Biyografi Ara!

Binlerce biyografi keşfedilmeyi bekliyor

Herkül Millas

yazar, çevirmen, akademisyen

Sayfayı paylaş
İlgili Kategoriler
Herkül Millas
Herkül Millas
yazar, çevirmen, akademisyen

1940 yılında Ankara’da doğdu. Yüksek öğrenimini 1965’te Robert Kolej’de tamamladı. 1960’larda öğrenci hareketinde yer aldı. TİP üyesiydi. 1971’de Atina’ya yerleşti. Yunanca’dan Türkçe’ye Ritsos, Seferis, Elitis vd. şairlerin yapıtlarını çevirdi. A.Ü. D.T.C.F. Çağdaş Yunan Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Siyaset Bilimi Bölümü'nde doktora öğrenimini tamamladı. 

Türk-Yunan ilişkileri ve karşılıklı algılamalar konusunda kitap ve makaleleri Türkçe, Yunanca ve İngilizce olarak çeşitli ülkelerde yayımlandı.

ESERLERİ:

1."Öteki" ve Kimlik
2.Geçmişten Bugüne Yunanlılar Dil, Din ve Kimlikleri
3.Yunan Ulusunun Doğuşu
4.Ayvalık ve Venezis
Yunan Edebiyatında Türk İmajı

Çevirileri:
1.İsmail Ferik Paşa'nın Hayatı 
2.Yunanistan ve "Doğudan Gelen Tehlike" Türkiye 
3.Yunanistan'da Türk Kahvesi 


HABER


Türkçe ve Yunancada şaşırtan ortaklık
A. YAVUZ ALTUN 
Zaman 23 Ekim 2012 

Herkül Millas yazdı: Türkçe-Yunanca Ortak Kelimeler, Deyimler ve Atasözleri

Yazar Herkül Millas, Türklere Yunanca, Yunanlılara Türkçe öğretirken kullandığı çalışmasını “Türkçe-Yunanca Ortak Kelimeler, Deyimler ve Atasözleri” adıyla kitaplaştırdı. İki dil, listeye göre 6 binden fazla ortak deyişe sahip. Bu şaşırtıcı durum için Millas şöyle diyor: “Şaşarız çünkü milletler arasında farklar temeldir diye bellemişiz.” 

Bugüne kadar ‘baklava', ‘lokum' ve ‘rakı' gibi yiyecek içeceklerin aslında hangi yakaya ait olduğu tartışmalarında milliyetçi duyguları kabaranlar, Herkül Millas'ın kitabında Türkler ile Yunanların dilinde 6 bin civarında ortak kelime ve deyiş bulunduğunu öğrenince şaşıracak… Herkül Millas, bu şaşırma hâlinin farklılıklara odaklanan ırkçılığın tezahürü olduğu görüşünde: “Şaşarız çünkü milletler arasında farklar temeldir diye bellemişiz.”

Yazar Herkül Millas, ilk kez 1992'de hazırladığı ve Türklere Yunanca, Yunanlılara Türkçe öğretirken kullandığı çalışmayı “Türkçe-Yunanca Ortak Kelimeler, Deyimler ve Atasözleri” (İstos Yayınları) adıyla kitaplaştırdı. 15. yüzyılın sonlarından 19. yüzyıla kadar, Ege'nin iki yakasında aynı idare altında yaşayan bu iki halk, listeye göre 6 binden fazla ortak deyişe sahip. Sadece “K” harfinden birkaç örnek verelim mesela: Türkçede ‘kambur', Yunancada ‘kamburis'; Türkçede ‘kayıkçı', Yunancada ‘kaikçis', Türkçede ‘kaymak', Yunancada ‘kaymaki'; Türkçede ‘konak', Yunancada ‘konaki'... Günlük hayatta kullanılan eşya ve gıda isimleri ya da nitelemeler (fermuar-fermuar, ciğer-cieri, bacanak-bacanakis); yer ve mekân adları (şadırvan-sidrivani, bakkal-bakalis) toplumda sık rastlanan olaylara karşı söylenen bazı genelleme sözleri (balık baştan kokar, boynuz kulağı geçer) iki yakadaki halkların sıkça rastlayabilecekleri benzerliklerden.

