|
Sakin Öner
öğretmen, yönetici, yazar, şair
5 Ekim 1947 tarihinde Denizli ilinin o zaman Çal ilçesine bağlı bulunan Dedeköy (Baklan) bucağında doğdu. Bugün Dedeköy (Baklan) adıyla Denizli’ye bağlı bir ilçedir. Babası Emniyet Komiseri Celalettin Öner, (1922-16.12.1970) annesi Denizli’nin Honaz ilçesinden ev hanımı Ulviye Öner (Akkuş)’dir. 1951-1953 yılları arasında Dedeköy (Baklan)’da dedesinin ve babaannesinin yanında kalmıştır. İki yıl köy ortamında kalan Öner, burada kırsal kesimdeki Türk insanının yaşantısını, gelenek ve göreneklerini, zengin halk kültürünü tanıma imkânını bulmuş ve bu döneme ait izler şiirlerine ve yazılarına yansımıştır.
ÖĞRENİM HAYATI
1953’te yeniden evlenen babasının yanına gitti. Babasının 1954’te Manisa’nın Kırkağaç kazasına tayini çıktı. 1954-1955 öğretim yılında Kırkağaç İlkokulu’nda ilköğretim hayatına başladı. 1955 yılı Şubatı’nda Manisa il merkezine babasının ataması çıktı. İlkokul 1. sınıfın ikinci dönemini Manisa-Murat Germen ilkokulu, 2. sınıfı Necatibey İlkokulu ve 3. sınıfı Fatih İlkokulu’nda okudu. 1957 yılının yazında Afyon ilinin Sandıklı ilçesine tayinleri çıktı. İlkokul 4. ve 5. sınıfı da Sandıklı-Ali Çetinkaya ilkokulu’nda okudu.
1959-1960 Öğretim yılında Sandıklı Ortaokulu’nda ortaokula başladı. Babası, 1960 yılında Komiserlik imtihanını kazanıp bir yıllığına Ankara’ya kursa gidince, ailece Bandırma’da hava astsubayı olan dayısının yanına gittiler. 1960-1961 öğretim yılında ortaokul 2. sınıfı Bandırma Şehit Mehmet Gönenç Lisesi orta kısmında okudu. 1961 yılında Komiser Muavini olan babasının Van’a atanması üzerine Van Atatürk Lisesi’nin ortaokul 3. sınıfına kaydoldu. Liseye de aynı okulda 1962-1963 öğretim yılında başladı ve Lise 2. sınıfı da aynı okulda okudu. 1964 yazında Yozgat’a tayinleri çıkınca lise son sınıfı, Yozgat Lisesi’nde okudu.
1964-1965 Öğretim yılında liseden mezun olan Öner, 1965 Haziranında girdiği Üniversite Giriş sınavı sonunda birinci tercihi olan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandı. Burada öğretimini sürdürürken bir günlük gazeteye (Babıâli’de Sabah) muhabir olarak girdi. Geçimini sağlamak amacıyla girdiği bu iş istikbalinin yönünü değiştirdi. 1966 yılında Bugün gazetesine teknik sekreter olarak transfer oldu. Bu arada Hukuk Fakültesi’nden ayrıldı. 1967’de yeniden girdiği Üniversite Giriş Sınavı sonucunda bu defa birinci tercihi olan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü kazandı. 1967-1972 yılları arasında bu bölümde okudu. Bu süre içinde dergicilik, kitapçılık ve yayıncılık yaptı. 1972 yılı Şubat ayında mezun oldu.
Bu arada 16.12.1970 tarihinde babası Celal Öner, Isparta ili Uluborlu ilçesi Emniyet komiseri iken vefat etti. Mezun olunca, büyük erkek evlat olarak ailesine sahip çıkmak amacıyla doğum yeri olan Denizli iline öğretmen olarak tayinini istedi. Tayini çıkıncaya kadar Işık Mühendislik Fakültesi Öğrenci İşleri Şefi olarak iki ay (Nisan-Mayıs 1972) çalıştı.
1981 yılında doktora çalışmalarını başlatan Öner, 1987 yılında doktora yeterlik sınavını verdi. İdari görevleri nedeniyle bu çalışmalara uzun süre ara verdi. Daha sonra doktora çalışmalarına yeniden hız veren Öner, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Prof. Dr. Mustafa Özkan’ın danışmanlığında “Tanzimat Dönemi’nde Dil ve Edebiyatta Milliyetçilik” konulu tezini tamamlayarak 2003 yılında Türk Dili ve Edebiyatı Doktoru oldu.
MEMURİYET HAYATI
Sakin Öner, 29 Mayıs 1972 tarihinde Denizli Lisesi Edebiyat Öğretmeni olarak memuriyet hayatına başladı. 17.02.1973 tarihinde Denizli ilinin Acıpayam ilçesi Darıveren bucağında Fidan Oymak ile evlendi. 1975 yılı Temmuz-Ekim ayları arasında İzmir-Bornova’daki Topçu Taburu’nda kısa süreli askerlik görevini yaptı ve Topçu Asteğmen olarak terhis oldu.
Askerde iken İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü’ne Müdür Yardımcısı ve Edebiyat Öğretmeni olarak tayini çıktı. 14.11.1975 tarihinde üç yıl öğretim süreli ve ortaöğretim öğretmeni yetiştiren bu okulda Tahakkuk Müdür Yardımcısı ve Türkçe Bölümü Öğretim Görevlisi olarak göreve başladı. Türkçe Bölümünde Yeni Türk Edebiyatı, Kompozisyon ve Eski Türk Edebiyatı dersleri okuttu. 08.08.1977 tarihinde ilk çocuğu dünyaya geldi. 25.04.1978 tarihinde isteği dışında, siyasi nedenlerle Sinop Lisesi’ne tayini çıktı.
Kısa bir süre Sinop Lisesi’nde çalışan Öner, çalışma şartlarının uygun olmaması ve ailesinin İstanbul’da kalması nedeniyle, çok sevdiği meslek hayatına Mayıs 1977 tarihinde istifa ederek ara vermek zorunda kaldı. 01.06.1978-01.01.1980 tarihleri arasında İstanbul’daki günlük siyasi haber gazetelerinden Hergün Gazetesi’nde önce Haber Müdürü, dokuz ay sonra da Yazı İşleri Müdürü olarak görev yaptı. 16.05.1979 tarihinde ikinci çocuğu dünyaya geldi. 01 Ocak 1980 tarihinde yeniden öğretmenlik mesleğine dönmek üzere tayinini istedi. Tayini çıkıncaya kadar büyük düşünür ve yazar S. Ahmet Arvasi’nin kurduğu Türk Gençlik Vakfı’nın müdürlüğünü yaptı ve bu vakfın yayın faaliyetlerini yürüttü. 23.03.1970 tarihinde İstanbul Kız Lisesi’ne depo öğretmeni olarak tayini çıktı. Buradan 07.04.1980 tarihinde İstanbul Şehremini Lisesi’ne Edebiyat Öğretmeni olarak atandı. Bu okulda 03.07.1981’de Müdür Yardımcısı oldu. 13.12.1982’de İstanbul Pertevniyal Lisesi’ne Edebiyat öğretmeni olarak tayini çıktı. Bu okulda 23.08.1983’te Müdür Başyardımcısı oldu. 05.12.1984’te de İstanbul Behçet Kemal Çağlar Lisesi’ne Müdür olarak atandı.
27.06.1987 tarihine kadar bu lisede müdürlük yaptıktan sonra İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’ne Müdür Yardımcısı olarak tayini çıktı. Burada Basın ve Halkla İlişkiler, Sosyal Hizmetler ve Protokol bölümlerinden sorumlu Müdür Yardımcısı olarak görev yaptı.
16.10.1992 tarihinde Vefa Lisesi Müdürlüğü’ne atanan Öner, bu tarihten 28.06.1995 tarihine kadar bu görevini sürdürdü. 29 Haziran 1995 tarihinde ikinci defa İstanbul Milli Eğitim Müdür Yardımcılığı görevine atandı. Bu görevde; Basın ve Halkla İlişkiler, MLO (Müfredat Laboratuar Okulları), Program Geliştirme ve Protokol birimlerini yönetti.
01.07.1998 tarihinde Vefa Lisesi camiasının umumi isteği üzerine ikinci defa Vefa Lisesi Müdürlüğüne atandı. Bu görevi süresinde; 19 Ağustos 1999 depreminde hasar gören iki tarihi okul binasının deprem takviyelerinin yaptırılarak yeniden eğitime kazandırılması, okul birimlerinin ve donanımının tamamen modernize edilmesi, çağdaş eğitim teknolojisinin kazandırılması ve derste etkin kullanılması, multimedya destekli eğitime geçiş, okul müzesi yapımı, yurt genelinde lise öğretiminin dört yıla çıkarılıp Anadolu Liselerinin Hazırlık Sınıflarının kapatılmasından sonra, okul statüsünün yükseltilerek beş yıllık (Hazırlık+4 yıl) on liseden biri haline getirilmesi gibi çalışmaları İstanbul ve Niğde Üniversitelerinde yapılan eğitim tarihindeki yeri ve önemi konusundaki iki yüksek lisans tezine bilgi ve doküman katkısında bulunma, Vefa Lisesi kuruluşlarının ve mezunlarının da desteğiyle başarı ile sonuçlandırdı. Vefa Lisesi’nin tarihinde en uzun süre görev yapan müdür (ilk müdürlüğüyle birlikte toplam 15 yıl) olarak bu okuldaki görevini 18.08.2010 tarihinde tamamladı. Bu tarihten itibaren İstanbul (Erkek) Lisesi Müdürlüğü görevini yürütmektedir.
Bu arada 2005 yılında Milli Eğitim Bakanlığınca ilk defa uygulamaya konulan öğretmenlik kariyer basamakları uygulamasında, en yüksek puanı alarak kendi alanında “BİRİNCİ” sırada BAŞÖĞRETMEN unvanını kazandı.
EDEBÎ HAYATI
Sakin Öner’in edebiyatla ilgisi, 1957 yılında Afyon ilinin Sandıklı ilçesinde Ali Çetinkaya ilkokulu’nda 4. sınıfı okurken başladı. Sınıf arkadaşlarından Mete Öner (daha sonra ODTÜ Mühendislik Fakültesinde öğretim üyesi oldu. Halen ABD’de öğretim üyesi olarak bulunuyor), kendisini kitap okuma, şiir yazma ve dergi çıkarma konularında yönlendirdi. Aziz Nesin’in o tarihe kadar çıkan bütün mizahi hikaye ve romanlarını okudu. Nebioğlu Yayınlarından yayınlanan Bütün Dünya dergilerini muntazam takip ediyordu. Ayrıca ilkokul 1. sınıftan itibaren eve alınan Milliyet gazetesinin haberlerini, köşe yazarlarını ilanlarına kadar okurdu. Mete Öner’in kuzeni Ahmet İnam (halen ODTÜ’de Felsefe Profesörü) da katılmasıyla sınıfta üç kişilik bir edebiyatçılar grubu oluşturdular.
O zamanlarda kullandığımız defterler ya saman kağıt, ya da ikinci üçüncü hamur kağıttı. Birinci hamur kağıt çok kıymetli olduğu için dosya kağıdı olarak sadece ödevlerde kullanılırdı. Babası da ödevler için bir top birinci hamur dosya kağıdı alır, ihtiyaç olunca ihtiyacı kadar verir, gerisini saklardı. Fakat Öner, dergi çıkarmak için, kağıt paketini babasının sakladığı yerde bulur ve bir kısmını alırdı. O kâğıtları ortasından ikiye katlar ve dergisi gibi yapardı. Gördüğü dergileri taklit ederdi. Derginin yazarları, kendinden başka Mete Öner ve Ahmet İnam’dı. Bu dergide şiirler ön plandaydı, ayrıca haberler, yazılar, yararlı bilgiler yer alırdı. İsmini hatırlayamadığı resmi güzel olan bazı sınıf arkadaşları da derginin boş yerlerine resim yaparlardı. Bu yeni başlayan edebiyat ve dergi merakı, bir gün kâğıtların azaldığını gören babasının dikkatini çekti ve kısa bir sorgulanmadan sonra gerçek ortaya çıktı. Hem kâğıtları izinsiz alıp israf ettiği ve hem de ders çalışmayıp boş işlerle uğraştığı için babasından güzel bir dayak yedi. Bu olay, Öner’in dergicilik hevesini kursağında bıraktı, fakat şiir yazma isteğini frenleyemedi.
a. İLK ŞİİRİ
Sakin Öner, ilk şiirini 1957 yılında, ilkokul dördüncü sınıfta iken yazdı. “Gurbet” başlıklı bu şiir aynen şöyleydi:
Gurbetteyim bugünlerde
Geziyorum sahillerde
Oturup ağlıyorum
Hicran dolu bahçelerde
Sızlar gizli yaralar
Gönlümde hatıralar
Günler geçerde sonra
Yaşlar gönlüme dolar
Ayrı düştüm sıladan
Kan damlıyor yaradan
Gurbet ayırma beni
Yurttan, eşten ve dosttan.
