24 Şubat 1938 yılında Kırım'ın Akmescit kentinde doğdu. Emil Amit'in Kırım Türkçesi ile yazdığı "Sıgın Çokragı", "Men Hainni Atar Edim" povestleri çok başarılıdır.
28 Mart 2002 tarihinde Moskova'da vefat etti.
HAKKINDA YAZILANLAR
"ÇOCUK GÖZÜYLE 1943-1944 KIRIM TATAR, KARAÇAY VE BALKAR SÜRGÜNÜ: TÜRKLERİN ÇAĞDAŞ EDEBİYAT VE SANATINDA ÇOCUKLUK HATIRALARI" SVETLANA ÇERVONNAYA 25.06.2008
1990’da Kırım Tatar yazarı Emil Amit Kimse Unutulmadı, Hiçbir Şey Unutulmadı... adlı uzun hikayesini tamamladı. Yazar kendisi yazısının türünü “hatıralar” olarak belirtmişse de eserin büyük bölümü çeşitli kaynaklara (edebi eserler, basında yayınlananlar, istatistiksel veriler, çeşitli bellgeler) dayanarak yazılan tarihi-siyasal araştırma niteliğini taşımaktadır. Bu araştırma 1987-1988 yıllarına kadar, yani Kırım Tatarlarının gruplar halinde yurtlarına dönmeye başladığı döneme kadar getirilmiştir. Fakat yazının ilk sayfaları katıksız çocukluk hatırlarından oluşmaktadır. Çok kısa ve bölük pörçük olmalarına rağmen (çünkü yazar sürgün gününde ancak beş yaşında olmuştur), bunların dana sonraki eserlerde devam ettirilecek ve geliştirilecek olan temel sanatsal öğeleri meydana getirdiğini görüyoruz.
Çocukluk hatıralarının temelinde yatan bu öğelerden ilki, gece vakti kapıdaki gürültü ile ani uyanma, asker çizmeleri patırtısı, askerlerin kaba emirleri (“Sovyet yönetimi adına!... Vatana ihanet için!...Toplanmak üzere beş dakikanız var! Toplanın! Eşya kişi başına yirmi kilodan fazla olmayacak! Hadi! Hadi! ve evdeki yetişkinlerin şaşkınlığı ve çaresizliğidir.
Bu hatıraları aktaranların genellikle öksüz olmadığını belirtelim, çünkü Kırım’da en zor yıllarda bile çocuklar öksüz kalmamış, annesiz babasız kalanlara mutlaka akrabaları sahip çıkmıştır. Emil Amit’in hatıralarında çocuğun yanında bulunan büyük, annesidir (“Annem genellikle sabahları beni tatlı sesiyle, yumuşak dokunuşları ile uyandırırdı. Bu sefer çekerek ayağa kaldırdı...ağlayarak anlayamadığım birşeyler söylüyordu. Titreyen elleri uyku sersemi vücuduma montumu bir türlü geçiremiyordu."
Genellikle, baba ya savaşta ölmüş, ya da hala cephede, Sovyet ordusunda Nazi Almanyasına karşı savaşmaktadır. Nadiren, eve cepheden yeni dönmüştür ve sürgüne gönderilişi bütün aile fertleri birlikte yaşarlar.
Çocuk hatıralarının odaklandığı ikinci nokta, eve zorla girenlerin kılığı ve davranışlarıdır. Çocuk dikkatini öncelikle asker kalotlarındaki kırmızı yıldızlara, Rusça konuşmalara yöneltirken, bu düşmanca davranan baskıncılarla gönlündeki “bizim Sovyet askeri” imajı arasındaki tezattan kaynaklanan psikolojik şoku yaşar. Bu tezatı Emil Amit şöyle anlatır: “Daha birkaç gün önce Nazilerin bir atış bile yapamadan silahlarını bırakıp köyü terk ettiklerine tanık olmuştum. Bir saat sonra da Büyük Aktaçi’ye Sovyet ordularının öncü birlikleri girdi. Asker dolu arabalar geçmeye başladı. Tam da leylakların çiçek açtığı günlerdi... Yol boyunca köy sakinleri dizilerek leylak demetlerini arabaların üstüne ve hatta tekerleklerin altına atıyorlardı. Askerler gülümseyerek el sallıyorlar, bağırıyorlar, çiçekleri yakalayarak kokluyorlardı. Kimisi kalabalık içinde bir yakınını görerek arabadan inip yanına koşuyor...kucaklaşmalar, ağlaşmalar; bir süre sonra asker, zar zor kendini sıkı kucaklardan kurtararak, kendini bekleyen arabaya koşuyordu.
Evimize baskın yapan bu somurtkanlar, onlar mı?”
“Bizimkiler-yabancılar” ikilemi çocuk zihninde genellikle iki ayrı insan tipi ile özdeşleştirilir. Birincisi, yapmak zorunda olduğu vazifeden utanan, sürgüne gönderilenlere acıyan ve elinden geldiğince yardım etmeye çalışan Sovyet (Rus) eri veya subayıdır. İkincisi, Kırım Tatarlarına onları “vatan hainleri” bilerek nefretle bakan, aşağılayan, insanların çilesinden sadistçe zevk alan veya kargaşadan yararlanarak çapulculuk yapandır. Emil Amit’in hikayesinde birinci tipi bir gün önce evlerinde gecelemiş olan ve sürgün öncesindeki akşamda gizlice gelip olacakların haberini veren bir subay (“Size çok büyük bir tehlikeyi göze alarak geldim, fakat bunu yapmak zorundayım. Eğer komutanlarım öğrenirse, sizin için de, benim için de çok kötü olur...” ve komutanlarının arkasında insanlara yardımcı olmaya çalışan erler canlandırır (“-Hadi, ne duruyorsunuz! Zaman geçiyor! - Bunları diyen askerin sesinde şefkat dokunuşu da vardı sanki. – Ekmek var mı? Un? Yolda ne yiyeceksiniz?... İki asker duvardaki kilimi çekip aldılar, sandığın içini ona boşaltarak iyice bağladıktan sonra omuzlarına kaldırarak bize seslendiler: Hadi, çıkın!”
İkinci tipi ise baskın ekibinin komutanı simgelemektedir. Emilin annesine bahçede gömülü olan bavulu kazıp çıkarmasına izin veren komutan, bavuldakilerin mücevherler değil, babanın mektupları ve fotografları olduğunu gördükten sonra “Aptal, bunun için mi bizi alıkoydun?!” diye değerli hatıra eşyasını ayakları ile ezer.
Sürgünü irdeleyen eserlerin neredeyse olmazsa olmaz olan ve sembolik anlam kazanan kahramanı, altın kalpli, dindar, ömrü boyunca insanlara sadece iyilik etmiş olan ve sürgün zulmünü anlayamayan, bir çocuk kadar saf ve yaşlılığı dolayısıyla tamamen çaresiz olan bir dededir. Emil Amit’in hatıralarında bu, yetmiş yaşındaki Abülvaap-akay’dır. Onu sırtına vura vura arabaya götüren asker, kahkaha atarak şunları der: “Bunamış bu ihtiyar! Ben ona “ağzına koyacak bir lokma al” diyorum, o yırtık namazlığını aldı...”
Genellikle, bu dede sürgünün ilk kurbanlarından biri olur ve sürgün yerine giderken yolda ölür. (“Bizim vagonda ilk ölen kişi, Abülvaap-akay oldu. Yolculuk başlayalı ağzına tek bir yemek kırıntısı koymamıştı...Onu yolun kenarına bıraktılar”