Biyografi Ara!

Binlerce biyografi keşfedilmeyi bekliyor

Ali Bulaç

gazeteci, yazar

Sayfayı paylaş
İlgili Kategoriler
Ali Bulaç
Ali Bulaç     (1951)
gazeteci, yazar

1951 yılında Mardin’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini Mardin’de, yüksek öğrenimini İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü (1975) ve İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde (1980) yaptı. 1976’da Düşünce Dergisi ve Düşünce Yayınları’nı, 1984’te İnsan Yayınları’nı kurdu.

1987 yılında Zaman Gazetesi’nin kurucuları arasında yer aldı ve bir yıl Gazete’nin İstanbul Büro Şefliği görevini yürüttü. 1985-1992 yılları arasında Kitap Dergisi’ni, yönetti. Çeşitli dergilerde, Milli Gazete, Yeni Devir, Yeni Şafak ve Zaman Gazetesi’nde çok sayıda yazı ve araştırmaları yayınlandı. 1988’de Türkiye Yazarlar Birliği “Fikir Ödülü”nü aldı. Evli ve dört çocuk babası.

ESERLERİ: 

Modern Ulus Devlet, Çağdaş Kavramlar ve Düzenler, Kutsala Tarihe ve Hayata Dönüş, Din ve Modernizm, Din Felsefe Vahiy Akıl İlişkisi, Modernizm İrtica Sivilleşme, İslam ve Demokrasi, İnsanın Özgürlük Arayışı, İslam Dünyasında Düşünce Sorunları, İslam ve Fanatizm, İslam Dünyasında Toplumsal Değişme, Bir Aydın Sapması, Nuh’un Gemisine Binmek, Ortadoğu’dan İslam Dünyasına, Tarih Toplum Gelenek, İslam ve Fundamentalizm




YORUM

İslamcılığa itirazlar!
Ali Bulaç 
Zaman 11 Nisan 2015

“Kur’an ve Sünnet’e dönüş”ü; “içtihat kapısının açılması”nı; (sömürgecilerin ve işgalcilerin İslam yurdundan çıkarılması ve sosyo-ekonomik canlanma motivasyonu anlamında) “cihad ruhunun uyandırılması”nı referans alıp belli bir âlem tasavvurunu ve dünya görüşünü; belli bir sosyo-politik düzeni ve İslam birliğini gaye edinen “İslamcı” akımlara yöneltilen birkaç itiraz var.


Söz konusu itirazlar aynı zamanda modern zamanlara mahsus olmak üzere bize Batı’nın “Kilise-devlet çatışması”ndan intikal etmiş olan “din-siyaset” ilişkisi konusunu da yakından ilgilendirmektedir. Batı Hıristiyanlığının işlediği suçların faturasını bugün İslam ödemektedir. İtirazları şu birkaç noktada toplamak mümkün:

1) “İslam” kelimesinin başına “cı” ekini getirmek, din olarak İslamiyet’i sıradanlaştırır; İslamcılık, dini siyasette pazarlanan bir metaa dönüştürür.

2) Fikri, toplumsal ve siyasi bir akım olarak İslamcılık, bir ve beraber olması gereken Müslümanları “İslamcı” ve “İslamcı olmayan” olmak üzere iki kampa ayırır. Bundan bölücülük türeyebilir.

3) İslamcılık veya siyasal İslam doğası gereği siyaseti ve toplumsal hayatın siyasi boyutunu öne çıkardığından, çok yönlü, çok boyutlu bir din olan İslamiyet’i salt siyasete indirger.

4) İslamcılık, İslamiyet’i bir ideolojiye indirger. İdeolojiler ise beşeri zihinsel etkinlikler, siyasi ve ekonomik çıkarlar amaçlıdır. Yüzlerce ideoloji içinde İslamiyet’in ideolojileştirilmesi dinin ruhuna, evrensel mesajına aykırıdır. 

5) İslamcılık, İslamiyet’i bu dine inanmayan, hatta İslamcı olmayanlar üzerine baskı kurma siyasetidir. Devlet aygıtının maddî ve hukukî araçlarını eline geçirdiğinde otoriter-totaliter rejim kurmaya yönelir.

6) İslamcılık, dinin siyasette istismarıdır.

