak, Çanakkale'de olmaktan ve bu unvanı almaktan duyduğu mutluluğu dile getirdi. Törenin ardından gerçekleştirilen panelde Prof. Dr. Ramazan Gülendam, Prof. Dr. Şaban Sağlık, Prof. Dr. Burhanettin Tatar, Doç. Dr. Cüneyt Issı ve Yard. Doç. Dr. Dursun Ali Tökel, Hilmi Yavuz'un edebî kişiliğini ve şiirini çeşitli açılardan değerlendirdi. Hilmi Yavuz'un sevdiği şarkıların seslendirilmesiyle program sona erdi.
HABER
Hilmi Yavuz Sempozyumu Zaman 3 Aralık 2012
Hem Türk edebiyatı hem de Türk düşünce hayatının köşe taşlarından Hilmi Yavuz, şairliğinin 60. yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Medeniyet ve Kültür Araştırmaları Merkezi işbirliğiyle düzenlenen bir sempozyuma konu oluyor.
Yavuz’un ilk şiirini yayımlamasının ardından 60 yıl geçmiş olması, sempozyumun bağlamını belirliyor. 76 yıllık yaşamına 60’a yakın eser sığdıran Hilmi Yavuz Sempozyumu, 8 Aralık Cumartesi günü İstanbul Legacy Ottomon Otel’de saat 10.00’da başlayacak. Yavuz’un eserlerinin anlaşılmasına katkı sağlamak ve çok yönlü bir kültür adamını farklı açılardan tartışmak niyetiyle düzenlenen sempozyumun açılış konuşmalarını Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, Cumhurbaşkanlığı Sekreteri Prof. Dr. Mustafa İsen ve AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Hüseyin Çelik yapacak.
Prof. Dr. Halil İnalcık ve Prof. Dr. İlber Ortay-lı’nın da katılacağı sempozyumda Yavuz’un başta şiirleri olmak üzere “sahih şiir” tezi, özgün poetik görüşleri, Türk şiirine kazandırdıkları, savunduğu İslâm estetik medeniyeti tezi, İslâm medeniyeti üzerine ileri sürdüğü özgün bakış açısı, Türkiye’de ilk post-modern anlatıları kaleme alması, gazetede yazdığı yazılarla yazar-muharrir geleneğini devam ettirmesi ve hocalığı konuşulacak.
“Sahih bir şiirin 60 yıllık serüveni: Hilmi Yavuz’un şiiri”, “Hilmi Yavuz’un denemeciliği ve anlatı yazarlığı”, “Batı ve Doğu düşüncesi kavşağında Hilmi Yavuz ve İslam medeniyeti düşüncesi”,” “Hilmi Yavuz’un fikir yazıları”, “Hilmi Yavuz’un hocalığı” başlıklarıyla tüm gün sürecek sempozyuma çeşitli üniversitelerden öğretim görevlilerinin yanı sıra gazeteci-yazar Doğan Hızlan, sinema yönetmenleri Ezel Akay ve Derviş Zaim, Büyükelçi Prof. Dr. Kenan Gürsoy ve yazar Nilüfer Kuyaş da katılacak. Sempozyum, ücretsiz ve halka açık olacak.
GÖRÜŞ
Talât Halman’la son yemek Hilmi Yavuz Zaman 10 Aralık 2014
5 Aralık 2014 Cuma günü, sabah 10.40’ta girdiğim dersten saat 12.30’da çıkıp İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi Binası’nın 2. katındaki ofisime yürürken, benim ofisin tam karşısındaki dekan sekreterliği odasının kapısının açık olduğunu gördüm.
Bilkent Üniversitesi İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi Dekanı ve Türk Edebiyatı Bölümü Başkanı Prof. Talât Halman oturmuş, bölüm sekreteri Aslı Hanım’a notlar yazdırıyordu. Kapıyı açık görünce, ‘günaydın!’ dedim: Ofisimden bir sonraki dersimin notlarını alıp çıkmak durumunda olduğum için ‘Derse gidiyorum. Dersten sonra uğrayacağım!’ demekle yetindim. Gülümsedi, ‘Bekliyorum!’
