Biyografi Ara!

Binlerce biyografi keşfedilmeyi bekliyor

Ercan Poyraz

yayıncı

Sayfayı paylaş
İlgili Kategoriler
Ercan Poyraz
Ercan Poyraz
yayıncı, editör

1954 yılında Ankara'nın Nallıhan ilçesi Eymir köyünde doğdu. 12 Eylül öncesi İstanbul'da Beyazıt Beyaz Saray'daki Türkmen Kitapevinin yönetiliğini yaptı. Bir ara İstanbul Ülkücü İşçiler Derneği başkanlığı yaptı. 4 yıl cezaevinde yattı. Uzun süre sağlık sorunlarıyla boğuştu. 2016 yılında Bakırköy Devlet Hastanesi’nde yüksek tansiyona bağlı kalp yetmezliği teşhisiyle vefat etti.

Şirinevler Ulu Camii’nde cenaze namazı kılındı. Vasiyeti üzerine Nallıhan’ın Eymir Köyü’ne gömüldü.

HAKKINDA YAZILANLAR

Ercan Poyraz’ın ardından yiğit iken ölenleri hatırlama 
Orhan Seyfi Şirin 

Eyüp Sabri Yüksel’in 90 ‘lı yıllarda zengin olmayı kafaya takmış kardeşi Aksekili Adnan Yüksel’den alırdım kitaplarım için kâğıtları. Sonra Adnan Yüksel baktı bizde biraz imkân var. Seka’dan kâğıt alacağı sabahın gecesi gelirdi ben de ona bir haftalığına 10 20 bin dolar mark bulup buluşturup verirdim. Haftasına parayı ödemeye geldiğinde, her seferinde onun iştahla yaptığı hesapları sonuna kadar dinler sonra da almazdım hisseme düşeni. Ercan Poyraz’a destek olduğunu söylerdi.

Genç yaşında öldüğünü öğrendiğim Ercan Poyraz’ın haberi sarstı beni. 

Ercan Poyraz arkadaşımdı. Diğer yazı türlerini yazabildiğim halde iş şiire gelince yalnızca genç yaşında ölen arkadaşlarım için şiir yazabiliyorum son yıllarda. Şiir gibi yaşanan ve genç yaşta noktalanan ömürler, mısralar oluşturuyor ciğer parelerimden. İnşallah adları yaşar ve arkadaşları ve talebeleri iyi işler yaptıklarında ruhları tebessüm eder. Allah rahmet eylesin. 

Seksenli yılların başında şiirler yazıyorum. Türkmen Yayınevi’nde. Bir gün bir şiir okudum. Ercan Poyraz şiirin yazıldığı kâğıdı aldı cebine koydu. Şiirin hatırladığım kısmı şöyleydi: 

Gün olur pazara çıkar iplikler
Elbet anlaşılır farkımız bizim
Ayıklanır bataklıklar, çöplükler
Sarar dört bir yanı türkümüz bizim

Türk’üz Tanrıkut’tan gelir görgümüz
Hakk’ın huzurunda olur yargımız
Gün olur güneşi deler kargımız
Asılır hilale börkümüz bizim 

Aradan on yıldan fazla geçti. Ercan Poyraz benim çoktan unuttuğum şiiri bir sihirbaz gibi cebinden çıkardı. Bırak dedim, benim kastettiğim gökyüzündeki hilal. Başka anlamlar çıkarırlar. 

Bırakmam dedi. Bırakırsın bırakmazsın. Şakalaşıp durduk sonraları. 

Eyüp Sabri Yüksel’in 90 ‘lı yıllarda zengin olmayı kafaya takmış kardeşi Aksekili 

Adnan Yüksel’den alırdım kitaplarım için kâğıtları. Sonra Adnan Yüksel baktı bizde biraz imkân var. Seka’dan kâğıt alacağı sabahın gecesi gelirdi ben de ona bir haftalığına 10 20 bin dolar mark bulup buluşturup verirdim. Haftasına parayı ödemeye geldiğinde, her seferinde onun iştahla yaptığı hesapları sonuna kadar dinler sonra da almazdım hisseme düşeni. Ercan Poyraz’a destek olduğunu söylerdi. Sonra erken yaşta ölen rahmetli ve hürmetli Mustafa Ruşen’in çocukları için burs vermeyi kendiliğinden telefon açıp söyleyince iyice inandım.

