Nurten Ceceli Alkan
eğitimci, öğretmen


yazar



1958 yılında Ankara’da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini TED Ankara Koleji’nde, üniversiteyi A.Ü. İlahiyat Fakültesi’nde okudu.

Fakülte 3. sınıfı bitirince sevdiği adamla evlendi. 4. sınıf bitmeden ilk yavrusunu kucağına aldı. Yıllar içinde sevgileri 5 yavru, 3 damat, 1 gelin ve 7 torun ile taçlandı.

Fakülte 2. sınıfta ilk Eğitim Psikolojisi derslerini almaya başladığı günlerde yapmaya başladığı kariyer planlarını 1991 yılında gerçekleştirme fırsatı buldu. Ankara’da içinde büyüdüğü, gelin çıktığı aile evinde Gül Çocuk Anaokulu’nu açarak profesyonel eğitimcilik yolculuğuna başladı.

İlerleyen yıllar içinde kapısından giren her yavrunun yüreğine dokunmayı hedeflediği Özel Ceceli Okulları’nı kurdu. Okulu ile beraber büyüdü ve gelişti.

1994 yılından bu yana yurt içinde ve yurt dışında; İletişim Becerileri, Etkili Anne-Baba Eğitimleri, Sevginin Beş Dili, Bilişim Çağında Hayırlı Evlat Yetiştirmek, Evlilik Okulu, Kayınvalide Okulu, Çoklu Zekâ, Öğrenme ve Mizaç İlişkisi, Beslenme Ahlâkı vb. gibi konularda seminerler veriyor.

Son yıllarda yoğun olarak masalların büyülü dünyası ile ilgileniyor. Bu alanda durmadan öğreniyor ve öğrendiklerini öğretmek için “Çocuk Gelişiminde Masalların Önemi” ve “Masal Anlatıcılığına Giriş” eğitimleri veriyor.

Çocukları ve torunları ile beraber yaşarken öğrendiklerini ve geliştirdiği becerilerini başka insanlarla paylaşmak amacı ile açtığı “Torun Tombalak” isimli sosyal medya sayfalarında yazıyor.

Hayatta en çok öğrenmekten, öğretmekten ve üretmekten keyif alıyor. Gezmeyi, okumayı, yazmayı, seminer vermeyi, masal anlatmayı, oyuncak üretmeyi ve sessiz kitap dikmeyi seven Nurten Ceceli Alkan, son olarak kucağında “Nineden Torunlara”nın kısaltması olarak NİTO KİTAP ismini verdiği yayınevini büyütüyor.

ESERLERİ:

Gel Beraber Evcilik Oynayalım (2004)
Masa Başı Minder Üstü (2006)
Rabbinin Adıyla Yaşa (2016)
Temiz Sofra (2018)"





KENDİ ANLATIMIYLA YAŞAMÖYKÜSÜ

ELLİBEŞ YILIN ARDINDAN
19 Kasım 2013

Yarın bizim doğum günümüz.

Ben 55 yılı geride bırakıyorum. Bloğum ise sanal alemdeki 4. yılını tamamlıyor.

Söylerken dilim, yazarken elim, yan yana gelmiş iki tane beş rakamına bakarken gözüm inanamıyor ama doğru tam 55 yıl olmuş ben bu dünyaya geleli.

O zamanki adıyla “Büyük Doğum”da, 18 yaşındaki küçücük bir annenin beni bağrına basmasının, öpüp, koklamasının;

Karyola yapmaya çalışırken yağlanan, kirlenen ellerini alelacele temizleyip hastaneye koşan genç adamın bana sımsıcak sarılmasının üstünden tam 55 yıl geçmiş.

Dile kolay bu, tam elli beş yıl! Yarım asırdan bile fazla.

Şimdi hesapladım yirmi bin yetmiş dört gündür bu gezegenin üstündeyim ben. Yok yok, benim doğduğumdan bu yana cüce Şubat’ın 13 kere birer gün büyüdüğünü de hesaba katarsak tam tamına yirmi bin seksen yedi defa gün doğmuş üzerime. Ne kadar çok!

Hardal tanesi kadar hayrın ve şerrin değerlendirileceği zorlu hesap gününde, hesabını vermem gereken binlerce gün, yüzbinlerce saat ve milyonlarca dakika var demek bu .

Hesap verebilmek için önce kendimi muhasebe etmem gerektiğini biliyorum bilmesine de , hesabı ortaya dökmekte zorlanıyorum. Bunun en önemli nedeni yaşanmış günlerin bir sis perdesinin arkasına saklanmış olması. Hatırlayamıyorum yaşanmışların çoğunu.