Geçen yıl İstanbul'da gösterilen ve hem Türkiye'de hem de Yunanistan'da tartışmalara konu olan belgesel filmi “Öteki Kasaba”da da aynı şeyi yapmıştı Millas: Birbirini pek de hayırla yâd etmeyen iki ülke halkına, ayna tutuyordu. İzmir'in Birgi ve Yunanistan'ın Dimitsana kasabalarında gerçekleşen görüşmeleri, Nefin Dinç kameraya almış ve bu belgesel filmde “başrol” oynayan Herkül Millas, Türk ve Yunan halklarının birbirine nasıl aynı önyargılarla baktığını göstermişti. Peki, neden kaynaklanıyor bu kalıplar? Sadece iki ulus-devletin kuruluş mitlerindeki tarihî “gerçekler” yeterli olmasa gerek. Herkül Millas, bu soruya şöyle cevap veriyor: “Milletler arasında gözlenen öfke, nefret gibi duyguların tarihten kaynaklandığına inanmıyorum.” Ona göre, “milliyetçilik tarihten dolayı değil, her gün yeniden üretildiği için vardır”.

Herkül Millas, modern dünyanın icadı olan ‘farklar' üzerinde ideolojik bir biçimde durmanın bizi birbirimize uzak kıldığını ifade ediyor. Ona göre, “bizi üzen, sevindiren, korkutan ve bize gurur veren haller ortaktır; sevdiğimiz yakınlarımız aynıdır, onlar için beslediğimiz kaygılarımız, gelecekleriyle ilgili hayallerimiz benzerdir. İnsanlar aynı biçimde yer, içer ve hastalanır. Hele aynı biçimde doğar ve ölür.” Hatta kitaptan anladığımız kadarıyla, insanlığın bu hallerine koyduğu isimler ve sıfatlar da çokça benzeşebiliyor. Ancak “benzerliklerin hatırlanmasıyla dostluğun pekişeceği” iddiasına da karşı çıkıyor Millas: “Bu ‘benziyoruz dost olalım' anlayışının arkasında 'yabancı düşmanlığının' dolaylı itirafı var gibi. Yabancı düşmanlığını çağrıştıran ‘benzemiyoruz' söylemini de yıkmak gerek; hazırladığım ‘ortak kelimeler', dil öğrenmeyi kolaylaştırmanın yanı sıra bunu da yapmaya çalışıyor.”

Yine de benzerlikler yabana atılır gibi değil. Yunanlılar, Antik Yunan mirasıyla, Os-manlı'dan bağımsızlığını kazanır kazanmaz Avrupa'nın kültürel ikliminin beşiğine yerleşmiş gibi görünse de, aslında Türklerle aynı modernleşme sürecinden geçtiler. Haliyle iki halkın dillerine İngilizce ve Fransızcadan geçen pek çok kelime hemen hemen aynı yolları izlemiş. Bu listeye bakarak böyle bir çalışma yapmak da mümkün. Herkül Millas'a göre, “ilginç olan, köken olarak Yunanca olan bazı kelimeleri de yine ‘Batıdan' almaları. Örneğin ‘telefon' ve ‘telegraf' Yunanca tele (uzak), foni (ses) ve grafi (yazı) kelimelerinden oluşur. Ama bu keşifleri yapanlar ve bu kelimeleri oluşturanlar ‘Batılılardır'; Yunanlılar da bu ‘Yunancaları' Fransızcadan almışlardır. Bu aynı Yunanca kelimeler Türkçeye, sanayi devrimini gerçekleştirmiş ‘Batıdan' geçmiştir.”

Türkiye, son dönemde Ortadoğu'da yaşananlarla daha ilgili gözüküyor ve Yunanis-tan'ın ekonomik krizde olması iki ülke arasında ‘ciddi' bir iletişim olmadığı izlenimini veriyor. Ancak iki halkın karşılaşmaları sürüyor. Haliyle ‘dostluk' nasıl sağlanabilir, sorusu da güncelliğini koruyor. Herkül Millas'ın konuyla ilgili kesin bir reçetesi var: “Dostluk, düşmanlığı yeniden üreten bataklığı kurutarak sağlanır bence.” Bu bataklığı ise kitabın önsözündeki şu cümleler özetliyor: “Bu çalışmadan bize ulaşan mesaj (...) güya var olduğu kabul edilen bizim ve ‘ötekinin' etnik özelliğinden doğan ‘özün' ve ‘farklılığın' aslında pek de gerçek olmadığıdır. Ulusların ‘özgün' ve ‘özel' olduğuna inananlar için bu mesaj sevindirici olmayabilir; ama evrensel yaklaşımlara yakın olanlar için hoştur.”