Söz konusu altı itiraz noktası da üzerinde durmayı hak eder. İtirazı yapanın niyeti ne olursa olsun, bize düşen; edeb dairesi içinde meramımızı anlatmaya çalışmak olmalıdır. Ben kısmet olursa pazartesinden itibaren bu itirazlara kendi zaviyemden cevaplar vermeye çalışacağım. Ancak belirtmeliyim ki her altı itiraz noktası da giderek kangrenleşen sorunlarımızın özüyle ilgili değildir. Sorun, Müslümanların modern ve postmodern dünyada kendi asli kaynaklarından hareketle ve tarihte yaşadıkları tecrübelerden azami ölçüde istifade etmeye çalışırken tarihin tekrarına düşmeden bugünün sorunlarına tatminkâr cevaplar bulmaları; din-siyaset ilişkisinin hem varlık yapısını hem kültürel etkilere karşı kurucu teorisini geliştirmeleri; kendi aralarında ve başkalarıyla hangi sosyo-politik zeminde bir arada yaşayabileceklerine ilişkin zamana bağlı siyasi modeller geliştirme becerisini göstermeleri, buldukları çözüme en başta kendileri inanmaları ve başkalarını inandırmaları sorunudur.

Kesin olan şudur: Müslümanlar olarak acınacak vaziyetteyiz. Beşeriyetin dünya ve ahiret mutluluğu ve kurtuluşu için vaz’edilmiş bir din, şahsî veya grup çıkarlarının aracı olmuş, birbirimizle süren iktidar mücadelelerinde silah olmuş, içi boş bir retoriğe, kitleleri cahilce motive ve mobilize eden siyasilerin ve ‘dinî’ liderlerin dilinde zehirleyici bir söyleme dönüşmüş. İslam âlemi derin bir kriz yaşıyor. Bu krizden böyle çıkamayız!

NOT: 9 Nisan tarihli yazımda “Müslümanların diyanete ilişkin birtakım sahih ibadetler (namaz, oruç), gösteriye dönük semboller (başörtüsü, sakal) ve İslamî temeli olmayan ritüeller (kutsal geceler, kutlu doğum haftası, türbe nakli vs.) dışında, sıra asıl hayatın maddî, sosyo-politik ve bölgesel/küresel politikalara gelince İslamî/dinî hassasiyetleri bir anda yok oluyor.” demiştim. Bir dostum “başörtüsü ve sakal”ın gösteriye dönük semboller olarak nitelendirilmesinin bir dinî vecibe olarak başörtüsü takanları, sünnet-i seniye olarak sakal bırakanları incitebileceğini söylediler. Tabii ki kastım bu değil. Demek istediğim dinî hayatı ve İslamî mücadeleyi salt “başörtüsüne ve sakal bırakmaya indirgeyenler”dir. Mamafih yanlış anlamlara sebebiyet verebileceğini kabul ediyorum. Meramımı daha iyi bir cümle ile de ifade edebilirdim. Beni uyaran değerli dostuma teşekkür ederim.





GÖRÜŞ

Türkiye ve Arap İslamcılığı
Ali Bulaç 
Zaman 25 Haziran 2015

Eğer Müslüman Kardeşler, Tunus ve Mısır'da iktidarda kalıp söz konusu İslamcı iktidarlar 22 Arap ülkesine de yayılsaydı İhvan'ın seçkinleri ile ciddi eğitimden geçmemiş sosyolojisi arasında gerilim başgösterecekti. Bu mukadder gerilimden sosyoloji galip çıksaydı, İhvan AK Parti'nin üç iktidar döneminde ortaya koyduğu pratikten pek farklı bir pratik koymayacaktı.

Türkiye'de 1969'da MNP ile siyasi İslam hareketini başlatanlar niyetleri halisane idi fakat İttihat ve Cumhuriyet'in araya girdiği fetret dönemi dolayısıyla İslam'ın kelami ve fıkhi siyaset felsefesinden pek haberdar değillerdi; modern devlet üzerinde de yeterince imal-i fikr etmemişlerdi. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan İslamcılığın zaaflarıyla malul olarak iktidar mücadelesine yöneldiler.

Meramımızı anlatmak üzere İbn Haldun'un bedevi/haderi kavramsallaştırmasına başvurabiliriz. Malum, İbn Haldun'un belli bir asabiyeye sahip bedevilerin neredeyse insiyaki güdülerle yerleşik olan haderilerin yerini aldıklarını anlatır. İbn Haldun'un kavramsallaştırması üç büyük demografik hareket için geçerlidir. Türkiye 1950, 1970 ve 1990'larda olmak üzere 20 yıl arayla üç büyük göç dalgası yaşadı. İlk dalga 27 yıllık Tekparti yönetimine son verdi; ikincisi siyasi, sosyal ve fikri üç versiyonlarıyla İslamcılığı sahneye soktu, üçüncüsü de yerel (1994-RP) ve merkezi (2002-AK Parti) iktidarları getirdi.