Öner, yıllar sonra, on yaşındaki bir çocuğu, bu koyu melankiye, bu derin gurbet ıstırabına sürükleyen duygunun ne olduğunu kendi kendine sordu. Simasını hatırlayamadığı annesinin ilk çocukluk yıllarında ölümünden sonra, çocukluğunun ilk anılarının oluştuğu Dedeköy (Baklan)’de, dedesinin ve babaannesinin yanında geçirdiği ve bütün köyün de sevgi ve şefkatiyle kendisini kucakladığı yılların, uzağında kalmanın hüznünün böyle bir şiirin yazılmasına vesile olduğu sonucuna vardı.
Öner’in çocukluk yıllarına ait ilginç bir anekdotu da, konuyla ilgisi nedeniyle belirtmekte yarar bulunmaktadır. Büyüklerin anlattığına göre daha henüz beş yaşında bir çocukken büyüklerin peşinden camiye gider, safa dururmuş. İmam, namazı kıldırmak için “Allahuekber” der demez, Öner de yüksek sesle “Feyzamet beni bekler” (Feyzamet, Öner’in dedesinin evinin zemin katındaki Feyzi Ahmet isimli terzinin halk ağzındaki adıydı, dermiş. Tabii bütün cemaat gülmeye başlar, namaz bozulur, “kerata yine yapacağını yaptı” denilip camiden kovalanır ve namaza yeniden başlanırmış. Köylünün hem kızıp, hem güldüğü ve yıllarca unutmadığı bu anekdotta Öner’in daha şiiri tanımadığı o yaşta, böyle kafiyeli bir söz üretebilmesi, belki de ondaki şiir yazma yeteneğinin ilk işareti sayılabilir.
b. DERGİCİLİK VE GAZETECİLİK MERAKI
Sandıklı Ali Çetinkaya İlkokulu’nu bitirip, 1959-1960 öğretim yılında Sandıklı Ortaokulu 1. sınıfına girince, kendisi ile birlikte edebiyata meraklı olan Mete Öner ve Ahmet İnam gibi iki yakın arkadaşından ayrıldı. Artık yalnız başınaydı ve şiire merakı had safhadaydı. Dergi çıkarma merakı yine depreşmişti. Bu defa Spor Kolu Başkanı olarak topladığı aidatlarla kâğıt alarak Nuri Bilgin(Prof.Dr. Ege Üniversitesi) ve Hasan Hüseyin Palan (daha sonra Avukat oldu) isimli arkadaşlarıyla bir dergi hazırladı. Ülke Yayınevi adıyla bir yayınevi kurduğunu düşünerek bu yayınevi adına mühür kazıttı. Öner, hazırladıkları bu dergiyi bastırmak için bir gün evden kaçıp, Afyon’a gidip, oradaki matbaalarla görüşüp, geç vakit eve dönünce, babasından edebiyat merakının ikinci dayağını yedi.
Ortaokul 2. sınıfa geçtiğinde, babasının Ankara’ya Komiserlik Kursuna gitmesi üzerine ailece Bandırma’daki dayılarının yanına gittiler. Deniz kıyısındaki nezih ve şirin görünümü, doğal güzelliği ve aynı zamanda eğitim düzeyi yüksek halkıyla modern bir ilçe olan Bandırma, Sakin Öner’deki şiir yazma arzusunu iyice kamçıladı. Bu arada, dayısının ve teyzesinin zengin kitaplığındaki kitapları peşpeşe yutar gibi okuyordu. Orta 2. sınıfı Bandırma Şehit Mehmet Gönenç Lisesi’nde okuyacaktı. Okulun adı ilgisini çekmişti ve Kore Savaşları’na katılan Bandırmalı Üsteğmen Mehmet Gönenç’in Kunuri savaşlarında, kendilerinden kat kat üstün Çin birliklerine uzun süre direndikten sonra kahramanca şehit edilişinin hikâyesini öğrenmişti. Bandırma’da 1962 yılı başında ilk yazdığı şiir, Şehit Mehmet Gönenç’in Ruhuna İthaf isimli şiirdir. Bu şiir, Gönenç’in vefat yıldönümü olan 28 Nisan 1961 tarihinde Bandırma-Ufuk Gazetesi’nde yayımlandı. Öner’in ilk yayımlanan şiiri budur. Öner’in matbaa ile ilk tanışışı da bu vesileyle olmuş ve bu ilişki ömür boyu devam etmiştir. Öner’in, Sandıklı’da yazdığı ilk şiiri olan “Gurbet” de bu gazetede ikinci şiiri olarak yayımlanmıştır.
c. MÜNEVVER ÖĞRETMEN
Bandırma’da onu asıl etkileyen ve edebiyat dünyasının büyüleyici atmosferine sokan kişi iseTürkçe Öğretmeni Münevver Yardımsever oldu. Öner’de şiir yeteneğini gören bu öğretmen, her dersine onu tahtaya kaldırıp bir şiirini okutarak başlardı. Girdiği sınıflarda birer Türkçe yarışma ekibi oluşturan bu öğretmen, kendi sınıfında Öner’i yarışma grubunun sözcüsü yapmıştı. Münevver Öğretmen haftada bir gün öğlenci olan sınıflarını iki saat erken getirterek diğer Türkçe öğretmenleriyle birlikte Türkçe ve Edebiyat konularında yarıştırıyordu. Ayrıca, bibliyografya defteri tutturuyor ve her hafta bir kitap okumayı şart koşuyordu. Öner, o öğretim yılında Varlık Yayınları’nın çoğunu okudu. Kendini doludizgin edebiyat dünyasında bulan Öner’in, birinci dönem sonunda karnesinde beş zayıfı vardı. Bu duruma, ders çalışmayıp kitap okumasının ve şiir yazmasının neden olduğunu düşünen annesinin tepkisi büyük oldu. Fakat atı olan Üsküdar’ı çoktan geçmiş, Öner, edebiyatın zengin dünyasına kendini kaptırmıştı. Türkçe Öğretmeni Münevver Yardımsever, Sakin Öner’in kilidini açmış, edebiyatın büyüleyici ortamına bırakıvermişti. Öğretim yılı sonunda Öner’in üç zayıfı vardı ve ikmale kalmıştı, fakat ellinin üzerinde kitap okumuştu. Hepsinin ötesinde şiire ve genel olarak edebiyata sevgisi tutkuya dönüşmüş ve bu konuda özgüveni artmıştı. Artık sadece şiir yazmıyor, güzel şiir okuyordu.
Bu arada aynı okulda Edebiyat öğretmeni olan, Atatürk şiirleri ve halk edebiyatı üzerindeki çalışmaları ve eserleri ile tanınan Haşim Nezihi Okay’ın da Öner’in şiir düzeyinin gelişmesinde büyük katkısı olmuştur. Okay, Öner’in kendisine götürdüğü amatör şiir çalışmalarını büyük bir ciddiyetle inceleyerek eleştirir ve değerlendirirdi.
d. EN BÜYÜK LABORATUAR: VAN
Sakin Öner için en büyük laboratuar, Van oldu. Babasının Van’a Merkez Karakolu Komiseri olarak tayininden sonra Öner, 1961-1962 öğretim yılında Van Atatürk Lisesi ortaokul 3. sınıfına nakil yaptı. Daha okula gider gitmez edebiyat alanında kendisi gösterdi. Artık, milli bayramlar ve törenlerin değişmez elemanı idi, okul adına günün anlamına uygun şiiri o okuyordu.
Van’da o zaman çok hareketli bir sanat ve kültür hayatı vardı. Çok faal tiyatro ve folklor etkinlikleri yapan Van Folklor ve Turizm Derneği, çeşitli yarışmalar düzenleyen Van Kültür ve Kalkındırma Derneği vardı. Dört matbaada dokuz günlük gazete yayımlanıyordu. Yeşil Van, Van Ekspres, İki Nisan ve Serhat Postası bunlardan bazılarıydı. Bandırma’da bulaşan matbaa mürekkebi, Öner’i kısa süre sonra bu matbaalara ve gazetelere çekti. Önce Öner’in şiirleri bu gazetelerde yayınlandı.
1962 yılı Mayıs’ında Van Kültür ve Kalkındırma Derneği tarafından yapılan Orta okullararası Şiir Okuma Yarışması’nda kendi yazdığı şiirle üçüncü oldu. Kendisine Necip Fazıl Kısakürek’in yeni yayımlanan Çile kitabı hediye edildi. O yarışmada Liselerarası Şiir Okuma Yarışması’nda bir öğrenci Necip Fazıl’ın Sakarya Türküsü şiiriyle birinci olmuştu. Bu şiirden çok etkilenen Öner, hemen şiiri ezberlemeye koyuldu. Bu şiirle bir yıl sonra 1963 Mayıs’ında yapılan Liselerarası Şiir Okuma Yarışması’nda “birinci” oldu. Bu şiirin Sakin Öner’in ruh ve düşünce dünyasının oluşmasına çok büyük katkılar yaptığını söyleyebiliriz. Artık Öner, Van Atatürk Lisesi’nde “şair” sıfatıyla tanınıyordu.
Ortaokul 3. sınıfta okul idaresinden izin alarak şahsı adına “Doğuş” adıyla bir duvar gazetesi çıkardı. Bu gazetedeki bütün yazı ve şiirler kendisine aitti. Lise 1. sınıfa geçtiğinde Okul Müdürlüğü, okulun Kültür ve Edebiyat Kolu Başkanlığına Öner’i getirdi. Okulun camekanlı büyük bir duvar gazetesi vardı. Artık onu o çıkarıyordu. Gazetede makale, deneme, röportaj, hikâye, şiir, haber, karikatür, bulmaca ve spor olmak üzere çok çeşitli türlere ve konulara yer veriliyordu. Onbeş günde bir değişen bu gazetede kendisine çeşitli haberler ve spor haberlerinde Cafer İpek, karikatür ve bulmacada da Metin Haldenbilen isimli bir arkadaşı kendisine yardım ediyordu. 1962 yazında Ağrı’da bulunan teyzesinin yanına gittiğinde orada yayınlanan günlük Mesuliyet gazetesi ile temasa geçti. Bu gazetede de “GÜN-KİN” isimli şiiri yayımlandı.
Lise 1. sınıfta iken 1963 yılında Sakin Öner Yeşil Van gazetesinde “Bahçemin çiçekleri” başlıklı bir sütunda “Bülbül” mahlasıyla günlük fıkralar yazmaya başladı. Mahlas kullanmasının nedeni, ailesinin bu tür çalışmalara, derslerini aksatacağı gerekçesiyle çok karşı olmalarındandı. İçindeki yazma aşkını frenleyemeyen Öner, takma isimle de olsa yazmayı sürdürüyordu. Artık yazma işini, gazetelerdeki kendisinden yaşça büyük ve deneyimli köşe yazarlarıyla polemiğe girmeye kadar götürmüştü. Bu arada Yeşil Van ve diğer gazetelerde sık sık şiirleri yayımlanıyordu. Bu arada Serhat Postası isimli gazetenin açtığı şiir yazma yarışmasında üçüncü oldu. Bir gün, yeni taşındıkları evin sahibiyle girdiği polemiği içeren “Ev, ev, yine ev…” başlıklı bir yazıya rastlayan babası, “Bülbül” mahlaslı yazıları onun yazdığını anladı. Fakat, hayret ki, hem fazla yüzgöz olmadı, hem de kızmadı. Belki de gizli gizli gurur duydu. Bu süreç, Van’dan Yozgat’a tayin oldukları 1964 yazına kadar devam etti.
e. YOZGAT’TAN İSTANBUL’A
Babasının 1964 yazında Yozgat’a tayin olması üzerine Öner, Lise 3. sınıfı Yozgat Lisesi’nde okudu. Öner, artık diplomanın kokusunu almıştı. Bu nedenle, şiir yazmayı sürdürse de, gazetelerde yayınlanmasına ara verdi. Derslerine ağırlık verdi. Yine de, şiir okuma yarışmalarında birinci oluyor, okulun Kültür ve Edebiyat Kolu faaliyetlerini yürütüyordu. En yakın sınıf arkadaşı Cemil Çiçek’ti. Daha sonraki yıllarda politikada bakanlığı, başbakanlığa kadar yükselecek olan bu arkadaşının bu konudaki potansiyelini o zamanlardan fark etmişti.
Öner, 1964-1965 Öğretim yılında Yozgat Lisesi’den mezun oldu ve o yaz yapılan üniversite giriş sınavlarında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini ön sıralarda kazandı. Mezun olduğu 6 Edebiyat D sınıfından o yıl aynı Fakülteyi 13 kişi kazandı. Öner, bunlardan biri olan Cemil Çiçek’le İstanbul’a geldi.
Sakin Öner, ailesinden, Van ve Yozgat’taki arkadaşlarından aldığı etkilerle milliyetçi ve maneviyatçı duyguları ağır basan, fikri ve siyasi hareketlerle ilgilenen, şiir ve esir alanında epey deneyim kazanmış bir genç olarak İstanbul’a gelmişti. Çatalca’da eşi Yüzbaşı olan teyzesinden başka İstanbul’da kimsesi yoktu.
Hukuk Fakültesi’ne Çatalca’dan her gün 05.30’da otobüse binerek geliyor, 1. sınıfı okuduğu bin kişilik Büyük Anfi’de ön sıralarda yer bulamıyor, bu da dersi yeterince dikkatli takip etmesine engel oluyordu. Çatalca’ya varışta erken kalktığı için yemekten sonra erkenden uyumak durumunda kalıyor ve dolayısıyla ders çalışamıyordu. Birkaç ay sonra Fatih semtindeki Denizli Yurdu’na taşınarak artık İstanbullu oldu.
