|
Muhammed Harb
akademisyen, yazar
Kahire Aynü'ş-Şems Üniversitesi'nden mezun oldu. 1973 yılında doktora için Türkiye'ye geldi. 6 yıl Türkiye'de kaldı. 1980 senesinde İstanbul Edebiyat Fakültesi Yeni Çağ Tarihi Kürsüsünde doktora yaptı. Şehabeddin Tekindağ ve Nihat Çetin hocalarıydı.
Doktora konusu 'Yavuz Sultan Selim ve Mısır Seferi'ydi.
Mısır'da yetiştiği üniversiteye öğretim görevlisi olarak döndü. 1982-1985 arasında Ortadoğu Araştırmaları Merkezi'nde müdür yardımcısı olarak çalıştı.
Sonra Arabistan'a gidip Medine-i Münevvere'de 5 sene bulundu. İmam Muhammed bin Suud Üniversitesi Dava Fakültesi'nde Osmanlı Tarihi okuttu.
Ders kitaplarını hazırlayan komitede üye oldu. Okul kitaplarında Osmanlı Tarihi yoktu. Osmanlı Tarihi için ayrı bir bölüm koydurdu.
Kahire Aynü'ş-Şems Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde Osmanlı Tarihi hocası ve mütehassısı.
2018 yılında Necip Fazıl Uluslararası Kültür Sanat Ödülü’ne layık görüldü.
Evli ve 3 çocuk babası.
ESERLERİ:
1.Sultan II. Abdülhamid ARK KİTAPLARI
2.Osmanlı Aydını ve Yönetim Sistemi KÖKLER DERNEĞİ YAYINLARI
3.Osmanlılar / Tarihte ve Medeniyette ARK KİTAPLARI
4.Ömer Seyfeddin Seçme Hikayeler KONAK YAYINLARI
SÖYLEŞİ
Muhammed Harb: "Türkleri Sevmemiz İçin Çok Sebep Var"
Osmanlı Araştırmaları Merkezi - Mısır Y. Selman
Altınoluk Dergisi (Ekim 1998)
TAN: Sohbete zatıâlinizi tanıyarak başlayalım isterseniz.
Muhammed HARB: Kahire Aynü'ş-Şems Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde Osmanlı tarihi hocası ve mütehassısıyım. Aynü'ş-Şems Üniversitesi'nden mezun oldum. 1980 senesinde İstanbul Edebiyat Fakültesi Yeni Çağ Tarihi Kürsüsünde doktora yaptım ve 6 yıl Türkiye'de kaldım. Şehabeddin Tekindağ ve Nihat Çetin hocalarımdı. Her ikisine de rahmet eylesin. Doktoramın konusu bizim için önemli bir konu olan Yavuz Sultan Selim ve Mısır Seferiydi. Mısırda yetiştirildiğim üniversiteye öğretim görevlisi olarak döndüm. 1982 -85 arasında Ortadoğu Araştırmaları Merkezinde müdür yardımcısı olarak çalıştım. Sonra Arabistan'a gidip Medine-i Münevvere'de 5 sene bulundum. İmam Muhammed bin Suud Üniversitesi Dava Fakültesinde Osmanlı Tarihi okuttum. Bu üniversiteye bağlı ilkokuldan üniversiteye kadar çok okullar vardı. Ben oradayken okul kitaplarını değiştirmek istediler. Hazırlayacak komitede azaydım. Okul kitaplarında Osmanlı Tarihi yoktu. Osmanlı tarihi için ayrı bir bölüm koydurdum. O zaman İslâm tarihi sadece Abbasî Devletinin son dönemlerine kadarmış gibi gösteriliyordu. Suud'lu talebeler o tarihten beri Osmanlı Tarihi de okuyorlar hem de güzel vechesiyle.
Biz İngiliz sömürgeciliği altında 80 sene kaldık. Onların yönetim şekli, kültürleri bize yansıdı. Mısır toplumunda Osmanlı hakkında olumsuz fikirler oluştu. "Osmanlı Sultanları kan severlerdi, zalimlerdi, Osmanlı Devleti Arapları istismar etti, Osmanlı olmasaydı Arap dünyası ilerleyecekti, Osmanlılar savaşçı oldukları için ilim fikir, gelişmemiştir" gibi. Fatih Sultan Mehmed'e bile böyle bakarlardı. Osmanlı Devleti ile ilgili menfi düşünceleri bertaraf etmek için bir hayli teşebbüste bulundum. Kitaplar, makaleler yazdım, konferanslar verdim, kongrelerde bulundum. 1993 yılında bağımsız bir Osmanlı Araştırmaları Merkezi kurdum.