Türkiye İslamcılığı ile Mısır İhvan'ı arasında bariz fark şuydu ki, Mısır İhvanı'nın kurucusu Hasan el-Benna İslamcılığın üç boyutunu da şahsında ve eserlerinde toplamış seçkin bir zattı. Bunun tezahürü olarak İhvan hem İslam dünyasının tamamını derinden etkileyecek güçlü fikir adamları çıkardı, hem ajandasındaki siyasi iktidarı unutmadan önceliği sivil-sosyal takviyeye verdi. Türkiye'de ise İslamcılığın üç versiyonu ayrı mecralarda seyretmeyi tercih ettiler; siyasi ve sosyal versiyonları 1973 MSP-CHP koalisyonuyla bir araya gelme fırsatını yakalayabilirlerdi ama o dönemin Nur hareketinin komünizm ve CHP nefreti –ki 1974 affında “Komünistler serbest kalacağına biz hapishanelerde yatmaya razıyız.” diyebilecek boyutlardaydı- bu imkanı heba etti. Fikri İslamcılar ise, hiçbir zaman sosyal ve siyasi İslam'ın patronajlığını kabul etmediler.

Mısır İhvanı, her üç versiyonu çatısı altında koruyabildi. Ancak İhvan hiçbir ülkede iktidar olup denenmedi, dolayısıyla onun siyasi felsefe olarak modern ulus devletten hangi ölçülerde farklı bir İslami iktidar pratiği geliştirme potansiyeline ve pratiğine sahip olduğunu bilemiyoruz. Bilemediğimiz ikinci konu, Seyyid Kutup'un güçlü teorik çerçevede kurduğu “cahiliye toplumu” tezinin yine hangi ölçülerde İhvanının sosyolojisini genel sosyolojiden ayrı tutabildiği meselesidir.

Modern tarihe yukarıdan, mekanik ve otoriter yöntemlerle katılan İslam dünyasının sosyolojisi özünde bedevidir. Asabiyesi “hak, hakkaniyet, ahlaki hayat, manevi özgürlük ve adalet” değildir, belki tam aksine bu sosyolojiyi ezen ve emeğini sömüren askeri, sivil ve ekonomik iktidar seçkinlerinin elinde tuttuğu iktidara, bu iktidarın aygıtı devlete sahip olmaktır. Bu sosyoloji de helal haram demeden zengin olmak istiyor, konformist hayata özeniyor, saraylarda yaşamayı düşlüyor, pahalı araçları, katları, yatları gönlünde barındırıyor. İslami açıdan hastalıklı olan bu sosyolojiyi manevi ve ahlaki ciddi bir eğitimden geçirmeden, salt demokratik meşruiyet, sandık desteğiyle harekete geçirdiğinizde haderi iktidar hangi zulüm ve ahlaksızlığı işlemişse kendisi de aynısını yapar. Üstelik bu ahlaksızlığı ve adaletsizliği “din ve diyanet” adına meşrulaştırır. Çünkü gözünü adaletsizlik, ahlaki çürüme ve zulüm üzere kurulmuş haderilerin iktidarına dikmiş bu sosyoloji, kendisini temsil edecek “karizmatik liderleri ve siyasi kadroları” çıkarıp mücadeleye giriştiğinde, meşruiyetini merkez sağ veya merkez sol siyaset doktrinlerine değil, özünü bilmediği İslamiyet'e refere eder, onun esas aldığı din ise tahrifata uğrattığı İslamiyet'tir.

Arap İhvan'ı belki de bir kader üzere Türkiye İslamcılarının tecrübesini yaşamadılar. Eğer bize bakıp kahırdan lütuf çıkarabilirlerse, bundan hayır elde edeceklerdir.




YORUM

Bedevi sosyolojinin siyaseti
Ali Bulaç
Zaman 27 Haziran 2015

M. Abid Cabiri, Arap İslam siyasi tarihini üç anahtar terimle açıklamaya çalışır: Akide, kabile ve ganimet. Büyük ölçüde İbn Haldun sosyolojisinden hareket eden Cabiri'ye göre bu üç terim tarihin gizli siyasi aklın belirleyicileridir.

Hz. Muhammed (sas)'in ve O'nu takip eden büyük ıslah hareketlerinde ilk aşamada rol oynayan “akide” yani inançtır. İnanç aşamasını “kabile” asabiyeti üzerinde yükselen devlet takip eder. Sonraki dönemlerde ise temel itici güç “ganimet”tir.

İslam dünyasının modern durumunda İbn Haldun'dan mülhem bu kavramsallaştırmanın açıklayıcı olabileceğini düşünebiliriz. Üç büyük göç dalgasının üçüncüsü inanılmaz bir hızla sürmektedir. Yer küresi ölçeğinde konar-göçerlerin yerleşik hayata geçişi binlerce sene sürdü; kırsal yerleşiklikten kente göç de belli bir tempoda oldu, ancak şimdi hem kırlardan kentlere hem kentlerin periferilerinden merkeze nüfus hareketi hızla sürmektedir.