İkinci dersten saat 13.30’da çıktım. Hoca, Dekanlık ofisindeydi. Kapısı açıktı. Beni gördü: ‘Yemeğe gidelim mi?’
Ofisten paltomu aldım. Son iki yıldır, çoğu defa öğle yemeklerini ya dar vakitlerde, ofisinde, Hacer Hanım’ın, aşağıda, Fiore’den getirdiği ıspanaklı kol böreği ve portakal suyuyla geçiştiriyor; ya da vaktimiz çok sınırlı değilse, Rektörlüğün giriş katındaki Çiçek Restoran’da [Çiçek Restoran kapandıktan sonra Rektörlük binasının karşısında yeni inşa edilen binanın üst katındaki öğrenci restoranında, öğretim üyelerine ayrılmış bölümde] veya vaktimiz gerçekten bolsa, ya Ankuva’nın yanındaki Mezzaluna’da yahut Real’in bitişiğindeki Big Chefs’te oturuyorduk.
O gün de, her zamanki ironisiyle, ‘Nereye yemeğe gidelim şair-i âzam?’ deyince, vaktimiz vardı ve epeydir ya ıspanaklı börek ya da tavuklu pilavla alelacele kifâf-ı nefs ettiğimizden, ‘Doğru dürüst bi yemek yiyelim!’ düşüncesiyle Big Chefs’i önerdim.
Hoca’nın keyfi yoktu sanki. Saat 14.00 sularında Big Chefs’e geldiğimizde, hava Hoca’nın deyişiyle ‘neredeyse bahar havası’ gibiydi. Restoranın açık hava bölümünde oturmayı önerdim. Bir hafta önce, dışarda oturup yemek yediğimizde üşüttüğünü, antibiyotik aldığını söyledi. Bir gün önce Bayındır Hastanesi’nde check-up yaptırmıştı: Kan değerlerinde düşüş vardı.
Ben de şaka yollu, Big Chefs’te ‘kocaman bir biftekle kan değerlerinin düzeleceğini’ söyledim. Oturduk ve yemeklerimizi ısmarladık. Ben dana ızgara antrikot istedim, Hoca tereddüt etti, sonra ‘haydi, benimki de antrikot olsun, ama orta pişsin!’ dedi. Her zamanki gibi, içmek için de, soda! Antrikotu beğenmemişti,- ette çok sinir vardı!
Yemek çok keyifli geçti her zamanki gibi! Talât Hoca, benim tanıdığım çok zeki insanlar içinde ironiyi en mükemmel biçimde kullanan kişidir. ‘En mükemmel’, diyorum, çünkü çoğu defa ironilerini anlamakta güçlük çekilir;- sahi sanılır! Yemek sonrası ve ders arası odasındaki uzun sohbetlerimizde, karşılıklı şakalaştığımız için ‘Biz galiba Hacivat’la Karagöz olduk, şair-i âzam!’ demişti bir gün. [‘Şair-i âzam’ sözü, ironiydi elbette; Hoca ironinin kuralını uyguluyor, yüceltiyormuş gibi yaparak dalgasını geçiyordu! Çokları ciddiye aldılar bunu!] Hoca’ya söylemiştim: “Hani bir söz vardır ‘tevazu gösterme sahi sanırlar!’ diye: Şimdi buna bir de, ‘ironi yapma, sahi sanırlar!’ sözünü eklemek gerek!” demiştim.
Talât Sait Halman, son derece nazik ve gerçek anlamda bir beyefendiydi. Sınırsız hoşgörüsü, yüce gönüllü merhameti, entelektüel donanımı! Ama içinde, dur durak bilmeyen hınzır, alaycı, haşarı bir çocuk cini de vardı;- bir duende! Çok yakın dostları bilir bunu sadece. Onun, o nazik, daimâ zarif, saygılı kimliğini anlamayanlar bile varken [‘Ah, kimselerin vakti yok/ Durup ince şeyleri anlamaya!’], o müthiş ve bazen acımasız ironi cininin incelikleri nasıl anlaşılabilirdi? Zira, nükte ve ironi züğürdü bir toplum olmuştuk çoktan beridir.
