1961 yılında Trabzon'un Sürmene ilçesinde doğdu. 1985 yılında Yıldız Üniversitesi Elektronik ve Haberleşme Mühendisliği bölümünden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İşletme Bölümü, Yönetim ve Organizasyon dalında yüksek lisans programını 2001 yılında bitirdi. 1997 yılında İGDAŞ’da Elektronik sistemler müdürü olarak göreve başlayan Çebi, 2009 yılından beri İGDAŞ Genel Müdür Danışmanı olarak görev yapmaktadır. İyi derecede İngilizce’nin yanı sıra orta seviyede İspanyolca bilmektedir.
İSTANBUL’DA TARİHİ YARIMADA'NIN KALBİNE HANÇER
Mimar ve Mühendisler Grubu tarafından yapılan yazılı açıklamada “İstanbul’un siluetine giren bu ucube yapılar, İstanbul’un bağrına saplanmış bir hançerdir.’’ diye belirtildi..!
İstanbul bağrında pek çok medeniyet ve kültür barındırmış ve bu kültürlerden izler taşıyan bir dünya şehridir. İstanbul’un yüzlerce yılda oluşmuş, İstanbul’un kimliği olmuş bir silueti vardı. Önce Maslak-Zincirlikuyu aksında başlayan gökdelen yapma furyası, Gökkafes’le birlikte Beyoğlu’na kadar dayandı.İstanbul’un boğaziçindeki silueti gökdelenlere teslim oldu. Sadece tarihi yarımadanın Kubbe ve minarelerden oluşan silueti, her türlü çarpık yapılaşmaya rağmen direniyordu. Tarihi bir miras olan o siluet de doymak bilmez bir iştiha ile yükselen gökdelenlere kurban edildi. Artık boğazdan tarihi yarımadaya doğru baktığınızda zarif bir dantel gibi işlenmiş Topkapı Sarayı, Ayasofya, Sultanahmet Camii, Beyazıt Kulesi, Süleymaniye Camii Siluetlerinin arasında şeddati bir tavırla göğe doğru yükselen gökdelenler boy gösteriyor.ASTAY Gayrimenkul tarafından geçen yıl Nisanda başlanan ve Mart 2012’de hizmete açılması planlanan üç gökdelenin hakkında 4 Numaralı Koruma Bölge Kurulu’ndan bilgi istendi. Kurul raportör görevlendirdi. İki uzmanın yerinde yaptığı inceleme sonucunda hazırlanan raporda; “Müdürlüğümüz arşivinde yapılan incelemede parsele ilişkin işlem dosyası bulunmadığı, Koruma Bölge Kurulu tarafından alınan bir karara rastlanmadığı, parsele ait tescil kaydının olmadığı, sit alanı içinde olmayan parsele ilişkin plan yapma, onama yetkisinin İBB ve Zeytinburnu Belediyesi’nde olduğu, inşaat faaliyetlerinin devam ettiği, alanın İstanbul’un Marmara siluet kapsamında kalmakta olduğu, Tarihi Yarımada’ya çok yakın bir noktada bulunan parseldeki yapılaşmanın İstanbul’un siluetini olumsuz etkilediğinin tespit edildiği, konunun Koruma Bölge Kurulu’nca da değerlendirilmesi gerektiği” vurgulandı. Proje kurulun onayına sunulmadığı gibi hafriyat sırasında Arkeoloji Müzesi uzmanları da yer almadı.Yüzlerce yılda oluşmuş İstanbul’u İstanbul yapan bu tarihi siluete müdahale etmeye, Onu tahrip etmeye hiç kimsenin ve hiçbir kurumun hakkı yoktur. Biran önce inşaat durdurulmalı ve (Park otel örneğinde olduğu gibi) siluete müdahale eden katların yapılmasına müsaade edilmemelidir. İkinci bir Gökkafes’in oluşmasına asla izin verilmemelidir.Yüzlerce yılda oluşan ve birçok neslin temaşa ederek büyüdüğü İstanbul silueti çok değil İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkentine kadar bu görkemli ve uyumlu siluetini muhafaza etmişti. Bir yıl geçmeden bu güzel siluet, devasa ve rant egemen sözüm ona rezidanslar tarafından, bu ülkenin tarihi ve kültürel mirasına değer vermeyecek şekilde yok edilmeye çalışılıyor.