|
Selim İleri
yazar, romancı
30 Nisan 1949 tarihinde İstanbul'da doğdu. Bilim adamı Profesör Hilmi İleri'nin oğludur. 1968 yılında Atatürk Erkek Lisesi'ni bitirdi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni yarıda bıraktı. 19 yaşında Cumartesi Yalnızlığı isimli ilk öykü kitabı yayınlandı. İlk yazısını 1967 yılında, Yeni Ufuklar dergisinde yayımladı.
1998 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığınca verilen Devlet Sanatçısı unvanını aldı. .
Romanlarında ve öykülerinde bireyin zengin iç dünyasını başarıyla yansıtabilen yazar,ilk eserlerinde bireyler arasındaki iletişimsizlikleri de ön plana çıkarır.
Yıllarca, Cumhuriyet gazetesinin kültür-sanat sayfasında, "Yazı Odası" köşesinde makaleler yazmıştır. Radyo ve televizyonlara bir çok program yapan yazar, 2008'in yarısında başlayan programı "Selim İleri'nin Not Defterinden"i de sunuyor. Her pazar canlı olarak yayımlanan programı, TRT-2 sunuyor. Ayrıca 2008 yılından beri Zaman Gazetesi'nin Cumartesi ekinde İstanbul'la ilgili yazılar kaleme aldı.
ESERLERİ:
* Cumartesi Yalnızlığı
* Bir Denizin Eteklerinde
* Pastırma Yazı (kitap)
* Dostlukların Son Günü (1978 Sait Faik Hikaye Ödülü)
* Eski Defterlerde Solmuş Çiçekler...
* Fotoğrafı Sana Gönderiyorum
* Kötülük
Romanları
* İlkgençlik Çağına Öyküler(Derleme)
* Yarın Yapayalnız
* Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak
* Hayal ve Istırap
* Destan Gönüller
* Her Gece Bodrum (1977 TDK Roman Ödülü)
* Ölüm İlişkileri
* Bir Akşam Alacası
* Cehennem Kraliçesi
* Yaşarken ve Ölürken
* Saz Caz Düğün Varyete
* Ölünceye Kadar Seninim
* Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın
* Allahasmarladık Cumhuriyet (Oyun)
* İstanbul Lâle İle Sümbül
* Kafes
* Anılar; Issız ve Yağmurlu
* Daha Dün
* Oburcuğun Edebiyat Kitabı
* Evimizin Tek Istakozu
HABER
''Ödülün Gül'ün döneminde gelmesine mutlu oldum''
haberturk 28 Kasım 2012
İlkokul yıllarında okuma kitabındaki Reşat Nuri Güntekin'in bir hikayesinden etkilenerek, yazar olmayı kafasına koyan ve bu uğurda İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni yarıda bırakan Selim İleri, 45 yıllık yazarlık hayatına 45'in üzerinde kitap sığdırdı. Selim İleri, ''eserlerinde gelenekle yeni arasında köprü rolü üstlendiği'' için bu yıl ''Edebiyat'' alanında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'ne değer görüldü.
Ödülünü yarın Çankaya Köşkü'nde düzenlenecek törenle almaya hazırlanan Selim İleri, duygu ve düşüncelerini anlattı.
"ÖDÜLÜN CUMHURBAŞKANI GÜL'ÜN DÖNEMİNDE GELMESİNE MUTLU OLDUM"
Selim İleri, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'ne layık görülmesine şaşırdığını belirterek, ''Ödülü almayı hiç beklemiyordum. Benim için sevindirici bir sürpriz oldu. Son yıllarda müthiş bir popülerlik merakı var Türkiye'de, bundan uzakta kalmayı tercih etmişken böylesine yüksek makamdan ödülün gelişi beni çok mutlu etti'' dedi.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ü, sağduyusu ve sevecen tavrı dolayısıyla sevdiğini ifade eden İleri, ödülün bu dönemde gelmesinin kendisini ayrıca mutlu ettiğini söyledi.