YORUM

Millas: Bu 'Türkiyeli' lafına benim aklım bir türlü ermedi!
Zaman 12 Mart 2013

Anayasa'da Türk yerine Türkiyeli denmesini isteyenlerin iyi niyetle davrandıklarına inanıyorum. Bu kritik alanda dile getirdikleri böyle “cesur” önerileri için onları takdir de ediyorum. En başta da dostum Baskın Hoca'yı. Amaçları farklı etnisiteden olan kimseleri rahatlatmak, bir duyarlılığın üstüne gitmeden bastırılmış kimliklerin önünü açmak. Bendenize de “Rum” dendiği için de böyle bir öneriyi desteklememi bekleyenlerin olacağını tahmin ediyorum. Ama bu “Türkiyeli” lafına benim aklım bir türlü ermedi!

Bu mesele siyaset bilimi, vatandaşlık veya kimlik sorunu değil, bence en başta bir dilbilim sorunudur. Bu anlaşılmadan sağırlar diyaloğu sürer gider. Her dilin kendine özgü ifadeleri vardır ve her kelime başka dillere çevrilemez. Bir örnek yararlı olabilir. Yunanistan'da bastırdığım bir Yunus Emre çevirisinin önsözünü yazan Türk(iyeli) bir bakanın hamasî yazısını çeviriyordum. Bir paragraf içinde “kalb”, “yürek” ve “gönül” kelimelerini kullanmıştı. “Öteki” dilde bu kelimeler yok! Batı dillerinde üç değil bir kelime vardır. Aynı kelimeyi üç kez kullanırsanız yazı anlamsız ve komik olur. Mecbur oldum, çevirinin o kısmını kendime göre uyarladım.

Türkçede Kıbrıslı “Rum” denir, bana da. Ama İngilizce konuşurken (resmi konuşmalarda bile) “Greeks of Cyprus”, “Greeks of Istanbul” deriz; çünkü ne dediğimizin anlaşılmasını isteriz. Peki, “Türkiyeli” lafını resmi ifade olarak nasıl çevireceğiz? “Turkish”, “from Turkey”?! Turkish kelimesinin iki anlamı var: sıfat olarak (Türk'e ait/özgü) ve isim olarak (Türkçe dili). Her ikisi de isim olan “Türk/Turk”ün karşılığı değil. Bir “Türkiyeliye” vatandaş anlamında “Nesin?” diye İngilizce sorduklarında –ki bana bu soruyu yüzlerce kere sormuşlardır– ne diyecek? “From Turkey” cevabı “Nesin?” sorusunun değil “Neredensin?” sorusunun yanıtıdır. Bu tür bir cevap karşımızdakinin bizim İngilizce bilmediğimize hükmetmesine neden olacak; ve yine bizim bir “Türk” olduğumuza karar verecek.

Çünkü içinde yaşadığımız ulus-devletler döneminde bütün dillerde vatandaşlık kapsamında bir “anlam” ve kelime baş göstermiştir. (Muhtemel ve haklı olarak, “bize ne İngilizcesinden/gâvurcasından, biz Türkçe ile ilgili bir soruna çözüm arıyoruz” tepkisine cevap da buradadır.) Seçilen kelime ise çok eskilere uzanır. Her ülkenin vatandaşları (gramer anlamında) bir sıfatla değil bir isimle belirlenir. French (Fransız), American (Amerikalı), English (İngiliz) gibi. “Amerikalı” kelimesi “nereden olduğunu” göstermiyor, vatandaşlığı gösteriyor. Bir insan Hawai'den olabilir ve Amerika kıtasına bile ayak basmamıştır; yine Amerikalıdır. Oysa Türkçedeki “Türkiyeli” kelimesi bu anlamı vermiyor. Coğrafi bir ifade! Hatta isim değil, sıfat. Bu, en açık bir biçimde, bu kelimeyi başka bir dile çevirmeye kalkıştığımızda belli oluyor; çeviri örneğini de bu yüzden verdim.