6 Ekim 2002’de uçmağa varan Harun Ceyhan Bey’in hatırasına yazdığım şiir bestelenmeye de çok elverişli. Tek kelimesini değiştirerek Ercan’a adamak geldi içimden şimdilik. Birinci kıtada üçüncü kişiyi mahsus meçhul bıraktım. Dursun da olabilir. Arvasi hoca da olabilir. Bazılarıyla bir süre yol arkadaşlığı yaptığımız arkadaşlarımızdan sonradan vekil ya da bakan olanlardan biri olabilir. 

REİS’İN ÖLÜMÜ 

Bir ağlayıp gülmüştük 
Türkmen’de buluşmuştuk. 
Sac ayağı olmuştuk 
Üçümüz bre Reis 

Çıktık nice yangından 
Kanat açtık enginden 
Toktu nice zenginden 
Açımız bre Reis 

Bakışırdık bir kızla 
Yaramız sardık tuzla 
Bir idi dışımızla 
İçimiz bre Reis 

Nisanda kar yağardı 
Bin bir ömre değerdi 
Ne de çabuk ağardı 
Saçımız bre Reis 

Ay yıldıza kan verdik 
Neslimize şan verdik 
Pusularda can verdik 
Kaçımız bre Reis 

Hem hamiyet hem para 
Olmadı bir arada 
Bir yürekte kırk yara 
Suçumuz bre Reis 

Bakışırdık bir kızla (nakarat) 
Çıktık nice yangından(nakarat)

Ne ten zevki, ne damak 
Şeref için yaşamak 
Çarpan bir kalp taşımak 
Suçumuz bre reis 

Gelmiş idik topraktan 
Ayrılmamıştık Hak’tan 
Uçmağa erer çoktan 
Göçümüz bre reis

GARİB OZAN DESTANI ‘nda bir başka genç yaşta ölen arkadaşımız Mehmet Sait Şimdi için yazdığım şiir: 

KÂBE YOLLARINDA MUMDU, GAZİLER! 

Bilmeden demeyin “iyi biliriz”
Size arz edeyim kimdi gaziler!
Hamdı aşkın fırınında pişmeden;
Ülkü aleviyle çimdi gaziler

Arpa boyu İpek Yolu yürüdü,
*Kervan oldu, Kerbela’yı bürüdü,
Ömrü çıra gibi yandı eridi, 
Kâbe yollarında mumdu gaziler!

**Motoruyla kuşlar gibi uçardı,
Yarenlik ederdi, sofra açardı,
Zalimleri kılıç gibi biçerdi,
Gelip geçti bir hoş demdi gaziler.

Mardin toprağında idi kalası,
Atabey soyluydu, hastı ihlası,
Garib Ozan derler idi mahlası,
Adı, Mehmet Sait Şimdi, gaziler

Şaşkınların hallerine gülmedi,
Yalan dünya gayretine dalmadı
Sazı, sözü, hatırası ölmedi
Bir dem gözlerini yumdu gaziler

Şirin üç gün sonra duydu, söyledi
Garib, Hakk’ın deryasını boyladı 
“Ömür bestesini tamam eyledi “
Canlardan bir dua umdu gaziler. 

*Eskiden hacca giden kervanlar Kerbela, Necef güzergahını kullanır, hayırseverler yollarda meşale, mum yakarlardı. 

** 1977 yıllarında, atak bir genç olan Garip Ozan’ı, arkadaşı Asaf Dündar ile birlikte, Ankara’da Beş evlerden Cebeci’ye kadar her yerde kırmızı motosikletleriyle görmek mümkündü.
Ufuk Ötesi 6.11.2006 s.55


İSTANBUL'DA BİR ÜLKÜ BEYİ DAHA HAKKA YÜRÜDÜ
www.ulkum.com 11 Temmuz 2006

İstanbul'da bir Ülkü beyi Hakk'a yürüdü. O ki, bütün şehit ailelerinin sevgilisi, gazilerimizin yardımcısı, mağdurlarımızın biricik dostuydu. Allah rızasını gözeterek gece gündüz demeden ülküdaşları için büyük bir azim, şevk ve heyecanla çalıştı. Nefsi için kimseye minnet etmedi velhasılı hiç gün yüzü de görmedi. Buna rağmen etrafındakilere örnek oldu, dava heyecanı verdi. İslam ümmetinden, Türk milletinden ÜLKÜCÜ bir fert olduğunu her zaman her yerde gururla dile getirdi. İnandığı değerler için inandığı gibi yaşadı ve yaşadığı gibi vefat etti.