Yemekten saat 15.15 sularında döndük. Çok iyi görünüyordu Talât Hoca… Onun ofisi ile benim odam aynı koridordadır. O odasına gitti, ben de odamdan notlarımı alarak derse girdim. Saat 17.15 sularında dersten çıktığımda, kapıda bölüm sekreteri Aslı Koca duruyordu: ‘Hilmi Hoca, sakin olun!’ dedi, Aslı, ‘Talât Hoca rahatsızlandı!’ Enfarktüs geçirmişti ve kalbe elektroşok uygulanıyordu.
Bu azaplı ve tekinsiz elektroşok süreci bir saat devam etti. Hekim ve hastabakıcılar, sekreterlik odasında tedirgin, ama umutla bekleyen bizlere kötü haberi verdi…
Birlikte yediğimiz son yemeğin öyküsü ve sonrası: Sonrası? Acı ve birden hissedilen bir yoksun kalmışlık!
Talât Hoca, müstesnâ öngörüleri olan ve özel dostlarından biri olan Prof. Dr. Halil İnalcık Hoca’mızın ifadesiyle ‘meclis-ârâ’, bulunduğu meclisleri süsleyen bir insandı. Daha nice yıllar sağlık safalıkla yaşasın, İnalcık Hoca’mızın, Talât Hoca’yı, Prof. Dr. Semih Tezcan’ı, Doç. Dr. Nuran Tezcan’ı, Doç. Dr. Mehmed Kalpaklı’yı, Doç. Dr. Akif Kireççi’yi ve beni, harikulâde bir Platon’cu şölene dönüşen şiir ve tarih sohbetlerimizde bir araya getirdiği günlerde, hepimize düşen görevler vardı: Halil Hoca, bundan iki ay kadar önce hep birlikte kutladığımız 98. doğum gününde yaptığı teşekkür konuşmasında, herkesin önünde, bir sonraki sohbet toplantımız için Talât Hoca’yı Shakespeare, beni Yahya Kemal, kendisini de Fuzulî’yi konuşmaya memur etmişti. Bu toplantı maalesef olamadı;- Halil Hoca biraz rahatsızlanmıştı çünkü!
Şimdi Talât Sait Halman yok!
Bilmem söylemiş miydim? O benim Cumhurbaşkanı adayımdı…
GÖRÜŞ
Müslümanca felsefe yapabilmek Hilmi Yavuz Zaman 6 Mayıs 2015
Müslümanların ‘küfre’ düşmeden felsefe yapabilme imkânları var mıdır? Büyük Gazalî, İbn Sina’yı ‘Tahafüt’de Küfr’ ile itham ederken, genel anlamda felsefe yapabilmenin zorunlu olarak küfr’e yol açtığını değil, özel anlamda Aristoteles’çi felsefe yapma biçiminin Kur’an-ı Kerîm’in temelkoyucu ilkeleriyle çeliştiği için Küfr’e yol açtığını düşünmektedir.
Gazalî’nin felsefenin önünü kapadığı yolundaki iddialar birer safsatadan ibarettir. Bir defa daha söyleyeyim: Gazalî felsefeye değil, felsefe yapma biçimine karşıdır. Bazıları, Gazalî’nin eleştirilerinde haksız olduğunu öne sürseler de, onu haklı bulanlar da vardır.
Dolayısıyla mesele, bugün bazı İslam felsefecilerinin ötedenberi yaptıkları gibi, Gazalî’nin haklılığını ya da haksızlığını tartışmak, İbn Rüşd’e mi yoksa Gazalî’ye mi hak vermek, üstelik bu fâsid daireyi ısrarla tekrarlamak değildir.
İlk sorumuzu tekrarlayalım: Müslümanların ‘küfr’e düşmeden felsefe yapabilmeleri mümkün müdür? Faslû’l Makaal’da İbn Rüşd’ün felsefe yapmanın fıkhî imkanlarını soruşturmasının gerçek sebebi tam da budur: ‘Şer’î bakış [açısı] ile felsefeye ve mantık ilimlerine bakmanın [nazar: spéculation] şeriata göre mübâh mı, yasaklanmış mı, yoksa emredilmiş mi olduğunu araştırmaktır. [Emredilmişse] mendûb olarak mı, yoksa vâcib olarak mı [emredilmiştir?]’*
Gazalî’nin, İbn Rüşd’den çok önce bu fıkhî endişeyi duymuş olduğunu tahmin etmek için kâhin olmaya lüzum yoktur. Zira, İbn Rüşd, genel olarak felsefî praksisin ‘vâcib’ oluşunu onaylasa da Gazalî, bir önemli ihtirazî kayıtla, meselenin felsefe yapmanın vücûbiyetine değil, Müslümanca felsefe yapmanın [şer’î bakış açısından] vücûbiyetine öncelik verilmesi olduğunda ısrar etmiştir.