İstanbul’a yerleşince biraz geçim sıkıntısı, biraz da gazetecilik merakı iş aramasına yol açtı. 1965 sonbaharında Hüseyin Avni Alpay ve Mehmet Emin Alpkan tarafından Babıâlide Sabah adıyla milliyetçi ve muhafazakâr günlük bir gazete yayımlanmaya başlamıştı. Genel Yayın Müdürü “Ergun Göre”, üç gün gidip gelip iş isteyen bu genci, belki de başından savmak için, Milli Türk Talebe Birliği’nde aynı gün peşpeşe düzenlenen Prof. Dr. Sabahattin Zaim ve Alparslan Türkeş’in konferanslarını takip edip haberini yapmak için gönderdi. O akşam gazeteye gelip haberleri verirken İstihbarat Şefi Hasan Kormazcan’la tanıştı. Daha sonra uzun süre milletvekilliği ve Meclis Başkan Vekilliği yapan Korkmazcan’a haberleri teslim eden Öner, ertesi gün haberlerinin aynen gazetede yer aldığını görünce çok mutlu oldu. Artık her gün habere çıkıyordu. Üniversite ve eğitim muhabiri olmuştu. Hata sonunda 75 lira haftalık verdiler. Bu aylık 300 lira demekti ve bir öğrenci için çok büyük paraydı. İki aylık Hukuk Fakültesi arık yavaş yavaş okulu asmaya ve gazetecilik mesleğine yoğunlaşmaya başlayacaktı. Yıl 1965, ayı Aralık’tı.
Öner’in birkaç ay sonra gazetede haberlerinin dışında röportajları da yayınlanmaya başladı. Taner Karahasanoğlu ile birlikte gençliğin sorunlarını ele alan bir köşeyi de yönetiyordu. Bu köşede arada sırada şiirlerine de yer veriyordu. Bu köşede yayımlanan “Ayasofya’da Bahar” isimli şiiri, Konya’da çıkan Yeni Ümit dergisinin arka kapağında da yayımlanmıştı. Bu gazetede en yakın arkadaşlarından biri, Gaziantep’ten milliyetçi mücadeleleri nedeniyle İstanbul’a gelmek zorunda kalan, günümüzün tanınmış gazeteci-yazarlarından Necdet Sevinç’ti. Bir diğer yakını da, kendisine ağabeylik yapan yazar Cavit Ersan’dı.
Mehmet Şevki Eygi 1966 sonbaharında Bugün gazetesini çıkarmaya hazırlanıyordu. Yeni kadroyu kurarken davet ettiği isimlerden biri de, Sakin Öner’di. Öner, bu gazeteye Teknik Sekreter kadrosuyla ve 650 lira maaşla transfer olur. Bu gazetede teknik sekreterliğin yansıra özel haberlerini ve röportajlarını da yayımlar. Gazetede yayımlanan bir haber dolayısıyla Eygi ile tartışan Öner gazeteden ayrılır.
Öner, bugün gazetesinden ayrıldıktan sonra altı ay Mümin Çevik’in sahibi olduğu Üçdal Neşriyat’ta sekreter ve musahhih olarak çalıştı. Bu arada, 1 Kasım 1966 tarihinde Ali Muammer Işın ve Ahmet Karabacak tarafından Millî Hareket adıyla Alparslan Türkeş’in lideri olduğu cumhuriyetçi köylü Partisi (CKMP)’ni destekleyen milliyetçi düşünceyi temsil eden onbeş günde çıkan dergi yayımlanmıştı. Bu derginin 15 Aralık 1966 tarihli 4. sayısında Öner’n “Bekamız İçin Birleşmeliyiz” başlıklı ilk yazısı yayımlandı. Ali Muammer Işın’ın ayrılması üzerine 8. sayıdan itibaren derginin sahibi Ahmet B. Karabacak oldu. Bu sayıdan itibaren Öner de, derginin Teknik Sekreteri oldu. Öner 48. sayıdan itibaren derginin Genel Yayın Müdürü oldu. Dergi, Eylül 1970’de yayımlanan 50. sayısı ile kapandı.
Millî Hareket Dergisi’nin Beyazıt’taki Beyaz Saray Çarşıları’nın bodrum katında 41 numaraydı. Bir müddet sonra burada Milli Hareket Yayınevi de kuruldu. Öner, burada fikri ve edebi yayınların satışını da yapıyordu.
1969 yılında kurulan Ülkü Ocakları Birliği’nin de Genel Sekreteri olan Öner, bu dönemde, Birlik tarafından konferansı kitap haline getirerek bastırdı. Erol Kılıç’ın başkanlığı döneminde de Birlik adına Ergenekon adıyla bir dergi yayımladı. Bu arada, Cavit Ersin’in Milli Ekonomi ve Ziraat, Mustafa Eşmen’in Türk Köyü ve Öncüler dergisinde fikrî yazıları yayımlandı.
Millî Hareket Yayınevi, 1970 yılında Cağaloğlu’na taşınınca Beyazsaray 41 numara Öner, Ergenekon adıyla bir yayınevini kurdu ve Alparslan Türkeş’in Genişletilmiş Dokuz Işık kitabını yayımladı. 1972 yılı başında Ömer Seyfettin’in “Milli Tecrübelerinden çıkarılmış Ameli Siyaset” isimli eserini Osmanlıca’dan yeni yazıya çevirerek sadeleştirdi. Bu çalışması Göktuğ Yayınevi tarafından “Amelî Siyaset” adıyla bastırıldı. Bu, Öner’in basılan ilk kitabıdır.
1972 Mayıs’ında Denizli Lisesi’nde öğretmenliğe atanınca Ergenekon Yayınevi’ni gençlere bıraktı. Denizli Lisesi’ndeki görevi sırasında sınıf ve okul gazetelerinin çıkarılmasına öncülük etti, Mevlana ve Âşık Veysel’le ilgili yazdığı senaryolar sahneye koydu, önemli şairlerimizin anma günlerini yaptı. Okula edebi ve kültürel faaliyetler yönünden bir hareket getirdi. Orada iken yazdığı Abdülhak Hamit Tarhan isimli biyografi çalışması, 1974’te Toker Yayınları’nca basıldı. Ömer Seyfettin’in “Türklük Mefkûresi” isimli eserini de Osmanlıca’dan yeni yazıya çevirerek “Türklük Ülküsü” adıyla 1975’te Türk Kültür Yayınları arasında yayımlattı.
1975 Kasımında İstanbul’a Atatürk Eğitim Enstitüsü Müdür Yardımcısı ve Öğretim Görevlisi olarak döndükten sonra, bir taraftan anarşinin at koşturduğu okulda düzeni sağlamaya ve derslere girmeye çalışırken, bir taraftan da edebî çalışmalarına devam etti. Burada görev yaptığı üç yıl içinde Ülkücü Şehitlere Şiirler (1975) ve Ülkücü Hareket’in Şiirleri ve Marşları (1976) isimli antolojileri, Arif Nihat Asya (1978) isimli biyografi kitabını, Müslim Ergül ve Osman Nuri Ekiz’le birlikte Eğitim Enstitüleri Türkçe Bölümü 2. sınıf Yeni Türk Edebiyatı (Servet-i Fünûn’dan Cumhuriyet’e kadar) isimli ders kitabını hazırladı ve yayımlattı. Ortadoğu gazetesinde de bazı edebi makaleleri yayınlandı. Bu arada, aralarında S. Ahmet Arvasi’nin de yer aldığı bu okulda görev yapan yirmi arkadaşıyla Dokuz Işık adıyla bir yayınevi kurdu ve bu yayınevi iki yılda on kitap yayımladı. Öner, şimdi geriye dönüp baktığında, her gün anarşik olayların yaşandığı arada öğretmenlerin ve öğrencilerin dövüldüğü ve yaralandığı hatta öldürüldüğü saat 08.00’den 24.00’e kadar devam eden bir mesai sırasınca bu kadar çalışmanın nasıl yapılabildiğine şaşırmakta, bunu gençliğine, davasına olan inancına ve heyecanına bağlamaktadır.
1978 yılı ortalarında, Sinop’a tayin olduğu ve orada anarşi nedeniyle güvenli bir çalışma ortamı bulamadığından çok sevdiği mesleğinden istifa etmek zorunda kaldı. Bu yıl içinde mezuniyet tezi olan Yusuf Akçura’nın Türk Yılı (1928)’nda yer alan Türkçülük isimli 128 sahifelik uzun makalesini Osmanlıca’dan yeni yazıya çevrilmesini, sadeleştirmesini, önemli kişi, kurum ve kavramlarla ilgili notları içeren çalışmasını Türkçülük adıyla Türk Kültürü Yayınları arasında yayımlattı.
Bu arada, hayatının üçüncü gazetecilik dönemi olan Hergün gazetesinde Haber Müdürü olarak göreve başladı. Gazetede, bir taraftan bu görevi yürütürken, bir taraftan da haftada üç gün “Ülkücünün Gündemi” isimli köşede güncel siyasi konularda fıkralar ve önemli olaylarda 1. sahifede imzasız yorumlar yazıyordu. “Öz Yurdumda Garibim” başlıklı yurtlardan atılan milliyetçi öğrencilerin dramını anlatan röportajı ile 1978 yılında Ülkücü Gazeteciler Cemiyeti’ne “En İyi Röportaj Yazarı” seçildi.
1979 yılında yine bu gazetede çalışmasını sürdürürken Toker Yayınları’ndan Nihal Atsız isimli biyografik çalışmasını, Su Yayınları’ndan Köy Enstitülerinden Eğitim Enstitülerine isimli araştırma kitabını yayımlattı. 1979 yılı başlarında gazetenin boşalan Yazı İşleri Müdürlüğü’ne getirildi. Dokuz ay bu görevi sürdürdükten sonra yıl sonunda öğretmenlik görevine dönmek için Milli Eğitim Bakanlığı’na başvurdu. 1980 yılı Mart’ında İstanbul Kız Lisesi’nde depo öğretmeni olarak göreve döndükten sonra Nisan ayına da Şehremini Lisesi’ne atandı.
12 EYLÜL’DEN GÜNÜMÜZE
Sakin Öner 12 Eylül 1980 İhtilâli’den sonra, Şehremini Lisesi’nde Müdür Yardımcısı olarak yeniden idarecilik görevine başladı. Burada okulun Kültür ve Edebiyat Kolu çalışmalarını yürüttü. Doğa isimli bir okul dergisinin yayınlanmasına öncülük etti. Bu arada Eğitim Enstitüsü’nde iken hazırlamaya başladığı Kompozisyon Sanatı (Düzenli Konuşma ve Yazma Sanatı) isimli kitabı tamamladı. Bu kitap, 1981 yılında Veli Yayınları tarafından yayımlandı. Ortaöğretim ve Yüksek Öğretim kurumlarında ders kitabı olarak okutulan bu kitap, Öner tarafından ancak 2005 yılında güncelleştirildi ve genişletildi. Okulun Tiyatro Kolu’nu da yürüten Öner, 1981 yılında “Gün Işığı” isimli oyunla Milli Eğitim Vakfı 1. Tiyatro Yarışması’na katıldı ve başarı kazanıldı. Aynı yıl Veli Yayınları’ndan İmla-Noktalama ve Cümle Bilgisi, Örnek Açıklamalarla Atasözleri ve Özdeyişler isimli kitabını yayımlattı.
Şehremini Lisesi’nden sonra 1982 sonunda Pertevniyal Lisesi’ne atanan Öner, burada Müdür Başyardımcılığı ve Müdür Vekilliği görevlerini yürüttü. 1984 yılı sonunda da Sarıyer Behçet Kemal Çağlar Lisesi’ne Müdür olarak atandı. Bu yıllarda tamamen eğitim-öğretim konularında yoğunlaştığı için edebî çalışmalarına ara verdi. Sadece il çapındaki törenlerin senaryolarını yazdı, sunumları yaptı. İl yöneticilerinin tören konuşmalarının hazırlanmasına katkıda bulundu. Bu çalışmalar 1987 yılında Öner’i İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne Şube Müdürü olarak taşıdı. Basın ve yayın hayatın bilmesi ve ilişkilerinin iyi olması nedeniyle Basın ve Halkla İlişkiler Bölümü’nün başına getirildi.
İki yıl sonra Milli Eğitim Müdür Yardımcılığı’na terfi etti. Kendisine ek olarak Öğretmenevleri ve Sosyal Hizmetler Bölümü’nün sorumluluğu verildi. Beyoğlu, Sabancı ve Cankurtaran Öğretmenevleri’nin gelişmesi, Kızıltoprak Emekli Öğretmen Evi’nin Milli Eğitim’e intikali ve Burgazada Öğretmenevi’nin kuruluşu konusunda çalışmalar yaptı. Altunizade’deki metruk olan Adile Sultan Kasrı’nın restoresini ve tefrişini yaptırarak burasını İl Milli Eğitim Müdürü Turgut Akan’la birlikte Öğretmen Kültür Merkezi haline getirdi. Burada şair, yazar, ressam, müzisyen, fotoğraf sanatçısı, folklorcu ve tiyatrocu öğretmenleri opladı. Şiir dinletileri, açık oturumlar, paneller, konser ve tiyatro gösterileri düzenledi. 1992 Haziran’ında İstanbul Öğretmenleri 1. Kültür ve Sanat Şöleni’ni gerçekleştirdi.
