1940 yılında Gaziantep’de doğdu. Askeri eczacı olan babasının tayinleri sebebiyle, her sınıfı bir başka Anadolu şehrinde okudu. 13 yaşında babasını kaybedince, İstanbul’a geldi. İstanbul Kız Lisesi'ni 1957 yılında bitirdi. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni kazandı. 1 yıl askeri (karacı) 3 yıl (denizci) üniforması ile Türkiye’nin ilk kadın askerleri arasında yer aldı. 1963 yılında, sivil olarak İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni bitirdi. Birincilikle bitirdiği öğrenimi sonunda “İhsan Aksel Ödülünü” aldı.
1968 yılında İstanbul Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nde ihtisasımı tamamladı ve kadın-doğum uzmanı oldu. 1997 yılına kadar muayene hekimliği yaptı. Kendi isteğiyle emekli oldu.
1964 yılından beri kadın sivil toplum kuruluşlarının platform, dernek, vakıf, girişim gruplarının kuruluşu, üyesi, başkanı, danışmanlığı gibi görevlerde bulundu. Kadınların, toplumsal sorunların çözümünde aktif rol almasını teşvik etti.
Eşi Prof. Dr. Asaf Ataseven, uzun yıllar Vakıf Gureba Hastanesi’nin başhekimliğini yaptı. 2 çocuğu ve 5 torunu var.
TBMM tarafından 2009 üstün hizmet ödülü ile ödüllendirildi.
HAKKINDA YAZILANLAR
Dünyadan sorumlu doktor: Gülsen Ataseven Fatma Karabıyık Barbarosoğlu Zaman 18 Temmuz 2009
Gülsen Ataseven, TBMM tarafından 2009 üstün hizmet ödülü ile ödüllendirildi. Bütün kadınların ve bütün tıbbiyelilerin "Doktor Abla"sı. hayat hikâyesi, Türkiye'nin hikâyesi ile her kavşakta kesişiyor. Onun hayat izinden, Türkiye'nin en berrak ve şaşırtıcı imajlarını toplamak mümkün.
Gülsen, İstanbullu bir ailenin ikinci çocuğu olarak 1940 yılında Antep'te dünyaya gelir. Özellikle memur aileler arasında yaygın olan, doğan çocuğa dinî muhtevalı bir isim koymama modası sebebiyle adı Gülsen konulur. Babası, Ecz. Yüzbaşı Niyazi Bey'dir. Babasının mesleği dolayısıyla ilkokulun her bir sınıfını başka bir vilayette okur küçük Gülsen. Çocukluğunun şehirlerinden özellikle üçü hafızasında kayıtlı.
Annesiyle babasının balo yüzünden tartışmalarına şahit olduğu Malatya, bu şehirlerin ilki. 1944 yılında Malatya'da bir balo düzenlenir. İstanbul'dan uzakta subay aileleriyle kuşatılmış bir adacıkta yaşayan anne Nurhayat Hanım, baloya gitmeyi çok istemektedir. Kırmızı şifondan bir elbise diker. Yüzbaşı Niyazi Bey, baloya gitmek taraftarı değildir. Baloya gitmeyenlerin terfi ettirilmediğini söyleyerek, eşini ikna etmeye çalışır Nurhayat Hanım. Tartışmayla gidilen balodan öfke ile dönülür. Herkes hanımıyla dans ederken "chance de la dam" anonsuyla birlikte birden herkes yanındaki başka bir hanıma meyleder. Zaten baloya gelmek istemeyen Yüzbaşı Niyazi Bey, bu durum karşısında "İstedikleri cezayı versinler, doğru eve gidiyoruz." der ve karısının kolundan tutarak eve döner. Baloyu bu şekilde terk ediş karşısında herhangi bir ceza almaz Niyazi Bey, ama yüzbaşılıktan da asla terfi edemez. Terfi ettirilmeyen Niyazi Bey, iki kızının eğitim masrafları artıp yüzbaşı maaşı ile geçinemeyecek bir duruma gelince, istifasını vererek bir eczane açma kararı alır. Eczanesi olmayan bir şehir araştırılır ve Artvin'e eczane açmak üzere yola çıkılır. Yıl 1952, Artvin küçücük bir şehirdir. Küçük Gülsen, ilkokulu burada bitirir. Artvin'in atmosferinden hatırladığı, toplumsal bir bölünmedir. Memur sınıfı ile halk arasında muazzam bir uçurum vardır. Halk, memur sınıfını kendileri dışında sanki tiyatro sahnesindeki oyuncular gibi seyreder. Eve İslam'ın Nuru adlı çok kaliteli bir dergi gelmektedir. Bu dergi, henüz ilkokul öğrencisi olan küçük Gülsen için ağır bir dergidir, ama çerçeve içine alınmış ayet ve hadisleri okuyup ezberlemek, onun en büyük zevki olur.
