Hazret-i İbrahim, Kur'ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde isminden çokça bahsedilen
ulu'l azm bir peygamberdir. Sevgili Peygamberimizden sonra peygamberlerin ve insanların
en üstünüdür. Allahü Teala, ona halilim/dostum diye hitab etmiştir. Bu sebeple
Halilü'r rahman olarak zikredilir. Soyundan pek çok peygamber geldiği için Ebu'l
Enbiya/peygamberlerin babası olarak isimlendirilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de; çok
içli, yumuşak huylu, kendisini Allah'a vermiş, vefakar, görevini tam yapmış olarak
övülmüştür. Bir başka özelliği de misafirperverliği idi. Kurduğu sofralarda
hiçbir şeyi eksik etmez, kimseyi boş çevirmezdi. Halil İbrahim Sofrası deyimi bu
sebeple ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Ebu'l Edyaf/Misafirler babası olarak ta
tanınmıştı. Sevgili Peygamberimizin soyu anne ve babası tarafından İbrahim
aleyhisselama dayanmaktadır.
HAYATI
Mezopotamya ve civarında hüküm süren Nemrud zamanında dünyaya gelir. Nemrud, şahıs
ismi olmayıp tıpkı firavn, şah vb. gibi bir ünvandır. Asıl ismi kaynaklarda
değişik olarak bildirilmektedir. Ancak yeryüzünde ilk cihan devletini kurmuş
olduğunu öğreniyoruz.
Nemrud, saltanatının ilk yıllarında halkına adalet ve insaf ile muamele eder.
Sonradan kendisini ilah ilan edecek kadar sapıtır. Bu durumu şu ayet-i kerîmeden
öğrenebiliyoruz. "Allah kendisine mülk ve saltanat verince (azarak) İbrahim ve
Rabbi hakkında mücadele edeni görmedin mi?"
Nemrud, gördüğü bir rüya üzerine yakınlarına danışır. İlk birkaç batında
doğacak çocuklardan birinin Nemrud'un saltanatını yok edeceği iddiasıyla erkek
çocuk doğumunun yasaklanmasına karar verilir. Erkek doğan bebekler imha edilirler. Bu
emrin verildiği sırada Hazret-i İbrahim'in annesi hamiledir ve kocası vefat ettiği
için kayınbiraderi Azer'in himayesindedir. Katliamın sürdüğü bir sırada gizli bir
mağarada çocuğunu dünyaya getirir.
Burada büyür. Mağaradan çıktıktan sonra insanların güneş, ay ve venüs
gezegenine tapındıklarını görünce bu cisimleri gözler ve "Bunlar benim Rabbim
olamaz. Ben batanları sevmem" diyerek Nemrud idaresindeki putperest sistemi
kökünden reddeder.
İbrahim aleyhisselamın üvey babası Azer, aynı zamanda puthane idarecisiydi.
Geçimini put/heykel ticareti yaparak sağlıyordu. Putların satış yerine
götürülmesinde İbrahim aleyhisselamın da yardımcı olduğunu görüyoruz ancak bir
farkla ki o, putların boyunlarına ip bağlayarak sürüye sürüye satış noktasına
götürüyordu. Bazen de bir su kenarında putların kafasını suya sokarak;
"Susamışsınızdır, için..." diyerek alay ediyordu. Böyle yapmakla taş ve
tahta parçalarının hiç bir kıymeti olmadığını halka göstermek istiyordu. O
günkü küfür sisteminin bir parçası olan üvey babası Azer'i de ikaz ederek sonsuz
azaba düşmemesi için yalvarıyordu.
Bir gün, kavmin bayram yerinde eğlendiği bir sırada, kimsenin olmadığı bir anı
kollayıp, Azer'in idare ettiği tapınağa girer. Bütün putların kafasını kırar ve
elindeki baltayı da en büyük putun yanına bırakarak puthaneyi terkeder. İnsanlar
bayram yerinden döndüklerinde yıkıntıları görünce feryad ederler. Kısa sürede bu
işin Hazret-i İbrahim tarafından yapıldığı anlaşılarak yakalanır. Sorgulaması
esnasında aralarında şu konuşma geçer; "Belki bunu, onların büyüğü
yapmıştır. Sorun o küçük putlara, konuşabiliyorlarsa cevap versinler. Bunun
üzerine (halkın kafası karışır) kalpleri ile tefekkür ederek birbirlerine;
"Doğrusu siz konuşamayan, işitmeyen şeylere tapmakla zalimlerden
olmuşsunuz." derler. Fakat sonra tekrar eski küfür ve isyanlarına dönerek
(İbrahim'e); Sen de biliyorsun ki, bu putlar konuşamazlar. Niçin onlara sormamızı
istiyorsun? deyince İbrahim şöyle cevap verir; O halde Allah'ı bırakıp ta size
hiçbir fayda vermeyecek olan şeylere tapıyorsunuz. Yazıklar olsun size ve
taptığınız putlara. Hala akıllanmayacak mısınız?.."
