Hikmet Kıvılcımlı doktor, düşünür, politikacı Vatan Partisi Eski Genel Başkanı
1902 yılında Kosova'nın Priştine şehrinde doğdu. Ailesiyle birlikte Balkan Savaşları sırasında Türkiye'ye göç etti. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye'yi işgal eden sömürgecilere karşı genç yaşta Milli Mücadele'ye katıldı. Köyceğiz Kuvayı Milliye Kumandanlığı yaptı. İstanbul'da Askeri Tıbbiye'yi bitirerek 1925 yılında doktor oldu.
Türkiye Komünist Partisi'ne girdi. 1925 yılında İstanbul Akaretler'de yapılan TKP 3. Kongresi'nde Merkez Komitesi'ne seçildi. Kongrede gençlik sorumluluğuna getirildi. Aydınlık dergisinin gençlik nüshalarını hazırladı.
1926 yılından başlayarak birçok kez tutuklandı. 1932'de yapılan TKP 4. Kongresi'nde İstanbul Cezaevindeyken gıyabında yeniden Merkez Komite üyeliğine seçildi. 1935 yılında Marksizm Bibliyoteği adlı bir yayınevi kurarak tercüme ve telif eserler verdi. 1938 Donanma Davası'nda yeniden tutuklandı.
1950'de Demokrat Parti'nin çıkardığı af yasasıyla tahliye edildi. 1951 yılında TKP'ye yönelik büyük tutuklama kampanyasının dışında kaldı. 1954 yılında bir grup arkadaşıyla kurduğu legal Vatan Partisi'nin genel başkanlığını üstlendi. 1957'de tutuklanıp yargılandı ve aklandı.
Hikmet Kıvılcımlı, burjuvazinin ağır darbelerinin ve uzun hapis yıllarının etkisiyle
TKP içinde bölünmeleri gidermek için yurt dışında parti konferansı düzenleme çağrısına uymadı. 1962 yılında TKP'nin Leipzig'de yapılan konferansına katılmadı.
1967 yılından itibaren Türk Solu ve Aydınlık dergisinde yazılar yazdı. Sosyalist dergisini çıkardı. “İkinci Kuvayı Milliyecilik” adını verdiği çizgi etrafında TKP'den bağımsız bir örgütlenme gerçekleştirdi. Pahalılık ve İşsizlikle Mücadele Derneği (İPSD)'ni örgütledi.
Ordu gençliği'ni kazanmayı esas aldı. 12 Mart 1971 muhtırasını “Ordu kılıcını attı” manşetiyle karşıladı. 1971 yılında sıkıyönetim tarafından aranmaya başladı. Mayıs sonlarında ağır hastalık koşullarında yurt dışına çıktı.
11 Ekim 1971 tarihinde Yugoslavya'nın başkenti Belgrad'da vefat etti.
HAKKINDA YAZILANLAR
Kıvılcımlı, İstanbul, Fetih ve Medeniyet Afşin Selim haberon 11 Ocak 2012
Doktor Hikmet Kıvılcımlı(1902-1971), ilgilisinin bileceği üzere, hem komünist faaliyette bulunmaktan, hem de irticai nitelikte konuşma yapmaktan tutuklanan tek teorisyeni bu ülkenin; devrinin faal bir Kuva-yi milliyecisi ayrıca... Fikrinin çilesini özümsemiş, ideolojik tutarlılığını koruyabilmiş ve kendine özgü bir ekol oluşturabilmiş olması, ayrıca değerlendirilebilir. Bu yazının, Derleniş Yayınları’nca neşredilen “Fetih ve Medeniyet” adlı broşüre değinebilmek niyetiyle yazıldığını hatırlatmalıyım... Eser, ilk olarak, 1953 senesinde, bizzat yazarının çizdiği orijinal bir kapakla, İstanbul’un Fethi’nin 500’üncü yıldönümünde neşredilmiş; hem de çeşitli imkânsızlıklara rağmen...
Yazar, 1940’lardan itibaren üzerinde çalıştığı tarih tezi çerçevesinde, İstanbul’un Fethi’ni genel hatlarıyla inceliyor. 29 Mayıs 1453’de, Bizans İmparatorluğunun başşehrinin alınmasıyla kavuşulan fethin, Türk ve İslam tarihinde mühim bir yer tutuşundan ziyade, dünya tarihi açısından edindiği yeri sorguluyor. O’na göre söz konusu fetih, insanlığı bir çıkmazdan kurtarmış ve medeniyete yeni ufuklar açmış olması açısından ilerici bir hamle...