BABA NASİHATİNE SIKI SIKI BAĞLILIK
Toprağa ve hayvanlara düşkün olan Niyazi Bey, sık sık eczanesini kalfaya bırakır. Bu ayrılışlar, kalfanın hıyaneti sonucu iflas ile nihayetlenir. Yeni bir hayata yeni bir beldede başlamak için eczanesiz bir yer olarak Ardahan seçilir. Belediyeden alınan kredi ile Ardahan'da yeni bir eczane açılır. Küçük Gülsen, Ardahan'da orta birinci sınıfı okur. Ablası Gülsevin ise orta üçüncü sınıftadır. Ardahan'a gelişin sekizinci ayında Niyazi Bey kalp yetmezliğinden ölür. Niyazi Bey ölmeden önce Çamlıca Kız Lisesi'nin yatılı kısmı için büyük kızı Gülsevin'in bir yıllık ödemesini yapar. Belediyeden alınan kredi ile açılan eczanenin içindeki ilaçlar ancak kredi borcunun kapanmasını sağlayabilir. Genç ve güzel Nurhayat Hanım, küçücük bir muhitte dul olarak kalınca etraftan gelebilecek dedikodu ve iftiralara karşı durabilmek için başını kapatır ve makyaj yapmaktan vazgeçer. Babasının ölümü ile birlikte küçük Gülsen'in manevi hayatında bir arayış başlar. Ölmeden önce babasından nerede olursa olsun asla namazını terk etmemesi konusunda bir nasihat dinler: "Allah ile senin aranda namaz bir oto kontrol mekanizması olacaktır. Namaz, seni hem senden gelebilecek kötülüklere karşı hem de başkalarından gelebilecek kötülüklere karşı korur. Ben öleceğim. Annen de başında olmayabilir. Ama senin beş vakit kılacağın namaz, seni her türlü kötülükten koruyacaktır. Günde beş defa Allah'ın huzuruna çıkan bir insan, ne kötü olur ne de kötüye bulaşır." Bu nasihat, asla unutulmayacak ve bir tek vakit kazaya bırakılmaksızın namaza sıkı sıkı tutunulacaktır.
Babasının ölümünden sonra annesi ve ablasıyla birlikte İstanbul Süleymaniye'ye anneannenin yanına gelinir. Böylece İstanbul Kız Lisesi'nde okumaya başlar Gülsen. Baba nasihati, İstanbul Kız Lisesi'nde de yerine getirilmeye devam edilir. Ders aralarında hademenin odasına giderek namaz borcunu eda eder.
Faal bir genç kız olan Gülsen, lise yıllarında aynı zamanda Yeşilay Derneği'nin gençler kolunda çalışır. 1956 yılında Iraklı bir profesör olan Hayriye Hanım, orada bulunan gençlere "İçkiden uzak durmayı bize dinimiz emreder." şeklinde bir konuşma yapar. Bu konuşma liseli dinleyiciler arasında kahkahalarla ve alayla karşılanır. Gülsen ise, "burada benim dinime hakaret ediyorlar" diyerek, bir daha Yeşilay Derneği'ne gitmez.
Okul hayatı başarılarla dolu olan Gülsen, yaz aylarında çalışarak hem kendi masraflarını çıkarmak hem de annesine destek olmak için çaba gösterir. Santral memureliğinden muhasebeciliğe ve Kilyos'ta çocuk bakıcılığına kadar pek çok işte çalışır. Babasını bir kalp rahatsızlığı neticesi kaybetmiş olan Gülsen'in annesi de yıllardır kalp hastalığından muzdariptir. Nurhayat Hanım, yürüyemeyecek kadar güç durumdadır. Askeriye, babasının çalıştığı yıllar için bir maaş bağlamıştır, fakat bu maaş çok cüz'idir. Bir tarafta geçim sıkıntısı, diğer tarafta annenin hastalığı had safhaya ulaşır. Bu yıllar, israf etmeden yaşamanın, yaşayabilmenin öğrenildiği yıllardır. Yokluklarını kimseye belli etmeden yaşadıkları için hallerinin ne kadar zor olduğunu bilmeyen bazı insanlar, annesinden borç bile isterler.