11 Temmuz Salı günü saat 11 :00 da Bahçelievler Ulu Camii'nde kılınan cenaze namazı sonrası memleketi olan Ankara’ya yolcu edilen Poyraz'ın cenazesine Bahçelievler MHP İlçe Başkanı Suat Taştan ve İlçe Ülkücüleri eksiksiz katılırken Bahçelievlerin eski ilçe ve ocak başkanları, Mustafa Verkaya, Yavuz Ceylan, Hayrettin Alp, Yüksel Anıt, Ahmet Ayhan, MHP Eminönü eski İlçe Başkanı Memduh Yellice, MHP Eyüp eski İlçe Başkanı Hadi Özerdem, eski Eğitimcilerden Abdullah Kılıç, Türk-Sağlık sen İstanbul İl Başkanı Mahmut Akman, Zeki Anıt, Metin Bozkurt, Selçuk Zorlu, Teoman Zorlu, Ülkücü hareketin Gazilerinden Bünyamin Çiftçi ve Ahde vefayı tasa edinen arkadaşları cenazeye katılanlar arasındaydılar..
x

Ah Ercan, Poyraz Ercan!.. 
Servet KABAKLI Tercüman 12 Temmuz 2006

Güzel adam’ın ölümü...
AZİZ gönüldaşlarım, “eski şiirin rüzgârıyla” 20’inci Asır Türk Şiiri’nin en büyük üstadlarından biri olan Yahya Kemal Beyatlı, “Rindlerin Ölümü”nün 2’nci ve son dörtlüğünde, “gül gönüllü güzel insanların ölümüne” harikûlâde ölçüde bir güzelleme yapıyor:
“Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.”
Üstad Yahya Kemal’in tarif ettiği bu “serin serviler”iyle huzur veren ölüm, Kur’an-ı Kerim’in, Hz. Peygamberimiz’in (sav), evliyaullahın anlattığı “güzel ölümdür” ki, Hz. Mevlânâ, bir bambaşka aşk ile “düğün gecesi” sayar ölümü... Şu yaz ortasında hazan yaprağı gibi dökülen, fânî dünyayı birer birer terk edip, ebedî âleme göçen büyüklerimiz, dostlarımız, akranlarımız... Gün geçmiyor ki bir dostun “elveda” ettiği haberini almayalım, “Bir namazlık saltanat”tan sonra, yetişebilmişsek tabutunu omuzlamayalım...
Ve o ciğer pareleyen Harput hoyratı... Her defin esnasında aklıma düşen, gönlümü kor ateşmişçesine kavuran o kesik hoyrat:
“Ohtalandım,
Oh değdi ohtalandım,
Yetiş kabrim üstüne,
Örtüldüm, tahtalandım!..”
Şair hesabı tutmuyor...