Bu konuşmalardan sonra Nemrud girer devreye ve Hazret-i İbrahim'i köşeye
sıkıştırmaya kalkarak halkın gözünde aciz duruma düşürmek ister. Bu olayı
Kur'ân-ı Kerîm şöyle buyurmaktadır; "Allah, kendisine mülk ve saltanat verdi
diye azarak İbrahim ile Rabbi hakkında mücadele edeni görmedin mi? İbrahim ona;
"Benim Rabbim hem diriltir, hem de öldürür" dediği zaman o (Nemrud);
"Ben de diriltir ve öldürürüm" demişti. İbrahim; "Allahü teala
güneşi doğdan getiriyor, sen de batıdan getir bakalım" deyince o kafir
şaşırıp tutuldu. Allah, zalim topluluğu başarılı kılmaz."
Bütün bu olanlar putperest toplumun içine bir bomba gibi düşmüştür. Nemrud ve
ileri gelenler halkın önünde rezil olmuşlardır. Bunun, devleti sarsacak boyutlara
ulaşmasından korkan Nemrud derhal emrini verir; Hazret-i İbrahim ateşe atılacaktır.
Vakit geçirmeden hazırlıklara başlanır ve devasa bir ateş yakılır. Sıcaklıktan
yanına yaklaşılamadığı için Hazret-i İbrahim mancınıkla ateşin içine
atılacaktır. Halkın gözü önünde işlenecek bu cinayetle İbrahim aleyhisselamın
Nemrud rejimi için tehlikeli olan fikirleri de yakılmış olacaktı. Bütün
hazırlıklar bittikten sonra Hazret-i İbrahim ateşe atılır. Nemrud ve avanesi,
büyük bir tehlikeden kurtulduklarına sevinerek işlerine dönerler. Oysa onların
akıllarının ucundan bile geçmeyecek bir mucize gerçekleşir. Hazret-i İbrahim daha
ateşin içine düşmeden Allahü tealanın emri gelir; "Ey ateş, İbrahim'e serin
ve selametli ol!.." Ateş, yakma özelliğini kaybeder. Abdullah b. Abbâs
hazretleri; Eğer Allahü teala, serin ol emrinden sonra selametli ol emrini vermemiş
olsaydı, bu sefer ateş, soğukluğuyla Hazret-i İbrahim'i yakardı demiştir. Nitekim
Kur'ân-ı Kerîm bu olayı anlatırken; "Onun ateşten kurtulmasında iman edecek
bir topluluk için şüphe götürmez ibretler vardır" buyurmaktadır. Modern bilim
soğuk ateşin de cisimleri yaktığını son yüzyılda öğrenmişti.
Ateşin sönmesi bir kaç gün sürer. Alevler yok olmaya başladığında Hazret-i
İbrahim'in korkunç ateşin içinde sağ olarak durduğunu görerek Nemrud'a haber
verirler. Nemrud bu olay üzerine Hazret-i İbrahim'le uğraşmak istemez. Ancak iman
etmediği gibi onun yaptığı tebliğe de izin vermez. Apaçık görülen bu mucize
karşısında bile toplumun büyük bir kesimi suskun ve kayıtsız kalır. Bunun üzerine
İbrahim aleyhisselam; "Ben kavmimin arasından Rabbimin emrettiği yere hicret
edeceğim. Şüphe yok ki; Allahü teala azizdir. Herşeye üstündür. Hakîmdir,
hükmünde hikmet sahibidir" diyerek hanımı Sârâ, kardeşinin oğlu Hazret-i Lût
ve kendisine inanan küçük bir toplulukla birlikte hicret eder.
Kaynaklar, Hazret-i İbrahim'in bir süre ortadoğuda dolaştığını, bir süre
Filistin'de ikamet ettiğini ve sonra Mısır'a gittiğini yazar. Bu sırada yolda Lût
aleyhisselam peygamberlikle şereflenir ve Filistin'in Ğor diyarına gider.
Bu sırada geride kalan Nemrud ve putperest halkı acı bir sürpriz bekliyordur.