Küçük yaştan itibaren babasının eczanesinde ilaç yapımını gören ve eczacı olmak isteyen Gülsen'in kararını bir gazete haberi değiştirir. Yıl 1955'tir ve Askerî Tıbbiye'ye kız öğrenci alınacağı ilan edilmiştir.
ASKERÎ TIBBİYE'NİN İLK KIZ ÖĞRENCİSİ
1957 yılında İstanbul Kız Lisesi'ni birincilikle bitirir ve okulu temsilen Karaca Tiyatrosu'nda bir konuşma yapar. İstikamet bellidir. Askerî tıbba kayıt yaptırılacak ve aileye yük olmadan doktor olma imkânı yakalanacaktır. İlk yıl askeriyenin kara kısmına kayıt yaptırır. 1958 yılında deniz bölümü için dört kişilik kontenjan açılınca bahriyeli olarak öğrencilik devam eder. Deniz bölümüne geçme sebebi, vazifenin İstanbul, İzmir gibi denize kıyısı olan bir şehirde görev yapılacak olmasıdır. Anne Nurhayat Hanım 1957'de kalp ameliyatı olur. Bu, Türkiye'de muvaffakiyetle sonuçlanan ilk kalp ameliyatıdır. Hayat mecmuasında ameliyatın bütün safhaları resimlenir. Hayat mecmuası bu haberi "askerî tıbbiye öğrencisinin annesi" şeklinde verir.
Askerî Tıbbiye'de öğrencilik yatılıdır ve kızlarla erkekler aynı binada kalmaktadırlar. En altta erkeklerin en üstte kızların yatakhanesi bulunmaktadır. 200 erkeğin içinde 30 genç kızdan biri olmak, Gülsen Hanım'ın namazlarına daha sıkı sarılmasını sağlar. İki şey vardır düşündüğü: Askerlik şerefine ve Müslüman bir genç kızın şerefine asla halel gelmemesini sağlamak. Bu düşünce ile kız arkadaşlarını koruyucu, kollayıcı bir davranış geliştirir ve karşılaştığı her rahat davranış karşısında "ne yapıyorsunuz, askerlik şerefimiz var" demeyi ihmal etmez.
Davranış bozuklukları gösteren öğrenciler anonslarla idareye çağrılarak ikazlar yapılır. Bir gün yurdun koridorlarında kendi isminin anons edildiğini duyar teğmen adayı Gülsen. "Buyurun komutanın" diyerek yurt komutanı Orhan Yiğit'in karşısına çıkar. Orhan Yiğit, "Evladım şu an üniversiteden bütün notlarınızın pekiyi olduğuna dair bir takdir aldık. Sizinle iftihar ettik. Biz de size bir teşekkür belgesi vermek istiyoruz. Siz Askerî Tıbbiye'nin de yüz akı oldunuz." diyerek kendisine yazılı ve sözlü takdirde bulunur. Bu takdir Gülsen'de bir cesaret uyandırır. Ve namaz kılmak için bir yer aradığını, kendisine bu konuda yardımcı olup olamayacaklarını sorar. Bu isteği olumlu karşılanır ve yurdun kütüphanesinin bir köşesi paravan ile çevrilerek minyatür bir mescit haline getirilir. Askerî Tıbbiye öğrencilerinin maaşı 7,5 liradır. Minyatür mescidin duvarına sahaflardan bir levha tedarik edilir. Arapça levhanın altında aynı zamanda Türkçe anlamı da yazılı olan bir levha: "Hikmetin başı, Allah korkusudur." Başlangıçta bir iki kişi namaz kılarken iki yıl sonra namaz kılan kız öğrencilerin sayısı 15'i bulur. Namaza başlayanların davranışlarında da değişiklikler başlar ve serbest flört etme yerine nişanlanmayla noktalanan ilişkiler yaygınlaşır.
TİYATRO KULİSİNDE KILINAN NAMAZLAR
Askerî üniformalı tıbbiye öğrencisi 30 genç kız hem yerli basının hem de yurtdışı basının ilgi odağı olur. İstanbul sokaklarında tramvaylar askerî kız öğrencileri görünce durur; köprünün üstünden geçerken daha yüz metre ileriden subaylar hazır ola geçip selam verir.