İstanbul’un siluetine giren bu ucube yapılar, İstanbul’un bağrına saplanmış bir hançerdir.Bu yanlıştan biran önce dönülmesi için başta Zeytinburnu Belediyesi ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi olmak üzere Çevre ve Şehircilik Bakanlığını, Kültür ve Turizm Bakanlığını, Sn. Başbakanımızı ve Sn. Cumhurbaşkanımızı göreve davet ediyoruz.Her türlü çarpık kentleşmeye ve talana karşı direnen ve medeniyetimizin en güzide şehirlerinden biri olan dünya incisi İstanbul’umuza sahip çıkmamızın vicdani ve tarihi bir sorumluluk olduğuna inanıyoruz.Mimar ve Mühendisler Grubu Yönetim Kurulu olarak yetkililerimizi tarihi mirasımıza sahip çıkmaya ve bütün İstanbulluları bu konuda hassas olmaya davet ediyoruz. MİMAR VE MÜHENDİSLER GRUBU
HABER
İnsan ruhuna ve fıtratına aykırı beton bloklara hayır
19 Kasım 2011 tarihinde gerçekleşen “Şehirlerimizin Geleceği, Tehditler ve Fırsatlar” konulu sempozyumun sonuç bildirisini aşağıda ilgilerinize sunarız. Saygılarımızla,
MİMAR VE MÜHENDİSLER GRUBU
SEMPOZYUM SONUÇ BİLDİRİSİ
Şehirlerimizin içinde bulunduğu mevcut yapısal problemler ile karşı karşıya olduğu doğal afet riskleri, şehirleşme strateji ve politikalarımızı ciddi bir şekilde masaya yatırarak, akılcı, bilimsel, sosyal ve kültürel değerlerimizi dikkate alan bir şehircilik felsefesi üzerine tartışmamızı mecburi hale getirmiştir. Bu maksatla düzenlemiş olduğumuz “Şehirlerimizin Geleceği, Tehditler ve Fırsatlar” başlıklı sempozyumumuzda, Kamu idaresi, Üniversite ve Meslek mensuplarından uzmanlar bir araya gelerek “Afet, Deprem ve Risk Analizleri”, “Kentsel Dönüşüm Politikaları” ile “Şehir, İnsan ve Toplum” başlıklı oturumlarda konuyu etraflıca tartışma imkanı bulmuştur.Başta 17 Ağustos depremi olmak üzere, son Van depremleri de göstermiştir ki, özellikle mevcut yapı stokumuzun iyileştirilmesi ve güvenlikli konut üretimi konusu çok büyük önem arz etmektedir. Bunun için; Öncelikli olarak yapı müteahhitliği herkesin el attığı bir alan olmaktan çıkarılmalı, belli nitelik, teknik eleman, donanım ve mali şartlar aranmalıdır. Şehirlerin planlanması ve bina projelerinin yapım aşamasında görev alan mühendis ve mimarların eğitimlerinde sosyal disiplin bakış acısı kazandıracak eğitimler arttırılarak, şehirlerimizi insanımızın gelişim ve huzurunu sağlayacak mekanlar şeklinde inşa edecek kültürel birikim sağlanmalıdır. İnşaatlarda çalışan usta, işçi ve kalfalar eğitimden geçirilerek sertifikalandırılmalıdır. Yapı kontrol sistemi değiştirilerek tüm bina ve müteahhitler Mecburi Yapı Sigortası kapsamında denetlenmelidir. Sektörü düzenleyen devlet, yerel yönetimler, üniversite ve mesleki sivil örgüt ayakları olan bir üst kurul oluşturulmalıdır. Şehirlerimiz kurulduğu bölgenin kültürel ve topografik dokusuna uygun, bölgenin kendine has mimari özeliklerinin yansıtıldığı, yerel malzemenin kullanıldığı, mimari ve estetiğin öne çıktığı, sosyal donatı alanlarının geniş ve erişilebilir olduğu, birbirini tekrar etmeyen kimlikli