Nereden geldikleri anlaşılamayan milyarlarca sivrisinek kara bir bulut gibi başkenti
kaplar. İnsanlar sokağa çıkamaz hale gelir. Sıkı sıkıya kapandıkları halde
evlerinde de rahat edemezler. Üretim durur. Sosyal hayat yok olur. Nemrud da bu
felaketten arslan payını alır. Sivrisineklerden arındırılmış bir odada uyurken
burnuna kaçan bir sivrisinek günlerce ona kan kusturur. Yaratılmışların en
acizlerinden olan minik sivrisinek Nemrud'un burnundan girerek beynine yakın bir bölgeye
yerleşir. Onun için burası, her türlü tehlikeden uzaktır ve çevresindeki yüzlerce
kılcal damar, birer şerbet ve bal akıtan nehir gibidir. Nemrud, kafasının içindeki
dayanılmaz kaşıntının sebebini bilemez. Izdırabını ancak ucuna keçe sarılmış
topuzlarda arar. Kaşıntı oldukça hizmetçilerine topuzla başına vurmalarını
emreder. Bu azap haftalarca sürer ve bir gün dayanamaz ölür. Bu sırada başkentte
sivrisinek felaketi de son bulmuştur. Devletin ileri gelenleri Nemrud'un bu halini merak
ettiklerinden cesedinde otopsi yaptırırlar. Kafatası açıldığında içinden, kocaman
bir hamam böceği haline gelmiş sivrisinek çıkar. Allahü teala, kibir ve azamet
sahibi geçinen bir insanın bu dünyadaki cezasını küçücük bir mahlukuyle
vermiştir. Nemrud öldüğünde devletin sınırları ortadoğunun tamamını
kaplıyordu. Ama kudreti, o zamanki dünyanın tamamına hakim durumdaydı. Güç ve
kudretin zirvesindeyken tepetaklak olmuştu. Onun ölmesiyle devleti parçalanıp
dağılıverdi.
İbrahim aleyhisselam bütün ortadoğuyu dolaştıktan sonra bir süre Filistin'de
oturur. Daha sonra yanında hanımı olduğu halde Mısır'a gider. Mısır'da hükümdar
olarak Sâruk veya Sînân adı verilen müstebit birisi vardır. Güzel bir kadın
gördüğü zaman hemen el koyardı. Eğer evli ise kocasını öldürtürdü. İbrahim
aleyhisselamın hanımı Hazret-i Sâre, çok güzel olup hüsn-ü cemal sahibi idi.
Görevliler hemen hükümdara haber gönderirler. Hükümdarın adamları gelerek Hazret-i
İbrahim'e; "Yanındaki kadın neyin oluyor?" diye sorunca; "Kızkardeşim
olur" cevabını verir. Daha sonra Hazret-i Sare'nin yanına giderek; "Sakın
beni yalanlama, öyle bir yerdeyiz ki burada senden ve benden başka Allah'a inanan yok.
Bu nedenle sen benim dinde kardeşimsin. Asla korkma, Allahü Teala bizimledir. Bize zarar
gelmeyecektir" dedi. Bu hazin olayı Efendimiz özetle şöyle anlatmıştır;
Hazret-i Sârâ görevliler tarafından saraya götürülür. Hükümdar ona
sarkıntılık etmeye kalkınca nefesi daralarak yere düşer ve debelenmeye başlar. Bu
hal bir kaç kere tekrar eder. Sonuncusunda Hazret-i Sare'ye yalvararak bu durumdan
kurtulmayı ister. O da; "Ya Rabbi, bu adam ölürse benden bilirler" diyerek
dua edince hükümdar kurtulur. Derhal adamlarına emir vererek; "Siz bana insan
değil bir şeytan getirmişsiniz. Bu kadını benim topraklarımdan çıkarın. Kendisine
Hacer'i de hizmetçi olarak verin" der.
Hazret-i Sârâ, Hacer'i de yanına alarak İbrahim aleyhisselamın yanına giderek
durumu anlatır. Mısır hükümdarının Hacer'i seçmesinin sebebi, kendi kültürüne
uymadığındandı. Nitekim Hazret-i Hâcer, asil bir yaratılışa sahip olduğunu,
Mısırlıların ahlaksızlıklarından uzak durduğunu gösterecektir.
Burada bir parantez açarak olayın Kitab-ı Mukaddes'teki yansımasına bakalım.
Tevrat'ta bu olay, hükümdarın Hazret-i Sârâ'ya el koyduğu ve İbrahim
aleyhisselamın da uygun gördüğü şeklinde anlatılır. Bu satırlar mukaddes olan
Tevrat'ın hahamlar tarafından nasıl tahrif edildiğinin göstergesidir. Şerefsiz bir
hayat süren bazı yahudi yöneticiler ve din adamları, ulu'l azm bir peygamberi
kendileri gibi zannederek olayı, yüz kızartıcı bir şekle sokmuşlardır. Bu
tahrifler sonunda, dönemin yöneticilerinden yüklü bahşişler almışlardı. Efendimiz
bu olayı anlatırlarken yahudilerin bu şerefsizliklerini yüzlerine çarpmaktadır.