EVET, çoktan aştık Cahit Sıtkı’nın “35 Yaş” barajını... “Yolun yarısı eder” diye o nefis şiiriyle şairâne hesaplar yapan, yaptığı hesap şair hesabı olunca tutmayan, ruhunu 46 yaşında Cenab-ı Hakk’a teslim eden Cahit Sıtkı Tarancı... Ölüm korkusunu, ölüm karşısındaki çaresizliğini şiirlerinde gergef gergef işleyen Cahit Sıtkı Tarancı... “Gece gündüz gittiğimiz”, tükettiğimiz “uzun ince yol” ki ömür yoludur... “Yolun yarısı” mıdır, yoksa “bahanemiz” sayılacak bir “baş ağrısı”nın zamanı mıdır?.. Biz âciz kullar, bunu nereden bileceğiz ki... İşte önceki ikindi vakti, Bağlarbaşı İlahiyat Fakültesi Camii’nden omuzladığımız Mustafa Necati Sepetçioğlu Hocamızı, bağrındaki civanlarına “ağlayan” Karacaahmet’te, kendisi gibi meyve vermiş bir erik ağacının dibinde, Rabbimiz’in rahmetine emanet edip döndük. Ölüm ki gerçek dünyaya doğuşun başlangıcı... Yanımızda götürdüklerimizle, kendimize iyi veya kötü hayat kuracağız gerçeğin ta kendisi olan o ebedî dünyada...
İstanbul ki can İstanbul, İstanbul ki yâr İstanbul... İstanbul’suz olmuyor ama İstanbul’la yaşamak çok zor... İstanbul kıskanç mâşuk; kendisinden başka dostlara vakit ayırmasına tahammül edemiyor âşıklarının... İstanbul gayya kuyusu gibi, hayat öğüten değirmen misali büyük şehir... Herkes işiyle, işsizliğiyle, hayat mücadelesiyle meşgul... Şu “İstanbullu dünya telaşı içinde”, cenazeler de olmasa; cami avlusunda dostlarla buluşup da hâl hatır soramayacağız...
Fakat bu işte bir gariplik var... Birçok gönüldaşımız gelmiş Sepetçioğlu Hoca’yı uğurlamaya; peki Ercan Poyraz nerede?.. En yakın dostları, dâvâ arkadaşları cenaze namazında ama “İstanbulluluk telaşına” teslim olmayan, çektiği onca çileye rağmen ömrünün her deminde hep “vefayı omuzlayan” Ercan Poyraz niçin yok?.. Duymaması, işitmemesi milyonda bir ihtimal...
‘Güzel adam’ın ölümü...

O Ercan Poyraz ki çektiği geçim sıkıntısını bir yana bırakıp, Türkiye’nin dört bucağında Ülkücü şehitlerimizin ve 12 Eylül darbesinin mağduru olan ülküdaşlarımızın ailelerine yardım için didinen bir Ülkü devi, bir vefa adamı... 

Ercan Poyraz ki Ankara’nın gariban ama bağrındaki güzelliklere kanaat eden ilçesi Nallıhan’ın Eymir Köyü’nde, 1954 yılında doğmuş, yetim büyümüş... 60’lı Yılların sonlarında bütünleşmiş Ülkücü Hareket’le, yılmaz bir neferi olmuş... 4 yıl boyunca Yusufiye çilesi çekmiş, “taş medrese” eğitimi görmüş... Ülkücü Hareket içinde kendisine verilen yöneticilik görevlerini büyük bir feragatle yerine getirmiş... Pendik Kaynarca Ülkü Ocakları Başkanlığı ve Ülküm Ülkücü İşçiler Derneği İstanbul Şube Başkanlığı gibi önemli vazifeleri “ahde vefa ile” yoğurmuş...

Kendisi herkese gösterdiği o vefadan nasiplenmiş mi?.. Hayır, “canım” diye, “ülküdaşım” diye sarıldığı bir kısım “kurt kırmaları” tarafından sırtından hançerlenmiş... Neylesin, yaralarını “acı tebessümlerle” sarmasını bilmiş Ercan Poyraz, içine atmış... Hani Orman var ya orman, baltaya demiş ki; “Sana söylenecek bir çift sözüm var. Ama neyleyim ki sapın benden...” İşte o misal... Kendisine yapılan kötülüklerin acısını gönlüne gömmüş Ercan Poyraz...

“Teşkilat Ercan” diye de bilinen; “Ülkücü geçinenlere ve Ülkücülerden geçinenlere” karşı, iman dolu göğsüyle direnen bir Ülkücü olduğu için; birileri tarafından teşkilatlardan “dışlanmaya” çalışılmış; ama o gönlünden “Müslüman Türk’ü yüceltme dâvasını”, Ülkücülüğü asla dışlamamış... Kırılmış ama eğilmemiş, küsmemiş dâvâsına Ercan Poyraz...

Aziz Ülküdaşlarım, Sepetçioğlu’nun cenaze merasimine katılmayışına hayret ettiğimiz; “ölümcül hastalık dışında gelmesi gerekirdi” dediğimiz saatlerde; 12 Eylül öncesinden beri yargılandığı son davadan da nihayet berat eden ve ayaklarındaki ağrı dolayısıyla, 1 ay önce geçirdiği ameliyattan sonra sıhhat bulmaya başlayan bu yiğit Ülküdaşımız, Ercan Poyraz’ımız; meğer Bakırköy Devlet Hastanesi’nde “yüksek tansiyona bağlı kalp yetmezliği” teşhisiyle can çekişiyormuş. Sabaha karşı da ruhunu Hakk’a teslim etmiş...