1992 yılında Prof. İskender Pala ve Rakin Ertem’le birlikte Ortaokul 1.,2. ve 3. sınıflar için Türkçe ve Dil Bilgisi kitaplarını hazırladı. Bu altı kitap Deniz Yayınları tarafından yayımlandı. Beş yıl süre ile okutulan bu kitaplar eğitim camiasında büyük ilgi gördü.
1992 yılı sonlarında Vefa Lisesi Müdürlüğüne atanan Öner, 1995 yılı ortalarında tekrar İl Milli Eğitim Müdür Yardımcılığı görevine döndü. Basın ve Halkla İlişkiler Bölümü’nü yürütmeye devam ettiği bu dönemde Milli Eğitimin İçinden adıyla bir kurumiçi halkla ilişkiler dergisi çıkardı. 1997 yılında Vefa Lisesi’nin 100. kuruluş yılı anısına bir anı kitabı hazırladı. Bu kitap Vefa Eğitim Vakfı yayını olarak “Vefa Lisesi 125. Yıl Anısına” adıyla yayımlandı. 1997 yılı sonlarında seçtiği öğretmenlerle Milli Eğitim Bakanlığı’nın talimatıyla Lise 9., 10. ve 11. sınıfların Edebiyat, Kompozisyon ve Türk Dili kitaplarının yazımını sağladı ve editörlüğünü yapı. 2005 yılında da yeni öğretim programları ve tekniklerine göre hazırlan Lise 9. sınıf Türk Edebiyatı kitabının da editörlüğünü yaptı. Özlü Sözler isimli kitabı da1998 yılında Yuva Yayınları tarafından basıldı.
1998 yılı ortalarında yeniden Vefa Lisesi Müdürlüğü’ne dönen Öner, Kırk yılı aşkın bir süredir yazdığı şiirlerini topladı. Değerli Şairlerimiz Mehmet Zeki Akdağ, Ayhan İnal, Bestami Yazgan ve Yusuf Dursun’un beğenisi üzerine ilk şiir kitabını 2002 yılında İlk Dersimiz Sevgi adıyla yayımladı.
Sakin Öner, son olarak Vefa Lisesi’nin 13. kuruş yıldönümü münasebetiyle Edebiyat Öğretmenleri Hayri Ataş ve Hatice Gülcan Topkaya ile birlikte Vefa Lisesi 135. Yıl Anısına isimli kitabı hazırladı. Bu arada 2001 yılından bu yana Yeşil-Beyaz isimli okul dergisinin yayınlanmasına öncülük etti ve bu derginin her sayısında bir yazısı yer aldı.
12 Eylül 1980’den sonraki dönemde başta Güneysu, Türk Edebiyatı, Dil ve Edebiyat olmak üzere çeşitli dergilerde yazıları ve şiirleri yayımlandı.
ESERLERİ:
Osmanlıcadan günümüz Türkçesi’ne çeviriler:
1. Amelî Siyaset: (Milli Tecrübelerden Çıkarılmış Amelî Siyaset), Yazan: Ömer Seyfettin, Göktuğ Yayınevi, İstanbul 1972.
2. Türklük Ülküsü: (Türklük Mefkûresi); Yazan: Ömer Seyfettin, Türk Kültür Yayınları, İstanbul, 1975.
3. Türkçülük: (Türk Yılı, 1928 isimli yıllıkta yer alan Yusuf Akçura’ya ait 128 sahifelik makale, Sadeleştirme, biyografi ve notlar ekleriyle); Türk Kültür Yayınları, İstanbul, 1978. (Sakin Öner’in Prof. Dr. Mehmet Kaplan nezaretinde hazırladığı mezuniyet tezi olan bu çalışmanın daha sonra çeşitli yayınevleri tarafından taklidi basılmıştır.)
Antolojiler:
4. Ülkücü Şehitlere Şiirler, Dede Korkut Yayınevi, İstanbul 1975.
5. Ülkü Hareketin Şiirleri ve Marşları; Dede Korkut Yayınevi, İstanbul 1976.
Biyografiler:
6. Abdülhak Hamit Tarhan; Toker Yayınları, İstanbul 1974.
7. Nihal Atsız; Toker Yayınları, İstanbul 1979.
8. Arif Nihat Asya, Toker Yayınları, İstanbul, 1978.
Fikri Çalışmalar:
9. Ülkücü Hareketin Meseleleri; Toker Yayınları, İstanbul, 1977.
10. Köy Enstitülerinden Eğitim Enstitülerine; Su Yayınları, İstanbul, 1979.
Eğitim Tarihi Araştırmaları:
11. Vefa Lisesi 125. Yıl Anısına; Vefa Eğitim Vakfı Yayını, Cem Ofset, İstanbul 1997.
12. Vefa Lisesi 135. Yıl Anısına, (Hayri Ataş ve Hatice Gülcan Topkaya ile birlikte) Vefa Lisesi Yayın Kulübü Yayını No:1, İstanbul, 2007.
Şiir:
13. İlk Dersimiz Sevgi, Cem Ofset, İstanbul 2002.
Ders Kitapları ve Yardımcı Kitaplar:
14. Yeni Türk Edebiyatı II (Servet-i Fünûn’dan Cumhuriyet’e kadar) (Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü II. Sınıf ders kitabı, Müslim Ergül ve Osman Nuri Ekiz’le birlikte), Toker Yayınları, İstanbul 1978.
15. Kompozisyon Sanatı (Düzenli Yazma ve Konuşma Sanatı); 1. Baskı: Veli Yayınları, İstanbul 1981, Genişletilmiş 1. Baskı, Yuva Yayınları, İstanbul 2005.
16. İmla-Noktalama ve Cümle Bilgisi; Veli Yayınları, İstanbul, 1981.
17. Örnek Açıklamalarla Atasözleri ve Özdeyişleri, Veli Yayınları, İstanbul 1981.
18. Özlü Sözler, Yuva Yayınları, İstanbul 1998.
19. Ortaokul Türkçe 6.- 7.- 8. sınıf (Prof. Dr. İskender Pala ve Rekin Ertem ile birlikte): Deniz Yayınları, İstanbul, 1992.
20. Ortaokul Dil Bilgisi 6.- 7.-. 8. sınıf (Prof. Dr. İskender Pala ve Rekin Ertem ile birlikte): Deniz Yayınları, İstanbul, 1992.
Ayrıca Milli Eğitim Bakanlığı’nca lise öğretmenlerine hazırlatılan Lise 9., 10. ve 11. sınıflar Edebiyat, Kompozisyon ve Türk Dili derslerinin editörlüğünü yaptı. Yine Bakanlıkça 2005 yılında yapılandırmacı öğretim metodu ve yeni müfredat programına göre hazırlatılan Lise 9. sınıf Türk Edebiyatı Ders Kitabı’nın editörlüğünü yaptı.
SÖYLEŞİ
SAKİN ÖNER: “AHMET ARVASİ, ZİYA GÖKALP’İN ÇİZGİSİNDEYDİ”
Röportaj: Hüdavendigâr Onur
S.AHMET ARVASİ NASIL BİR KİŞİLİĞE SAHİPTİ
Türk-İslâm Ülküsünün Mütefekkiri S.Ahmet Arvasi 24 yıl önce 31 Aralık 1988 tarihinde İstanbul’da vefat etti. Arvasi, çok yönlü bir şahsiyetti. Bir fikir ve dâva adamı olmasının ötesinde eğitimci, şair ve yazardı. Büyük bir idealist ve eylem adamıydı. Çok kültürlü gerçek bir entellektüeldi. Bir ‘Mektep adam’dı. Tavizsiz bir müslüman ve şuurlu bir Türk milliyetçisiydi.Ahmet Arvasi, bir misyon(amaç) ve vizyon(hedef) sahibiydi. Misyonu; Türk gençliğine ve milletimize “ilâ-yı kelimetullah” idealini ve Türk-İslâm ülküsünü benimsetmekti. Vizyonu ise, bu ideal ve ülkünün milli ruhla yetiştirilecek gençler eliyle dünyaya yayılmasına vesile olmaktı. Bütün ömrünü bu amaç ve hedef uğrunda çalışmayla geçirdi.Onun şahsiyetinin ağır basan yönü eğitimciliğiydi. Gerek 27 yıllık öğretmenlik hayatında, gerekse emeklilik hayatında eğitimciliğine ara vermedi. Gerek sivil toplum kuruluşlarındaki konuşmalarında, gerek gazete ve dergilerdeki yazılarında, gerekse evinde misafirleriyle yaptığı hasbıhallerde hep eğitimciliğini sürdürdü.Hiçbir konuda taassubu yoktu. Çünkü gerçek bir münevverdi. Doğu ve Batı düşünürlerinin hepsini okumuştu. Bütün fikir akımlarını ve ideolojileri, İslâm dinini, dinî ilimleri, dinler felsefesini, eğitim psikolojisini ve sosyolojisini iyi biliyordu. Medeni ve sosyal bir insandı. Her görüş ve yapıdaki insanı saatlerce sabırla dinler, görüşür, tartışırdı. Tartışmanın galibi her zaman Arvasi Hocaydı. Bu yüzden aşırı sol görüşlü öğrenciler onun dersine girmek istemezlerdi.”
AHMET ARVASİ’Yİ BİR EĞİTİMCİ OLARAK NASIL GÖRDÜNÜZ
Ahmet Arvasi’nin en belirgin vasfı, eğitimciliğidir. 1952 yılında başlayaneğitimcilik hayatı, resmi olarak 11 Haziran 1979 tarihinde Ümraniye Lisesi Rehberlik Öğretmeni olarak emekli oluncaya kadar devam etti. Aslında onun eğitimcilik hayatı, cemiyet ve ev hayatı içinde, vefat tarihi olan 31 Aralık 1988’e kadar devam etti. Toplumu ve özellikle gençliği, çağın ilmî ve teknolojik gelişmelerinden kopmadan, Türklük şuuru ve İslâm imanı ve ahlakiyle yetiştirmeyi meslek olarak benimsemişti. Eğitim Psikolojisi ve Eğitim Sosyolojisi gibi meslek derslerine giriyordu. Eğitim Sosyolojisi dersinin ders kitabını da yazmıştı. Bu kitabı bütün Eğitim Enstitülerinde okutuldu.1978 yılında Ecevit Hükümetinin bürokrasideki ülkücü kıyımından Arvasi Hoca da nasibini aldı, birçok arkadaşı gibi o da Atatürk Eğitim Enstitüsünden sürgün edildi. Sürgün edildiği okul, Kırşehir Lisesi idi. Okul, Kırşehir’de solcuların hâkim olduğu kurtarılmış bölgedeydi, çalışma imkânı yoktu. Ama Hoca, yiğitçe gitti, göreve başladı, fakat gerçekten çalışamıyacaktı. Duruma üzülen Vanlı hemşehrileri devreye girdi, daha önce başbakanlık yapmış olan hemşehrileri Ferit Melen’le görüşerek, Hocanın İstanbul’a tayinine yardımcı olmasını rica ettiler. Melen devreye girdi ve Hocayı İstanbul’a tayin ettiler.”Ahmet Arvasi Hoca emekli olduktan sonra eğitimciliğini üç ayrı kulvarda devam ettirdi. Bir yandan basındaki günlük yazıları ve kitaplarıyla halkımızı, bir yandan sivil toplum kuruluşlarındaki konuşmalarıyla gençleri ve yetişkinleri, bir yandan da evindeki sohbetlerle dostlarını ve öğrencilerini eğitmeye devam etti. Çok geniş bir kültür ve ilim sahibi idi. Onun için her konuda konuşabiliyordu. Etkili ve ikna edici bir anlatımı, çok güzel bir sesi vardı. Zeka fışkıran kapkara gözleriyle insanın içini okurdu.”S. Ahmet Arvasi’nin anlayışına göre, eğitim sisteminin temel amacı, bir bütün olarak fert ve cemiyetin mutluluğunu sağlamaktır. Bunu sağlayacak olanlar da, eğitimcilerdir. Ona göre eğitimciler, nitelikleri, bilgileri, yaşayışları ve uygulamalarıyla öğrencilerine örnek olmalıdırlar. Eğitimciler; mütevazı, şefkatli, sabırlı ve yumuşak huylu olmalı ve öğrencilere daima doğruyu öğretmeli ve göstermelidir. Branşlarında yeterli ve üstün olmalılar, sürekli kendilerini yenilemeye ve geliştirmeye çalışmalıdırlar. Vatan, millet ve devlet sevgileri yüksek olmalı, Allah sevgisi ve korkusu ile dolu olmalıdırlar. Eğitimciler, işlerini sevmeli ve idealist olmalıdırlar. Öğrencilerini en iyi şekilde yetiştirmeye çaba göstermelidirler. “
S.AHMET ARVASİ NEYİN KAVGASINI VERDİ
S.Ahmet Arvasi, gerçek bir Türk milliyetçisi idi. İslâm’ın meşru çerçevesi içinde Turancı denilecek kadar Türkçü ve milliyetçiydi. Türklüğü beden, İslâmiyeti ruh bilen bir milliyetçilik anlayışına sahipti. Hayatı, din ve milliyet gibi iki mukaddes varlığımızı karşı karşıya getiren dinimizin ve milliyetimizin düşmanlarına karşı mücadele ile geçmiştir. O, bu düşmanları durduracak tek reçete olarak da, felsefesini kendisinin oluşturduğu Türk-İslâm Ülküsü’nü görmüştür. Arvasi Hoca, milliyetçilik anlayışını şöyle özetlemiştir: “Ben, İslâm iman ve ahlâkına göre yaşamayı en büyük saadet bilen, Türk milletini iki cihanda aziz ve mesut görmek isteyen ve böylece İslâmı gaye edinen Türk milliyetçiliği şuuruna sahibim. Benim milliyetçilik anlayışımda asla ırkçılığa, bölgeciliğe ve dar kavmiyetçilik şuuruna yer yoktur. İster azınlıklardan gelsin, ister çoğunluktangelsin her türlü ırkçılığa karşıyım. Bunun yanında Şanlı Peygamberimizin “Kişi kavmini sevmekle suçlandırılamaz. Kavminin efendisi, kavmine hizmet edendir. Vatan sevgisi imandandır” tarzında ortaya koydukları yüce prensiplere de bağlıyım.”Bu arada şu bilgiyi de aktarayım. Alparslan Türkeş’le Necip Fazıl’ı görüştüren ve aralarında bir gönül köprüsü kurduran da Arvasi Hocadır. Necip Fazıl, bu dostluk sonucu 1977 seçimlerinde MHP’nin İstanbul’daki mitingine katılarak konuşma yapmıştır.Ahmet Arvasi Hocanın milliyetçiliği, ahfâdından kalan bir mirastır. Ailesinin muhterem büyüklerinden Seyyid Abdülhâkim Arvasi Hazretleri aile mensuplarına şu vasiyette bulunmuştur: “Türk milleti, sahabe-i kiramdan sonra İslâmiyet’e hizmet eden tek millettir. İslâmın bayraktarlığını yapan bu millet gelecekte de bu hizmetini sürdürecektir. Onun için hepiniz Türk milletinin hizmetinde olup onun yükselmesi ve yücelmesi için çalışacaksınız”.