Hazret-i İbrahim, ailesi ve Hâcer ile birlikte Filistin'e yerleşir. Burada, Allahü
tealanın bereketi ile çok zengin olur. Bunun yanında etrafa silahlı birlikler
gönderecek kadar güç sahibi de olmuştur.
İbrahim aleyhisselam bir gün dere kenarında bir hayvan leşi görür. Etrafına
toplanmış yüzlerce hayvancık leşi parçalamakla meşguldür. Onları seyrederken,
zerreler halinde dağılan ve herbiri başka başka yerlere giden bir hayvanın ahirette
nasıl dirileceğini düşünür. Bunu gözleriyle görmek ister. Allahü teala ona dört
ayrı kuş almasını, onları parçalamasını ve her bir parçasını değişik dağ
başlarına koymasını ve daha sonra da çağırmasını ister. İbrahim aleyhisselam
bunları aynen uyguladığında kuşların dirilerek kendisine geldiği görür.
Bu sırada, Hazret-i İbrahim'in yaşı ilerlemiş olmasına rağmen hiç çocuğu
olmamıştı. Allahü tealaya; "Ey Rabbim, bana salihlerden bir oğul bağışla ki,
davet ve taatte yardımcım ve gurbette munisim olsun" diye dua eder. Hazret-i
Sârâ, İbrahim aleyhisselamı sevindirmek için Hacer'le evlenmesine izin verir. Bu
evlilikten Hazret-i İsmail doğar. İbrahim aleyhisselamdaki Muhammedî nurun önce
Hazret-i Hâcer'e, sonra da Hazret-i İsmaile geçtiğini gören Hazret-i Sârâ gayrete
gelir ve her ikisini de götürüp bir yere bırakmasını ister. İlahi emir de buna
uygun gelir. Hanımı Hâcer ve ile oğlu İsmail'i yanına alarak yola çıkar. Bir ay
süren yolculuktan sonra, her ikisini de o günlerde ıssız ve çorak bir yer olan Mekke
Vadisi'ne bırakır. Daha sonra tekrar Filistin'e döner.
İbrahim aleyhisselam, sonraki yıllarda bir kaç kez Mekke'ye ziyarete gelir. Bu
ziyaretlerden birisinde kurban olayı, bir diğerinde ise Kabenin inşası ve haccın
yapılışı gerçekleşir.
Bu sırada Hazret-i İbrahim ve hanımı Sârâ'nın yaşları hayli ilerlemiştir. Bir
gün ziyaretlerine bir kaç genç gelir. Bu gençlere kızarmış bir buzağı ikram eden
İbrahim aleyhisselam, yemeklere el sürülmediğini görünce telaşlanır. Sonra
anlaşıldığı üzere bu gençler Cebrâil aleyhisselam ve bazı meleklerdir. Görevleri
Lût kavmini yok etmektir. Bu sırada sohbet ederlerken melekler İshak aleyhisselamın
müjdesini verirler. Bu müjde Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle geçmektedir; "Bir de ona
sayihlerden bir peygamber olmak üzere İshak'ı müjdeledik. Hem İbrahim'e, hem de
İshak'a bereketler verdik. Her ikisinin soyundan mümin olan da var, nefsine apaçık
zulmeden kafir de var."
İbrahim aleyhisselam, yurt edindiği Filistin'de İslamiyeti tebliğ eder. Kur'ân-ı
Kerîm'in buna verdiği isim Hanifliktir ki bu; putları ve batıl olan şeyleri
kökünden reddettiği içindir. Hazret-i İbrahim'e 10 suhuf nazil olmuştur ki bu kutsal
vahiylerin çapını bilemiyoruz. Ancak Kur'ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerin
yardımıyla içeriğini bilebiliyoruz ki bir kısmı şöyledir; "Kimse kimsenin
günahını yüklenmez. İnsan için ancak ihlasla işlediği Sâlih ameller ve niyeti
fayda verir. İnsana, çalışmasının karşılığı tam olarak verilecektir."
İbrahim aleyhisselam Filistin'de vefat eder. Oğullarından Hazret-i İsmail Mekke ve
civarında, Hazret-i İshak da Filistin topraklarında peygamber olarak babalarının
şeriatini uyguladılar.
Şimdi, buraya kadar anlattıklamızla ilgili olarak modern bilimin ulaşabildiği
noktaları görelim.