Denecek ki, bu kelimenin (Türkiyeli'nin) isim gibi kullanılmasını yerleştirelim ve benimsetelim. Bu durumda da dilbilimin “yasaklarıyla” karşılaşıyoruz: dilin kendi yasaları ve çalışma biçimleri var. Dil, dil mühendisliğine pek açık değil. Milyonlarca kimseye kelime benimsetmek hiç de kolay bir iş değil. İnsanların dili dönmez; hele benim dilim hiç dönmüyor. İyi niyetli bir önerinin, yüzyılların alışkanlıklarına bağlı dilbilimin sınırlarını aşması zor. “İmkânsız” olmayabilir ama zor. Kaldı ki “Türkiyeli” olan biri “Türkiye vatandaşı” olmayabilir, mesela Alman olabilir; her “Yunanlı”, Yunanistan vatandaşıdır, ama bir “Yunanistanlı” Fransız vatandaşı olabilir – dilin “yapısı” ve işlevi yüzünden. Vatandaşlık adının dışında isteyen “ayrıca”, tabii ki, kökenini veya başka bir kimliğini dile getirebilmeli. Bu başka bir konu.

Kaldı ki “Türk” kelimesine tepkili olan birinin “Türkiyeli”ye de tepkili olması gerekmez mi? Bu derecede aşırı duyarlılıkların çözümünü dilde değil, başka alanlarda aramak gerek. Vatandaşlık anlamında “Türk” kelimesi bazı tepkiler doğuruyorsa bunun nedeni kelimenin kendisinde değil, Türk devletinin ve kısmen toplumunun da uygulamalarıdır. Her vatandaşın geçmişini Orta Asya'ya bağlamak, başka etnisitelerin varlığını görmezlikten gelmek, hatta bastırmak, Türkçe dışında başka dilleri yasaklamak veya aşağı görmek, vatandaşlar arasında dil, din veya köken temelinde ayrımcılık yapmak… Bütün bunlar “Türk” ve “Türklük” adına yapıldığından tepkiler doğmuştur. Tersi olsaydı, yani “Türk” kelimesi gerçekten kapsayıcı bir uygulamanın simgesine dönüşmüş olsaydı, yani yalnız lafta veya Anayasa'da bir cümle olarak kalmasaydı bugün “Türk” kelimesi sorunlu olmazdı.

Sorunu çözmenin yolu, çok zaman israf edilmesine rağmen, yine anayasal vatandaşlığın içinden geçiyor. Ama laftan değil, uygulamadan söz ediyorum. Mesela, okul kitapları, bugün olduğu gibi, “Türk” derken yalnız Sünni Müslüman'dan, anadili Türkçe olandan, kökeni Orta Asya'da olandan söz ediyorsa ve en sıradan hak olan anadil için bir mütarekenin imzalanması bekleniyorsa sorun tabii ki çözülmeyecektir. Hatta Anayasa'ya “Türkiyeli” kelimesini koysanız da birileri haklı olarak “bu anlamda Türkiyeli değilim” diyecektir!

Vatandaşlık anlamının yerleşmediği yerde, yani vatandaşlar arasında eşitliğin sağlanmadığı çevrede, dışlayıcı hangi kelimeyi seçerseniz bir süre sonra o kelimeye tepkiler doğacaktır. Türkiyeli kelimesini kullanıp bağnaz, ayrımcı ve ırkçı “Türklük” yapılacaksa tabii ki birileri “Türk/Türkiyeli” derken mutlu hissetmeyecektir. Mutluluk, “demekle” sağlanmıyor; uygulamalardan doğuyor.

Vatana bağlılık da, toplumsal mutabakat da, uyum da uygun uygulamalarla sağlanır. Çağdaş anlamıyla milletler ve ulus-devletler eşit vatandaşlık temelinde kurulmuştur. Bu eşitlik pratikte ve uygulama çerçevesinde değil de bir tasarım olarak kaldığı sürece “kelimeler” çözüm olmayacaktır. Kelimelerin uygulamada yararı yoktur demedim, ama kelimelerle çözüm arama, öze değinmeyen aldatmacalar olarak da algılanabilir. Ayrıca astarı yüzünden pahalı olabilir.