Askerî Tıbbiye'nin başarılı öğrencileri Savarona gemisinde ağırlanır. Orada bir subay konuşma yapar. Subayın konuşması Gülsen'de dindar insan intibaı uyandırır. Zaten biraz dindar bulduğu herkese, kafasındaki bütün soruları sorarak cevap aramaktadır. Örtünmeyle ilgili içinde bir arayış vardır. "Neden namaz kılarken örtünüyoruz da namaz kılmazken örtünmüyoruz? Namaz kılan bir genç kız mayoyla denize girebilir mi? Baloda dans edebilir mi?" Soruların muhatabı, hayretini gizleyemeyerek bağırır: "Aman siz ne yapıyorsunuz? Bu devirde namaz kılmak zaten evliya olmak demek. Siz bir evliyasınız!" Dans eden bir evliya, denize giren bir evliya Gülsen'in kafasında birleşmeden kalır. Konuşmacı "Sizi tebrik ediyorum." der. "Hayatınıza aynen böyle devam edin. Namazlarınıza da devam edin. Günahlarınız benim olsun." Kafasındaki sorulardan kurtulmak isterken bir soru daha takılır: "Bir insan başka bir insanın günahını yüklenebilir mi?" Meşhur isimlere kafasındaki soruları sormaya devam eder. Kimlere mi gider? Mesela Anadolu Evliyaları'nın yazarı Nezihe Araz'a gider. Askerî Tıbbiye öğrencisi olduğunu söyler söylemez randevu veren Nezihe Araz, tıbbiyeli Gülsen'in örtünme ile ilgili sorularını duyunca, otoriter bir edayla "Siz kabukta kalmışsınız." der. Halbuki Gülsen'in öz ile bir problemi yoktur. Mesele, bu özü koruyacak kabuğu bulmaktır. Daima okul birincisi olmuş bir öğrenci olarak, öğretmenlerinin kendisine sorduğu bütün soruların cevabını vermiş, onların bütün taleplerini yerine getirmiş bir öğrenci olarak, Yaratıcısı'nın kendisinden istediği davranışları öğrenmenin, bunları uygulamanın derdiyle yanmaktadır. "Allah'ın benden istediği sadece namaz mı?" Bu sorunun cevabı aranmaktadır. Refii Cevat Ulunay'a gider, Milliyet Gazetesi'ndeki yazıların manevî bir tarafı olduğunu düşünerek. İslamî bir hava hissettiği herkese sorar sorularını. Ama her defasında cevap verenlerin yanlışları, doğrularını götürür.
Bütün bu arayışlar içinde namazını hiç bırakmaz. Çantasında bir başörtüsü ve ince bir hırka daima bulunur. Tiyatroya gittiğinde kulise giderek namaz için kendisine yer göstermelerini ister. Artistler takdir ile namaz kılacak yer gösterirler. "Ne mutlu sana, ne mutlu sana!" diyerek. 1960 yılında bir kanunla askeriyede kız öğrencilerin varlığına son verilir. Öğrenci olduğu süre içinde askeriye tarafından her türlü ihtiyacı karşılanmış olan Gülsen Hanım, bu borcu hizmet vererek ödeyemeyeceğine göre nasıl ödemesi gerektiği konusunda her yere fikir danışır. Kendisine devletin hakkının geçtiğini düşünmektedir. Danıştığı kişiler bilakis devletin kendilerine tazminat ödemesi gerektiğini, çünkü bir anlaşma yapıldığını ve devletin bu anlaşmaya uymaktan vazgeçmesi yüzünden askeriyeye alınıp sonra da okullarını bitirmeden bırakılan kız öğrencilerin mağdur edilmiş olduğunu söyler. Hakikaten askerî yurttan ayrıldıktan sonra ekonomik olarak çok zor bir durumda kalır. Hem çalışıp hem de okuyarak son iki yılı güçlükle tamamlar. Bütün bu meşakkatler Gülsen'in tıbbiye birincisi olmasını engellemez. Ne birinciliğini terk eder ne de namazlarını. Gece saat sekizlere kadar süren laboratuvar çalışmalarının olduğu yoğun günlerde bile bir vakit namazını dahi kazaya bırakmaz.
Tıbbiyede okuduğu yıllarda öğrendiği bir hadis-i şerif, hayatının temel eksenini oluşturur: "İlmini muhtaç olandan esirgeyene, gökteki kuşlar ve denizdeki balıklar lanet eder." Yaradılıştan gelen paylaşma eğilimini bu hadis-i şerif iyice kamçılar. Tuttuğu notları, derse gelmeyenlerin arkasından koşarak ulaştıracak kadar sorumluluk duyar: "Siz geçen derste yoktunuz? Doktor olduğunuzda bu bilgilere çok ihtiyaç duyacaksınız."