şehirler olarak inşa edilmelidir.Deprem ve afet yönetimiyle ilgili eğitimler, eğitimin her aşamasında verilmeli ve halkın gönüllü katılımı teşvik edilmeli ve desteklenmelidir. Afet sonrası halkın toplanacağı ve ihtiyaçlarının karşılanacağı geniş kullanım alanlı, çok fonksiyonlu açık ve kapalı mekânlar oluşturulmalı ve her an afete hazır tutulmalıdır. Van Depremi sonrası Sayın Başbakanımızın, “Bu tabloları defaatle yaşamaktansa iktidarı kaybetmek çok daha hayırlıdır” cümlesiyle başlayan kentsel dönüşüm hamlesi, doğru uygulandığında ülkemiz ve şehirlerimiz açısından çok önemli bir fırsattır. Ancak bu süreçte, sadece deprem odaklı sağlam binalar inşa etmek noktasında yoğunlaşmak, çok dar bir perspektiften olaya bakarak güvenlikli ancak, niteliksiz, kimliksiz ve gayri insani şehirler ortaya çıkması neticesini doğurabilir. Bu bağlamda şehirleşme konusu çok kapsamlı bir şekilde ele alınarak bütüncül bir şehircilik anlayışı ortaya konulmalıdır. Sağlıklı bir şehir yapılanması için, sosyologlar, tarihçiler, çevre bilimciler, sivil toplum örgütleri ve halk mutlaka bu sürece dahil edilmelidir. Şehirlerimizin siyasi ve ekonomik rant odaklı olarak planlamaktan çıkarılıp, insan ve çevre odaklı planlanması, iktisadi ve maddi boyutlardan ziyade, inanç, ahlak ve kültürel boyutları ön planda tutan yaklaşımların hayata geçirilmesi, kentsel dönüşümden oluşacak rantın kamuya aktarılması için gerekli düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Son dönemlerde yapılan kentsel dönüşüm uygulamalarında, mevcut arsalara verilen emsal artışlarıyla rant odaklı yüksek katlı yapılaşmaya olanak sağlanarak, insan ruhuna ve fıtratına aykırı beton bloklardan oluşan şehir siluetleri ortaya çıkmış, kat sayısı ve bina yüksekliği arttıkça, kalitenin ve modernliğin arttığı gibi yanlış bir algıya düşülmüştür. Modern şehir algısı, isimlerinde Türkçenin kaybolduğu AVM’ler, yüksek binalar, site ve rezidansların varlığına hapsolmuştur. Şehrin kültürüne, iklimine, doğal şartlarına bakılmaksızın, tüm şehirlerde aynı türden, aynı malzemelerden, aynı mimaride binalar inşa edilmiş, kentsel ve sosyal doku, hızlı bir şekilde dönüştürülmüş ve tahrip edilmiştir. Hatta olay öyle boyutlara ulaşmıştır ki, İstanbul’un yüzlerce yılda oluşan tarihi siluetine, gökdelenler hançer gibi saplanmış, Sultanahmet, Ayasofya, Topkapı Sarayı gibi değerlerimizi gölgesine hapsetmiştir. Yüksek bloklar inşa ederek nüfus yoğunluğunu artırmak, altyapı, ulaşım gibi teknik sorunların yanı sıra, birçok sosyal problemi de beraberinde getirmektedir. Bunun yerine yapılması gereken, şehirlerimizi, yoğunluğunu azaltarak mümkün mertebe az katlı ve bahçeli konutlardan müteşekkil, eskiden olduğu gibi zengini fakiri, doğulusu batılısı her bireyinin birlikte yaşadığı, paylaşmaktan ve diğerinin varlığından güç aldığı, sosyal barışını sağlamış medeni ve mutlu birey ve ailelerin olduğu, çocuk, yaşlı, özürlü gibi tüm sakinlerinin çevre, estetik ve sosyal danatı imkanlarından istifade edebildiği, mekanlara dönüştürmektir. Elbette ki yılların birikimi olan problemler bir sempozyum süresince tamamen tartışılıp çözümlenebilecek değildir.