İleri, eserlerinde gelenekle yeni arasında köprü rolü üstlendiği için ödüle değer görüldüğünü hatırlatarak, konuşmasını şöyle sürdürdü:
''Bu başlangıçta bilerek olan bir şey değildi. Bir sezgiydi, geçmişin değerlerini bugünde yeniden yaşatmak... Çünkü bir tek bizim toplumumuzda bu yok. Diğer gelişmiş batı toplumlarına bakıldığında geçmişteki değerlerini bir şekilde gündemde tutmak ve yaşatmak için çok çaba harcıyorlar. Biz de öyle değil ne yazık ki, hem edebiyat alanında hem de başka alanlarda sizin ömrünüzle sınırlı oluyor. Bu bana çok yanlış geliyor. Geçmişinizi illa sevmek zorunda değilsiniz ama anlamak, bilmek, yorumlamak gerekir. Bu olmadığı takdirde hep aynı problemler sürüp gider. Fakat bunları başlangıçta çok düşünmüş değildim. Geçmiş yazarlarımızı anmaktan, onların eserlerinden duyduğum mutluluğu başkalarıyla paylaşmaktan hoşlanıyordum. Sonra sonra bu bir görev gibi olmaya başladı.''
Abdullah Gül ile Cumhurbaşkanı olduğunda Çankaya Köşkü'nde yazarlara verdiği yemekte tanıştığını anlatan İleri, ''Sayın Gül, zarafeti, inceliği, ölçüsü olan biri. Tanışmaya giderken hiçbir fikrim yoktu ama bizi kabul ettiği andan itibaren ne kadar müşfik bir tarafı olduğunu hemen hissetmiştim'' dedi.
Yazar İleri, Cumhurbaşkanı Gül'e bazı kitaplarını gönderdiğini, ancak okuyup okumadığına ilişkin bir fikrinin olmadığını dile getirdi.
Selim İleri, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün eşi Hayrünnisa Gül'ün de iyi bir edebiyat okuru olduğunu ''Kitap Okuma Günleri'' etkinliğinde fark ettiğini sözlerine ekledi.
"YAZMAKTAN ÇOK OKUMA OBURUYUM"
Yazma macerasının, ilkokuldaki okuma kitabında yer alan Reşat Nuri Güntekin'in ''Kirazlar'' hikayesinden etkilenerek başladığını anlatan Selim İleri, sonraki yıllarda, İstanbul Radyosu'nun ''Radyo Tiyatrosu'' bölümünde Tennessee Williams'ın radyofonize edilen ''Sırça Kümes'' adlı oyununu dinlediğini ifade ederek, ''O oyunu dinlediğim vakit, 'illa yazar olacağım' diye içimden söylemiştim'' dedi.
İlk öykü kitabı ''Cumartesi Yalnızlığı''nı 19 yaşında yayınlayan, romanlarında ve öykülerinde bireyin zengin iç dünyasını başarıyla yansıtabilen İleri, 45 yıllık yazarlık hayatına 45'in üzerinde kitap sığdırdığını belirtti.
İleri, 1970'li yıllardaki senaryo çalışmalarına da değinerek, ''Asıl isteğim, sinemanın içinde var olmaktı. Senaryo yazmak diye bir düşüncem yoktu. Bu 10 yıl kadar sürdü. Maddi açıdan bana katkısı olmuştur. Yalnız şunu da eklemek gerekir, çok da mutlu olmadım yazdığım şeyleri beyazperdede seyrederken...Hayal kırıkları oldu. 19 senaryo yazdım, sadece rahmetli Ömer Kavur ile yaptığımız 'Kırık Bir Aşk Hikayesi' adlı filmden mutlu oldum sadece'' diye konuştu.