YAŞADIĞI DÖNEM
Kur'ân-ı Kerîm'de İbrahim aleyhisselamın hangi yıllarda yaşadığı
bildirilmemiştir. Efendimizden nakledilen hadis-i şeriflerde de açıkça bir tarihleme
söz konusu değildir. Fakat ayet-i kerîmeler ve hadis-i şerifler incelendiğinde,
tarihleme yapılabilmesi için bazı bilgilerin kelime aralarına gizlendiği
görülmektedir. Bunlar; İbrahim şahıs adı, o dönemin din anlayışı ve aynı
yıllarda helak edilen Lût kavminin artıklarıdır. Şimdi kısaca bu konularla ilgili
notlarımıza bakalım.
Eski Ahid'te anlatıldığına göre; İbrahim ismi sonradan kendisine verilmiştir.
İlk ismi Abraham'dır. Eski Ahid yorumcuları; Abraham adının "Yüce Baba",
İbrahim adının da "Cumhurun Babası" anlamlarına geldiğini söylerler. İlk
defa, arapçanın bir kolu olan aramicede kullanıldığı sanılan İbrahim ismine,
yapılan arkeolojik çalışmalar sonunda başka dillerde de rastlanmıştır. 1980'li
yıllarda Kuzey Suriye'de Ebla harabelerinde yapılan kazılarda bu ismin MÖ. 2500'lere
kadar uzanan Ebla dilinde de kullanıldığı görülmüştür. Ebla dili Kuzey Suriye'de
oturan sami/asya kökenli Eblalılarca konuşulmaktaydı. Abr, Abar, Abri, Abram,
Abrama/Abarama şekilleriyle yazılan bu isim MÖ. 2500 senelerine aittir.
Yanda çalışmalarda bulunan üstün teknikle pres edilmiş
tabletlerden bir örnek görülüyor
Kur'ân-ı Kerîm'de İbrahim aleyhisselamın içinde yaşadığı toplumun dini
inanışını şu şekilde görmekteyiz; "Vakta ki; İbrahim'in üzerini gece
bürüdü. Bir yıldız gördü. "Bu mu benim Rabbim?!" dedi. Derken yıldız
batıverince; "Ben öyle batanları sevmem!" dedi. Sonra ayı doğarken
görünce; "Rabbim bu mudur?!" dedi. Fakat o da batıp kaybolunca; "Yemin
ederim ki, eğer Rabbim bana hidayet etmemiş olsaydı muhakkak sapıklardan
olacaktım." Daha sonra güneşi doğarken görünce; "Rabbim bu mudur?!.. Bu
gördüklerimden daha büyük." Güneş batınca; "Ey kavmim. Bu gördükleriniz
hep yok olan varlıklardır. Ben sizin Allah'a ortak koştuğunuz şeylerden kesinlikle
uzağım." diye söylemiştir."
Ayet-i Kerîmelerde İbrahim aleyhisselamın döneminin insanlarının tanrı olarak
gördükleri 3 ayrı objeyi tek tek incelediğini görmekteyiz. Önce, gece bürürken
ortaya çıkıveren bir yıldız görmüştür ki bu, Venüs gezegenidir. Sonra Ay ve
nihayetinde en büyüğü olarak Güneş'i gözlemiştir.
Mezopotamya krallarından Naram Sin,
Güneş, Ay ve
Venüs tanrı simgeleri altında Naram-Sin
O dönemin en büyük şehirlerinden birisi de Harran'dır. Harran; Asur ve Kalde
dillerinde "yol" manasına gelmekteydi. Harran adına ilk defa MÖ. 2000
başlarında Mari ve Kültepe tabletlerinde rastlanmaktadır. Oysa şehrin tarihi MÖ.
6000'li yıllara kadar uzanmaktadır. Sanki şehir MÖ. 2000'li yıllarda meşhur olmuş
gibidir. Şehrin en büyük özelliği; ay, güneş ve yedi gezegenin kutsal sayıldığı
eski mezopotamya putçuluğunun merkezi olmasıydı. Buradaki Sin/ay tapınağı çok
meşhurdu. Bunun yanısıra büyük bir ticaret şehriydi. Dini inanış çok tanrılı
idi. Ama tapınılan üç belirgin objeye rastlıyoruz ki, bunlar; Şamaş/Güneş,
Sin/Ay, İştar/Venüs'dür.
Yukarıda mealini verdiğimiz İbrahim aleyhisselamın sözleri bu dönemin yani MÖ.
2000'li yılların dini anlayışını yansıtmaktadır. Yine Kur'ân-ı Kerîm'de,
İbrahim aleyhisselam ile mücadeleye giren "saltanat/mülk" bahşedilmiş bir
şahsın kendisini tanrı ilan ettiğinden bahsedilmektedir ki; bu şahıs Nemrud'dur.