Gördüklerimize ve duyduklarımıza ilgisiz kalmadan, yaşadığı çağın tanıkları olan bizler , iyiliğin ve güzelliğin söylenmesi ve yayılması konusunda sesimizi yükseltmeli, şehre, insana ve geleceğimize sahip çıkmalıyız. Yanlış giden konularda ilgili ve sorumlu makam ve kişileri uyarmalıyız. Şehri insana, doğaya saygılı bir şekilde onu bir rant aracı olarak değil Allah’ın bize bir emaneti olarak korumalı ve güzelleştirmeliyiz. O bizim ve bizden sonrakilerin ortak malıdır. Bizden sonraki nesillere imar edilmiş, huzurlu ve yaşanabilir şehirler bırakmak herkesin görevidir. Toplumsal barışımıza ve insanımızın huzuruna katkı sağlayacak şehirleri yeni bir idrak ile inşa ve ihya ederken, şehirlerimizi yeni bir medeniyetin taşıyıcıları olarak geleceğe taşımalı, bugün yaptığımız şehirlerle yarınlarımızı belirlediğimizi aklımızdan çıkarmamalıyız.Konu ile doğrudan ilgili olarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığının kurulmuş olmasını oldukça önemsiyor, üstlenmiş olduğu büyük sorumluluk ve vebali bu vesile bir kez daha hatırlatmak istiyoruz.Kamuoyuna saygıyla duyurulur, MİMAR VE MÜHENDİSLER GRUBU 20 Kasım 2011
SÖYLEŞİ
Tüketim hırsı huzur bırakmadı sondevir 31 Aralık 2012
Mimar ve Mühendisler Grubu Genel Başkanı Avni Çebi insanların madde üzerinden yarışa girdiğini söyledi. Çebi "İnsanların barınma gibi en basit ihtiyacını karşılarken, markaya ve hazza dayalı bir davranış kalıbı dayatılıyor. İnsanlar bunların peşinden koşarak yoruluyorlar" dedi.
KÖYLER BOŞALDI, ÜRETİM DÜŞTÜ
İnsanların konfor satın aldıklarını zannederken hayatlarının ipotek altına alındığını belirten Çebi, köyden şehre inenlerin de mutlu olamadıklarını savundu. Çebi "İnsanlar köyleri terk ettiklerinde toprağa yabancılaşıyorlar. Çiftçi olan insan, şehre geldiğinde vasıfsız işçi oluyor" diye konuştu.
İnsanlara tüketime yönelik bir ideoloji dayatılıyor
Mimarlar ve Mühendisler Grubu Genel Başkanı Avni Çebi “Bir ülkede konut fiyatlarındaki aşırı şişme gelir adaletsizliğini beraberinde getirir. Uzun vadeli borçlanmalar yüzünden piyasaya para enjeksiyonu yapılamıyor. Halk için gelir berekete değil, eziyete dönüşürken para, belli insanların elinde toplanıyor. Konut fiyatlarının şiştiği her yerde ciddî ekonomik krizler olmuştur. İspanya, İrlanda, Japonya, Amerika, Singapur, Kore bu örneklerdendir. Türkiye konut fiyatları şişmiştir, biraz daha şişebilme yeteneği patlamayacağı anlamına gelmez” dedi.
Türkiye’de eğitim, sağlık, adalet gibi konular üzerinde duruluyor. Sizce mimarî tartışılmayacak kadar insan hayatı üzerinde etkisiz mi?
Tam tersi. Bu konuyu mimarî ve şehir planlamacılığı olarak ikiye ayırmak gerekir. Mimarî, binalar üzerinde yapılan bir uygulamayken, şehir planlamacılığı ise topografya üzerinde insanların demografik değerleri gibi özellikler hesaba katılarak yapılan tasarımdır. Mimarî ve şehir planlamacılığı kendi başına bir ideolojidir. İnsana bir şey söyler, bir şey dayatır. Bir mekânı tasarlarken orada yaşayan insanların nasıl hareket edeceklerini de belirlemiş olur. Yerleşim yerlerinin site olması, odası sayısı, dükkânların binaların altında olması gibi mekân özellikleri insanları belli bir davranış kalıbı içine sokar. Bu davranışlar belli bir süre sonra insanların düşünceleri ve halleri olur. Bunların birleşiminden toplumsal kültür ve yaşam biçimi ortaya çıkar. Aslında dünyada en büyük ideoloji mimarî ve tasarımdır. İnsanlar ya inandıkları şeyleri tasarlarlar, ya da tasarladıkları şey onları bir şeye inandırır. Meselâ Sovyet sisteminde mimarî tasarım bloklar, apartmanlardı. Giriş çıkışları kontrol edilen bu yapılar eşitlik adına inşa edilmişti.
Türkiye’de şu anda mimarîyi hangi ideoloji inşa ediyor?
