22 Ekim 1966 tarihinde Rize’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul'da tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde Bilim Tarihi okudu. Yayıncılık, metin yazarlığı ve sanat danışmanlığı uğraşlarından sonra gazeteciliğe geçti. 1996'da Yeni Şafak'ta sinema sayfası hazırlamaya başladı. Bir dönem aynı gazetenin Düşünce Günlüğü köşesini yönetti. Özel bir televizyon kurumunda program müdürlüğü yaptı. Atatürk Kitaplığı'nda edebiyat, müzik, felsefe, bilim ve siyaset temalı programlar hazırladı. Bu programlarından hâlen yalnızca müzik üzerine hazırladığı 33 Devir Dinleti adlı programını sürdürüyor. 1997'den itibaren Bilim ve Sanat Vakfı'nda edebiyat, sinema, estetik, sanat felsefesi ve edebiyat kuramları üzerine seminerler sundu. Aynı kurumda Yazı İşliği adlı yazarlık atölyesi çalışması hâlâ sürüyor.
1992 yılından itibaren birçok dergi ve gazetede şiirleri, hikâyeleri, edebiyat ve sanat üzerine yazıları, müzik ve sinema konulu eleştirileri yayımlandı. Ne ki Ababeth adlı bir hikâye kitabı var. Haftalık haber-yorum dergisi Gerçek Hayat'ın kurucuları arasında yer aldı ve aynı derginin kültür sanat editörlüğünü üstlendi. Şu sıralar Renkli dergisinde portre yazıları yazıyor. Evli ve iki çocuk babası.
GÖRÜŞ
Ciddi sanat meseleleri Hasanali Yıldırım Gerçek Hayat 8 Ekim 2018
Aslında insan, göründü-ğünden yahut sık sık iddia edildiğinden çok daha sade bir varlık. Sade ve basit.
Rahatsız mı oldunuz bu cümle karşısında? Şimdi birlikte bir düşünelim bakalım: Çoğu durumda hayatta kalmak dürtüsü ile hareket ettiğinin bilincine bile varamayan, o yüzden de birçok hayati işlevinin yetkisinin kendisine devredilmediği, (Doğru! Refleksler meselâ…) üstelik bu açıdan baktığımızda canlılık nitelikleri bakımından hayvandan da, hatta nebattan da hiçbir üstünlük arzetmeyen bir varlık. O yüzden de insanoğlunun en temel meselesi… (Üzgünüm. Onların hiçbiri değil.) iaşe ve ibate.
Şimdi soru şu: “İnsan nedir?” sorusunun cevabını nerede arayacağız? İaşe ve ibatenin kuşattığı alanda mı yoksa iaşe ve ibatenin kuşattığı alandan sonra başlayan süreç veya süreçlerde mi? İnsanı zahiri tarafından tavsif eden yukarıdaki görüşün üzerinde, dünya görüşü, felsefi kabulü, hatta inancı her ne olursa olsun herkesle ittifak hâlindeyizdir. İhtilâfı mümkün kılan hususlar ise ancak taraflarda mevzua dair malûmat eksikliğinden yahut fazlalığından kaynaklanır. Hakiki ihtilâf bu aşamadan sonra başlar asıl. Öyle ya, yine de insanı eğrelti otundan farklı kılan şeyler arayıp bulmak mecburiyetindeyizdir.
İşte insanı öteki varlıklardan ayıran husus, tam da burada karşımıza çıkmakta: Ruhunun yahut zihninin ürettiği malzemelerde. Nadiren de hem ruhunun, hem de zihninin ortaklaşa ürettiği ürünlerde.
Gündelik bilgi ile ‘yukarıdan’ geldiği kabul edilen dini bilgiyi bir tarafa bırakarak mevzua yaklaştığımızda insan zihninin ürettiklerini şu üç başlık altında tasnif ettiğimizi görürüz: bilim, felsefe ve sanat. Birbirine taban tabana zıt ve birbirinden özü gereği farklı bu üç zihin üretiminin, Sanayi Devrimi sonrasında hem anlamlarının, hem de içeriklerinin nasıl da farklılaştıkları gibi hususları devre dışı bırakarak ifade ederek yolumuza devam etmek durumundayız. Bu üçlü sacayağının da kendi aralarında bir silsilei meratıbı var: bilim, felsefe ve sanat. Son 50 yılını, bırakalım bilim üretebilmeyi, dışarıda üretilen bilimsel bilgileri sağlıklı bir biçimde içeriye aktaramadan geçiren ülkemiz aydını için yukarıdaki önem sırasına göre yapılan sıralama, tersinden geçerlidir. Varsa yoksa bilim! Hâlbuki bilim dediğimiz şey, nesnelere dair bilgiden başka nedir ki! Ya o nesnelerin bizatihi anlamları? Yahut onlara bizim yüklememiz gereken anlamlar? Peki nesnelere ve olaylara yüklediğimiz anlamlar bizi ne çeşit bir insan kılar?
İşte bu tür sorular ve bunlara bulunan karşılıklar, -baskın çoğunluk kaydıyla ifade ediyorum- Türk aydını için ancak kafa karıştıran, dolayısıyla en fazla “Ne oluyormuş içeride ki?” şeklinde bir kafa uzatılarak süzülesi, merakının karşılığını alacak miktarda şöyle bir karıştırılası mevzular mesabesinin ötesine pek geçmez.