Etkilendiği ve okuduğu çok sayıda romancı, öykücü ve şair olduğunu aktaran İleri, şöyle devam etti:
''Yazmaktan çok okuma oburuyum. Etkilendiğim isimlere kendi edebiyatımızdan çok sayıda isim vermek mümkün. Behçet Necatigil en sevdiğim şairdir, Oktay Rıfat'ı da çok severim. Romancı olarak Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin, Halide Edip Adıvar, bugün bile severek okuduğum yazarlar. Hikayeci olarak yazarlığımda çok büyük etkisi olan Sait Fait Abasıyanık, Sabahattin Ali, Nezihe Meriç, Oktay Akbal, Orhan Kemal. İlk ustalarım bunlardı ama bu isimler daha sayısız çoğaltılabilir. Batı edebiyatından romancılığım üzerinde etkisi olduğunu düşündüğüm yazarlar Dostoyevski, Virginia Woolf, Tolstoy, Joseph Conrad... Anton Çehov hem hikayeci hem de oyun yazarı olarak çok etkisi altında kaldığım bir isim. Çehov, benim için dünyanın en iyi oyun yazarı.''
"SADECE BABA YADİGARI MASAMDA YAZABİLİYORUM"
Selim İleri, sadece evindeki baba yadigarı çalışma masasında yazabildiğini anlatarak, tatile çıktığında bir şeyler yazamadığını söyledi.
İleri, sabah saatlerine kalemi eline aldığını, akşamları pek bir şeyler yazamadığını, ancak verimli bir günde saat 20.00'den sonra tekrar masaya oturabildiğini anlattı.
''Esin diye bir şey olduğuna inanıyorum ama bunu beklemek olmuyor'' diyen İleri, bazen kelimelerin beklenmedik şekilde akıp gittiğini, bazen de iki satırın bile istenildiği gibi yazılamadığını dile getirdi.
İleri, insanların iç dünyalarını her zaman ilgi çekici bulduğunu ve yazmaya daha fazla değer gördüğünü ifade ederek, kişilerin iç dünyasından bir şeyler öğrenmeye çalıştığını kaydetti.
Bir gülümseyişin, bir hüznün, bir kırıklığın kendisini etkilediğini dile getiren İleri, buradan hareketle kişinin iç dünyasına yol almaya çalıştığını belirtti.
YORUM
'Huzur' okunsa İstanbul böyle korkunç olur muydu?
Zehra Onat
Zaman 16 Nisan 2015
“BİR KİTABIN RAF ÖMRÜ ESKİDEN İKİ ÜÇ AYMIŞ, ŞİMDİ ÜÇ SAATE DÜŞTÜ DENİYOR... BU BİR DEFA, BİR CİNNET! ALICISI OLMAYAN, OKURU OLMAYAN BİR ÜLKEDE, BÖYLESİNE ÇOK YAYIN, BİR CİNNET BENCE.”
Sayısız roman okudu Selim İleri. Bu romanların çoğu hayatı boyunca ona yoldaşlık, yarenlik etti. Hatta bazı romanlarını yazarken onlardan ilham aldı. Türk edebiyatının ince işçisi, geçtiğimiz günlerde bir kitap yayımladı: “Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu”. 1874 yılından 1980’e kadar yayımlanan 229 romanı kapsayan bu kılavuz, adeta bir başucu kitabı.
65 yaşındasınız ve bunca yıllık okuma birikimini, ilkgençlik yıllarına kadar geriye giderek aktardınız. Bahsi geçen kitaplar için hafızanızda kalanlara mı güvendiniz yoksa yeniden okuma yaptınız mı?
Hafıza bazen yeterli olmuyor ya da yanıltıcı olabiliyor. Bellek onu başka türlü kapmış ya da zaman içerisinde kendine göre dönüştürmüş, şüpheye düştüğünüz vakit yeniden okumak bir zorunluluk oluyor. Ayrıca bundan sıkılmadım da, çünkü her yaşta her yeni okuma yeni bir boyut, yeni bir yorum getiriyor kitaba. Kitabı yazarken bir hata yapmayayım diye hemen hepsini sil baştan taradım, en azından tümden taradım, bazılarını da, Adalet Ağaoğlu’nun “Yazsonu” romanı gibi, oturup yeniden okudum. Şüpheye düştüğüm, unutmuş olduğumu fark ettiğim şeyler karşıma çıktıysa aklımda kalanla idare etmedim.
SEVDİĞİM ROMANCILARA TORPİL GEÇMEDİM
Şukufe Nihal gibi bazı romancıların kitapları arasından tercih yaparken Hüseyin Rahmi, Reşat Nuri, Refik Halid gibi yazarların hemen her kitabına yer vermişsiniz. Onlara torpil geçtiğinizi söyleyebilir miyiz?