Broşürün, daha ilk sayfasında, şiirlerinde “Avni” mahlasını kullanan Sultan Fatih’in bir mısraı ile karşılaşıyor okuyucu:
Cümle ehli âlemin mamûresin arzetseler
Ehli fakrin hissesine mülki istigna düşer.
-Bütün el âlemin iler tutar nesi var ortaya konsa
Mülksüzlerin payına düşen mülk: Kâinata metelik vermemektir.-
Üç kıtaya yayılmayı, 14,5 milyon km2 yüzölçümüne sahip olmayı, 600 sene ömür sürebilen bir cihan devleti haline gelmeyi yalnızca savaşıp fethetmekle anlamlandırmıyor, Kıvılcımlı... Tarih boyunca, çeşitli kavimler ve devletler tarafından 22 kez kuşatılan İstanbul’un, Sultan Fatih öncülüğünde “alınmasını” bir müjde olarak görüyor. “Fetih” kelimesinin köken itibariyle “açmak” anlamına geldiğini vurguluyor özellikle: Bir çıkmazdan kurtulmak, Bizans cesedinin ortadan kaldırılması, tıkanmış medeniyet yollarının biraz acıklı olsa da tüm insanlığa yeniden açılması...
Kıvılcımlı, “İstanbul’un açılışı hem içeriden, hem dışarıdan olmuştur” diyor. Yalnızca Türklerin değil, bütün dünyanın, bu fethedişi kutlayabileceğine ve hattâ bunun insanlık olarak bir vazife sayılabileceğine inanıyor. Çünkü İstanbul’un Fethi’ni “tarihî bir devrim” addediyor. Hadiseye, memleket sınırlarına mahsus bir mesele olarak yaklaşmıyor. O’na göre meselenin, “bir dinin öteki dine karşı zaferi” şeklinde algılanması, yetersiz bir ifade...
Bu arada, fethin nasılına ve niçinine yönelik çeşitli sorular yöneltmeyi de ihmal etmiyor okuyucusuna... Yıkılmaz zannedilen Bizans surları yıkılmıştı da, “Hıristiyan külahı görmektense, Müslüman sarığı görmek daha iyidir” diyecek duruma gelen halkın ne gibi bir beklentisi vardı?
İstanbulsuzlaşan Batı, Akdeniz’deki ticari egemenliğini kaybettiği için, okyanusa açılıp, artık yeni keşiflerde buluyor çareyi: “Osmanlılar Akdeniz’i Batı bezirgânlığına dar getirince, İtalyan beldelerinin yıldızı söndü. Fakat o yıldızlardan iç ve kuzey Avrupa’ya sıçrayan kıvılcımlar, oralara taze insan malzemesine dayanarak ve ‘estuaire’ tipinde, Atlantik gel-gitleriyle genişlemiş, Seyr-ü Seferlere elverişli ırmak ağızları gibi coğrafi ekonomik imkânlarından faydalanarak, Akdeniz’dekine benzer daha gelişme istidatlı iktisadi ve ticari ocaklar tutuşturdu. Avrupa ocakları bu sefer, Akdeniz’den geçmeyecek başka Hint yolları aramaya koyuldular. Bu zaruret ve imkânlar Rönesans’tan Batı medeniyetine sıçramada, maddî atlama tahtası hizmetini gördü.”
Fetih, ekonomik bir mecburiyet haline geliyor yani, sebepten ziyade bir netice bu...
Kıvılcımlı’nın Güzel İstanbul’u
2002 senesinde, Bilim ve Ütopya dergisi tarafından, Kıvılcımlı’nın, mesele hakkında bugünün diline uyarlanarak sadeleştirilmiş bir yazısı yayımlanıyor. 1 Mayıs 1953 tarihinde kaleme alınan bu yazının, İstanbul’da Tecelli Matbaası tarafından basıldığını ve fakat Kıvılcımlı’nın hiçbir eserinde yer almadığını öğreniyoruz.