Evrendeki varlıklara ve aralarındaki ilişkilere dair tasnif ve sistematize edilmiş, son 350 yıldır da gittikçe nesnelleştirilmeye gayret edilen malûmata bilim dedik. Bilimin verilerini değerlendiren, onlara anlam ve değer arayan zihin etkinliğine ise felsefe. Sanat ne peki? Sanat bütün bu nesne, varlık, olay, bilgi ve değerler yekûnu ile insan beni arasındaki sahici ilişkinin sonuçları… Öbür iki zihin etkinliği nesnellik kaygı ve iddiasıyla hareket etme gayretindeyken sanat tersine, her daim öznelliğin peşinde.
İyi de hem yaklaşımı, hem üretimi, hem de ürünleri bunca öznel bir alanda genel-geçer yargılara ulaşmak mümkün değil midir?
Sorunun cevabı uzun ve bu yazının kapsamının dışında. Ama kısaca ve Türk aydınının daha iyi anlayacağı şekilde vurgulayalım: Zevkler de tartışılır, renkler de. Hatta asıl onlar tartışılır. İşte renkleri ve zevkleri tartışan alana sanat felsefesi diyoruz. Estetik yahut sanat ontolojisi gibi dallar ise bu alanın komşu arsaları…
Eleştiri adlı disiplinin hakkını yemeden devam edelim: Sanat meselelerini, felsefi iddia taşımayan ama buna rağmen sözü geçen meseleleri fikri bir düzlemde ele alan metinler de var elbette. İnsan nedir çetin sorusunun en yetkin cevabını bulabileceğimiz sanat ürünlerini hem daha iyi kavramak, hem de bu alanda, ürünlerin ötesinde yeralan meseleleri anlamak bakımından faydalı böylesi metinler, yazık ki bizde nadirattan.
İşte bu az kalem oynatılan bu alanın son örneklerinden biri, geçtiğimiz aylarda yayımlandı: İslâm Sanatı’nın Özellikleri. Kitabın alt başlığı Birlik, Yansıtma, İşlevsellik, Güzellik, Aşkınlık. Bu senenin mayısında Ankara’da Biyografi Net Yayıncılık tarafından kitabın yazarı ise Mahmut Çetin.
Mahmut Çetin aslında bir biyografi yazarı. Fakat öyle bir biyografi yazarı ki kendinden sonra gelip de bu alandaki şöyle-böyle metinlerle beklenmedik şöhret devşirenlerin bile işin sırrını öğrendiklerini şahsen ifade etmekten kendilerini alamadıkları kişi.
Özellikle de meçhul meşhurların aile bağlarını tespit ederken belirlediği (Evet, ‘belirlediği’…) ilkeler, daha sonraları bu alanda turnusol kâğıdı kesinliğinde sonuç veren yöntem hâline getirilmiş durumda. Kısaca ifade etmek gerekirse bu genç yaşına rağmen Mahmut Çetin, biyografi edebiyatının ülkemizdeki piri. Bu alanda yazdığı ilk kitap Boğaz’daki Aşiret, hem kendi türünde hâlâ aşılamamış yetkinliğini korumakta, hem de kitabın adı, tıpkı Jöntürk veya Balkanlaşma tabirleri gibi bir toplumbilimi tabiri hâline gelmiş durumda.
Mahmut Çetin’in ancak kendisini yakından tanıyanların bilebildiği bir başka ilgi alanı daha var: sanat. Özellikle de tiyatro, sinema ve senaryo. Zaten uzun yıllar televizyonculukla da iştigal etmiş biri. Bütün bu farklı sanat ve zenaat alanlarındaki birikimlerinin üzerine bir de sıkı okumalarını ve o demin sözünü etmeye gayret ettiğim kılı kırk yaran titiz çalışma anlayışını ekleyin, İslâm Sanatı’nın Özellikleri adlı kitaba ulaşırsınız.
Tadımlık niyetine: “Batılılaşma Dönemi’nde kültür ve sanat dünyamızın fay hatları kırılınca, eski şark mitleri iflas etmiştir. İlk Tanzimat şairleri mitos aramağa başlar. Tanpınar’a göre bugün doğu edebiyatı mitos, istiare ve alegorisi olmayan bir edebiyattır. Bu yeni bir başlangıçtır. Mit’i olmayan sanat, kültürel hafıza eksikliğini postmodern arayışlarla kapatamaz. Mit’i olmayan sanatın postmodern görüntüsü sahtedir.
Sembol ve mit, her zaman sabit ve duygusal düzeyde yer almıştır. Toplum bir teoloji edinince ortaya çıkar ve düşünce ortamının faaliyetiyle yeni bir biçim kazanır.” (s. 188).
Her anlama ve anlatma düzeyine seslenen ve kabul edilebilir bir nitelik barındıran her türlü sanat üretimine ve özellikle de sanat üzerine yazılmış kuram metinlerine, araştırma ve inceleme çalışmalarına yahut eleştirel yaklaşımlara, ekmekten de, havadan da, sudan da daha çok muhtacız. Çünkü sadece iaşe ve ibateyle yetinerek hayatiyetimizi devam ettirdiğimizde insanlaşmış olmuyoruz ki. Tersine, bilkuvve insanlığımızı hayvaniyetimiz için harcıyoruz.