Türkiye’de marka ve imaja dayalı bir yapılaşmadan dolayı insanlara tüketime dayalı ideoloji dayatılıyor. Dolayısıyla insanlar tüketim ve hazzın üste çıktığı bir yerde manevî olandan çok, madde üzerinden yarışa giriyor. Madde olan şey ise, metalaşmış imajlardan, markalardan oluşuyor. Mimarî alanda markalı konutlar bunun en güzel örneğidir. İnsanların barınma gibi en basit ihtiyacını karşılarken, markaya ve hazza dayalı bir davranış kalıbı dayatılıyor. Yenilenen imajlar ve markalar nedeniyle insanlar hayatları boyunca bu değerlerin peşinden koşarak yoruluyorlar.
İnsanlar çoğu kez konfor satın aldıklarını düşünürken, aslında hayatlarını ipotek mi veriyorlar?
Artık insanlar evlerini gerçek olmayan değerler üzerinden alıyorlar. Bugün iki yüz bin liraya satılan konutla yedi yüz bin liraya satılan konut arasında temel malzeme kullanımı açısından büyük fark yoktur. Ancak kullanılan malzemeye ve ortaya çıkan daireye giydirilen imajlar yüzünden satış fiyatlarında büyük farklar oluşuyor. Meselâ, İstanbul’da Adaları gören bir dairenin reklâmında “üç oda bir salon” cümlesi kullanılarak imaj giydirilmiş oluyor. Bu çağ gerçek değil, sanal değerler çağı. Bunun insanlığa ne tür faturalar çıkardığını sorgulamak gerekir. İnsanlar evleri, artık bir yuva bir huzur ortamı değil, adeta şov mekânı oluyor. Bunun yanlış olduğunu insanlar bedeller ödeyerek öğreniyorlar.
Türkiye’de geleneksel mimarîyle insanların taleplerine cevap vermek mümkün mü?
Önemli olan insana yakışanı ve insanî ölçeği yakalamak… Mimarîde önemli olan insanın yaş, hastalık v.b. nedenlerle dinamik seyreden hayatıyla statik binalar arasındaki uyumu sağlayabilmek. Şehirde on katlı, yirmi katlı binalar tasarlanırken, yaşlanacağımız, hastalanacağımız hesaba katılmıyor. Binalarda sedyenin girebileceği asansörlere rastlamak mümkün değil. Bunun yanında binaların ekolojik sisteme, dünyada ortaya çıkacak siyasî sorunlara ve doğal afetlere karşı da uyumlu tasarlanması gerekir. Bir savaş ya da doğal afet sırasında çok katlı binalardaki insanların temel ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağının cevapları verilmelidir. Bunların yanında, artık Türkiye işyeri ve barınma ihtiyacını karşılayan mimarî politikaları birbirinden ayırmalıdır. Bu yapılmadan Türkiye’de sağlıklı bir kentleşme üretmemiz mümkün görünmüyor.
İstanbul’da yatay bir yapılaşmayı mümkün görüyor musunuz, yoksa fırsat kaçmış mıdır?
Bu planlamalar yapılırken, önce bölge, sonra şehir, daha sonra ise ilçe ve mahalle ölçeklerini değerlendirmek gerekir. İstanbul için çok geç değildir, çünkü insanın olduğu yerde her zaman umut vardır. Türkiye ise, şehirleşme politikalarını zamana yayarak nüfus yoğunluğunu dağıtabilir. Artık Türkiye’nin kentsel dönüşüm konusunda hata yapma lüksü yoktur. Bu kentsel dönüşüm imkânını bir fırsat bilmemiz lâzım, bunu taraflar müteahhit veya konut sahipleri olarak bir fırsatçılığa çevirirsek, Türkiye’ye gelecek adına yazık ederiz.
Kentsel dönüşümde acele etmeden insanlara huzur ve barış içinde yaşayacakları mekânların tasarlanması gerekir. Meselâ, eğitimde yaş sınırının düşürüldüğünü biliyoruz ve eğitimde sürekliliği konuşuyoruz. Bizim artık ilkokulun ilk dönemlerindeki bir çocuğa göre şehrimizi tasarlamamız gerekir. Çocukla mahalle ve okul arasındaki ilişkiyi doğru kurmak lâzım. Çocuğun ilk sosyalleşme mekânı olan okula yürüyerek gitmesi gerekir. Okulların çocuğun yaşına ve adımlarına uygun, ergonomik olarak küçük inşa edilmesi gerekir. Çocuğun anne ya da babasıyla okula gitmesi, ebeveynlerin çocuklarını okullarından alması ya da servis araçlarının olması maddî ve manevî bir israftır. Böylelikle sosyal bir maliyet bedeli ortaya çıkar. Eskiden mahallelerin merkezinde olan camilerin yanında sübyan mektepleri varmış…
Şimdi buradan cami-okul tartışmaları akla gelecektir. Cami okul karşılaştırmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu ülkede cami de olacak, okul da olacak. Bütün kurumların birbirine bakan yüzleri olması gerekir. Birbirini ötekileştirmemeli, birbirine güç ve kuvvet vermeli. Biri diğerini beslemeli.