Son günlerde boş kaldığım her an zihnimi zaman tünelinde yolculuk yapmaya zorluyorum.

İlkokul, ortaokul, lise yıllarımı; dersime giren öğretmenlerimi, aynı sırayı paylaştığım arkadaşlarımı, okul bahçesinde kız kıza, kol kola atılan turları , o esnada yapılan muhabbetlerin konularını… Hatırlamaya çalışıyorum.

Bazen sis perdesi aralanıveriyor. Ortaokul kantininde sosisli sandviç yerken buluyorum kendimi. Sosisli sandviçin tadını bütün detayları ile hatırlıyorum da onu alabilmek için beraber sıraya girdiğim arkadaşlarımdan yalnız iki-üçünün adı geliyor aklıma. Son yıllarda sosis-salam gibi şeyleri hem ağzına hem de evine sokmayan biri olarak zihnimden şimşek hızı ile geçen “Acaba içlerinde neler vardı onların?” sorusuna hiç itibar etmeden devam ediyorum okul yıllarındaki yolculuğuma.

Bir akşamüstü heyecanla eve gelip ve anneme okuldaki halkoyunları kursuna katılmak istediğimi söylediğim andayım şimdi. “ Kız kıza oynanan bir oyun varsa gidebilirsin.” diyor annem. Oynarken okuldaki oğlanlar elimi tutmasın diye Erzurum kız ekibine girmek zorunda kalışım hala içimi acıtıyor.

Çocuklarının hepsini iyi İngilizce öğrensinler diye TED Ankara Koleji’ne gönderen bir baba ve İngilizce öğrenirken İngiliz olmasınlar diye çaba gösteren, o yüzden de oynayacağımız halk oyununda bile Allah’ın kurallarını önceleyen bir annenin ürünüyüm ben.

Düşüncelerim anne ve babamın beni dokurken attığı ilmeklere kayıyor birden.

On iki yaşında ya var ya yoktum babacığımla Elmadağ’a kayak yapmaya gittiğimde. Ayağıma kayakları takmış beni dağın tepesine çıkartmış, kayaklarımın ucunu birleştirip arkasını açarak kaymayı öğretmiş ardından da “ Beni takip ederek in aşağıya.“ demişti. O an yaşadığım korku ve çaresizlik kadar aşağıya indiğimde hissettiğim zafer duygusu da taptaze duruyor belleğimde.

Ortaokulu bitirdiğim sene, yeni arabasını fabrikadan teslim almak için beraber Almanya’ya gidişimizi hatırlıyorum şimdi de. Beni yanında tercümanlık yapmam için taşıyor canım babam. Aslında lise yıllarında öğrendiği Almancası ile her türlü alışveriş ve pazarlığı yapabileceğini bildiği halde bana böyle bir misyon yüklemesinin tek amacı var: Yeni dünyalar görmem ve yeni şeyler öğrenmem.

Babacığım bir yıl sonra çok önemli bir mühür daha vuruyor hayatıma. Ayvalık’tayız. Annemin kış boyu bizde kalan felçli halasına biz tatildeyken kısa bir süre için bakması hedeflenen bakıcının acilen başka yere gitmesi gerekmiş. Babam uçakla İzmir’e oradan da kiraladığı araba ile Ayvalığa geliyor. Hedef; beni felçli halaya bakmam için Ankara’ya götürmek. Anneciğim “bu kız kendine bile bakamaz nasıl bakacak hasta kadına?” diye itiraz ediyor. Ama babam çok net “ Yarın bir gün evlenmeye kalktığında kaynanası hasta olursa ona kim bakacak? İşte fırsat gitsin öğrensin “

Fakülteye başladığım yıldayım şimdi de. “ Kızım bir an önce bir daktilo kursuna yazıl” diyor babam. “Ne işim var benim daktilo kursunda?” diye soruyorum şaşkın şaşkın. “ İngilizcen iyi, on parmak daktilo da bilirsen aç kalmazsın dünyada” diyor. Ve ben ilahiyat fakültesine altında arabası ile giden ilk ve tek öğrenci olarak okuldan çıkıp akşamları on parmak daktilo öğretilen bir kursa gidiyorum.

Biraz daha yoğunlaşsam zaman tünelinde babacığımla gezmeye kim bilir daha ne güzellikler çıkacak karşıma. Ama ben 55 yılımı değerlendirirken biraz da anneciğimin çocukluk yıllarımda hayatıma kattıklarını da bulup çıkartmak istiyorum. O yüzden babamın güçlü ellerini bırakıyorum sis perdesinin arkasında.