Türkiye ve İslam dünyasında iki vakıa modern patalojimize işaret eder: biri İslam toplumlarının tamamının zoraki, mekanik yöntemlerle modernliğe dahil edilmeleri, diğeri yaşamadıkları ve içinden süzüp çıkarmadıkları siyasal rejimlerle yönetilmeye maruz kalmaları. Merkez sağ ve merkez sol ile her iki kanadın aşırı partileri birer sınıfı iktidara taşımak üzere demokratik mücadeleye katılırlar, bizde ise kabile asabiyeti ve kent aşiretleri birer parti olarak teşekkül etmişlerdir. Toplumlarımızın zoraki yöntemlerle Anavatan (Batı)'ın reform paketleri ve ekonomik programları çerçevesinde kalkınma ve büyüme politikaları takip ettiğinden, üretim yapısı ile dağılım arasında bir tutarlılık kurulamıyor. Bizim gibi ülkeler, birer periferi birimler olarak Anavatan Batı'nın ekonomik ve buna bağlı askerî ve politik güçlerini ayakta tutmak ve sürdürmek üzere programlanırlar, bu açıdan her ekonomik hamle ve büyüme bizden çok Anavatan'a fayda sağlar. Bu çerçevede mesela İstanbul'da üçüncü havaalanının inşa edilmesi Batı dünyasını tedirgin etmez, aksine gücüne yeni güç katar. Tıpkı ColaTurca'nın bir rakip olarak piyasaya girmesiyle CocaCola'nın iç piyasadaki payının yüzde 60 artması gibi.

Sorun sadece mecbur edildiğimiz üretim yapısında değil fakat bölüşümdedir. Kapitalist piyasa gelişmiş ülkelerde bölüşümü, kaynak dağılımını belli kurallara ve sisteme bağlamıştır. Bizde ise “ganimet” olarak dağıtılmaktadır. Bu yüzden üretim biçimi ile kaynak/gelir bölüşümü arasındaki uyuşmazlık siyasi kavgaların da temelini teşkil eder. Devleti ele geçiren kabile, mülkü bürokratik mekanizmalarla bildiği gibi dağıtır.

Tarihsel ve maddî toplumsal karşılıkları olmadığından eninde sonunda merkez sağ ve merkez sol partiler, sosyalist ve liberal siyasetler çökecekti, çöktü de. Eninde sonunda İslam dünyası kendi reel ihtiyaçlarından ve ahlakî ideallerinden neş'et eden politikalara yönelecektir. Siyaset “özgürlük”, “ahlak” ve “adalet”i esas almaya başladığında devlet kabile, iktidar mülk, milli hasıla ganimet olmaktan çıkacaktır. Bu sağ ve solun değil, İslamcı siyasetlerin işidir. Üçüncü nesil İslamcılar, “devleti kurtarma” veya “devleti ele geçirme”yi bir kenara bırakıp “devleti yeniden tanımlama” işine girişebilselerdi bunu bir ölçüde başarırlardı. Bu da ancak sağlam kelamî ve fıkhî zeminde altenatif siyaset geliştirmeye bağlıydı. Ne var ki üçüncü nesil İslamcılar, kentlere akın eden bedevi sosyolojinin asabiyetten kaynaklanan enerjisini temel aldılar. Kendileri de o sosyolojinin ürünüdürler, dolayısıyla “milli irade, aziz milletimiz, halkın desteği vb.” sublimasyonlarla bedeviler haderilerin sahip olduğu her neye sahipse onlar da ona sahip olmak istediler. Kendi siyasi liderlerini çıkaran bu bedevi sosyolojinin akidesi “aziz milletimiz, milli irade”, kabileleri haderilerin güç ve servetine göz dikmiş aşiretler koalisyonu; demokratik yollarla ele geçirdikleri bürokratik ve maddi-ekonomik kaynaklar da aralarında bölüştürdükleri ganimettir.

Üçüncü nesil Türkiye İslamcıları, haderilere özenip iktidar biçimini ve hayat tarzını taklit etmeseydi, sosyal, siyasî ve fikrî üç İslamcı versiyon yeni bir iktidar felsefesi üzerinde mutabakata varsaydı bu durum değişebilirdi. Başaramadık. Mısır ve Suud selefileri bu işi hiç başaramazlar. Teorik ve potansiyel imkân Müslüman Kardeşler'de idi, küresel sistem şimdilik yürüyüşünü durdurmak istedi ama yürüyüş devam edecektir.