Kıvılcımlı, “Güzel İstanbul’umuzun fethi, yüce Resulümüzün müjdesi olarak gerçekleşti” diyor ve devam ediyor: “Ölümü göze alacak kadar kararlı alan bir insanın elinden hiçbir şey kurtulamaz.” Çünkü biliyor ki, uğrunda ölünebilen davalar ebedî olarak yaşar. Gelecek nesiller için de önemli görüyor bunu: “Fetih anlayışı, insanımıza hız ve hamle gücü kazandıracak, azim ve fedakârlık duygularını canlı tutacaktır.”
Yazısında, savaş esnasında yaşananları ayrıntılarıyla işleyen Kıvılcımlı, Sultan Fatih’in fermanına temas ediyor: “Evvelden olduğu gibi herkes sanat ve ticaretinde, ibadetinde serbesttir. Kiliseler açık bulunacak, ancak çan çalınmayacaktır.” Sonra... İstanbul’a girdiği vakit ayaklarına kapanan İstanbul patriğini yerden kaldırmakla âlicenaplığını gösteren cihângîr dediği Sultan Fatih’in şu sözlerle patriği teselli ettiğini aktarıyor: “Ayağa kalkınız. Ben Sultan Mehmet, hepinize söylüyorum ki: Şu andan itibaren artık ne hayatınız ne de hürriyetiniz hususunda gazâb-ı şâhânemden korkmayınız!”
Fethedişin bir bitiş değil, yeni bir başlangıç olduğunu ısrarla vurgulayan Kıvılcımlı, ilme, sanata ve ilim adamlarına çok kıymet veren Sultan Fatih’e olan hayranlığını bu yazısıyla da gizlemiyor.
İstanbul merkezli bir dünya...
Teşkilatçı bir bünyeye sahip olan Sultan Fatih döneminde büyük âlim ve sanatkârların yetişmesinin sıradan bir tesadüf olmadığını meseleyle ilişkilendiriyor da... Biliyorsunuz, niceleri mevcuttu o dönem: Akşemseddin, Sabuncu Oğlu Şerefeddin, Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Molla Yegan, Altuncuzade, Hızır Çelebi, Ali Kuşçu, Hocazâde, Şeyh Vefa, İbn-i Küpelî...
Tarihteki “ilerleyici” rolünü kaybetmiş olan Bizans İmparatorluğu, Sultan Fatih öncülüğündeki Osmanlı’nın insanlık ve medeniyet hamlesi karşısında yeniliyor. Maksat bir bayrağın bir diğer bayrağa karşı üstün gelmesi mi? Hayır, çünkü bayrak, kendisinin de ifadesiyle, “harbin sebebi değil, dövüşen ülkülerin elle tutulur sembolü.”
İmparatorluk kavramıyla birlikte akla gelen işgalciliği ve istilacılığı, bir cihan devleti olan Osmanlı’nın fetihçiliğinden ayırıyor, Kıvılcımlı... Bu vesileyle, işgal ve istila bahsine ayrıca değiniyor: “Bir şehir, ya zorla yahut barışla ele geçirilir. Zorla zapt edilen şehirde bütün başka din mensupları kılıçtan geçirilir veya köle gibi satılır; yabancı din mabetleri yok edilir. Hâlbuki fetihten sonraki İstanbul’da, Hıristiyanlarla Yahudiler tamamen hür yaşıyorlardı, kiliselerle havralar ayakta duruyordu.”
İlerleyen sayfalarda, meseleyi daha da detaylandırıyor:
- Doğu-Batı karşıtlığının, Ortodoks-Katolik çatışmasından ibaret olmadığını, bunun, Roma ile İstanbul’un iktisadi, siyasi ve hegomonik ayrılığında saklı olduğunu...
- Batılıların, yerli halkları hoşnutsuzlaştırdığını, bu nedenle, ister istemez Osmanlı’ya sığınıldığını...
- Nüfuz etme politikasının, üst tabakaları satın alma yolları ile bir kere yerleştikten sonra, yerli halkın elinden ekmeğini aldığını...
Bütün yollar İstanbul’a gider!
“Hak önünde konuşmak, halk önünde hakkı teslim etmektir” dediği ve fakat sonrasında tutuklandığı o meşhur Eyüp konuşmasının girişini hatırlayalım: “Bugün, Müslüman İstanbul’umuzun, İstanbul’dan önce Müslüman olan Eyüp bölgesinde...”