GÖRÜŞ

Irkçılık nedir, nasıl yayılır?
Herkül Millas 
Zaman 27 Ağustos 2013

Irkçılığı anlamak için neyin ırkçılık olmadığını anlamak gerek; yoksa ırkçılık ithamı anlamsız bir demagojiye dönüşür.

Birilerini kötülemek (eleştirmek, hicvetmek, alay etmek) ırkçılık değildir. Bir gruba karşı yakışıksız sıfatlar kullanarak mücadele etmek hatta iftira etmek de ırkçılık değildir. Bu “taktikler” haksız, insafsız, ayıp hatta suç olabilir; ve bu biçimde de teşhir edilmelidir. Ama kendi başlarına ırkçılığı oluşturmazlar. Yüzyıllardan beri bütün dünyada böyle olumsuz olaylar olmuştur ama kimse tarih içinde, mesela, Roma imparatorluğu zamanında yapılan “kötü” davranışlara “ırkçılık” dememiştir. Çünkü ırkçılık dünyamızda yeni bir anlayış ve yeni bir olaydır. Irkçılık insan gruplarına aşağılayıcı olumsuz özellikler yakıştırmak değildir; ırkçılık bu tür özelliklerin, “değişmeyen bir ırk” temelinde var olduklarına inanmak ve söylemektir.

Ama, diyeceksiniz ki, ha ırk lafı ederek kötü davranmışsın, ha kültürel bahaneler bularak, ha tarihi ve sosyolojik açıklamalar getirerek, ne fark eder? Kötü olan, davranışın kendisidir, nedeni veya bahanesi değildir, diyenler olacaktır. Zaten böyle düşünenler çok olduğundan hoşumuza gitmeyen pek çok olaya ırkçılık demek moda oldu. Böyle diye diye, yani terimi yanlış ve keyfî kullanarak asıl ırkçı olan davranışı da göremez oluyoruz. Hatta “kötü olayı” eleştireyim derken bu kez de ırkçılığın tuzağına kendimiz düşebiliyoruz.

Irkçılık “ırka dayanır” derken buna bir açıklama getirmek gerekir. Irk ve ırkçılık da kendi başına kötü bir şey değil. “Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet bu celâl” sözünde tabii ki kötülük yoktur. Tarih içinde “ırk” kelimesi “millet” ve “soy” anlamında kullanılmıştır. Hâlâ böyle kullananlar vardır. Milliyetçilik akımı dünyada ilk ortaya çıktığı on sekizinci yüzyılda “ırklara özgürlük” sloganı ile “milletlere özgürlük” demek istenmişti. Ama yirminci yüzyılda ırk (ve bazen de millet) kavramına getirilen yeni bir yorum ve anlam durumu değiştirmiştir. Kötü olan ve bugün “ırkçılık” derken karşı çıkılan bu yeni anlayıştır. Bu yeni yoruma göre ırklar ve milletler zaman içinde değişmez özelliklere sahip gruplar olarak algılanmaya başlandı. Bu yorumun sonucu olarak dünyada bugüne kadar görülmemiş yeni tür önyargılar, ötekileştirmeler ve giderek insanlık dramları yaşandı. 

Bir gruba toptan olumsuz özellikler yakıştırmak genel olarak yanlış ve haksız bir davranıştır. Çünkü kurunun yanında mutlaka yaş olanı da vardır. Ama (çağdaş anlamıyla) ırkçılık daha da kötüsünü yapmaktadır. Hem bir gruba bütün olarak olumsuzluk yakıştırmakta hem de bu kötü yanı onun “değişmez özelliği” biçiminde göstermektedir. İddia edilen şudur: “Siz eskiden de böyleydiniz, sizin değişmez karakteriniz budur, özünüz budur, değişmeyecek ve yarın da öyle olacaksınız!” 