Müslümanca felsefe yapmanın fıkhî bağlamda vâcib olup olmadığı sorgulansa da, en azından mübâh sayılmasının imkânlarının, bugüne kadar derinlemesine araştırıldığı kanaatinde olmadığımı ifâde etmeliyim. Metod, bir dinî söylemi [Kur’an veya Hadîs] bir felsefî söyleme dönüştürme veya tercüme etme bağlamında bir tefsir işlemi olabilir mi? Dinî söylemin kavramlarını, felsefî söylemin kavramlarıyla ikame etmek, Müslümanca felsefe yapmayı [‘mübâh’ olması bağlamında] imkânlı kılar mı? Soru, budur!
İbn Sin ve felâsife, genel olarak benim önerdiğim bu metodolojinin tam tersini [evet, tam tersini!] uygulamışlar; dinî metinlerden yola çıkarak o metinleri felsefî söyleme dönüştürmek yerine [bu, bana göre, bir tefsir işlemidir], Aristoteles’çi felsefî söylemden yola çıkarak, dinî söylemi bu felsefî söyleme uyarlamaya kalkmışlardır. Felâsife için, ontolojik öncelik, söylemde ya da dilegetiriş biçimindedir, -yoksa dinî içerikte değil!
Özetle önerim şudur: Felâsifenin önceliğini değiştirmek! Dinî metinleri referans olarak almak ve bu metinlerin inşa ettiği söylemi, bu inşanın kutsal yapısına halel getirmeden, felsefî bir söyleme dönüştürmek! Felsefeden Din’e değil, Din’den Felsefeye gidebilmek!
Müslüman bir felsefe [ve elbette küfr’e düşmeden] ancak böyle inşa edilebilir…
*İbn Rüşd, Faslû’l -Makaal, [çeviri ve ‘Önsöz’, Prof. Dr. Bekir Karlığa], İşaret Yayınları, İstanbul 1992, s. 63-64.
GÖRÜŞ
‘Edebî kanon' üzerine Hilmi Yavuz Zaman 24 Haziran 2015
Edebî kanon, Althusser'in kavramsallaştırmasıyla devletin ideolojik aygıtları arasında sayılabilir mi?
Bu sorunun cevabı, edebî kanonun ulus-devlet inşasında olduğu kadar, ulus-devletin resmî ideolojisinin yeniden-üretilmesi bağlamında da bir süreklilik ve devamlılık taşıyıp taşımadığına bakılarak verilebilir. Edebî kanonun süreklilik ve devamlılığı, onun devletin resmî ideolojisinin ‘olmazsa olmaz' aygıtlarından biri olduğunu gösterir.
Gregory Jusdanis, ‘Gecikmiş Modernlik'te ulus-devlet sürecinde edebi kanon inşasının, ‘insanların kendilerini birleşmiş bir milletin yurttaşları olarak görmelerini sağlayarak dayanışma deneyimini kolaylaştır[dığını]' bildirir. “Edebiyatın milli kültürlerin icadında oynadığı araçsal rol yüzünden […] özel ayrıcalıklar tanınan kanonik metinler […] okul kitaplarına girer, edebiyat tarihlerinde kendilerine yer bulur ve antolojilerde şerh edilirler.”