ARVASİ NEDEN TÜRK-İSLAM ÜLKÜSÜNÜ SAVUNDU
Arvasi Hoca, Türklerin İslâm’ın bayraktarlığını yaptığını ve bu görevin hâlâ bu millette olduğuna inanıyordu. Bu yüzden bu iki mukaddes varlığın birbirinden ayrı, farklı ve karşı varlıklar gibi gösterilmesine tahammül edemiyordu. Bu yüzden, 1965’te Sayın Ahmet Er’in radyoda yaptığı birseçim konuşmasında dile getirdiği ve uzun yıllar milliyetçi câmiada çok tutulan ve sürekli kullanılan “Türk-İslâm Sentezi” ifadesinden hiç hoşlanmadı. Çünkü, ona göre sentez, homojen olmayan nesnelerin bir araya gelmesiyle oluşur. Sentez analiz edilebilerek ayrıştırılabilen bir oluşumdur. Halbuki Türklük ve Müslümanlık etle tırnak gibi birbirinden ayrılmaz bir bütündür. İşte bu sebeplerle Arvasi Hoca, 1970’li yılların başından itibaren, Türkiye’yi yüceltecek ve gençliğimize benimsetilecek düşünce sisteminin adını “Türk-İslâm Ülküsü” olarak koymuştur. Hoca, aynı gerekçeyle, “kültür mozayiği” sözünden de çok rahatsızdı. Arvasi, Türk milliyetçilerinin, Türk-İslâm ülkücülerinin dâvasının, Allah ve Resûlünün dâvası olduğunu, bunun da “îlâ-yı Kelimetullah” dâvası olduğunu ve kıyamete kadar süreceğini savunuyordu. Aksini iddia edenlerin, ya Türk milliyetçilerini tanımadığını, ya da bühtan ettiklerini söylüyordu.”Arvasi Hoca, İslâm’ın ve Türklüğün âşığıydı. Tarih boyunca bütün milletlerin putları, yani müşahhas ve maddi tanrıları olduğunu, halbuki Tanrının mücerret olduğunu söylüyordu. Bu konuda sık sık “Tarihte yontulmuş tanrısı olmayan bir millet vardır, o da Türk milletidir” derdi. Hem Müslümanlığı, hem Türklüğü ile iftihar ederdi. Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın bir yazısında dediği gibi, Arvasi Hoca, tıpkı 17. Yüzyılda yaşayan hemşehrisi müfessir Vanî Mehmet Efendi gibi düşünüyordu. Mehmet Efendi, yazdığı “Araisü’l-Kur’ân” isimli tefsir kitabında “Türkler, Kur’ân’da bahsi geçen Zülkarneyn’den maksat Oğuz Han olduğunu söylerler ki, bu konuda tereddüdü mucip olacak hiçbir nokta yoktur” der. Hoca sık sık “Oğuz’un çocukları” dediğinde gözleri ışıldar, sesi gürleşirdi.Arvasi Hoca, Mustafa Kemal Atatürk’e, son Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olarak saygı duyuyordu. Onun bu konudaki duygusunu, Savaştepe İlköğretmen Okulu’nda görev yaparken öğrencileriyle 23 Nisan 1962’de yaptığı Anıtkabir ziyareti sırasında Anıtkabir Özel Defterine yazdığı şu ifadede açıkça görmek mümkündür: “Cumhuriyetimizin kurucusu Aziz Atatürkümüzün manevi huzurlarında millî ruh ve Türk şuurunun bütün imanını yaşadık.” (M. Ozan Semerci, Hatıraların Aydınlığında Seyyid Ahmet ARVASİ, s. 196-197)
ARVASİ’NİN TÜRKÇÜLÜĞE VE TURANCILIĞA BAKIŞI NASILDI
Ahmet Arvasi Hocanın milliyetçilik anlayışı, bütün Türklük dünyasını da kucaklıyordu ve bir anlamda Turancıydı. Henüz 17 yaşında bir delikanlı iken (1949) yazdığı “Özleyiş” isimli şiirinde, onu maziye ve ecdâda âşık ve Türklüğün muhteşem çağlarına özlem duyan bir yaklaşım içinde görüyoruz:“Tuna neden köpürmüş, Kırım neden inliyor?/ Nerde parlayan kılıç, nerde o akıncı ced?/ Şimdi Hazar uzaktan feryadımı dinliyor/ Ayrıldı mı Kafkaslar yurdumdan ilelebet?/ Kıbrıs’ın ayrılışı derd oldu içimizde/ Barbarosun sesini kaybettik Akdenizde,/Adalar yabancıda, dinmez dertleri bizde/ Balkanımız vatandan ayrıldı mı nihayet?”Ahmet Arvasi Hoca, ömrü boyunca Türk milliyetçilerinin sınırlarımızın dışında kalan soydaşlarımızla ilgilenmelerini ve onların kurtuluşu için mücadele etmelerini istemişti. Onun “Turan”a sevgisini şöyle anlatabiliriz:Yıl 1960, mevsim ilkbahar. Savaştepe İlköğretmen Okulu öğretmen ve öğrencileri okulun bahçesindeki çınar altında halay çekiyorlar.Sırası gelen “Karadeniz üstünden horana bak horana” diyor ve buna kendi bulduğu kafiyeli bir cümleyi ekliyordu.Sıra Arvasi Hocaya gelince ek cümle olarak “Karadeniz üstünden Turan’a bakTuran’a” deyiveriyor. Kimse “Turan”ın anlamını bilmediği için şaşırıyorlar. Hafta boyunca girdiği bütün sınıflarda Hocaya Turan’ın ne olduğu soruluyor. O da dersin ilk 15-20 dakikasında, Komünist Rusya’nın Orta Asya’daki Türklere yaptığı zulmü anlatıyor. Türklük dünyasının hürriyete kavuşması ve Turan ülküsünün gerçekleşebilmesi için çok güçlü bir devletimizin olmasını, bunun için gençlerin çok okuyup ve çok çalışıp ülke kalkınmasında görev almaları gerektiğini belirtiyor.”Arvasi Hoca, ‘biyolojik ırkçılık’ın parçalayıcı ve bölücü bir karakter taşıdığını, ‘ictimaî ırkçılık’ın ise birleştirici ve bütünleştirici bir özellik taşıdığını belirtirdi. Kültürel anlamda soy birliği şuurunu taşıyordu. Bu konuda Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan ve Erol Güngör çizgisindeydi. Arvasi Hoca bir din âlimi kadar dinî bilgiye sahip olmakla birlikte din adamı değildi. Onun dinî ilimler alanındaki vukufiyetini, bir Müslümanın beşikten mezara hayatını ve 24 saatini, bir haftasını, bir yılını nasıl yaşaması gerektiğini anlattığı “İlm-i Hâl” isimli eserinde görmek mümkündür.
ARVASİ’NİN DOĞU ANADOLU’YA BAKIŞI NASILDI?
Ahmet Arvasi Hoca, Doğu Anadolu çocuğu olmasına rağmen bölgeciliğe ve bölücülüğe kesin olarak karşıydı. Fakat, Hocanın insanlar üzerindeki büyük etkisini ve çevrenin genişliğini gören devletin istihbarat kurumları, Doğu Anadolulu olması nedeniyle onu yıllarca “Kürtçü” diye takip ettiler. Bu durumu Hoca da biliyordu, rahatsız oluyordu, fakat bu rahatsızlığını mümkün olduğu kadar çevresine hissettirmiyordu. Bu durum, Hocanın Türk milliyetçiliği inancını hiçbir zaman zedelemedi. Yalnız birçok görev için “mesela Talim ve Terbiye Kurulu üyeliği gibi” önüne engel olarak çıkartıldı.12 Eylülden sonra MHP Genel İdare Kurulu üyesi suçlamasıyla tutuklanıp dört aya yakın askeri cezaevinde kaldıktan sonra suçsuz görülerek beraat ederek özgürlüğüne kavuştu. 1986 yılında bir gün Milli Güvenlik Kurulu, Doğu Anadolu gerçeğini anlatması için Hocayı Ankara’ya davet etti. Hoca davete icabet ediyor ve konuşmak için kürsüye geldiğinde haziruna, “Beni yirmi beş yıldır takipettiğiniz bir Kürtçünün, bir Kürt milliyetçisinin Doğu Anadolu hakkındaki görüşlerini dinlemek için mi, yoksa bir Türk milliyetçisinin görüşlerini dinlemek için mi çağırdınız. Önce karar verin, ondan sonra konuşacağım” diyor ve susuyor. Ortalık buz kesiliyor. Bir Orgeneral kalkıyor ve diyor ki: “Hocadoğru söylüyor. Biz kendisini yıllarca Kürtçü diye takip ettik, büyük hata yaptık. Devletim adına kendisinden özür diliyorum. Biz kendisini bir Türk milliyetçisinin Doğu Anadolu hakkındaki görüşlerini öğrenmek ve tavsiyelerini almak için davet ettik. Buyurun Hocam, sizi dinliyoruz”. Hoca bundan sonra bu konudaki görüşlerini açıklıyor ve konuşmasının sonunda: “Siz Doğu Anadolu insanına güvenmiyorsunuz. Ama bu bölgenin çocukları da en az diğer bölgelerdekiler kadar vatanseverdir. Vatanını, imanını, namusunu korur. Yeter ki, siz onlara güvenin, görev verin destek olun” diyor. Koruculuk sisteminin bu tavsiyeden sonra hayata geçirildiği söylenir.
TÜRK GENÇLİĞİ MAZLUM MİLLETLERİN ÜMİDİDİR
Arvasi Hocanın milliyetçiliğinin duygu ve iman ayağından başka bir de maddi ayağı vardı.Maddi ayağı, “muasırlaşmak”, yani çağdaşlaşmaktı. Hoca, Gökalp’in “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” çizgisindeydi. Hem Türk milliyetçisi, hem Müslüman, hem de çağdaş olunabileceğine, muasır dünyaya öncülük edilebileceğine inanıyordu. Ne pahasına olursa olsun, mutlaka ilmî ve teknolojik üstünlüğü ele geçirmemiz gerekiyordu. Hoca bu konuda şöyle diyordu: “Bu milletin en büyük özlemi nedir biliyor musunuz? Yabancılaşmadan çağdaşlaşmak. ”Türklük, Müslümanlık ve çağdaşlaşmak” birbirine zıt düşen özellikler değil, aksine çağdaş Türk-İslâm Medeniyetinin yeniden doğuşunu gerçekleştirecek şartlardır.” Hoca, Türk gençliğine, kendi kökünden kopmadan, kendi kültür ve medeniyetinin değerlerini kaybetmeden, Türkiye Cumhuriyeti’ni “dünyanın bir numaralı devleti” haline getirme ülküsüyle yetiştirilmesinin önemli olduğunu belirtmiştir. Arvasi, Türk gençliğinin, dünya Türklüğünün, İslâm dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik olarak yetiştirilmesini istemiştir.