Cevat Saraç ülküdaşımın telefonla acı haberi verdiği saatte, Ercan Poyraz dâvâ arkadaşlarının omuzlarında, Şirinevler Ulu Camii’nden, vasiyeti üzerine defnedileceği Nallıhan’ın Eymir Köyü’ne uğurlanıyordu... O, ardında sadece engelli 2 evlat ve gözü yaşlı bir eş bırakmadı, Ülkücü şehitlerimizin ve 12 Eylül mağduru ülküdaşlarımızın aileleri de yetim kaldı...
X

Er kişi niyetine... 
(Yavuz Selim DEMİRAĞ) 

Bir kaybettiğimiz de Ercan Poyraz... "Kim?" diye soracaksınız... Bir "dava eri"... Hiçbir şey beklememiş, çıplak doğmuş ve çıplak toprağa gitmiştir. 

Ercan, 12 Eylülün gadrine uğrayanlardandır. Onu 12 Eylül öncesi İstanbul'da Beyazıt Beyaz Saray'daki İstanbul Ülkü Ocakları'nın Türkmen Kitapevinin yöneticisi olarak tanıdım... 12 Eylülden sonra çok kişi gibi bir tarafa savruldu... Uzun süre kaçak yaşadı. 

Bir gün anlatmıştı... Çaresizliğinin, umutsuzluğunun son deminde, Sultanahmet Camisine girmiş ve bütün yüreğiyle sesli sesli Allah'a yalvarmış... Arkasında kendisini işiten birinin eli omuzuna uzanmış, bu el ona bir anda ışık oluvermiş ve sanki hayata yeniden doğmuştu.
Çaresizliğinin son deminde uzanan "el"den "el" almış, nerede bir 12 Eylül savrulmuşu "dava eri" duymuşsa koşmuş, yarasına merhem olmak için çırpınmıştır. Kimsenin incinmesini, gururunun kırılmasını istemediği için "olan"dan alırken de, "olmayan"a verirken de sessiz ve mütevazı idi.
Bir ara İstanbul Ülkücü İşçiler Derneği başkanlığı yapmıştı. Hastalıklarla boğuştu... Çocukları rahatsızdı... Onulmaz bir rahatsızlık... Onların acısı, geçmişin fırtınası bedenini tahrip etmişti. Ve sonunda kara toprağa düştü. Arkadaşları onu doğduğu ilçeye Nallıhan'a götürdüler. Ercan nur içinde yat. 
Er kişi niyetine... 
Er kişi niyetine...

Son yolculuk durağı musallalar onlar gibi er kişilerle her zaman karşılaşamaz. Her cemaat "adam gibi adam"lara hakkını helal edemez. Babasının tabutunu omuzlamayanlar, "adam gibi adam"ların cenaze namazında da saf tutamazlar. Adam gibi adam olmak için bedel ödemek gerekir, bedeli göze almak, bedele boyun eğmek de adamlıktır. Kısacası adamlık zor zenaattir, hem de çok zooor...

Adamlık, gücünü aldığı makam masasına sımsıkı sarılıp "Bu benim ! Bunu kimse alamaaaaz !" diye histeri krizleriyle bağırıp, sahibi olduğunu sandığı mescidin imamını kovmak değildir ! Adamlık mescidin hakimliği ile böbürlenmek değil, Sultan Selim gibi hizmetkarlığına talip olmaktır. Adamlık verdiği sözde durmak, yerine getireceği sözleri verebilmektir. Adamlık, öldüğünde geride kalanların göz yaşları dökebileceği değerlere sahip olabilmektir biraz. Biraz da "kendini unutan adam" ölçülerinde yaşayıp, bizim camiada iz bırakmaktır. Vefa'nın bozası ile ünlü bir semt adı olmaktan öte anlamlar taşıdığını kanıtlayabilmektir.