1983'de Ezher'deki Türk talebeleri bana geldiler. Dediler ki; "Biz burada 4-5 yılımızı veriyoruz, bu ilim yuvasında İslâmî ilimleri tahsil ediyoruz. Ama okulumuzu bitirip gittiğimizde kendi ülkemiz Ezheri tanımıyor." Avrupa ülkelerinde dahi Ezher tanınıyor ama Türkiye'de neden tanınmıyordu? Ankara'daki Mısır Sefiri arkadaşımdı. Kendisine bir mektup göndererek Aynü'ş-Şems Üniversitesinde benim nezaretimde "Türk-Mısır Dostluğu Haftası yapabilir miyiz?" dedim. Olumlu cevap verdi. Gereken hazırlıkları yaptıktan sonra o zamanın YÖK Başkanı Kerkük asıllı İhsan Doğramacı'yı davet ettik. Kendisinin bir kongresi varmış yerine Emel Doğramacı'yı gönderdi. Emel Hanım Arapça da bildiği için Mısır'da iyi bir intiba bıraktı. Emel Hanımla Ezher Üniversitesine gittik. Rektör Ferhut o sırada Kuran-ı Kerim dersi veriyordu. Bir Türk heyetinin kendisini ziyarete geldiğini haber alınca sevinerek geldi. Konuşmalar arasında Rektör Bey "Biz Türkleri çok severiz" dedi. Ben esprili bir şekilde "Türkler sizi sevmiyor herhalde" dedim. "Neden?" diye sordular. Ben de Ezher'e Türkiyenin denklik tanımadığını anlattım. Emel Hanım hayret etti, ders layihalarını istedi. İnceledikten sonra YÖK'e götürdü. Bir ay sonra da Türkiye Ezher Üniversitesi'ni tanıdığına dair yazıyı gönderdi.
Ben siyasete girmek istemiyorum, sevmiyorum da. Ama Hikmet Çetin Hariciye Bakanıyken Mısır'a gelip Cumhurbaşkanı ile görüştüğünde o zaman Londra BBC'den şunu dinledim: "Hikmet Çetin Mısır Cumhurbaşkanına Türk talebelerin Mısırda radikalizm öğrendiklerine dair kuşkularını beyan ettiğini söyledi" Sonra bir gazetenin de tahrikiyle Ezher'in denkliği kaldırıldı. Ben akademisyen kimliğimle şunu söylemek isterim. Ezher'in hususiyeti zaten siyasete girmemesidir. Radikal fikirler hiç yoktur. Özellikle Mısır'da matbuat Ezher'i pasif kalmakla eleştirir. Yani pasifliği Ezher'in tabiatıdır, tam ilim yuvasıdır. Şaşırıyorum: Eğer radikalizmden çekiniliyorsa Ezher pasiftir. Eğer ilmi yönünden kuşkulanılıyorsa Türkiye'deki ilahiyat fakültesi düzeyindedir. Benim çalıştığım üniversite laik bir üniversitedir. Ama ben Türkiye'deki laiklik uygulamalarını anlayamıyorum.
Y. Selman TAN: Osmanlı Araştırmaları Merkezinde ne tür çalışmalar yaptığınızı anlatır mısınız?
HARB: İlk olarak Ortaasya'dan, Türkiye'den gelen öğrencilere hazırlığı geçmeleri için Arapça dersi veririz. Geçtiğimiz yıllarda 26 sınıf oluşturduk. Araştırmaya yönelik çalışmalarımız ise; şu anda Türklerin Arapça yazdıkları iki büyük kitabı neşretmeye hazırlanıyoruz. Müneccimbaşı Ahmed Dede Efendi'nin Camiüd düvel'i (Umûmi İslâm Tarihi) 15 cildi buluyor. Kendisi Türktü ama Arap Edebiyatında en mükemmel umumi İslâm tarihidir. Yine Mustafa Cenabî'nin Umumi İslâm Tarihi'ni hazırlıyoruz.
Y. Selman TAN: Türkçeden Arapçaya tercümeniz oldu mu efendim?
HARB: Katip Çelebi'nin Tuhfetül kibar fi esfar el bihar kitabını bastırdık ki İslâm Denizcilik tarihinde en mükemmel kitaptır. Eyyüp Sabri Paşanın Mirâtül Mekke, Miratül Medine, Miratü Ceziretil Arap adlı binlerce sayfalık üç kitabının tamamını tercüme ettik.
Osmanlılar neden en mükemmel yazıyorlardı biliyor musunuz?