Toplumlar zaman içinde inişler çıkışlar yaşar. Eskiden uygarlıklar yaratmış olanlar zamanla bir çöküş yaşayabilir; önemsiz bir yörenin insanları günü gelir harikalar yaratır. Sonra farklı konjonktürde işler yeniden tersine dönebilir. Irkçılar ise insanları böyle görmezler; her grubun (milletin, soyun, ırkın, dinin vb.) değişmez biz özü olduğuna inanırlar. Kötü olan hep kötü olacaktır! Hitler Yahudileri yok ederken bu mantıkla hareket etmiştir: Bize zarar veren Yahudiler, çocuklar dâhil, değişmez, onları yok etmekten başka çarem kalmadı!

Irkçılığın bu yanı hoşgörüsüzlüğü besler. Çünkü ırkçılar yanlış yolda olanın (böyle algılananın) değişmeyeceğini düşünür. Kötülüğü “ötekinin” değişmez karakteri ve “özü” ile açıklar. “Milli karakter” diye bir şeye inanır. Bir milletin bireyinde bir eksiklik gördüğünde, bütün milletin özü konusunda bilgi sahibi olduğuna inanır: Demek ki hepsi bu tıynette, diye düşünür. Çünkü bir milletin değişmez bir karakteri varsa, her birey de milletinin bu özünü, her zaman, taşıması gerekir. Ve böylece ırkçı önyargılara varmış oluyoruz; birileri kötü davranınca bütün gruba karşı çıkmak “normal” sayılıyor. Eskiden ayaklanmaları bastırmak için katliamlara başvurulurdu ve insanlar biat edince bu “iş” son bulurdu; ırkçılıkta artık amaç farklı; nasıl olsa hiç değişmeyecek olanlardan toptan kurtulmak gerek. Irkçılık, umut içermeyen bir doktrindir: Kötüler hep kötü kalacaktır. 

Irkçılık, en başta bir düşünce biçimidir. Her zaman vahşete, kırıma, saldırıya varmayabilir. Ama potansiyel bir tehlike olarak hep oradadır. Bir kriz anında en çirkin yanı ortaya çıkar. Ancak ırkçılık “ırk” kelimesi kullanılmadığında da var olabilir. Örneğin, şimdi hayatta olmayan Yunanlı bir sosyolog, Türkler aleyhine ırkçı laflar ederdi. Irkçılıkla itham edilince söylem değiştirdi; Türklerin “değişmez toplumsal yapı ve geleneklerinden” söz etmeye başladı. Temelde aynı mesajı vermeye devam etti: Türkler değişmez! Kısacası, ırkçılık gruplara değişmez özellikler yakıştırmaktır; ve bu anlayış ırk, tarihsel geçmiş veya toplumsal yapı gibi sözde bilimsel açıklamalarla da savunulabilir. Irkçılığın pek sezilmeyen yanı “bizimle” ilgili yanıdır. “Ötekini” kötüleyen ırkçılığı sezmek daha kolaydır çünkü “öteki” bir an gelecek sitemde bulunacak, sesini yükseltecektir. Ama kendimize değişmez olumlu karakter ve özellikler yakıştırınca itiraz sesleri pek ender olacaktır. Bu da ırkçılığın öteki yüzü değil mi? Aslında ırkçı düşünce biçimi en başta böyle içselleştirilir. İlkokuldan başlayarak. Önce “kendimize” değişmez olumlu özellikler yakıştırırız. Sonra da karşı tarafa “ötekini” yerleştiririz. Bu gidişe karşı direnenlere de kalabalıklar “ne beis var kendimizi övmekte?” diye şaşar ve kızar.

Bu yazıyı yazarken amacım kaygı ile izlemekte olduğum (konjonktürün eleştirisini aşan) “Batı karşıtı” söylemlere değinmekti; ama yer kalmadı. Son zamanlarda sık duyduğumuz şu tür lafların topluma ırkçı anlayışı aşıladığını söyleyeyim en azından: “Batı'nın her zamanki bu ikiyüzlülüğü…” veya “Batı uygarlığı kan ve Öteki'ne acı çektirme üzerine kurulmuştur”. Bu sözlerin “normal” sayılması iyiye işaret sayılmamalı. Tabii Mısır darbecilerine en büyük ve doğrudan destek Doğu'daki Arap ülkelerinden! Yani ırkçılık önyargıyla akrabadır.