Yok, geçmedim. Hatta kitap çok kalın hale gelmesin diye Reşat Nuri’den, Hüseyin Rahmi’den almadığım için üzüldüğüm bazı romanlar bile oldu. Torpil hiç geçmedim. Kitaba dâhil edemediğim için üzüldüğüm başka kitaplar, yazarlar da oldu. Sevdiğim bütün kitapları dâhil edebilseydim kitap bin sayfaya yaklaşacaktı, o da okur için bir külfet haline gelebilirdi.
İki cilt olarak yayınlamak bir çözüm olmaz mıydı?
İki cildi düşündük, fakat iki cilt Türkiye’de maalesef pek alışılmış bir şey değil. Birinci cildi alan ikinciyi bir daha almıyor ya da ikinciyi alan birinciyi fark etmiyor. Çok garip bir şey, “İlkgençlik Çağına Öyküler” diye bir öykü antolojim vardı benim, iki ciltti o. İkide bir birinci cildi biter ikincisi bitmezdi. İki cilt tehlikeli bir şey.
Çok sevip de dâhil edemediğiniz romanlar olduğundan bahsediyorsunuz. Onlar hangileriydi?
Mesela, unutulmuş bir romancıdır Şahap Sıtkı. Onun sadece “Kimin İçin” adlı romanını aldım. Oysa belki edebi açıdan “Kimin İçin”den daha değerli başka bir romanı var, “Güngörmeyen Sokak”, ama Ankara’daki bohem çevreyi anlattığı için “Kimin İçin” bana ilginç gelmişti, o yüzden onu aldım. Öteki, Antalya civarında bir Akdeniz kasabasını anlatan bir kitap, ilginç ve değerli bir kitap ama alamadım. Mesela İlhami Bekir Tez, onun “Herhangi Bir Roman Kitabıdır” diye bir eseri vardır, yayınlanışından sonra bir daha kimse ne almış, ne basmış, hiçbir şey olmamış. O da ilginç bir kitaptır. Hüseyin Rahmi’den almak istediklerim oldu, Refik Halid’in yazdığı bütün kitapları almak isterdim. Tabii kimse bana alma demedi ama seçmek zorunda kaldım. Daha çok meseleler etrafında kurmaya çalıştım. Belki onları vurgulamadım ama temel izlekler vardı. Doğu-Batı sorunu, kadının çalışma hayatı, aşk-ahlak konusu, modernizm ile gelenek… O izlekler içerisinde seçmeye çalıştım.
GÜNÜMÜZ ROMANINDA CİDDİ BİR DÖNÜŞÜM VAR
Peki, günümüz romanında bu etkilerin devam ettiğini söylemek mümkün mü?
Günümüzü çok fazla takip ettiğimi söyleyemem, bir defa önce onu itiraf edeyim. Ama gördüğüm şöyle bir şey var: bizi yetiştiren ve bizim de yazmaya çalıştığımız roman üslubu yavaşça nitelik değiştirmeye başladı. Dil değişiyor, anlatım değişiyor, hitap şekilleri değişiyor. Çok ciddi bir değişim ve dönüşüm var. Bu iyi-kötü diye bunu tartışmıyorum ama büyük bir dönüşüm olduğu muhakkak. Belki onlar da kendilerini benim önemsediğim meselelerden uzak tutup kendi meselelerini arıyorlar. Ama bu demek değildir ki, Türk toplumunda Doğu-Batı sorunu çözümlenmiştir ve bir senteze ulaşılmıştır. Ya da aynı şekilde dar kalıplı ahlak anlayışları üzerine gidilebilmiştir. Hayır, bunların hepsi sorun olarak hâlâ varlığını koruyor. O yüzden ben yeni yazarlarımızın da bu sorunlara dönüp bakacaklarına hâlâ inanıyorum. Bugün bir dönem ve başka meseleler etrafında dolaşılıyor ama yarın bu sorunlara dönülecektir. Doğu-Batı sorunu bence hem edebiyatımızda hem de toplumsal hayatta hiç bitmeyen bir sorundur ve bir senteze henüz varılamadığından dolayı da o sorun hâlâ bir yara gibi işlemektedir.