İslâm tarihi Araplarla başladı. Tarih kitaplarını da onlar yazdılar çünkü konulara hakimdiler. Sonra Fars tarihçileri İslâm Medeniyeti üzerine güzel eserler ortaya koydular. Medeniyetimizin son ve mükemmel merhalesi Osmanlı merhalesidir. Osmanlı demek İslâm Medeniyetinin tekamül ettiği son nokta demektir. Hat sanatı öyle, mimari öyle. Araplar Celi Divanî diye bir yazı bilmezlerdi. Sanatımıza Osmanlılar kazandırdı. Mesela yine uygun bir örnek; Peygamberimizin Mescidi'nin minberi bir ağaçdı. Emeviler, Memlüklüler zamanında gelişti. Ama Osmanlılar zamanında hem gelişti hem de zerafet, estetik kazandı. Mesela Kahire'deki Sultan Berkük Camisi ile Edirne'deki Selimiye arasında büyük fark vardır. Selimiye bir sanat şahikasıdır. Hatta bizim merkezimizin sembolü, amblemi Selimiye Camisidir. Merkezimizin isminin yazılışı da Divanı Celidir.
Faaliyetlerimizle ilgili bir hususu daha beyan etmek isterim. Arap aleminde son zamanlarda Türkiye'nin davranışları anlaşılmıyor. Bilhassa bizlere karşı Türkiye kendisini sorumlu hissetmiyor. Kendisini müdafaa etmiyor. Meselâ İsrail'le Türkiye arasındaki anlaşmadan Mısırlılar, Araplar çok rahatsız oluyorlar. Birkaç makalemde şöyle yazdım; "Bu anlaşmalarda alınan kararlara bakmayınız. Türk halkı Mısır halkı gibi bir halktır. İsrail'le ilgili bizimle aynı şeyleri düşünür. Yine biliniz ki Türk halkından bizlere zarar gelmez"
Meselâ Erbakan hükümeti görevi devraldığı zaman Mısır Cumhurbaşkanı'nın Müsteşarı Türkiye'ye de İran benzeri radikalizm mi geliyor diye endişeliydi. Güneyimizde Sudan var, Kuzeyimizde de Türkiye mi olacak şeklinde düşünülüyordu. Merkezimizce birkaç yazı yazıldı. Denildi ki; "Türkiye'de hiçbir zaman radikal sistem olamaz. Devlet müesseselerin devletidir. Ayrıca Türk demek tasavvuf demektir. Tasavvufun Türk tarihinde özellikle Türk yönetiminde eğitici bir rolü olmuştur. Tasavvufta radikallik, şiddet yoktur. Merkezimizin Türkiyeyi, böyle müdafaa edip müsbet tanıtılmasına, anlaşılmasına katkısı olmuştur.
Biz Osmanlı Araştırmaları Merkezi'ni kurduğumuz zaman Mısır'da "Osmanlı demek İslâm Hilafeti demektir, biz hilafete karşıyız" dediler. "Ben bir akademisyenim, saham Osmanlı tarihi, çalışmak için böyle bir merkez kurdum" dedim. Hatta avukatımız Osmanlı bölümünde çalışan hanım hocalardan kapalı olmayanlarla gidin yetkililerle görüşün dedi. Sonra "illa Osmanlı diye yazmak lazım mı Türk Dünyası Araştırmaları Merkezi şeklinde yazın, istediğinizi yapın" dediler. "Biz Türk ismini de koyarız fakat ortada bir Osmanlı Medeniyeti gerçeği var" dedim.
Avrupa, Osmanlıyı bizden daha iyi bilir. Neden Osmanlıya karşıdır? Osmanlı Devleti İslâmî bir devletti. Orada hakim kanun şeriattir. Bundan dolayı Osmanlıya karşıdırlar.
Türk Arap ilişkileri problemli yürüyor. Ayrılık nereden geliyor? Bu önemli meselenin üzerinde duruyorum: Yüz sene önce yani 1920'lerden önce hepimiz aynı kültür kökenine bağlıydık. Türkler, Araplar hepimiz İslâm kültürünün kolları idik. En azından din demesek de bu kültüre bağlıydık. Bir Mısırlı ile bir Türk biraraya oturdukları zaman paylaştıkları şeyler vardır. Ama 1920'lerden sonra Türkiye resmen başka bir kültüre sahip çıktı ki bu; Avrupa kültürüdür. Siz resmen Avrupa kültürüne bağlanırken biz İslâm kültüründe kaldık. Ayrılış buradandır. Şunu diyebilirsiniz İslâm dünyasının her tarafında 1920'lerde batıcılarla islamcılar arasında böyle fikri çatışmalar vardı? Şimdi de var ama Türkiye'de batıcı zümrelerin tesiri daha fazla oldu, devleti o yöne sürükledi. Şimdiki ihtilafımız o zümrenin tesiri ile olmaktadır.