Kemalist ulus-devletin inşası sürecindeki kanonik metinler, aydınlanmacı yaklaşımı, Benedict Anderson'un ‘Hayalî Cemaatler'deki deyişiyle, ‘İslamî kimlik aleyhine yükseltmek' gayesiyle oluşturulmuşlardı. Tipik örnek, Reşat Nuri Güntekin'in ‘Yeşil Gece'sidir: Mürteci softalara karşı devrimci [‘Kemalist aydınlanmacı' anlamında] öğretmen! Reşat Nuri'den yıllarca sonra bu defa Yaşar Kemal, Kemalist kanonun gecikmiş bir örneği olan ‘Teneke'de, ilçenin müftüsünü, çeltik ağalarıyla işbirliği içinde ‘olumsuz' bir tip olarak gösterecektir. Bu, ‘Teneke'nin, devletin resmî ideolojisinin merkezîleşmiş konumuna, yani Kemalist kanona, bu kanonun ‘sol Kemalist' varyantı olarak eklemlenmesi demektir.
AKP iktidarı da bu defa İslam'ı merkeze alan bir edebî kanon inşası işine girişmiş görünüyor. Bu durum, şimdilik örtük bir biçimde İslamî edebî kanona, devletin kayıtlanmamış, dolayısıyla da gayrıresmî ideolojik aygıtlarından biri olarak işlev kazandırma anlamına geliyor. Ama şunu da belirtmek gerekir ki, Türkiye'de İslam, birkaç roman ve Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve ‘Yedi Güzel Adam' dışında, İslamî edebî kanon oluşturacak nitelikte ve değerde bir müktesebata sahipse de, softaca saplantılar dolayısıyla bu müktesebatı yeniden üretebilecek bir entelektüel objektifliğe sahip görünmüyor. Softaca saplantılar, evet;- Yunus'un şiirini sansürlemek gibi!
Bu softaca saplantlardan asıl önemlisi, İslam'ın bir büyük estetik medeniyet olarak temellük edilmesine en büyük katkıları gerçekleştiren Yahya Kemal'in, kanon dışı tutulmuş olmasıdır.
Bu sadece bizde böyle değil! Jusdanis, kanonik metinler öne çıkarken, kanonun dışında tutulan metinlerin geriye itildiklerine ilişkin örnekler de verir. Platon karşıtlarının metinlerinin başına gelenler gibi: “Platon'un hemen hemen bütün eserleri ayakta kalmış olmasına rağmen, hasımlarının metinlerinden geriye bölük pörçük birkaç parça dışında pek bir şey kalmamıştır.” Ya da, Hölderlin örneğinde olduğu gibi: “Hölderlin, son otuz yılını Tübingen'de bir kulede geçirmiş, yapıtları neredeyse görmezden gelinmiştir.” Veya, Flaubert ve Feydeau ilişkisinde olduğu gibi: “Flaubert'in Madame Bovary'si, günümüzde herkes tarafından Avrupa edebiyatının bir klasiği olarak görülmektedir ama bu roman, basıldığı yıl olan 1857'de Ernest Aimé Feydeau'nun bir yılda on üç baskı yapan Fanny adlı romanının gölgesi altında kalmıştı...”
Not: Sevgili okurlarımdan her yıl olduğu gibi, uzunca bir süre için izin istiyorum. Eylül başında, inşallah, tekrar mülâki olmak ümidiyle… Allah'a [cc] emanet olunuz.
GÖRÜŞ
Müslümanlar neden İslam'ın estetik ve entelektüel mirasını yeniden üretemedi? Hilmi Yavuz Zaman 10 Şubat 2016
Türkiye'de İslamcı okuryazarların, akaid bağlamında değil ama ‘İslam medeniyeti'nin estetik ve entelektüel muhtevasına dişe dokunur bir katkıda bulunmadıklarını, bu entelektüel ve estetik muhtevayı yeniden üretme konusunda çaba göstermediklerini tesbit etmek hiç de zor değildir.