YORUM

Herkül Millas yazdı: Yunanistan'da Siriza dönemi
Zaman 27 Ocak 2015

Yunanistan’daki pazar günkü genel seçimler sol Siriza Partisi’ni iktidara getirdi.

Bu yazıyı yazdığım pazartesi sabahı, eldeki sonuçlara göre (oyların yüzde 99,6) partilerin aldığı oy oranları ve çıkardığı milletvekili sayıları şöyle: Siriza (sol ittifak) yüzde 36,3/149, Yeni Demokrasi (merkez sağ) yüzde 27,8/76, Altın Şafak (aşırı sağ) yüzde 6,3/17, Nehir (liberal) yüzce 6,0/17, YKK (Komünist) yüzde 5,5/15, Bağımsız Yunanlılar (sağ) yüzde 4,8/13 ve Pasok (merkez sol) yüzde 4,7/13. (Ülkedeki seçim yasasına göre 300 üyelik parlamentoda birinci gelen parti “bonus” olarak ek 50 milletvekili almakta.) Bu sonuçlara göre Siriza, beklenenin de üstünde oy almasına karşın, iki milletvekili eksiği olduğundan kendi başına hükümet kuramayacak ama herhalde bir koalisyon aracılığıyla (veya birilerinin koalisyona katılmadan dıştan desteğiyle) hükümet edecek.

Küçük bir ihtimal Siriza’nın koalisyona yanaşmayacağı, yeniden seçimlere gitmeyi kaçınılmaz kılacağı ve kendi başına hükümet kuracak oyları elde etmesidir. Ancak seçim süreçleri, doğurdukları belirsizlik ve ülke yönetimdeki boşluk ve aksamalar yüzünden ekonomiye büyük zararlar vermekte olduğundan herhalde koalisyonlu bir çözüme gidilecektir. Siriza ile koalisyon yapmaya istekli tek parti ANEL’dir (Bağımsız Yunanlılar) ama onlar da aşırı sağ bir parti sayılabilir. Bu koalisyonu mümkün kılan her iki partinin de Memorandum’a karşı olmaları. Böyle bir koalisyonun uyum içinde çalışması da herhalde kolay olmayacaktır. Komünist Partisi Siriza’yı burjuva partisi saydığından kesin destek vermeyecektir. Koalisyon, kolay olmasa da, Nehir veya Pasok ile de kurulabilir.

Seçimlerin AB siyasetine etkisi
Bu seçimlerin özellikleri arasında şunlar da var. Son on yıllarda ilk kez iki partili sistem darbe almıştır: Yeni Demokrasi ve Pasok dışında başka bir parti birinci parti konumundadır. Yorgos Papandreu’nun son haftalarda kurduğu Demokrat Sosyalistler Hareketi partisi yüzde 2,5 oy alarak Pasok oylarını bölmüştür. Yüzde 3’lük bir baraj olduğundan bu parti milletvekili çıkarmamıştır. Pasok taraftarlarının toplam oy oranı, teorik olarak, yüzde 7,2; yani Pasok bölünmeseydi üçüncü parti olabilirdi. Üçüncü parti aşırı sağ Altın Şafak’tır; liderleri terör örgütü kurmaktan tutuklu olmalarına rağmen. Son aylarda kurulan ve Yunanistan siyasi ortamında liberalliği ve AB yandaşlığı bir farklılık gösteren Nehir Partisi ise küçük bir farkla üçüncülüğü kaçırmıştır. Parlamentoda yedi parti yer alacaktır. Kâğıt üzerinde ve yaklaşık olarak “sol” yüzde 50, sağ yüzde 40 ve liberaller yüzde 6 oranda oy almışlardır. Milletvekilleri ise sırasıyla 177, 106 ve 17’dir.

Ancak bu sol-sağ ayrımının pek bir anlamı yoktur. Çatışma daha çok Avrupa Birliği politikaları, ekonomik kriz yüzünden alınan önlemler ve Troyka ve Memorandum’a karşı olmak veya olmamak konusuna olmuştur. Son yıllarda iktidarda olan Yeni Demokrasi ve Pasok bu yüzden oy kaybına uğramış, bu politikalara karşı çıkmış olan Siriza, ANEL ve Altın Şafak güçlenmiştir. Siyaset dünyasını bölen sol/sağ değil, Memorandum olmuştur. Seçimleri de Memorandum’a kesin karşı olan Siriza kazanmıştır. Siriza, geleneksel olarak merkez, sol ve sağ partilere oy veren seçmenlerin desteğiyle güçlenmiştir.