Mısır'da ise devletin dini İslâm olmakla yani anayasal olarak islam benimsenmiş olmakla birlikte laik, liberal, batıcı öyle bir kesim oluşmuştur ki, gazeteler televizyonlar onların elindedir, dolayısıyla müslümanlara karşı onların ağırlığı daha fazladır. Mısır'da da laiklik vardır. Ama Türkiyedeki laiklik uygulaması çok farklıdır. Gerçek laiklikte devletin dini olmaz, vatandaşları istediği inanca göre yaşamakta da serbest bırakılır. Maalesef laiklik müslümanlara engel olmak için kullanılmaktadır.
Türkiye'deki Tarih ve Toplum Dergisi'nde bir yazı çıkmıştı. Yazar Türkiye'deki Bağdat Caddesi gibi bir yer olan Süleyman Paşa'da bir dükkana giriyor. Dükkanda çalışanlarla sohbet ederlerken çalışanlar Türkleri Hristiyan olarak bildiklerini söylüyorlar yazar şaşırıyor. Hakikaten Mısırlılar Türkiye'nin inkılaplardan sonra, 70 yıllık serüvenine bakarak Türkiyeyi hristiyanlaşmış olarak bilirler. Yazar devamında diyor ki "Mısırda iki kişi Türk Edebiyatı üzerinde çalışıyor; Birisi Fethi Neklâvi o Nazım Hikmet'in tercümesini yapıyor. Öbürü Muhammed Harb Necip Fazıl üzerinde çalışıyor.
Y. Selman TAN: Necip Fazıl'dan hiç eser kazandırdınız mı Arap okuyucusuna?
HARB: Evet Bir Adam Yaratmak isimli kitabını tercüme etmiştim. İlk çalışmalarıma II. Abdülhamid'in hatıralarıyla başladım. El müctema dergisinde 1970'lerde seri olarak neşrettim. Bir hatıramı daha nakledeyim: rahmet eylesin babam okuma yazma bilmezdi. Ben okulda okurken bana "Osmanlı ile ilgili ne okutuyorlar?" diye sorardı. Ben de "2. Abdülhamid'in kötü bir padişah olduğunu öğretiyorlar "derdim "2. Abdülhamid veli bir zattır. Yanlış şeyler okutuyorlar size" derdi. Sömürgeciliğin ilk dönemlerinde bile Osmanlıya muhabbetin gönüllerden sökülüp atılamadığı anlaşılıyor.
Üniversitedeyken bize Mustafa Kemal'i İslâm dünyasının kahramanı Türkiye'de İslâm'ın müdafii olarak okutuyorlardı. Biz de Atatürk'ün gençliğe hitabesini alıp defterlerimize yapıştırır "böyle müslüman lider bizde de olsa" derdik. Şeyhül İslâm Mustafa Sabri Efendi'nin oğlu İbrahim Sabri hocalarımızdandı. Bize "Siz müslümansınız. Osmanlının, Türkiye Cumhuriyetinin tarihini iyi anlayın" derdi. Fizılalil Kur'an-ı Türkçeye tercüme eden İsmail Hakkı Şengüler'den Türkiye gerçeklerini dinledik kafamız karıştı. Kitaplarda yazanlar başka şeyler söylüyor çok muhterem hocalarımız başka şeyler söylüyorlardı. Bu tezat tevakkuf halinde olmamızı sağladı.
Sonra asistanken doktora yapmak için ya İngiltere'ye gidecek ya da İstanbul'a gelip okuyacaktım. Arkadaşlar "Aman İngiltere'deki okullar dünyanın en seçkin bilim merkezleridir. Oraya gidersen İngilizce bilecek parlak bir istikbale de sahip olacaksın" dediler. Bu tezat kafama takıldı. Düşmanımız olan Avrupa'ya gidip de orada Osmanlı tarihini öğreneceğime yerine gider İstanbul'da öğrenirim diye düşündüm.
Hocalarım "Türkiye'ye gittiğin zaman şark bölgesi olduğu için az para alacaksın" dediler. İngiltere ve Amerika'ya gidene devlet 20 kat fazla burs veriyordu. Osmanlıya karşı sevgim ve bu tezat beni İstanbul'a getirdi. 'a şükürler olsun.
Ahmed Said Süleyman diye bir hocamız vardı.