TOKİ’nin yapı politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz? İstanbul’da yoksul insanlar şehrin dışına çıkarılıyor görüşüne katılıyor musunuz?
Şehrin stresinden sıkılan üst gelir grupları için Ataşehir, Başakşehir, Bahçeşehir gibi yerleşimler dizayn edildi. İnsanlar çok katlı binalarda kalsalar bile, dışarı çıktıklarında yürüyebilecekleri, çocuklarını oynatabilecekleri alanlar buluyorlardı. Yıllar ilerledikçe insanlar şehrin kendine sunduğu çoğulcu kültürü ve imkânları özlemeye başladılar. Buna yeni yerleşim yerlerine gidişte yoğunlaşan trafik de eklendi. Artık üst düzey grupları terk ettikleri şehre dönmek istediler. Sur içinde ya da Taksim gibi yerlerde ikame eden yoksul insanlar oturdukları yerlerden çıkarılarak buralara zenginlerin yerleşmesi için planlar yapılmaya başlandı.
Öbür taraftan şehre geri dönmek isteyen insanlara bu konutlar oldukça yüksek fiyatlara satılmaya başlandı. Diğer taraftan ise şehir dışına çıkarılan yoksul insanlar yüksek gelirli insanların terk etmek istediği mekânlara değil, sosyal amaçlı yapılara yerleştirildiler. Bu açıdan bakıldığında kent içinde büyük göçler yaşanıyor. Değişen kentler sosyal hayatlarımızı dönüştürüyor. İleriye doğru toplumu nereye evirdiğimizi fark etmemiz gerekir. Ülke bazında düşünüldüğünde TOKİ iklim, kültür ve sosyal çevre farkı gözetmeden her bölgeye aynı konutları yapıyor. Meselâ Urfa gibi sıcak bir şehre cam giydirmeli bina yapmak, binayı soğutma adına büyük enerji kaybına yol açacaktır.
Şehirleşme açısından terk edilen köyler hakkında ne söylemek istersiniz?
İnsanlar köyleri terk ettiklerinde toprağa yabancılaşıyorlar. Çiftçi olan insan, şehre geldiğinde vasıfsız işçi oluyor ve sabah sekiz, akşam sekiz gibi yoğun mesailerde asgarî ücretle çalışmaya mecbur kalıyorlar. Köyde üreten ve değerli bir insanken şehre gelince değersizleşiyorlar. Öbür taraftan sürülmeyen topraklar verimsizleşiyor, kullanılamayan yetenekler köreliyor. Devletin bunları öngörmesi gerekir.
Türkiye, köylü insanın bilgeliği ve kültürüyle, ziraat ve endüstri mühendisinin bilgi ve teknolojisini birleştirirse, doğru değişimi gerçekleştirebilir. Yoksa insanlar emekli olmak adına senelerce köle gibi şehirlerdeki işyerlerinde çalışmaya devam edecekler. Ne adına geleceğimi garanti altına alacağım, bir emeklilik uğruna. Öbür taraftan insanların şehre yığılması tek tipleşmeyi de beraberinde getirdiğinden bir durağanlık ortaya çıkar, toplumsal ve ekonomik dinamizm yok olur.
Dindarların korumalarla çevrili sitelerde oturmasını sosyolojik açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir kere açık uçlu ve geçişken bir toplumsal yapılaşmayı kurmamız gerekiyor. Bizim kültürümüzde yoksulla zengin aynı mahalleyi paylaşmışlardır. Böylelikle insanlar birbirlerinin hallerinden anlayabiliyorlardı. İnsanları ekonomik, sosyal ve eğitim düzeylerine göre ayrıştırmamamız gerekir. Belli bir sosyal, ekonomik, siyasî görüşten insanlardan oluşan siteler oluşturmak insanları sterilize eder. Bu sağlıklı toplumun oluşmasına en büyük engellerden biridir. Çünkü mekân sterilize edildikçe diğerlerine yönelik bir ötekileştirmede beraberinde gelir. Bu nedenledir ki Türkiye’de toplumsal barışa katkısı olan kurumların başında kamu okulları ve kamu üniversiteleri gelir. Her görüşten, her ekonomik düzeyden ve coğrafyadan çocuklar bir arada yaşamayı öğrenirler. Farklı fikirlerin buluşmasından yeni sentezler ortaya çıkar.