Nemrud, özel bir isim olmayıp o dönemin hükümdarlarına verilen; kral, şah vb. gibi
genel bir isimdir. Efendimizden nakledilen bir hadîs-i şerîfte Nemrud'un,
"insanlık tarihi boyunca yeryüzüne hakim olan 4 kişiden biri olduğu"
bildirilmektedir ki; İbrahim aleyhisselamın karşısına çıktığı şahıs, o zaman
dünyasının tamamını kontrol altına almış son derece kuvvetli bir hükümdardır.
Zaten ayet-i Kerîmede bu nokta vurgulanmaktadır; "Allah, kendisine saltanat ve
mülk verdi diyerek azarak İbrahim ve Rabbi hakkında mücadele edeni görmedin mi?"
Başka bir ayet-i Kerîmede İbrahim aleyhisselamın bir çok putun bulunduğu bir
yerde/tapınakta en büyüğü hariç bütün putları parçaladığı ve baltayı büyük
putun yanına bırakarak putperestlere muhteşem bir ders verdiğinden bahsedilmektedir.
Bu olay, İbrahim aleyhisselamın ateşe atılmasıyla sonuçlanmıştır. Bir mucize
olarak ateşin zarar vermemesi üzerine hicret etmesine izin verildi.
Harran kalıntılarından bir görünüş
Kaynaklarımız İbrahim aleyhisselamın hicret etmeden önce Harran'da oturduğundan
bahsetmektedir. Buna göre İbrahim aleyhisselamın putları parçaladığı tapınak,
Harran'daki Sin tapınağıydı.
İbrahim aleyhisselam, tafsilatı tarihi kaynaklarda bildirilen Nemrud'un şerrinden
dolayı bir mağarada gizlice dünyaya getirilmişti. Burası mağaralarıyla ünlü olan
Urfa'dır. Urfa, Harran'ın 44 km. uzağındadır. İbrahim aleyhisselamın atıldığı
büyük ateş, Urfa'da balıklı gölün bulunduğu yerde yakılmıştı.
Urfa'da Halilurrahman camii
yanındaki balıklı göl
Belki de Nemrud, ibreti alem olsun diye İbrahim aleyhisselamı, doğduğu mağaranın
hemen yanında öldürtmek istemişti. Zira balıklı göl ile kutlu mağara birbirlerine
çok yakındır.
İbrahim aleyhissemanın yaşadığı dönemin tarihlenmesine yardımcı olacak en
kuvvetli bilgi aynı yıllarda helak edilen Lût kavminden arta kalanlardır. İbrahim
aleyhisselamın yeğeni olan Lût aleyhisselamın görev yaptığı Lût toplumu, Lût
Gölü'nün hemen güneyinde yaşamış ve azgınlıkları sebebiyle helak edilmişlerdir.
Bu bölgede yapılan arkeolojik kazılar, MÖ. 2000-1900 yıllarında meydana gelen
korkunç bir yere batma olayını ortaya çıkarmıştır.
Sonuç olarak İbrahim aleyhisselamın yaşadığı yıllar, MÖ. 2000 yılına kadar
götürebiliriz. Yine de son noktayı Kuzey Suriye'de yapılacak arkeolojik araştırmalar
koyacaktır. Zira İbrahim aleyhisselam, tek başına o zaman dünyasının süper
gücüne sahip bir hükümdara karşı mücadele etmiş ve bu zalim tarafından ateşe
atılmıştı. Bir mucize olarak ateş onu yakmamıştı. Böylesine devasa bir olayın
hangi tarihte, hangi devlette, hangi hükümdar zamanında ve hangi toprak parçası
üzerinde yaşandığının tabletlere geçirilmemesi imkansızdır. Belki
Mezopotamya'nın, Mısır'ın, Anadolu'nun herhangi bir yerinde ele geçecek yeni bir
tablet bütün bunları ortaya dökecektir.