İstanbul'a 6 ay için gelmişti. Sorbon'da bulunuyordu. Bana "Türkiye'ye gidersen bir istifade olmayacak, Türk halkı enaniyetli bir halktır, yardım göremezsin, Türkler çok asabidir, hocan sana kızarsa doktora alamazsın" dedi. Böyle bir intiba ile geldim ama 6 sene içerisinde hiç kavga görmedim, çok yardım gördüm. Hatta Anadolu'ya gittiğimde lokantalarda, çay bahçelerinde Arap olduğum için bana sevgi gösterirlerdi, ücret almazlardı. Bu edebe çok mütehassis olurdum. O sevgi, o saygı bana değil şahsımda İslâm'a idi. Türk halkını çok sevdim. Hatta bu benim özel hayatımdır ama hayatımda Türkiye'de kaldığım 6 yılın ne öncesinde ne de sonrasında 'a o kadar yakın olabildim. İbadet bakımından, ruhani bakımdan mutmein haldeydim.
Y. Selman TAN: O sizin niyetinizdeki halisliğin bereketidir herhalde efendim.
HARB: Hakikaten onun bereketidir. İstanbul mübarek bir yerdir. Türkiye'nin müsbet olan gerçek yüzünü Arap dünyasına tanıtmak, İslâm alemiyle bağını kurmak gerekmektedir. Türkiyenin de buna ihtiyacı vardır, Arap dünyasının da İslâm aleminin de. Maksadım gücüm yettiği kadar budur.
Y. Selman TAN: Efendim kendiniz bir Arap olmanıza rağmen Osmanlı Araştırmaları Merkezini kurmanıza sebep nedir. Türkleri neden seviyorsunuz?
HARB: Türklerin alameti farikası "verici" olmalarıdır. Fedâkarlıklarıdır, müsamahakârlıklarıdır.
Sonra Osmanlı devleti sadece bir Türk devleti değildi. Bosna Hersek'in birçok yerine gidin sanki kendinizi Anadolu köylerinde kasabalarında geziyormuşsunuz gibi hissedersiniz. Osmanlı kültürü İslâm dünyasının topyekün kültürel değeridir. O varlığın mirascıları da Türklerdir. Bizim Türkleri sevmemiz için çok sebep vardır. Gelecek açısından da Türklerden çok ümitler besliyoruz
Bir hadise anlatayım; Hasan el Benna'nın oğlu Seyfülislam ile Riyad'da bulunduğum zamanlarda karşılaştık. Bir müddet sohbetten sonra beni evine davet etti. Akşam evine girdiğimizde kendisine "Bir Türk hanımla evlisiniz muhakkak" dedim. Hayretle "Evet ama nereden bildiniz?" dedi. Birkaç sebepten dedim. "Birincisi; biz evin kapısına geldiğimizde kapı otomatikle açıldı. Ancak bir Türk hanım kocasının eve geliş saatinde kapının önünde bekler. İkincisi; bizi çocuklar karşıladı, gelen misafirin elini öpüp, hoşgeldiniz dediler. Üçüncüsü; evin düzeni, temizliği eşyaların intizamıydı. Sonuncusu ise; içeriden Türk yemeklerinin kokuları geliyordu" dedim. Hakikaten Türk mutfağı da oldukça zengin ve lezzetlidir. Seyfülislâm "Hakikatten doğru" dedi. Emin Saraç hocanın evlenmesine vesile olduğunu anlattı.
Mesela ben Ezher'deki Türk öğrencilerin Mısırlı kızlarla evlenmelerini doğru bulmuyorum. Bizim müslüman neslimizin kuvvetli olması gerektiği düşüncesiyle bunları söylüyorum. Sizler büyük bir milletin son neslisiniz. Güzel İslâmî terbiye örf, adetler yüzyıllarda yerleşiyor. Kısmen de olsa o terbiyeyi taşıyorsunuz. Bizde o derinlik yoktur diyorum. Mısır'ın 1881 den 1952 ye kadar İngiliz hakimiyetinden geçmiş olması bizdeki asaleti ortadan kaldırdı. Eskiyi muhafaza eden bazı aileler kaldı. Sizde asalet yine de tevarüs ediyor.
Y. Selman TAN: Türkiye'deki islâmî çalışmaları, tasavvufi hayatı nasıl buluyorsunuz?
HARB: Türkiyedeki islâmî çalışmalar çok akıllıca yapılmaktadır. Bütün İslâm kültürünü göz önünde bulundurarak çalışmalar yapmak istiyorsunuz. Tercüme kitaplar oluyor, yeni telifler oluyor, İlahiyat fakülteleri açılıyor. İslâm'ı toplumda yaşanır hale getirmek için uğraşıyorsunuz. Bunu da halim - selim İslâm'ın ruhuna uygun bir tarzda yapıyorsunuz.