Gelecekle ilgili öngörüler aslında bütün Avrupa Birliği’nde merak konusudur. Siriza seçim kampanyasını bazı temel ilkeler ve vaatlerle yürütmüştür: Troyka’nın (AB, Avrupa Merkez Bankası ve IMF) dayattığı program reddedilecek, maaşlar ve emekli maaşlarına zamlar getirilecek, memuriyetleri son verilenler yeniden işe alınacak, özelleştirmeler olmayacak, vergiler azaltılacak ve özelleştirilen bazı kurumlar yeniden kamulaştırılacaktır. AB ile kararlılıkla bir pazarlık yürütülecek, Yunanistan’ın borçlarının tıraşlanması sağlanacak ve elde edilecek yeni yardımlarla işsizliğe son verilecek, kalkınma sağlanacak. AB’nin talep ettiği “liberalleşmeye” ve rekabetçi pazar ekonomisine son verilecek, sosyal devlet güçlendirilecek. Bunların sağlanması için AB’ye karşı “kararlılık” konusu (ki bu riskli bir “AB’den çıkarım” şantajına kadar bile varabilir) seçim öncesinde çok tartışıldı. Kimilerine göre AB ile bir çatışma her iki tarafa da zarar vereceğinden sonunda bir uzlaşmaya varılacaktır. Böyle bir uzlaşmada sonuç olarak kimin üstte kalacağı da çok tartışıldı. Şimdi de bu gelişmeler merakla bekleniyor.

Son dört yılda maaşların düşürülmesi ve ağır bir vergilendirme ile Yunanistan’ın bütçe açığı kapandı. Son aylarda ilk kez ekonomik kalkınmanın işaretleri göründü. Eski borçların ödenmesi dışında –ki bunlar düşük faiz ve çok uzun zamana yayarak ödenmesi büyük sorun olmayacaktır– dış yardıma ihtiyacı yok gibidir. Bu durum Siriza’nın pazarlık gücünü artırmaktadır. Öte yanda AB kemer sıkma ve borç tıraşlama politikalarında ödün vermesi halinde başka ülkelerin de benzer taleplerle ortaya çıkmalarından çekinmektedir.

Siriza’nın önündeki senaryolar
Bence üç senaryo düşünülebilir. A) Siriza vaatlerini büyük oranda yerine getirecek. Bu çok zor görünmektedir. Gerekli nakit yoktur. AB yardımı kısıldığında yatırımlar aksayacaktır. Bütçe açığı oluşursa şu an Yunanistan’a borç verecek AB dışında merci de yoktur. B) AB ile tam bir çatışma yaşanacak, ülke iflasını ilan ederek borçlarını ödemeyecek, Avrupa para biriminden, hatta AB’den de ayrılarak kendi parasıyla kendi mali politikasını yürütecek. Bu iki aşırı senaryo pek gerçekçi görünmüyor. En muhtemel senaryo eskiden de, Andreas Papandreu, Evangelos Venizelos (her ikisi de Pasok) ve Andonis Samaras’ın (Yeni Demokrasi) yaptıklarının tekrarlanmasıdır. C) Yüksek tonda “sol” veya “Memorandum karşıtı” söylem sürdürülecek ama pratikte AB’nin beklentilerine cevap verilecektir. Düne kadar olduğu gibi, göstermelik bazı “halktan yana” önlemler alınacak ama temel mali siyaset değişmeyecektir. Tsipras, Andreas’ın kopyası gibidir. O da, “sol” adına NATO’dan ve AB’den çıkma sloganlarıyla seçimleri kazanmış sonra vaatlerini “unutmuştu”. Samaras da son seçimleri Memorandum karşıtı programıyla kazandı. Siriza’nın da böyle yapması çok muhtemeldir. Tek sorun Siriza içindeki “aşırı sol” muhalefettir. Onların tutumunu öngörmek daha zordur. Tsipras, seçmenin, AB’nin ve kendi partisinin baskısına karşı ne yapacağını izlemek, en azından heyecanlı olacaktır.