Neden bu böyledir? Şundan ötürü: İslam, bana göre elbet, Tanzimat ve II. Meşrutiyet dönemlerindeki zihnî çabayı Cumhuriyet döneminde devam ettirememiştir. Mazeret de hazırdır: Kemalist rejim! Ama, [evet, ama!] Kemalizm'in, İslam'ın entelektüel ve estetik muhtevasının yeniden üretilmesine bir itirazı olmamıştır ki! Eğer olsaydı, mesela Sabri Ülgener, Turgut Cansever ve Nureddin Topçu gibi üç büyük entelektüele, deyiş yerindeyse, hayat hakkı tanımıyor olacaktı! Nitekim Kemalizm, kendisine sadece [evet sadece!] siyasal İslamcılığı rakip görmüş, onu bastırmıştır… Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk 80 yılına [1923- 2003] bakınız: Yargılanan, tutuklanan, işkence görenler, hep siyasal İslamcılardır. Siyasal İslamcılar dışında, bir Müslüman entelektüelin başının belâya girdiğine ilişkin hiçbir tanıklık yoktur! Nedeni belli değil mi? Topçu, Ülgener, Cansever gibi birkaç isim hariç, İslam'ın estetik ve entelektüel mirasına sahip çıkmak, Müslümanların ‘işi olmamış'tır! Yahya Kemal gibi, kendisini İslam şiirinin, dolayısıyla İslam medeniyetinin ‘imtidâd'ına adamış olan büyük bir şair ve büyük bir entelektüelin, hâkim siyasal İslamcılar nezdinde itibar gördüğünü söylemek mümkün müdür? Asla! Varsa yoksa Akif, varsa yoksa Necip Fazıl!
Yanlış anlaşılmak istemem: Mehmet Akif de Necip Fazıl da büyük şairlerdir. Ancak siyasal İslamcılar için bu iki isme, şair kimlikleriyle değil, siyasal İslam'ın amaçlarına hizmet eden marjinal [ideolojik] faydaları dolayısıyla sahip çıkmak söz konusudur. Necip Fazıl'dan ya da Sezai Karakoç'tan sık sık alıntı yapan Sayın Cumhurbaşkanı Tayyip Bey'in Necip Fazıl ya da Sezai Karakoç şiirinin güzelliğinden estetik bir haz duyduğunu mu sanıyorsunuz? Siyasal İslamcılar için şiir, ideolojik bir alettir,-o kadar!
Bakınız, bir medeniyetin estetik mirasının yeniden üretilmesi meselesi nasıl ele alınıyor: Adorno'nun bir müzik enstrümanı olan kemanı nasıl yorumladığına bakalım: “Kemanın yeni duygulu tonunun Descartes çağının büyük yenilikleri arasında sayılması boşuna değildir.” Fredrick Jameson ekliyor: “Gerçekten uzun saygınlık dönemi boyunca keman, felsefî düşünce aşamasında bireysel öznelliğin ortaya çıkışıyla bu yakın özdeşliği korur.” Adorno, felsefe tarihi ile müzik tarihi arasında bir mütekabiliyet ilişkisi kuruyor: Felsefe tarihinde ‘ben'in ya da özne'nin [süje], Descartes tarafından ilk defa, bir problem olarak konumlandırılması ile kemanın, Jameson'un deyişiyle, öznel [sübjektif] duyguları ezgi biçimde dile getirmede en mükemmel müzik enstrümanı oluşu arasındaki mütekabiliyet! Felsefede ‘ben', kemanda ‘ben'in duyguları!
Örnekler çoğaltılabilir: Lukacs'ın, romanın bir edebî tür olarak ortaya çıkışı ile burjuvazi arasında; John Berger'in, resimde yağlıboyanın kullanılması ile Aristokrasinin, toprağın kendisine sahip olmak kadar, onun ‘imgesine' de sahip olma arzusu arasında kurduğu ilişkiler gibi…
Merak ediyorum: Acaba bir Müslüman müzikçi veya müzikolog, Adorno'nun kemanı yorumlayışına karşılık, bizim müziğimizin enstrümanları olan ud ya da tamburun bir yorumunu, bunların bizim düşünce tarihimizde nasıl bir karşılığı olduğunu irdeleme gereği duydu mu? Acaba bir Müslüman ressam veya sanat tarihçisinin minyatürü, John Berger'in yaptığı gibi; ya da rahmetli Sabri Ülgener Hocamızı ayrı tutarak söyleyeyim, bir Müslüman edebiyat tarihçisinin divan şiirini, György Lukacs'ın yaptığı gibi, bir entelektüel yeniden üretime tâbi tuttu mu?
Bir muhteşem istisnası var: Mimarîde Turgut Cansever! Rahmetle anıyorum.