SONUÇ
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Seyyid Ahmet Arvasi, İslâm dinini çok iyi bilen, yorumlayan ve yaşayan samimi ve tavizsiz bir Müslümandı, din adamı değildi. İslâmın meşru çerçevesi içinde şuurlu ve idealist bir Türk milliyetçisiydi. Aynı zamanda aydın ve entelektüel bir insandı, ilimde ve teknolojide çağdaşlaşmayı, her alanda güçlü bir devlete ve zengin bir millete sahip olmayı, milliyetçiliğin bir gereği olarak görürdü. Ama onun milliyetçiliği sadece Türkiye Türklerine münhasır değildi. Bütün Türk ve İslâm dünyası ile insanlık âlemini de kucaklayan birleştirici bir milliyetçilik anlayışına sahipti.
SÖYLEŞİ
“S. Ahmet Arvasi hem samimi Müslüman hem de Türkçü Turancı’ydı”
Hüdavendigar Onur, Sakin Öner’e Ahmet Arvasi’yi sordu.
*
Eğitimci yazar, Vefa Lisesi eski Müdürü Sakin Öner ile bir söyleşi gerçekleştirdim. Siz okurlarımla bunu paylaşmak istedim. Sonra bu söyleşileri bir araya getirip kitap halinde yayınlayacağım / H.O.
*
Ahmet Arvasi’yle nasıl tanıştınız? Eğitim Enstitüsündeki günlerinizle ilgili anılarınızı anlatır mısınız?
S.Ö.- Babamın memuriyeti nedeniyle 1961-1964 yılları arasında Van’da okudum. Van Atatürk Lisesi Orta 3. sınıfında okuyordum. Okulda şiir yazdığım ve güzel şiir okuduğum için “Şair” sıfatıyla tanınıyordum. “2 Nisan” Van’ın Ermeni ve Rus işgalinden kurtuluş günüdür (2 Nisan 1918) ve bayram olarak kutlanır. Okul müdürlüğü, beni 1962 yılı 2 Nisan Kurtuluş Günü’nde yapılacak İl töreninde bir şiir okumak üzere görevlendirdi. Şiir ararken Nail Başıbüyük ve Servet Mehterbaşıoğlu gibi iki değerli Türk milliyetçisinin çıkardığı 2 Nisan adlı günlük yerel gazetede “2 Nisan” başlıklı uzun bir şiir buldum. Çok güzel şiirdi. Şairi S. Ahmet Arvasi idi. Bu şiiri törende coşkuyla okudum, çok beğenildi. Arvasi Hoca ile ilk tanışmamız bu şiir aracılığıyla gıyabi oldu. Ama ben bu şiiri ve şairinin adını hiç unutmadım.
1965 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini kazanarak İstanbul’a geldim. Çalışarak okuyordum. 1965 yılında Babıâlide Sabah gazetesinde, 1966’da Bugün gazetesinde çalıştım. 1967 yılında Mümin Çevik’in sahibi olduğu Üçdal Neşriyat’ta çalışıyordum. Orada yine Mümin Çevik’e ait Doğan Güneş Yayınları arasında 1965 yılında yayımlanan Arvasi’nin Türk milliyetçiliğiyle ilgili düşüncelerini açıkladığı ilk eseri olan “İleri Türk Milliyetçiliğinin İlkeleri” kitabıyla karşılaştım. Mavi kapaklı ince bir cep kitabı olarak basılmıştı. Bu kitap, Ahmet B. Karabacak’ın sahibi olduğu ve benim de Yazı İşleri Müdürlüğünü yaptığım Milli Hareket dergisinin Ekim 1967 tarihindeki 15. sayısında da yayımlandı. Arvasi ile ikinci karşılaşmamız bu kitap nedeniyle yine gıyabi oldu.
Hukuk Fakültesinden ayrıldım 1967 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü kazandım. 1972 yılı Şubat ayında mezun oldum, aynı yılın Mayıs ayında Denizli Lisesine Edebiyat Öğretmeni olarak tayin edildim. Tatilde 1972 Temmuzunda Balıkesir’de hava astsubayı olarak görevli dayımı ziyarete gittim. Bir gün tarihi saat kulesinin yanındaki Belediye Parkı’ndaki çay bahçesinde oradaki milliyetçi arkadaşlarla otururken zayıf, uzun boylu, kara yağız bir yapıya sahip Ahmet Arvasi yanında Van Atatürk Lisesinde coğrafya hocam Rıfkı Akın ve Yozgat Lisesinden tarih öğretmenim Yılmaz Boyunağa ile yanımıza geldi. Üçü de Balıkesir Necatibey Eğitim Enstitüsünde çalışıyorlardı. Ben kafamdaki efsane kişi ile ilk kez o gün yüz yüze tanıştım. Kafamda on yıldır taşıdığım ve kimliğini merak ettiğim ismin sahibiyle karşılaştım. Onun da benim adımı “Milli Hareket” dergisi ve bazı gazetelerde çıkan yazılarımdan bildiğini öğrendim. O gün sanki kırk yıllık bir dost gibi sohbet ettik. Son derece mütevazı insanı rahatlatan bir hali vardı.
Sonra 1975 yılı Kasım ayı başında askerlik dönüşü Denizli Lisesinden İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsüne Müdür Yardımcısı olarak tayin edildim. Okula ilk gün gittiğimde tatlı bir sürprizle karşılaştım. Arvasi de Balıkesir’den sonra Bursa Eğitim Enstitüsü’ne, oradan da İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsüne tayin olmuş. O günkü mutluluğumu hiç unutamam. Orada bana ve arkadaşlarıma hep rehber oldu, moral verdi. Çünkü ben o tarihte 28 yaşındaydım, Arvasi Hoca ise 43 yaşındaydı.
İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü’nde, görev yaptığımız 1975-1978 yılları arasında 175 kadrolu, 50 kadar da ücretli öğretim elemanı vardı. Bunların 35-40 kadarı milliyetçi ve muhafazakâr görüşteydi. Arkadaşlardan Namık Özer Erdoğan müdürümüzdü, ben de müdür başyardımcısıydım. Yaş ortalamamız 30 civarındaydı. Bu genç ve idealist yönetici kadronun danıştığı üç kıdemli büyüğümüz vardı. Bunlar S. Ahmet Arvasi, Mehmet Ateşoğlu, Dr. Ahmet Hamdi Turgut du. Üçü de idealist ve cesur insanlardı. Özellikle Ahmet Arvasi ders saatlerinin dışında daima bizi ziyaret ederdi. Biz de çözemediğimiz konular ve yapmayı tasarladığımız işleri ona danışırdık. O da sakin tavrıyla bizi dinler makul cevaplar verirdi. Bizim işlerimizi kolaylaştırdı. Ayrıca onunla sohbet ederken yeni şeyler öğrenirdik.
Ahmet Arvasi hoca medeni ve sosyal bir insandı. Her görüş ve yapıdaki insanı saatlerce sabırla dinler, görüşür, tartışırdı. Hiçbir konuda taassubu yoktu. Çünkü gerçek bir aydın idi. Branşında yetkin ve genel kültürü güçlü bir entelektüeldi. Doğu ve Batı düşünürlerinin hepsini okumuştu. Bütün fikir akımlarını, ideolojileri, dini ilimleri, dinler felsefesini, eğitim psikolojisini ve sosyolojisini iyi biliyordu. “Kendini Arayan İnsan, İnsan ve İnsan Ötesi, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz, İlm-i Hâl ve Eğitim Sosyolojisi” adlı eserlerinde bu zengin kültürün yansımalarını açıkça görebiliriz. Okula ilk atandığımız 1975 yılında solcu öğrencilerin sayısı yüzde 90 oranındaydı. Hocanın bu kültürel birikiminden dolayı karşıt düşünceli kişiler ve öğrencileri onunla tartışamazdı. Tartışmanın galibi her zaman Arvasi Hoca olurdu. Taassup derecesinde solcu olan öğrenciler kafalarının karışmaması için dersine girmezlerdi. Çünkü hocanın kuvvetli bir mantığı vardı ve tartışma âdabını iyi bilirdi. Muazzam bir analiz ve sentez kabiliyetine sahipti.
Ahmet Arvasi Hocayla ortak basın yayın çalışmalarınız hakkında bilgi verir misiniz? Hoca politikaya nasıl girdi?
S.Ö.- 1966 yılında Ülkücü Hareket’in ilk yayın organı olan Milli Hareket dergisini Ali Muammer Işın’la birlikte çıkaran ve Türk Kültürü Yayınlarını kurup çok sayıda milliyetçi yayını kültürümüze kazandıran Ahmet Büyükkarabacak, 1976 yılında Ülkücü Kadro adlı bir dergi yayımladı. 1976-1978 yılları arasında on beş günde bir çıkan ve 27 sayı devam eden Ülkücü Kadro dergisinin yazı işleri müdürlüğünü Hasan Külünk yaptı. Bu dergi, hem fikri, hem de teknik yönden kaliteliydi. “Türk-İslam ülküsüne hizmet eder” ilkesini benimseyen bir dergiydi. Bu derginin yazarları arasında Ahmet B. Karabacak, S. Ahmet Arvasi, Taha Akyol, Necdet Sevinç, Abdülkadir Sezgin, Ergun Kaftancı, Ali Uğur ve ben vardım. Derginin en popüler adı Arvasi Hocaydı. Aynı yıl enstitüde 20 ülkücü öğretim üyesi arkadaşla “Dokuz Işık Yayınevi” adıyla bir yayınevi kurduk. Bu yayınevinin ortaklarından biri de Arvasi’ydi. Derginin kuruluş amacı, Alparslan Türkeş’in “Dokuz Işık” adlı milli doktrin kitabını, Türkeş’in kitapları ve beyanatlarına dayanarak genişletmek ve her maddeyi ayrı kitap halinde yayımlamaktı. Bu konuda rahmetli Türkeş’e, Arvasi Hoca, Gavsettin Koçak ve ben birlikte gittik. O zaman Türkeş, Başbakan Yardımcısıydı. Organize ve redakte görevini bana verdi. Her maddenin hazırlanmasını, branşına uygun bir arkadaşımıza verdik. Türkeş’in bütün kitapları ve beyanatlarından 9 takım temin ettik ve arkadaşlara dağıttık. Hatırladığım kadarıyla bu kitaplardan Milliyetçiliği Ahmet Arvasi, Ahlakçılığı Cahit Baltacı, Hürriyetçilik ve Şahsiyetçiliği Gavsettin Koçak, Halkçılığı Atilla Yayım, Endüstri ve Teknikçiliği Mehmet Ali Çorlu hazırladı. Yayınevinde milliyetçi-ülkücü arkadaşlarla birlikte sürgün edildiğimiz 1978 yılı Mart ayına kadar Dokuz Işık’ın ilk altı kitabını yayımladık. Kitapların dağıtımını Anda Dağıtım yaptı. Ayrıca Alparslan Türkeş’in “Anarşi ve Ecevit” ile “27 Mayıs ve Gerçekler” adlı kitaplarını, Arvasi’nin “Kendini Arayan İnsan” ve “İnsan ve İnsan Ötesi” kitaplarını yayımladık. Hoca bu kitapları için telif ücreti almadı. Her kitaptan 500 adedini MHP Genel Merkezi’ne hediye ettik.
Okulda her gün solcu öğrenciler olay çıkarıyordu. Ama 1976-1977 öğretim yılında solun bu hakimiyeti sona erdi. Ama biz bu yoğun anarşi ortamında bu yayınevini kurmayı ve 10 kitabı yayımlamayı başardık. 1978’de CHP iktidarının bürokraside yaptığı büyük ülkücü kıyımına Enstitüdeki bütün ülkücü ve milliyetçi arkadaşlarımız da uğradı. Her biri İstanbul dışına sürgün edildi. Bunun üzerine Dokuz Işık Yayınevi’ni kapatmak zorunda kaldık.
HOCA YİĞİT ADAMDI
Arvasi Hocanın sorduğunuz gibi bir de politikaya girişiyle ilgili anımı paylaşmak istiyorum. 1978 yılında Ecevit Hükümetinin bürokrasideki ülkücü kıyımından Arvasi Hoca da nasibini aldı, birçok arkadaşı gibi o da Atatürk Eğitim Enstitüsünden sürgün edildi. Sürgün edildiği okul, Kırşehir Lisesi idi. Okul, Kırşehir’de solcuların hâkim olduğu kurtarılmış bölgedeydi. Hocanın orada çalışma imkânı yoktu. Ama Hoca, yiğitçe gitti, göreve başladı, fakat gerçekten çalışamayacaktı. Duruma üzülen Vanlı hemşehrileri devreye girdi, daha önce başbakanlık yapmış olan hemşehrileri Ferit Melen’le görüşerek İstanbul’a ailesinin yanına tayinine yardımcı olmasını rica ettiler. Melen devreye girdi ve Hoca’yı İstanbul’a tayin ettiler. 27 Nisan 1978’de göreve başladığı Kırşehir Lisesi’nden Ümraniye Lisesi’ne tayin oldu, 23 Ağustos 1978’de bu okulda göreve başladı. O tarihlerde bu okulun bulunduğu bölge solcuların hâkim olduğu “kurtarılmış bölge” diye adlandırılan bölgelerdendi. Bu okulda Hocaya ders verilmeyerek okula sokulmadı. O da çoğu zaman rapor alarak 1978-1979 öğretim yılını tamamladı. 10 Haziran 1979’da yapılan MHP’nin 14. Büyük Kongresinde, başta Ahmet Büyükkarabacak ve yakın dostlarının girişimiyle MHP Genel İdare Kurulu Üyesi seçildi. Kendisi İstanbul’daydı. 11 Haziran 1979 Pazartesi günü radyoda 13.00 haberlerini dinlerken bu göreve seçildiğini öğrendi. Ertesi günü Ümraniye Lisesine giderek emeklilik dilekçesini verdi.