“TANPINAR TESADÜFEN GÜNDEME GELDİ”
Geçmişte Aşk-ı Memnu ve Eylül gibi bazı romanları yeniden yazmak istemişsiniz, neydi bunun sebebi?
Bunda tabii, iki sebep olabilir. Bunlardan biri, o romanı çok sevmiş olduğunuzu düşündüğünüz için siz de aynı şeyi yaşatmak istersiniz. İkincisi de, bu Batı’da çok yapılır hale geldi, mesela Jane Eyre’i vampir Jane Eyre yaptılar. Ben tabii vampir yapmayacaktım Eylül’deki insanları. Ama bu denenmiş bir şey. Eylül’ü gerçekten bir kez daha yazmak isterdim. Bilmiyorum Suat’la Necip’i yangına gönderir miydim! Bir de “Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi”ni yazmak isterdim. Çünkü orada hep ana kahramanın ıstırabı anlatılmaktadır. Hâlbuki orada bir de evli bir kadın vardır, Doktor Nejat’ın eşi, onu yazmak isterdim. Ya da “Kiralık Konak”tan Hakkı Celis’i… Ama artık yazmam herhalde.
Neden?
Hem yaşlandım, eski yazı isteğim aynı şiddette ve aynı kudrette devam etmiyor. Hem de bütün bunlarla ilgilenen çok az genç insan var. Bizim kuşak belki biraz ilgilenir. Ama genç insanlara baktığınız vakit Hakkı Celis’in onları çok fazla ilgilendireceğini sanmıyorum. İlgi de önemli değil, bugünkü ortama karşı bunları tekrardan gündeme getirmek için çok çabaladım. Gerek yazılarımda, gerekse başka alanlarda. Bu kitap da zaten böyle bir endişenin ürünü. Ama ne yaparsanız yapın, o ilgiyi yaratamıyorsunuz. Tesadüfen oluyor. Tanpınar tesadüfen gündeme geliyor.
Bu durumda Sabahattin Ali’nin çok satanlardan inmemesi için ne dersiniz?
Sabahattin Ali çok önemli bir nokta. Sabahattin Ali’yle ilgileniyorlar mı? Hiç zannetmiyorum. Adamın sadece Kürk Mantolu Madonna’sı, galiba 5 yıldır çok satanlarda. İnanamadım! Ama İçimizdeki Şeytan, ya da Kuyucaklı Yusuf, hele o cânım hikâyeler… Şimdi gerçekten insan Kürk Mantolu Madonna’yı sevse, gidip önceki eserlerine de bakar. Ben öyle bir insandım. Sevdiğim bir yazarın hemen koşup öteki kitaplarına da bakardım. Moda oluyor bizde. Modanın ötesine de gidilemiyor.
Peki, Kemal Tahir? Döneminde de çok okunmuş, şimdi de bilinen bir yazar…
Döneminde, ama şu da vardı, Kemal Tahir fırtına gibiydi. “Bozkırdaki Çekirdek”, Köy Enstitülerini olumsuz yönde eleştiriyordu. Doğru-yanlış onu ayrı tartışmak lazım ama o zamana kadar Köy Enstitülerini herkes savunmuş ve birdenbire bir romancı çıkıyor ve tamamen tersini söylüyor. Bu tabii bir olay olabiliyordu. Yani bugün nasıl mesela Gezi üzerine yazılmış bazı eserler bir olay olabiliyorsa, o tartışmanın getirdiği bir satış ve ündü, okuma arzusuydu. Ama bugün baktığınız vakit, o meseleler artık gündem dışı mı kalmış, ne olmuşsa olmuş, pek eski satışı yok.