Şimdi anneciğimin yumuşacık ellerinin içinde minik ellerim.

Konya Sokak’da yokuş yukarı yürüyoruz. Annem bir eli ile beni tutuyor. Öbür eli ile halden aldığımız sebze meyvenin doldurduğu fileleri taşıyor. Benim boştaki elimde ise bir simit var. Tam apartmanımızın kapısına geldiğimizde komşunun ben yaşlarda ya da biraz daha büyük bir oğlu geliyor yanımıza. Biraz konuştuktan sonra annem bana dönüyor ve “ Simidinden koparıp ver arkadaşına “diyor.

Şimdi de bir okuldan eve geliyoruz kardeşlerimle beraber. Servis dünyası keşfedilmemiş daha. Babamın şoförü getirip götürüyor bizi. Arabadan indiğimizde anneciğim bizi bekliyor Keçiören’deki bahçeli evimizin kapısında. Kar, buz bahçedeki çimenlerin, menekşelerin üstünü kapatmış. . Annem “ Hoş geldiniz.” diyor ve telaşla ekliyor “Haydi çabuk olun ikindi namazı kaçacak.”

Köyden babamın dayısı gelmiş evimize. Köy kokuyor. Üstü başı bizimkilere hiç benzemiyor. Annem mutfakta telaşla yemek hazırlıyor. Sofrayı kurarken özen göstermemizi istiyor. “Misafir var evimizde, haydi biraz hızlanın.” diye bağırıyor bir yandan .

Lise yıllarımdayım. Ülkemin gençlerinin sokaklarda bir birini vurduğu yıllar... Bir akşamüstü evimizin kapısı hızla çalınıyor. Peşinden kovalayan polislerden kaçan bir ülkücü genç var kapıda. Annem tanımadığı bu genci evimize alıyor. Elindeki tabancayı fırının içine saklıyor. Çocuğu yedirip içirip bir güzel ağırlıyor. Akşam babam “Ne işi var el alemin silahlı adamının bizim evde!” diye kızınca “Bu çocuklar ezan susmasın, bayrak inmesin diye ölüyor, tabii yardım ederim.” diyor kahramanca.

Ankara Koleji lise bölüm koridorunda müdüre hanımın odasının önünde annemin içeriden çıkmasını bekliyorum şimdi de. Edebiyat dersinde Tevfik Fikret’in Amentüsü okunurken yaptığım itiraz yüzünden çağırdılar annemi okula. Annem burnundan soluyarak çıkıyor içeriden, onu sakinleştirmeye çalışan müdüre hanıma “Okulunuzun isminin önünde Türk var diye gönderdim kızımı buraya, Onun bir Amerikalı olmasını isteseydik İstanbul’a Robert Kolej’e gönderirdik.” diyor öfkeyle.

Zaman tünelimden çıkıp hayata dönmeliyim artık.

Dün annemle İstanbul’a geldik. Biraz sonra Avrasya ( İstanbul) maratonunun halk koşusuna katılıp Boğaz Köprüsü’nü üstünde yürümek için evden çıkmamız lazım. Anneciğim Avrasya koşuları başladığından beri bu günün hayalini kuruyormuş da haberimiz yokmuş. Uzun zamandır dizlerinden ıstırap çektiği için yürümesi mümkün değil o yüzden o tekerlekli sandalyede oturacak biz onu iteceğiz. Bundan tam 55 yıl önce bu saatlerde beni dünyaya getirmek için sancı çekiyormuş canım anam. Elli beş sene sonra küçücük bir sefa sürsün inşallah. İnanılmaz heyecanlı ve mutlu. Torunlarının çocukları ile beraber köprüyü geçeceği için durmadan şükrediyor Allah’a.

Güzeli görmeyi, şükretmeyi, hayattan tat almayı öğretmeye devam ediyor canım anam.

Zorlu hesap gününde hardal tanesi kadar hayırlar ölçülürken sevapları kimlerin kazanacağı belli oldu.

Bana da zaman tünelime geri dönüp, her birinden yalnız ve yalnız kendimin sorumlu olduğu eksik, hata ve yanlışlarımı bulmaya çalışmak düştü.

Dile kolay hesabını vereceğim yirmi bin seksen yedi gün var düşünmem gereken. Hadi bir iyilik yapayım kendime ve Allah indinde sorumlu olmadığım ilk 10-12 yılı düşeyim hesaptan. Geriye kaldı on altı bin küsur günü.

Kolay gelsin Nurten işin pek zora benziyor.

Not : Boğaz Köprüsü’nü baştan başa geçmeyi başardık.



www.biyografi.net (Binlerce Biyografi)