BABASININ ADI
İbrahim aleyhisselamın hayatı, insanlık tarihinin özeti gibidir. Bu bölümümüzde
klasik bilgiler vermeyeceğiz. Mevcut kaynaklara yeni kaynaklar ekleyerek ufkunuzu biraz
daha açmaya gayret edeceğiz. Buradaki asıl maksadımız yıllardan beridir, belki bile
bile tekrarlanan bir yanlışın tasfiyesi olacaktır. O da İbrahim aleyhisselamın
babasının putperest olduğu yanlışıdır. Bu yanlış, ilhamlarını doğrudan
doğruya Kur'ân'dan aldıklarını iddia edenlerce, Kur'ân-ı Kerîm'de geçen baba
kelimesine verilen yanlış manadan kaynaklanmaktadır. Hıristiyanlar İncil'de geçen
baba kelimesine yanlış mana vererek sapıttılar. Müslümanlar aynı imtihanla karşı
karşıyalar. Ancak müslümanlar hıristiyanlardan çok daha şanslılar. Zira onların
sinesinden bir Abdullah b. Abbâs, gibi müfessirler, İmâm-ı A'zâm gibi fakihler,
İmâm-ı Rabbânî gibi müceddidler çıkmamıştır. Bu zirveler, Kur'ân-ı Kerîm'den
nasıl nasıl hüküm çıkarılacağını bize öğretmeselerdi İbrahim aleyhisselama ve
hatta Efendimiz Muhammed aleyhisselama yakışmayacak isnad kapılarında dolaşıyor
olacaktık.
İbrahim aleyhisselamın babasının ismi Kur'ân-ı Kerîm'de Âzer olarak
geçmektedir. Yine ayet-i Kerîmelerde Âzer'in putperest olduğu bildirilmektedir. Fakat
bir başka ayet-i Kerîmede Efendimize hitaben; "Allahü teala seni ayağa
kalktığında ve secde edenlerin içinde dolaştığını görüyor."
buyurmaktadır. Eshab-ı kiramdan Hazret-i Abdullah b. Abbâs, ayetin geniş anlamını;
"Efendimizin soyu, ilk insan Âdem aleyhisselama kadar hep secde eden, asla putlara
tapınmayan babalardan meydana gelmiştir." şeklinde vermiştir. İbrahim
aleyhisselam, Efendimizin dedelerinden biridir. Dolayısı ile babasının da muvahhid
olması, asla putlara tapınmamış olması gerekmektedir. Bu ayeti tefsir mahiyetinde
buyurulan hadis-i şeriflerde de şöyle buyurulmaktadır; "Her asırda, her zamanda
yaşayan insanların en iyilerinden, seçilmişlerden dünyaya geldim." (Sahih-i
Buhari), "Benim dedelerimin hepsi, en iyi insanlardır." (Tirmizi), "Benim
dedelerimin hiç birisi zina yapmadı. Allahü Teala beni temiz ve iyi babalardan,
analardan getirdi. Dedelerimden birinin iki oğlu olsaydı, ben bunların en
hayırlısında, en iyisinde bulunurdum." (Mevahib-i Ledüniyye) Yukarıda
belirttiğimiz iki ayet-i Kerîme ilk bakışta birbirine zıt manalı gibi
görünmektedir. Ayet-i Kerîmeleri yanlış anlamaktan bizi kurtaran diğer ayet-i
Kerîmeler ve hadis-i şerifler olmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'de meallerini aşağıda vereceğimiz ayet-i Kerîmelerde, İbrahim
aleyhisselamın babasının putperest Âzer olmadığını, ayette geçen baba kelimesinin
ne maksatla kullanıldığını izah etmektedir. Burada bir parantez açarak Kur'ân-ı
Kerîm'le ilgili teknik bir bilgi verelim isterseniz.
Ayet-i Kerîmeler muhkem/manası açık ve müteşabih/manası kapalı olmak üzere iki
türlüdür. Müteşabih ayetlere görülen, anlaşılan, meşhur olan manalar verilemez.
Verilirse Kur'ân-ı Kerîm'in çizdiği ilahi sınırdan çıkılmış olur. Bu sebeple
böyle ayetler te'vil edilir. Mesela; "Allah'ın eli, onların üzerindedir."
ayetinde geçen "el" kelimesine bildiğimiz mana verilirse Allahü teala insana
benzetilmiş olur. İslam akaidine/inancına göre Allahü teala hiçbir şeye benzemez ve
hayal sınırlarının da dışındadır. İslam alimleri buradaki el kelimesine
"kudret, güç" manasını vermişlerdir. İbrahim aleyhisselamın babası
Âzer'den bahseden ayet-i Kerîmede geçen ebihi/babası kelimesi, arap dili kaidelerine
göre atf-ı beyandır. Mesela bir kimsenin iki ismi olup, bu iki isim birlikte
söylendiği zaman, birinin meşhur olmadığı, diğerinin meşhur olduğu anlaşılır
ki, buna "atf-ı beyan" denir. Ayet-i Kerîmenin anlamı; "İbrahim, Âzer
olan babasına dediği zaman..." demektir. Buna göre İbrahim aleyhisselam
hayatında iki baba vardır. Birisi öz babası, diğeri ise ismi Âzer olan bir
başkasıdır. Kur'ân-ı Kerîm'i diğer metinlerden ayıran en önemli özelliklerinden
birisi de i'cazıdır. Yani; kısa ve öz cümlelerle pek çok mananın gizlenmiş
olmasıdır. Dolayısıyla Âzer, İbrahim aleyhisselamın öz babası değildir.