Bu konu yüzünden edebiyat çevresi de ona sırtını dönmüş…
Müthiş bir satışı vardı. Attila İlhan o zaman Bilgi Yayınevi’nin genel yayın yönetmeniydi ve bana demişti ki, “Dini kitaplar dışında buradan Van’a gidebilen iki tane romancı, edebiyatçı var; biri Ömer Seyfettin, biri de Kemal abi. Hiçbirimizin kitabı gitmiyor.” demişti. Van’ı tabii bir sembol, uç nokta olarak alıyor. Yani Kemal Tahir bütün o eleştiri bombardımanının içinde okurla buluşabilmiş bir yazardı.
SİNEKLİ BAKKAL’IN YAZILDIĞI YILI BİLSEN NE OLUR!
Safvet Nezihi’nin Zavallı Necdet’i örneğin 60 yıl kadar ününü korumuş, oysa artık yok. Selami İzzet Sedes, Sermet Muhtar Alus, Reşat Enis hiç kalmamış. Günümüz yazarları 60 sene sonra belki olmayacak… Kitapların unutulmamasını belirleyen ne?
İletişim Yayınları Sermet Muhtar’ı büyük bir emekle yaşatmaya çalıştı fakat okur ilgilenmedi. Bir kitabın raf ömrü eskiden iki üç aymış, şimdi üç saate düştü deniyor. Belki bazıları daha uzun kalıyor ama normalde yayınlanan kitap sayısını böldüğünüzde üç saate kadar inmiş. Bu bir defa, bir cinnet! Alıcısı olmayan, okuru olmayan bir ülkede, böylesine çok yayın, bir cinnet bence. Okur yetiştirmek lazım ve biz onu yapamıyoruz. Onda da birçok sebep var, sadece eğitime bağlamak yanlış. Yarım asırlık yakın dönem tarihimizde çoğu zaman, ister sağ olsun ister sol olsun, düşman olarak görülmüş kitaplar, bu tabii çok acı bir şey. Hiçbir kitap düşman değildir. Kitaplara yaklaşım biçimimiz yanlış. Kitapları sevdirme konusunda en az benim yetiştiğim yıllardan beri eğitimimiz yanlış. Halide Edip kaç yılında doğdu, Sinekli Bakkal’ı kaç yılında yazdı, bunu öğrenseniz ne olacak Allah aşkına! Sinekli Bakkal nedir, onu kimse bilmiyor.
‘Huzur’ okunsa İstanbul böyle korkunç olur muydu?
Günümüzde olduğu gibi geçmişte de siyasi ya da ideolojik bir taraf tutmanın yazarla okur arasına girdiğini görmek mümkün. Yazarlar ne yapmalı?
Bütün bunların dışında kalmak lazım çünkü zaman geçiyor, bütün değer yargıları değişiyor. Yıllarca bu ülkede Nazım Hikmet’in bir vatan haini olduğu söylendi. Sonra ona vatan haini demiş bir kişi siyasi nutkunda onu bir vatan şairi olarak gösteriyor. Ben kimsenin bir şey okuduğuna inanmıyorum. Necip Fazıl mesela, onu ne savunanlar okuyor, ne de karşı taraf! Necip Fazıl Bey’in düzyazılarının çoğunu okumamıştım, geçen yaz onların hepsini okudum. Babali, inanılmaz derece önemli bir kitabı. Orada kendi kişisel yaşamına ait fevkalade önemli bilgiler veriyor bize. Başta da biraz ağır bir ithamla, devrinin onu tutan gözükenlerine karşı, siz bu kitabı nereden anlayacaksınız demiş. Bu bana inanılmaz bir şey gibi geldi. Demek ki bir iletişim kopukluğu var ve hiç kimse karşısındakiyle özdeşlik kurmak istemiyor. Böyle bir toplumda yaşıyoruz; bir trajedi bu. Bugün okunuyor denilen Huzur, Kürk Mantolu Madonna, Tutunamayanlar’ı da belki ekleyebiliriz, ben bunların bile büyük bir içtenlikle okunduğunu, kavrandığını düşünmüyorum. Huzur okunsa ve gerçekten algılanmış olsa İstanbul mimarisi bu kadar korkunç bir halde olabilir miydi? İmkansız bir şey bu.
www.biyografi.net (Binlerce Biyografi) |
|
|
|