İkimizin yolu bu kez Hergün gazetesinde kesişti. Gazete de ben Haber Müdürlüğü yapıyordum, hoca da günlük “Türk-İslam Ülküsü” başlığıyla köşe yazıları yazıyordu. Aynı yıl, Arvasi Hoca başkanlığında Ahmet Büyükkarabacak, Ahmet Er ve Abdülkadir Sezgin’le birlikte Türk Gençlik Vakfı kuruldu. Ben de on yıl kadar o vakfın fahri müdürlüğünü yaptım. Alparslan Türkeş’in yarım kalmış “Dokuz Işık” kitabını genişletilmiş tek kitap olarak Türk Gençlik Vakfı yararına yayımladık. Türkeş, genişletilmiş bu ilk baskıyı Ankara’da kendisine götürdüğümde çok beğendi, teşekkür etti ve ilk kitabı bana imzaladı. Hoca ile dostluğumuz vefatına kadar kesintisiz ve artarak devam etti.
Ahmet Arvasi’nin şahsiyetiyle ilgili neler söylemek istersiniz?
S.Ö.- Türk-İslâm Ülküsünün Mütefekkiri Ahmet Arvasi, çok yönlü bir şahsiyetti. Bir fikir ve dâva adamı olmasının ötesinde eğitimci, şair ve yazardı. Büyük bir idealist ve eylem adamıydı. Çok kültürlü, gerçek bir entelektüeldi. Bir ‘mektep adam’dı. Bir rol modeldi. Tavizsiz ve samimi bir müslüman ve şuurlu bir Türk milliyetçisiydi. Misyon ve vizyon sahibiydi. Misyonu; Türk gençliğine ve milletimize “ilâ-yı kelimetullah” idealini ve “Türk-İslâm Ülküsü”nü benimsetmekti. Vizyonu ise, bu ideal ve ülkünün alperen ruhuyla yetiştirilecek gençler eliyle dünyaya yayılmasına vesile olmaktı. Bütün ömrünü bu amaç ve hedef uğrunda çalışmayla geçirdi. Onun şahsiyetinin ağır basan yönü eğitimciliğiydi. Gerek 27 yıllık öğretmenlik hayatında, gerekse emeklilik hayatında eğitimciliğine ara vermedi. Gerek sivil toplum kuruluşlarındaki konuşmalarında, gerek gazete ve dergilerdeki yazılarında, gerekse evinde misafirleriyle yaptığı hasbıhallerde hep eğitimin önemini anlattı. Şanlı Peygamberimizin ahfadından idi. Ama bir gün bu mensubiyetiyle övündüğünü görmedim, duymadım. Hoşgörüsü çoktu, kızmazdı. Yalnız İslâm’a ve Türklüğe karşı bir haksızlık veya saldırı yapılırsa çok sinirlenir ve çok sert tepki gösterirdi. Çoğu zaman gülerek konuşur, ortamı yumuşatırdı. Sevdirir, müjdeler, korkutmazdı. Herkesi ilgi ve sevgisiyle kucaklamaya çalışırdı. Çünkü kaybetmeyi sevmiyordu, herkesi kazanmayı düşünüyordu. Kısacası Ahmet Arvasi, inandığını yaşayan yiğit bir Türk milliyetçisi, örnek bir dâva ve fikir adamıydı. İstanbul beyefendisiydi. Doğru, dürüst, düzgün bir adamdı. Dostuna munis ve müşfik, düşmanına korkusuz ve cesurdu. Medeniyet tarihinin şehirlerin tarihi olduğunu söylerdi. Bu yüzden milliyetçilerin köylü olarak kalmasını eleştirirdi. Bence sizin anlayacağınız dört dörtlük adam gibi adamdı.
- Ahmet Arvasi’nin Türk Milliyetçiliği tarihindeki yeri nedir? ‘Türk-İslam Ülküsü’ nasıl doğdu? Arvasi’nin eserlerinde ‘Türklük’ vurgusuna sıkça rastlanıyor. Hoca neden Türk milletine bu kadar düşkündür?
S.Ö.- Ahmet Arvasi’nin Türk Milliyetçiliği Tarihi’nde özel bir yeri vardır. 20. Yüzyılın başlarında eser veren Mehmet Emin (Yurdakul), Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Hüseyinzade Ali Bey Türkçü şahsiyetlerdi. Bunlar, Osmanlı İmparatorluğunu yöneten padişahların, gayrı Türk unsurları tedirgin etmek istemedikleri için ihmal ettikleri Türk kimliğini, dilini, tarihini ve kültürünü ortaya çıkarıp millete benimsetmeye önem vermişlerdir. Bu çalışmalarıyla bir milli devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna fikri ve zihni bir zemin hazırlamışlardır.
Cumhuriyet döneminde ise Hüseyin Nihal Atsız, Türkçülük ve Turancılık düşüncesinin önderi olmuştur. Türkçülük düşüncesi ve siyaseti, imparatorluğun takip ettiği Osmanlıcılık ve İslâmcılık siyasetlerinin iflasından sonra ortaya çıktı.
TÜRKLÜĞE SALDIRANLARA SERT TEPKİ GÖSTERİRDİ
Ahmet Arvasi, Türkçülerin biraz ihmal ettiği din mefhumunu, milliyetçilikle bütünleştiren bir fikir adamıdır. İslâm inancı, taassup ve hurafelerden uzak, akla, ilme ve imana dayanır. O, gerçek bir Türk milliyetçisi ve ülkücüsü idi. İslâm’ın meşru çerçevesi içinde “Turancı” denilecek kadar Türkçü ve milliyetçiydi. Türklüğü beden, İslâmiyeti ruh kabul eden bir milliyetçilik anlayışına sahipti. Hayatı, din ve milliyet gibi iki mukaddes varlığımızı karşı karşıya getiren dinimizin ve milliyetimizin düşmanlarına karşı mücadele ile geçmiştir. O, bu düşmanları durduracak tek reçete olarak felsefesini kendisinin oluşturduğu Türk-İslâm Ülküsü’nü görmüştür. Ahmet Arvasi, Türk-İslâm Ülküsü ile Türk milliyetçiliği tarihinde birleştirici bir düşünce insanı olarak yerini almıştır. Arvasi Hoca, milliyetçilik anlayışını şöyle özetlemiştir:
“Ben, İslâm iman ve ahlâkına göre yaşamayı en büyük saadet bilen, Türk milletini iki cihanda aziz ve mesut görmek isteyen ve böylece İslâm’ı gaye edinen Türk milliyetçiliği şuuruna sahibim. Benim milliyetçilik anlayışımda asla ırkçılığa, bölgeciliğe ve dar kavmiyetçilik şuuruna yer yoktur. İster azınlıklardan gelsin, ister çoğunluktan gelsin her türlü ırkçılığa karşıyım. Bunun yanında Şanlı Peygamberimizin “Kişi kavmini sevmekle suçlandırılamaz. Kavminin efendisi, kavmine hizmet edendir. Vatan sevgisi imandandır” tarzında ortaya koydukları yüce prensiplere de bağlıyım”.
Ahmet Arvasi, Türklerin İslâmın bayraktarlığını yaptığını belirtiyor ve bu görevin hâlâ bu millette olduğunu anlatıyordu. Bu yüzden bu iki mukaddes varlığın birbirinden ayrı, farklı ve karşı varlıklar gibi gösterilmesine tahammül edemezdi. 1965’te Sayın Ahmet Er’in radyoda yaptığı bir seçim konuşmasında dile getirdiği ve uzun yıllar milliyetçi câmiada çok tutulan ve sürekli kullanılan “Türk-İslâm Sentezi” ifadesindeki “sentez” kelimesine yeni yorum getirdi. Çünkü, ona göre sentez, homojen olmayan nesnelerin bir araya gelmesiyle oluşur. Sentez, analiz edilebilerek ayrıştırılabilen bir oluşumdur. Halbuki Türklük ve Müslümanlık etle tırnak gibi birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Birbirinin tamamlayıcısı, olmazsa olmazıdır. İşte bu sebeple Arvasi Hoca, 1970’li yılların başından itibaren, Türkiye’yi yüceltecek ve gençliğimize benimsetilecek düşünce sisteminin adını “Türk-İslâm Ülküsü” olarak koymuştur. Hoca, aynı gerekçeyle, “kültür mozayiği” sözünden de çok rahatsız olmuştur.
Ahmet Arvasi, Türk milliyetçilerinin, Türk-İslâm ülkücülerinin dâvasının Allah ve Resûlünün dâvası olduğunu, bunun da “ilâ-yı kelimetullah” dâvası olduğunu ve kıyamete kadar süreceğini savundu. Aksini iddia edenlerin, ya Türk milliyetçilerini tanımadığını ya da bühtan ettiklerini söylerdi. “Türk milliyetçisi, her şeyden önce bir iman adamıdır” diyordu. Türk milletinin dünyaya “nizâm-ı âlem” vermek üzere gönderildiğine inanıyordu. “Kesin olarak iman etmişimdir ki, Müslüman Türk milleti ve onun devleti güçlüyse İslâm dünyası da güçlüdür” diyen Arvasi, İslâm dünyasını esir almak isteyen şer kuvvetlerin ilk hedefinin Türk devleti ve Türk milleti olduğunu belirtiyordu.
Türk Edebiyatı Vakfındaki bir konuşmanızda “Arvasi Türkçü gücün zayıflatılmasına karşıydı” demiştiniz. Bu konuyu biraz açıklar mısınız?
S.Ö.- Ahmet Arvasi’yi yakından tanımayan bazı kişiler, dini bilgilerinin derinliği sebebiyle onu hep bir din adamı gibi göstermeyi tercih etmişlerdir. Halbuki hoca, aynı zamanda ‘Türkçü’ ve ‘Turancı’ denecek kadar ileri derecede bir milliyetçiydi. Biyolojik ırkçılığın parçalayıcı ve bölücü bir karakter taşıdığını, ictimai ırkçılığın ise birleştirici ve bütünleştirici bir özellik taşıdığını belirtirdi. Kültürel anlamda soy birliği şuurunu taşıyordu. Bu konuda Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan ve Erol Güngör çizgisindeydi. Onun milliyetçiliği, sadece Türkiye Türklerine münhasır değildi. Bütün Türk ve İslâm dünyası ile insanlık âlemini de kucaklayan birleştirici bir milliyetçilik anlayışına sahipti.
Ahmet Arvasi’nin milliyetçilik anlayışı, “Türk Dünyasını da kucaklıyordu ve bir anlamda Turancıydı. Henüz 17 yaşında bir delikanlı iken (1949) yazdığı “Özleyiş” adlı şiirinde, onu maziye ve ecdâda âşık ve Türklüğün görkemli çağlarına özlem duyan bir yaklaşım içinde görüyoruz:
Tuna neden köpürmüş? Kırım neden inliyor?
Nerde parlayan kılıç; Nerde o akıncı cet?
Şimdi Hazar uzaktan feryadımı dinliyor.
Ayrıldı mı Kafkaslar yurdumdan ilelebet?
Nerde bütün Türkeli? Taşkent, Buhara nerde?
Müslüman Türk ülkesi Büyük Mâvera nerde?
Asya’yı Avrupa’yı titreten nârâ nerde?
Vatan parçalanınca yüzümüz gülmez elbet…
Kıbrıs’ın ayrılışı derd oldu içimizde,
Barbarosun sesini kaybettik Akdenizde, Adalar yabancıda, dinmez dertleri bizde, Balkanımız vatandan ayrıldı mı nihayet?
Şiirin tamamı dört kıtadır ve 1949’da yazılmıştır. 1954 yılında basılan ''Sır'' adlı şiir kitabından alınmıştır. Ömrü boyunca Türk milliyetçilerinin sınırlarımızın dışında kalan soydaşlarımızla ilgilenmelerini ve onların kurtuluşu için mücadele etmelerini istemişti.
HAREKETİMİZ TÜRKÇÜ KARAKTERİNİ KAYBETMESİN
Savaştepe Öğretmen Okulu’nda görevli iken öğrencileri, girdiği sınıflarda Hoca’ya ‘Turan’ın ne olduğu soruyorlar. O da dersin ilk 15-20 dakikasında, Komünist Rusya’nın Orta Asya’daki Türklere yaptığı zulmü anlatıyor. Türklük dünyasının hürriyete kavuşması ve Turan ülküsünün gerçekleşebilmesi için çok güçlü bir devletimizin olmasını, bunun için gençlerin çok okuyup çok çalışıp ülke kalkınmasında görev almaları gerektiğini belirtiyor.
Atatürk Eğitim Enstitüsü’nde birlikte görev yaparken, dini yönü zayıf olan bazı Türkçü gençlere kızdığımı ve sert biçimde eleştirdiğimi görünce beni bir kenara çekerek:
“Aman hocam, Hareket’in Türkçü karakterini kaybetmeyelim, kaybettirmeyelim. Bu çocuklara bir şey söylemeyelim, sahip çıkalım” demişti. O Türkçü çocukları sevmiş, ilgilenmiş ve korumuştur. Bir keresinde bana şöyle demişti: “Aman dikkat edin, hareketimiz Türkçü karakterini kaybetmesin. Türkçü gençleri destekleyin.”