Arapçada eb/baba, ukh/erkek kardeş, ukht/kızkardeş gibi kelimeler geniş manalarda
kullanılır ve mutlaka asıl baba, anne veya kardeş manasını ifade etmeyebilir. Bunun
örneklerine Kur'ân-ı Kerîm'de rastlayabiliriz.
Bakara suresinin diğer bir ayetinde Yakup aleyhisselamın çocuklarının babalarıyla
olan bir konuşması nakledilmektedir. Burada çocukları Yakup aleyhisselama; ".....
ve senin babaların İbrahim, İsmail ve İshak'ın Rabbi......" denilmektedir.
Ayet-i Kerîmede İsmail aleyhisselam, Hazreti Yakub'un babası gibi görülmektedir. Oysa
İsmail aleyhisselam baba değil amcadır. İshak aleyhisselamın kardeşidir. Demek ki;
Kur'ân-ı Kerîm'de, amcaya baba diye de hitab edilebilmektedir. Çeşitli arapça
sözlüklerde amcaya bazen baba diye hitap edildiği, bu ayetin tefsirlerinde
yazılıdır.
Bir başka ayet-i Kerîmede Hazret-i Meryem'e; "Ey Hârûn'un
kızkardeşi..." diye bir hitab vardır. Buradaki Hârûn'la Mûsâ aleyhisselamın
ağabeyi Hazret-i Hârûn kastedilmiştir. Oysa Îsâ aleyhisselamın annesi Hazret-i
Meryem ile Hazret-i Hârûn'un arasında 1000 seneden fazla bir süre vardır.
Efendimizin de bazen, mesela bir bedevi köylüye, amcaları Ebû Talib, Hazret-i
Abbâs hatta Ebû Leheb için baba diye hitap ettiği kaynaklarda yazılıdır. Bir gün
Hazreti Aişe annemiz Efendimize; "Herkesin künyesi var. Benim yok" diye
arzedince Efendimiz; "Oğlun Abdullah b. Zübeyr'in künyesi ile künyelen"
buyurmuşlardır. Abdullah, Hazreti Aişe'nin kızkardeşi Esma'nın oğlu idi. Bunda
başka "Teyze anne gibidir" veya "Amca baba gibidir" buyurulmuştur.
Yine bir gün eshabı kiramdan Ömer b. Hattab'a; "Ya Ömer sen, kişinin
amcasının, babasının benzeri olduğunu bilmiyor musun?" buyurmuşlardı.
İbn-i Cerîr'in naklettiği şu olay önemlidir. "Bir gün mü'minlerin annesi
Safiyye hanım Efendimizin huzuruna gelerek; Bir takım kadınlar bana iki yahudinin
kızı olan (annen de baban da) Yahudi diyorlar diye şikayet etmişti. Efendimiz de ona;
Sen onlara; niçin babam Hârûn, amcam Mûsâ, beyim de Muhammed aleyhimüsselamdır
demiyorsun buyurmuşlardır."
Arapça "eb" olan kelimenin kökü İbrani, Arami, Arabi gibi bütün sami
dillerinde Abb veya abba kelimesi; "müsebbib/sebep olan manasına veya "meyva
yüklü" manalarına gelir. Bilindiği gibi İncillerde baba kelimesi sıkça
kullanılır. Tevrat'ın Eyüb bölümünde de Allahü teala "yağmurun babası"
olarak isimlendirilir. Bu isimlerin hepsi "bir şeye sebep olan" manasına
kullanılmaktadır ki öz manası ifade etmezler. Böyle kelimelere yanlış manalar
yüklendiğinde ise küfre düşülmüştür.
Bazı kelimeler zaman içerisinde sözlük manalarıyla değil de ıstılah/terim
manalarıyla kullanılmıştır. Bunun en belirgin örneği "baba" kelimesinde
görülmektedir. Arapçanın bir kolu olan aramicede, baba kelimesi bir dönem ailevi bir
bağdan ziyade saygınlık ifade ediyordu. Saygı duyulan kimselere baba kelimesiyle hitap
ediliyordu. Bütün bunlardan çıkarılan sonuç, Âzer'in öz baba değil, amca
olduğudur. Bazı kaynaklar asıl babasının isminin Taruh/Tareh olduğunu ve Taruh'in
ise İbrahim aleyhisselamın doğumundan hemen önce vefat ettiğini yazmaktadır.
DEVAM