Size emri bil mauf nehyi anil münkerin bu metodu tasavvufdan geliyor. Diyebilirim ki İslâm dünyasında tasavvufun aslına en uygun örnekleri Türkiye'dedir.
Tevratın "Tekvin" bölümü "Başlangıçta kelime vardı" diye başlar. Ben de tasavvufla ilgili bir yazıya "Başlangıçta tasavvuf vardı" diye başladım. İslâmın özü ruhu tasavvuftur. Tekamül tasavvuftadır. Tasavvuf kişinin hem aklını çalıştırır hem de ruh verir.
İstanbul'da talebe olarak bulunduğum dönemlerde komşumuz Ahmet Topbaş Bey akrabalarıyla ziyaretime gelmişti. Konuşmalar arasında ben daha Türkçeye tam hâkim olamadığım için kötü bir kelime sarfetmişim. Sonradan farkına vardım ve birkaç gün üzüldüm. Ahmet Bey'le karşılaştığımız zaman kendisine o kelimeyi yanlışlıkla kullandığımı ifade edip özür beyan ettim. Ahmet Bey "Biz dilinize bakmıyoruz, gönlünüze bakıyoruz" dedi. Hayatımda ilk defa bu kadar etkilendim ve şoke oldum. Ben yanlış konuşabilirdim ama beni doğru anlıyorlardı. Böyle insanlar da varmış dünyada dedim kendi kendime. İşte istenen ruh bu ruhtur.
Y. Selman TAN: Efendim Teşekkür ederiz
HARB: Ben teşekkür ederim.
HAKKINDA YAZILANLAR
Büyük Türk Dostu Dr. Muhammed Harb
Mustafa MİYASOĞLU
Vakit 21 Şubat 2012
Sözünü edeceğim ve kendi cümlelerinden iktibasla kendisini anlatacağım Prof. Dr. Muhammed Harb, Kahire Ayn Şems Üniversitesi Edebiyat Fakültesi hocalarından ve Osmanlı Araştırma Enstitüsü’nün kurucusu…
Bir yıl kendi ülkesinde, bir yıl da öteki Arap ülkelirinden birinde çalışan bu dostumun geçen hafta bir kitabının önsözü dilimize çevrilip Kültür sayfasında yayınlandı. Bir Adam Yaratmak adlı Necip Fazıl’ın piyesini 1988 yılında Arapça’ya çevirmiş ve orada yayınlanarak İskenderiye Tiyatrosu’nda yayınlanmıştı.
Geçen yıl Ömer Seyfeddin’le ilgili bir Sempozyum için davet ettik, koşarak geldi. Şimdi de Ömer Seyfeddin’in hikayelerini çeviriyor. Ayn Şems Üniversitesi’nde Türkçe Bölümü’nde öğrencilik ve hocalık yaparken, Ömer Seyfeddin’in hikâye ve hikâyeciliği ile nasıl tanıştığını ve kimlerin okuttuğunu anlattı ve sözü bu yazara getirerek şunları anlattı:
“(Yozgatlı) İhsan Efendi o talebelerden İsmail Hakkı Şengüler’i Üniversite’ye aldı ve Türk Dili ve Edebiyatı okutuyordu. İsmail Hakkı Şengüler hocadan ayrı Ali İhsan Okur, Nihat Yazar da geldiler, Türk Dili ve Edebiyatı okuttular. Bilhassa Nihat Yazar bey, daha fazla Ömer Seyfeddin hikâyelerinden seçmeleri talebelere ders olarak verdi. Bundan birkaç yıl sonra Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu İbrahim Sabri Efendi Türk edebiyatını okutmak için çok faaliyet gösterdi. O zaman talebelerin arasında ben de vardım.
İbrahim Sabri Efendi daha çok edebiyatçı olmasına rağmen, bize hep yeni Türk tarihini anlatıyordu. Edebiyatta daha fazla Mehmet Âkif üzerinde duruyordu. Ama İbrahim Sabri Efendi, bize hep Ömer Seyfeddin’i anlatıyordu, ama edebi eserlerinden okutmuyordu. Nihat Yazar, Ömer Seyfeddin’e hayrandı. Bize Topuz, Gizli Mabet, Pembe İncili Kaftan gibi Ömer Seyfeddin’in hikâyelerini Arapça’ya çevirip anlatırdı. Büyük Türk yazarın ismi Mısırlı talebeler tarafından duyuldu. Ömer Seyfeddin’in üslubu sade, konuları Şark halklarınca mutattı. Ömer Seyfeddin’in ele aldığı konular, bilhassa toplumsal konulardı. Doğu milletlerinin aşağı yukarı aynı, benzer meseleleri var, bilhassa millî ve tarihî hikâyeleri çok beğenildi.”