Güncel tartışmalara girersek, Çamlıca’ya cami konusundaki görüşünüz nedir?
Kamu yöneticileriyle geniş halk kitleleri arasında yeni bir konsensüs arayışı var. Bugün son yüzyılın birikimlerini ortaya koyan cami inşa edilememiştir. Cami mimarîsi tek başına malzeme kullanımı değil, aynı zamanda büyük bir bilgi ve kültür birikiminin harmanlandığı, maddî malzemelerle ortaya çıkarılmış uhrevî bir eserdir. Bu açıdan bakıldığında Çamlıca’ya cami yapılmasını normal karşılıyorum. Fakat bunun Osmanlı dönemi camileriyle yarışmasına gerek olmadığını düşünüyorum.
Bugünkü dünyanın bilgi, kültür, teknoloji, malzeme ve mimarî birikimini harmanlayan doğru ölçeklerde bir camiye sıcak bakıyorum. Ancak bu öyle bir projelendirilmeli ki Türkiye çapında yarışmalar düzenlenmeli, bu projede çalışmayı düşünen mimardan tezyinatçıya, mühendisinden peyzajcıya herkesi heyecanlandırmalı. Belki bugün Mimar Sinan yok, ancak kolektif akılla doğru ve güzel işler çıkarılacağını düşünüyorum. Yapılacak caminin minare sayısı üzerinden anlamlar üretmeyi de doğru bulmuyorum.
Mimar Sinan Süleymaniye’yi yapmış, ancak hemen Boğazın karşısında Üsküdar’da denizin kenarına halk arasındaki deyimiyle “Kuşkonmaz camii” olan Şemsipaşa Camiini çevreye uyumlu küçük bir cami olarak inşa etmiştir. Bu onu küçültmüyor. Daha büyük cami yapmak yöneticileri ve mimarları daha büyük yapmaz. Zamanın ruhuna ve çağın insanının ihtiyacına uygun olanı çevreyle uyumlu yapmak esas alınmalıdır.
Türkiye’deki emlâk piyasasının krize sebep olabileceğini düşünüyor musunuz?
Bir ülkede konut fiyatlarındaki aşırı şişme gelir adaletsizliğini beraberinde getirir. Uzun vadeli borçlanmalar yüzünden piyasaya para enjeksiyonu yapılamıyor. Halk için gelir berekete değil, eziyete dönüşürken para belli insanların elinde toplanıyor. Konut fiyatlarının şiştiği her yerde ciddî ekonomik krizler olmuştur. İspanya, İrlanda, Japonya, Amerika, Singapur, Kore bu örneklerdendir. Türkiye’de konut fiyatları şişmiştir, biraz daha şişebilme yeteneği patlamayacağı anlamına gelmez.
Bir başka önemli husus da devletin araziler üretip bunu halka sunmasıdır. Türkiye yüz ölçümü bakımından birçok Avrupa ülkesinden daha avantajlı durumdadır. İngiltere’de kilometrekareye düşen insan sayısı Türkiye’nin dört katı olmasına rağmen, doğru bir kentleşmeyle yoğunluk hissedilmez düzeydedir. Aynı şekilde Almanya’nın nüfusu 81 milyon civarında, toprakları ise Türkiye’nin yarısı kadar ve nüfus yoğunluğu Türkiye’nin 2.3 misli ve aynı zamanda bir sanayi ülkesidir. Siz orada ailelerin çoğunun müstakil evlerde veya az katlı apartman denmeyecek binalarda yaşadığını görürsünüz. Türkiye ise, yerleşime uygun boş coğrafyası olmasına rağmen, yoğun bir şehirleşme ve çok katlı apartmanlarda hemen bütün şehirlerimizde yaşadığını görmekteyiz.