Arvasi Hoca'nın Atsız Hoca'ya bakışı müspetti. Onun Türk tarihine, kültürüne ve milliyetçi bir nesil yetişmesine yaptığı katkıyı takdir ederdi. Özellikle Atsız Hoca ekolünden yetişen Türkçü gençleri seviyor ve koruyordu. Ben bir defa bile Atsız hakkında olumsuz bir şey söylediğine şahit olmadım. Bu noktada Atatürk Eğitim Enstitüsü'nde birlikte Müdür Yardımcısı olarak çalıştığımız ve daha sonra Karadeniz Teknik Üniversitesi'nde uzun yıllar Türk Dili ve Edebiyatı öğretim üyesi olarak görev yapan Prof. Dr. Osman Kemal Kayra'nın bu konuda bana anlattığı bir anekdotu aynen aktarıyorum.
"Bir gün Atatürk Eğitim Enstitüsü'nde Müdür Yardımcısı Odasında oturuyorduk. Ahmet Arvâsi de her zamanki gibi bizimle birlikteydi. Bir Müdür Yardımcısı arkadaşımız Nihal Atsız Hoca için "maalesef kâfir" dedi.
Arvasi Hoca sinirli fakat sâkin bir şekilde "Atsız Hoca ile Süleymâniye câmiinde bir ikindi namazı kıldık. Ehl-i kıbleye kâfir demeyiniz" diyerek arkadaşımızı uyardı."
Atsız Hoca hakkında böyle konuşan Arvasi Hoca'nın Atsız'a bakışı konusunda başka bir şey söylemeye gerek var mı?
TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİYLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ
Nesir türündeki ilk eseri 1965 yılında yayımlanan “İleri Türk Milliyetçiliğinin İlkeleri”dir. Doğan Güneş Yayınları arasında cep kitabı boyutunda yayımlanan mavi kapaklı, 16 sahifelik bu kitapçık, Milli Hareket dergisinin Ekim 1967 tarihli 15. sayısında da yayımlandı. Ahmet Arvasi, Türk milliyetçiliğiyle ilgili düşüncelerini açıkladığı bu ilk kitabının önsözünde özetle şunları söylüyor:
“Bugün Türkiyemiz çeşitli fikir akımlarının birbiriyle karıştığı bir alan haline gelmiştir. Ziya Gökalp’ten önceki veya Ziya Gökalp’in fikir alanına doğuşunu hazırlayan şartlara benzer bir ortam içindeyiz… Bugün içinde bulunduğumuz kaosu böylece inceleyip değerlendirecek ve Türk milletine ışıklı bir yol açacak milliyetçi ve ileri insanlara muhtacız. Türk milliyetçiliğini her türlü istismar ve ithamdan kurtarıp, aydın Türk gençliğine yeni baştan teslim etmenin zamanı geçmek üzeredir. Bizi böyle bir sisteme ulaştıracak fikir ve bilim adamlarımızın doğuşunu beklemek yerine, bu adamları yaratmak yolunda bütün imkânları ve gayretlerimizi birleştirmeliyiz.”
“İleri Türk Milliyetçiliğinin İlkeleri” kitabının 5, 6 ve 7. maddeleri “ milliyetçilik” ile ilgili olup 5. maddede milliyetçilik şöyle tarif edilmektedir: “Milliyetçilik, bir milletin kendini ekonomik, kültürel, sosyal, politik yönden güçlendirmesi ve başka millet ve gruplara sömürtmeme çabasıdır. Bu bakımdan milliyetçilik meşru bir hak ve şuurdur”.
Ahmet Arvasi, kitabının 6. maddesinde “ileri ve insanî milliyetçiliğin, kendi milletinin ve insanlık camiasının aleyhine olmamak şartıyla, başka milletleri ve onların milliyetçilerini de sevip desteklediğini”, 7. maddesinde “milliyetçiliğin, sömürü ve emperyalizmi gayrımeşru saydığını” belirtmektedir.
Kitabının 8. maddesinde “…Yeryüzünde yabancı milletlerin boyunduruğu altında bulunan ve ıstırap çeken soydaşlarımızın da insanlık haklarını ve meselelerini milletlerarası hukuk ve şartların elverdiği ölçüde savunacağız” diyerek “Dış Türkler” konusuna vurgu” yapmaktadır. 9. maddesinde ilk ve en önemli amacın, “bugünkü yurdumuzu ve halkımızı ekonomik, kültürel, sosyal ve politik yönden modernleştirmek, güçlendirmek, yabancı ve zararlı etkilerden kurtarmak” olduğu açıklanmıştır.
Kitabının 10. maddesinde “Milliyet ve din şuurunun insanlığı böldüğü ve savaşlara sebep olduğu” görüşünü reddeden Ahmet Arvasi, 11. maddede “sosyal olayların tek faktörle açıklanamayacağını, bunların kompleks ve çok yönlü olduğunu”, 12. Maddede ise “milliyetçinin kendi toplumunun meselelerine sahip çıkması gerektiğini” belirtmiştir.
ÖNEMLİ VASİYET
Ahmet Arvasi Hocanın milliyetçiliği, ahfâdından kalan bir mirastır. Sohbetlerinde bize ailesinin muhterem büyüklerinden din alimi ve gönül adamı Seyyid Abdülhâkim Arvasi hazretlerinin aile mensuplarına şu vasiyette bulunduğunu aktarırdı:
“Türk milleti, sahabe-i kiramdan sonra İslâmiyete hizmet eden tek millettir. İslâmın bayraktarlığını yapan bu millet, gelecekte de bu hizmetini sürdürecektir. Onun için hepiniz Türk milletinin hizmetinde olup onun yükselmesi ve yücelmesi için çalışacaksınız”.
Arvasi ailesinin mensupları, bu nasihata sıkı sıkıya bağlı kalmış ömürlerini Türk milletinin hizmetine adamışlardır.
Ahmet Arvasi, İslâm dinini çok iyi bilen, yorumlayan bir Müslüman idi. İslâm’ın çerçevesi içinde şuurlu ve idealist bir Türk milliyetçisiydi. Aynı zamanda aydın ve entelektüel bir insandı, bilim ve teknolojide çağdaşlaşmayı, her alanda güçlü bir devlete ve zengin bir millete sahip olmayı, milliyetçiliğin bir gereği olarak görürdü.
Ahmet Arvasi’yi niçin rol model olarak görmektesiniz?
S.Ö.- Dünyada iddiası olan her milletin, yeni yetişen nesillere göstereceği rol model insanlara ihtiyacı vardır. Ahmet Arvasi her yönden bir rol modeldi. Çünkü karakterli bir insandı. Doğru, dürüst ve namusluydu. İnandığı gibi yaşıyordu. Samimi Müslüman, yiğit bir Türk milliyetçisiydi. Davasını çok iyi biliyor ve savunuyordu. İnandığı değerler için korkmadan mücadele etti. Bu mücadeleleri sırasında her yönden çok mağdur oldu. Mesleğinde yükselme imkânları, hep karşıt düşüncedekiler kişiler ve bazı kurumlar tarafından engellendi. Bu konuda bazı devlet kurumları bile âlet oldu. Bana göre, solcular ve din karşıtları, böyle her yönden güçlü dindar ve milliyetçi bir şahsiyetin yükselmesini kendi düşünce ve inanç dünyaları için sakıncalı gördüler ve kendisine çeşitli iftiralar attılar. Bazı devlet kurumları ise Doğu Anadolu’dan yetişen, Hz. Peygamber ahfâdından olan bir kişinin Türk Milliyetçisi olabileceği gerçeğini kabul edemediler. Bu kurumlardan bazılarının 12 Eylül’den sonra bu hatalarını anlayarak, kendisini davet ettiklerini, hatalarından dolayı özür dilediklerini ve fikirlerine başvurduklarını biliyoruz. Hatta yazdığı “Doğu Anadolu Gerçeği” adlı kitabı bastırıp kendi teşkilâtlarına dağıttıkları da bilgimiz dahilindedir.
Arvasi Hoca, inandığı değerler uğrunda 12 Eylül’den sonra kısa sürede olsa hapis yattı. Ama gerek mağduriyetleri ve gerekse hapis yatmasından dolayı hiçbir zaman devlet düşmanlığı yapmadı. Bunları siyasi şartların ve ortamın bir gereği olarak gördü. Hatta bir sohbetinde “Hapishanede mermerin üzerinde kıldığım namazın lezzetini başka hiçbir yerde tatmadım” demişti. Ahmet Arvasi, inandığı değerler için yürüdüğü yolda hiçbir zaman geri adım atmadı. Yaptığı mücadelelerden haklı ve güçlü çıktı. Bu yönden karşıtlarının bile takdirini kazandı.
Bağnaz biri değildi, ön yargısı yoktu. Taassuba ve hurafeciliğe karşıydı. Her şeyin akıl ve bilim yoluyla ele alınmasını isterdi. Bu yüzden her görüş, düşünce ve inanç sahibiyle rahatlıkla oturur, konuşur tartışırdı. Bu yönüyle modern Mevlâna görünümündeydi. “Ne olursan gel” diyordu. Onun kitabında kaybetmek yoktu. O, insan kazanmanın peşindeydi. Bunun için üşenmez, saatlerce görüşür, tartışır, karşısındaki kişiyi ikna etmeye çalışırdı. Sürekli okuyan, kendini geliştiren, çağın gelişmelerini yakından takip eden bir entelektüeldi. Cehalete karşıydı. “İleri Türk Milliyetçiliğinin İlkeleri” kitabının 13. maddesinde, Türk halkının bütün varlığı ve kurumları ile cehaletin elinde olduğu, Türk Milliyetçiliğinin aydın kadrolarla takviye edilmesi gerektiği”; 14. maddesinde “ekonomik ve sosyal problemlerimizin teolojik, felsefî veya doktriner hal çareleri yerine bilimsel metotlarla çözümlenebileceği”; 15. maddesinde “hiçbir kişi, parti, görüş ve inanışın putlaştırılamıyacağı” ve 16. maddesinde ise “hem kişilerin cemiyete köle olmaması, hem de cemiyetin kişileri köleleştirmemesi gerektiğini” ifade etmiştir. Bu özellikleri nedeniyle Ahmet Arvasi, Türk gençliği için örnek bir dava adamı olarak bir rol modeldir.
Ahmet Arvasi’nin yakın çevresinde hangi yazar, şair ya da fikir adamları vardı?
S.Ö.- Ahmet Arvasi’nin yakın çevresinde milliyetçi ve muhafazakâr çevreden birçok şair, yazar, fikir ve siyaset adamı vardı. Siyasetçiler olarak Alparslan Türkeş, Ahmet Er, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu, Osman Yüksel Serdengeçti ve İlhan Egemen Darendelioğlu’nu anımsıyorum. Bilim insanı olarak Prof. Dr. Hikmet Tanyu, Prof. Dr. Mehmet Eröz, Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu, Prof. Dr. Mustafa Erkal, Prof. Dr. Enis Öksüz, Prof. Dr. Ömer Aksu, Prof. Dr. Zekeriya Beyaz, Prof. Dr. Yümni Sezen, Prof. Dr. Cahit Baltacı, Prof. Dr. Selçuk Ayaydın’ı hatırlıyorum.
Şair, yazar ve gazeteci olarak Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Ahmet Kabaklı, Dilaver Cebeci, Necdet Sevinç, Taha Akyol, Ahmet Büyükkarabacak, Yılmaz Boyunağa, Nejat Muallimoğlu, Necati Özfatura, Mehmet Zeki Akdağ’ı sayabiliriz.
Tabii bunlar benim bilgim dahilinde olanlardır. Mutlaka bunların dışında da çevresinde tanıştığı, görüştüğü şair, yazar, fikir ve siyaset insanları vardı.
Arvasi hakkında her yıl paneller, konferanslar yapılmakta, kitaplar yazılmakta, üniversitelerde tezler hazırlanmaktadır. Bazı yerlere adı verilmektedir. Hoca hakkında başka neler yapılabilir?
S.Ö.- Ahmet Arvasi çok yönlü bir şahsiyet. Onun eğitimci, fikir adamı ve mücadele adamı olarak bütün yönleriyle ele alınıp incelenmesi gerekir. Bunun için mutlaka “S. Ahmet Arvasi Araştırma Enstitüsü” adıyla bir araştırma enstitüsü kurulması gerekir. Hocanın zengin düşünce dünyası, ancak böyle bir enstitüyle gelecek kuşaklara taşınabilir. Özellikle isim babası olduğu “Türk-İslâm Ülküsü” çerçevesinde yazdığı makaleler konularına göre tasnif edilerek bilimsel bir metotla ve bir kompozisyon bütünlüğü içinde hazırlanarak yeni kuşaklara, Türkiye’yi başarıya taşıyacak bir yol haritası olarak sunulmalıdır. Onun sadece milli eğitimle ilgili görüşleri bir araya getirilerek, Milliyetçi Eğitim Sistemi’nin çatısı oluşturulabilir. Çünkü Arvasi Hoca, konuları soyut olarak değil, somut verilere dayalı olarak pratik çözüm önerileriyle birlikte ortaya koyan bir düşünce insanıdır.
Ruhu şâd, durağı cennet olsun.
www.biyografi.net (Binlerce Biyografi) |
|
|
|