Onun bizimle ve kültürümüzle ilgisini de en iyi şu cümleleri ortaya koyuyor:
“1973 yılında doktora için Türkiye’ye geldim. Tarihçi olduğum için, merhum Prof. Dr. Şehabettin Tekindağ’ın yanındaydım. Doktora konusu, Yavuz Sultan Selim ve Mısır Seferi idi. İstanbul Beyaz Saray Kitapçılar Çarşısı’nda Türk romancı Mustafa Miyasoğu ile tesadüfen karşılaştık ve tanıştık. Mustafa Bey bana Türk edebiyatını sevdirdi. Sayesinde Türk edebiyatını ve yakın tarihini birazcık öğrendim. O zaman “Sedir” ve “Sebil” dergilerinde ve daha sonra da Suffe Kültür Sanat Yıllığı’nda benim çalışmalarım hakkında bilgi veren yazılar, konuşmalar neşretti. Kendisiyle tanışmamdan sonra yazdığı Hicret Destanı’nı Kuveyt El-Belağ adlı haftalık dergide tercüme edip de neşrettim. Mustafa Miyasoğlu bana Necip Fazıl Kısakürek’i sevdirdi, binaenaleyh, Necip Fazıl merhumun “Bir Adam Yaratmak” adlı piyesini Arapça’ya tercüme ettim. Kahire Dârü’l Hilal Yayınevi’nde neşrettim. (Kahire Dârü’l Hilal, 1988).
Dış Türkler diye bir şey bilmezdim, onları da Türk yazarı Mustafa Miyasoğlu’ndan öğrendim. Akabinde, Azeri modern hikâyeler, Özbekistan edebiyatından, hatta Kırım Türk edebiyatından tercümeler yaptım. En meşhur olanını, Cengiz Dağcı’nın Korkunç Yıllar adlı romanını 20 yıl önce Arapçaya çevirdim. Kırımlıların yaşadığı faciayı onunla öğrendi Araplar… Edebiyat tarihten daha çok insanların yaşadığı acıları anlatıyor, herkesi ilgilendiriyor.
Bu meyanda Mustafa Miyasoğlu bana Ömer Seyfeddin’i yeniden teşvikçi bir şekilde anlatıp sevdirdi. Onunla Türkleri tanıtman çok kolay dedi. Ömer Seyfeddin’in Forsa hikâyesini Arapça’ya çevirdim ve Arapların o zamanki en meşhur dergisi olan El Arabi’de neşrettim.”
Mısır’a döndüğümde Mustafa Miyasoğlu ile bağlantım sürüyordu, kendisiyle dost olduğumuzdan, bir Mısırlı master öğrencimize “Mustafa Miyasoğlu’nun Romancılığı” konusunu teklif ettik, öğrencimiz memnun oldu. Masterını yaptı, tamamladı, doktor hoca oldu.
Fakat Mustafa Miyasoğlu bey beni bir gün aradı. Bu sefer Ömer Seyfeddin hakkında her zamanki anlattığından başka şeyler söyledi. Netice olarak bana onun bir kitapta toplanacak hikâyelerini bir talebemin Arapça’ya tercüme etmesi teklifini yaptı. Bu kitap hem Kahire’de, hem de İstanbul’da basılsın diyordu. Ben de, Ömer Seyfeddin’in bir kitaplık hikâyesini Arapçaya çevirme şerefini kimseye vermem, dedim. Nihayet Ömer Seyfeddin’den 10 hikâye seçtim ve tercümeye başladım. İnşallah Kahire Dârü’l Hilal Yayınevi’nde neşredeceğim.”
İnşallah bu Ömer Seyfeddin’den tercüme ettiği hikayeler bu yıl Kahire’de ve Türkiye’de yayınlanacak ve çok sevileceğine inanıyorum. Bir ameliyat geçiren dostuma sıhhat diliyorum
HAKKINDA YAZILANLAR
Gurbette bir Osmanlı
Mehmed Niyazi
Zaman 8 Ekim 2012
Başta İngiltere olmak üzere bütün Batılılar, oryantalistler Osmanlı’nın temelini oymak için hilafeti gasp ettiğini İslam dünyasında, bilhassa Arap âleminde sinsi bir şekilde işlemeye başlamışlardı.İlk taraftarlarını Sünni İslam’ın dışında buldular; zamanla Sünni kesimden de onların görüşlerini paylaşanlar çıktı. Tabii İslam dünyasının, Arapların geri kalmasının faturasını da Osmanlı’ya kestiler. Ne yazık ki bir Arap, bir Acem düşünürü çıkıp geri kalışımızın ciddi analizini yapmadı; onların bir kısmı Batı’nın değirmenine bilerek su taşırken, bir kısmı da ucuzculuğa kaçıp suçu Osmanlı’ya atıyorlardı.