Rab'bim rahmetini esirgemesin. Merhum Arif Nihat Asya "Adamlar bilirim yakasındaki rozetler, yüreklerinden büyük" demesi gibi güzel sözler yazamıyorum adamlığa dair. Yüreğindeki güzelliğin yüzüne yansıdığı ikbal Gürpınar'ın birkaç yıl önce okuduğu "Hey gidi Koca Reis" gibi anlam yüklü sözler de edemiyorum. "Sen adam gibi yaşamanın bedelini, biz senin bedenini vurduk sırtımıza" mısralarını da okuyamıyorum.

Yiğidi yokluğun bozduğu dünyamızda, yokluğun bozamadığı yiğitlere şahadet ederken aynaya bakmaya utandığımız anlar olmuştur. Deli bir rüzgarın alıp beni götürmesini arzuladığım anlarda Ercan Poyraz yüklendiğimiz sorumluluklarımızı hatırlatmıştır. Hey gidi Ercan ağabey ! Hiçbir zaman sahip olamadığın "mülkün temeli adalet" zaman aşımı sınırlarını zorlayarak seni affetmemiş, çeyrek asır sonra bileğine kelepçe vurup, demir parmaklıklar arkasında buluşmuştu seninle. Sen adam gibi yaşamanı bedelini ellisinde bile yaşamıştın erkekçe... 

Elindeki kalın siyah ajandanın sayfalarında yüzlerce adres, telefon numarası... Duruşma günleri, şahadet tarihleri, öksüzün okulu, yetimin ayakkabı numarasını, dulumuzun ev kirası, gazilerin ilaçlarının kaydedildiği "kara kaplı"da yüzüne kapanan kapıların adları kayıtlı olsa da kimseyle paylaşmazdı Ercan ağabey... Ketumdu... Tıpkı "kendini unutan adam" olan merhum Galip Erdem gibi. 12 Eylül darbesinde Mamak'ta misafir ( ! ) edilen Ülkücülerin "ağabey"i Galip Erdem Ankara'da ne ise, Ercan Poyraz İstanbul'da o sayılırdı. "118 bilinmeyen numaralar servisi" gibi arayıp, ulaşamadığımız Türk Milliyetçilerine, sorduğumuz Ülkücülere Ercan Poyraz'ın sayesinde ulaşırdık. Yönetim Kurul sayısını dahi tamamlayamadığımız listeleri ona tamamlatırdık. Onun için inandığı davada mevki - makam önemli olmadığı için bazen angarya yükler, taşımayı göze alamadığımız işleri omuzlatırdık. Küçümsemez, yüksünmezdi. Sırtına koli koli kitabı yüklenir, koltuk altına sıkıştırdığı dergileri tabanvay ile dağıtmaktan keyif alırdı.

Çerden, çöpten oluşturup kurduğu dernekte başkanlık yaparken bile "eğriye doğru" demediği için, bedenine gücü yetmeyenlerce camları kırıldı birkaç kez. Faillerinin nafakasını paylaştığı "delişmen" çocuklar olduğu düşüncesiyle gülüp geçti. "Günün birinde" inancı ile "Ülkücüler, Ülkücü geçinenler ve Ülkücülükten geçinenler"e dahil tuttuğu çeteleyi herkesten gizlemeyi başardığı için, "geçinenler"in gözünde "şüpheli" göründükçe gözümüzde daha da büyümüştü.

"Yitik Kuşak" olarak bizim "Karabudundan çeri" olarak nitelendirdiğimiz "Sorumluluk sahibi Ülkücü İşçi" olan Ercan Poyraz'ı yitirdik. Aslında yitirdiğimiz, Ankara'nı Nallıhan ilçesi Eymir köyüne defnettiğimiz Ercan Poyraz'ın bedeni değil ! Poyraz'ın ruhunu, Poyraz'ın ideallerini yitirmek üzereyiz. Mustafa Necati Sepetçioğlu'nun hemen ardından, "kendini unutan adam"lardan Ercan Poyraz'ı uğurladık. Adam gibi adam olanların ruhları önünde saygı ile eğilmek yerine yürüyen cesetlere temenna çakmak bize yakışmaz. Adam gibi adamlar "Ülkü ile kalsın !" Yürüyen cesetleri Allah'a havale ediyorum...
Yavuz Selim DEMİRAĞ