Öbür taraftan ise kamunun yaptığı bazı yatırımlar ve imardaki emsal artışlarıyla yükselen arazi fiyatları nedeniyle ortaya çıkan maddî değerin kamuyla paylaşılması için kanunî düzenlemeler yapılmalıdır. Diyelim ki, Üçüncü Köprü nedeniyle değerlenecek arazilerin geliri bir şekliyle kamuya aktarılmalıdır.
HABER
Avni Çebi: “Evler, müstakil ve bahçeli olmalı” Osman Esgice (Sanatalemi.net) 30 Temmuz 2015
Şehir, mimarî ve medeniyet konusu Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER)’nin düzenlediği bir toplantıda gündeme geldi. Toplantının açış konuşmasını yapan yazar Nidayi Sevim, şehirleşme ve medeniyet arasındaki münasebet üzerinde durduktan sonra Avni Cebi’nin araştırmalarından ve çalışmalarından bahsetti, biyografisini okudu.
Mimarlar ve Mühendisler Grubu eski Başkanı Avni Cebi, “Bâbıâli Sohbetleri”nde “Şehir, Mimari ve Medeniyet” hakkında yaptığı konuşmada, insana bakışın, zamana bakışın ve dünyaya bakışın medeniyete bakış olduğunu söyledi. Avni Cebi açılış konuşmasına şu sözlerle başladı:
“İnsan esfel-i safiline de inebilir, ala-yı illiyine de çıkabilir. İnsanın insanla imtihanı vardı. Müslümana göre zaman kavramı, namaza göre tayin edilir. Bizim mimarimizde külliye anlayışı vardır. Külliye cami merkezlidir. Medrese, mekteb ve diğer unsurlarla tamamlanır. Mekânı oluştururken önce mahremiyet alanını tespit etmek lâzım. Çünkü mahremiyet çok önemlidir. Anadolu’da mimari, çevreye uygundur. Karadeniz’de ahşap, doğuda taş kullanılır. İnşaatlarda en kullanışlı malzeme kullanılır.”
CUMBA MAHREMİYETİ SAĞLIYOR
Eski mimarimizde bazı unsurların vazgeçilmez olduğunu hatırlatan Avni Cebi, konuşmasına şöyle devam etti:
“Bizim eski evlerimiz cumbalıydı. Cumba evin mahremiyetini sağlıyordu. Bir mimari eserde sekiz temel unsur vardır. Bir mimarî eser, işlevsel olduğu gibi estetik olması da gerekiyor. İslâm mimarisi tek bir mimari değildir. Farklılıklar arz eder. Bölgeye göre de değişir. Ecdadımız cami yaparken taştan yapmıştır. Evleri daha ziyade ahşaptan yapmıştır. Çünkü taş daha uzun ömürlüdür. Bizim mimarimizde sağlamlık ve fayda esastır. İnsanların uzun süre o eşyayı kullanması amaçlamıştır. “
MİMARİMİZDE İNSAN GÖZETİLİR
Mimarimizde insanın gözetildiğini vurgulayan Avni Cebi konuşmasını şu sözlerle tamamladı:
“Osmanlı camilerinda insanlar düşünülmüştür. Ergonomiktir. Camilerde pencereler genelde alçaktır ve ibadet için içeride oturan bir Müslüman, rahatlıkla dışarıyı seyredebilir. Evler de birbirleriyle uyumludur. Çevreyle de uyumludur. Evler birbirinin önünü kesmez, havasını, manzarasını engellemez. Ekmeğin de helâl olması lâzım binanın da. Yaptığımız bir bina başka binalara zarar vermemeli. Her şey hakkaniyet ölçüleri içinde olmalıdır. Adalet yaygındır ve herkes tarafından uygulanır. Ama ihsan ayrı bir şeydir, hakkaniyettir. Mimari kalbi selimle- akl-ı selimle, zevk-i selimle yapılmalıdır. Şehirler yerleşmek için yapıldığı gibi aynı zamanda güvenlik için de yapılır. Avrupa’da ve Amerika’da çok yüksek binalar daha ziyade işyeri olarak kullanılıyor. Evler birkaç katlı yapılıyor. Kentleri yaymak lâzım. Sivil savunmaya uygun olmalı evlerimiz. Az katlı, müstakil ve bahçeli olmalı. Başbakanımız Ahmet Davutoğlu’nun dediği gibi artık dikey değil, yatay olmalı. Turgut Cansever gibi bilge mimarlar da zaten eserlerinde bunu dile getiriyorlar.”