İstanbul’un kapılarının, dışarıdan Türkler ve Müslümanlar, içeriden Hıristiyanlar ve Museviler eliyle açıldığına dâir okuyucusuna çeşitli bilgiler aktaran Kıvılcımlı, bu çerçevede, “İstanbul’un Fethi’ni, Müslüman olmayanlar niçin desteklesinler” sorusunu, toprak meselesi ile cevaplıyor. Sebebi şu: Bizans’ın 11’inci yüzyıldan itibaren derebeyileşmesiyle birlikte, zorbaların eline geçen topraklar aracılığıyla imtiyazlı bir zümrenin oluşması ve alt tabakanın ezilmesi... Tezini, bu minval üzere yürütüyor. Fetih öncesi Osmanlı akınlarının, Hıristiyan halktan ziyade, Bizans tekfurları tarafından da olumlu karşılanmasını ise, Köse Mihal’in Osmanlı’ya katılımıyla örneklendiriyor... Bununla birlikte, şahsî servetleri için halkı soyan Tekfur denilen Bizans derebeylerine karşı Osman Gazi’nin öldüğü gün bıraktığı serveti (!) sıralıyor: Bir çift çizme, mızrak, kılıç, birkaç çift hayvanı, kısrak...
Esasında, toprağı tekeline alanların, zamanla devlete hükmetmeye başlamasıyla birlikte seçkin bir zümre oluşuyor. Halk kurtarıcısını ararken, Osmanlı’da adalet seziyor, adına “dirlik” denilen toprak düzeni, köylüye bir çift öküz ve yeterli ölçekte toprak veriyor. Fetih sonrasında hiçbir yıkımın ve kıyımın gerçekleşmemesi, ayrıca mânidar...
Gayrimüslim unsurlar tarafından, Osmanlılığın cazibe teşkil etmesi, Bizans toprak düzenindeki aksaklıkların “dirlik” düzeni ile giderilmesinden kaynaklanıyor çünkü... Dönemin kanununa göre, Osmanlı bir yeri zapt etti mi, orada önce istatistik çıkarıyor, sonra toprağı çiftçiler arasında bölüştürüyor. Fakat yazar, zamanla Osmanlı topraklarının da, Bizans usulü derebeyileştiğini ve zamanla vergi oranlarının yükseldiğini ayrıca hatırlatıyor. Kendi maaşını çiftçilerin vergilerinden toplayıp çıkaran dirlikçiler (sipahiler) ise herhangi bir mülkiyet hakkında bulunmasalar dahi dirliğin gelirinden faydalanıyorlar.
Kıvılcımlı, Sultan Fatih’in; Bizans’ın kökü olan eski Roma İmparatorluğuna karşı, her dinden halkla ittifak yapıp müşterek bir cephe kurabilmesini öylesine önemsiyor ki... Osmanlı ülkesini baştanbaşa dolaşan Gayrimüslim bürokratlardan biri, bakın ne diyormuş: “Yorgunluğa ve zahmetli hayata katlanabilen Türkler, biz yemek yerken, yanlarından bir fakir geçse, onu derhal bizimle beraber yemeğe çağırıyorlar. Biz ise bunu asla yapmayız.”
Fethin, Osmanlı’nın devlet olarak ikinci kez kuruluşu olduğuna inanıyor, Kıvılcımlı... Fetih sonrasını ise şöyle özetleyerek, tezini noktalandırıyor: Boğazların Bizans’tan (İtalyan-Cermen tekelinden) arındırılması İstanbul’u dünya ticaretine açmış ve “Bütün yollar Roma’ya gider” öngörüsü, yerini “Bütün yollar İstanbul’a gider”e bırakmıştır. Söz konusu arındırma esnasında, ticaret; güvenlik ve asayişe kavuşturularak, “dünya medeniyeti” savunulmuştur; zamanla kapitülasyonlar şekline sokularak soysuzlaştırılsa da... Karaların birliğiyle birlikte denizlerin birliğini sağlayan Osmanlı, seyahat edenlerin ve ticaretle uğraşanların talebini karşılamıştır. İnsan merkezli “ileri” bir iktisadi vaziyet oluşmuştur. İstanbul’un fethi, Batı ticaretine büyük darbe vurmuş ama Batının da gelişimine vesile olmuştur. 1453’te İstanbul fethedilmiş, 1494’te Kolomb Amerika’yı keşfetmiştir. Akdeniz’i yitiren Batılılar, böylelikle okyanusa açılma fırsatı yakalamış; “alternatif” arayışına gidilmiş ve “Batı medeniyeti” Rönesans’ını yaşamıştır...