Osmanlı, provokatörlerin elinde oyuncak olmasın diye hilafeti 1517’de III. Mutevekkil Alallah’tan merasimle aldı; fakat Osmanlı hilafetin dinî bir anlamı olmadığını, tarihî bir değer taşıdığını biliyordu. Hindistan’daki Babüroğulları da “Halife” unvanını kullandıklarından ikilik doğmaması gayesiyle Osmanlı bunu kullanmadı. Sadece 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’nda Kırım’da, Eflak ve Boğdan’da kalan Müslümanlarla aramızda bir tutamak bulunması umuduyla diplomatlarımız Osmanlı Sultanı’nın halifelik vasfını gündeme getirdiler; sonra yine hiç kullanmadılar. Ne zaman ki Hindistan’daki Babür Devleti sükut edip dünyada ciddi bir İslam devleti olarak sadece Osmanlı kalınca, II. Abdülhamid Han halifeliği devletin temel istinatgâhlarından biri haline getirdi. Tabii Batılılar aynı temele vurgu yapmalarını hızlandırdıkları gibi Osmanlı’da ırki hasletlere dayanan milliyetçilikleri körüklediler. Bu sırada İngilizlerin eline geçen Mısır, Osmanlı düşmanlığının önemli merkezlerinden biri olarak teşkilatlandırıldı. Muhammed Harb de Mısır’da dünyaya gözlerini açtı. Şuuruna kavuşurken Osmanlı, Türk düşmanlığıyla gıdalanması tabii idi; Arap ırkçısı, hatta Baasçı olması son derece normaldi. Tarih doktorası yapmak için Türkiye’ye geldi. Mısır, Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı’ya dahil edilmişti. Herhalde bu işin ve sonra geçen Osmanlı yüzyıllarının Mısır bakımından ne karanlık dönemler olduğunu ispat amacıyla Yavuz’un Mısır seferini doktora konusu olarak ele aldı.
Konuyu incelemeye başlayınca, emperyalistlerin anlattıkları gibi olmadığını gördü. Harb’in değişik dillerde yayımlanmış kitaplarını okumuş değilim; fakat benim için onun en büyük tarafı önyargılarını bilgi ve vicdanıyla kırıp doğru düşünmesi, Osmanlı’nın hakkını teslim etmesidir. Bu, ilim âleminde örneğine pek az rastlanan bir olaydır.
Klasik tarihçilerin sadece geçmişe dair bilgileri vardır; bilge tarihçiler ise tarihi bilgilerin ışığında geleceği de yorumlarlar. Muhammed Harb bilge tarihçidir. Diyor ki; Osmanlı olmasaydı, Irak günümüzde Acemleşir ve tamamen Şiileşirdi. Bütün Kuzey Afrika da Hıristiyanlaşır, dilleri de İspanyolca ve Fransızca olurdu. Bu tespit tamamen doğrudur. Osmanlı nereyi Türkleştirmiş, kimleri zorla Müslüman yapmıştır. Osmanlı iki kaynaktan beslenir; biri Orta Asya bozkırları, diğeri Mekke ve Medine’dir. Gövdesi Orta Asya’da oluştu; ruhu Mekke ve Medine’den geldi; o gövde, o ruha göre şekil aldı. Hz. Ömer döneminde İslam ordusu Şam’ı fethetti; yıl dolmadan Şam’dan çıkmak durumunda kaldı; vergi devletin bir yıllık hizmeti karşılığı aldığı paradır. Bir yılı doldurmadan çıktığı için Müslüman olmayanların parası iade edildi; aynı şeyi Selçukluların Diyarbakır’da, Osmanlıları Selanik’te yaptıklarını görüyoruz. Fakat Batılılar Osmanlı’nın emperyalist olduğunu işlerler; bizim kültür ve medeniyet havzamızdaki geri zekâlılar da aynı şeyi tekrarlarlar. Bütün yıldırımları üzerine çekmeyi göze alarak bu iddiaya Harb karşı çıkmıştır; çünkü vicdan sahibidir; bilge tarihçiliğin bir vasfı da vicdan sahibi olmaktır. Hiçbir şey yazmamış olsa bile, bu tavrı onu ölümsüzlerin kervanına katmıştır.
Kuveyt Dışişleri Bakanı, Harb için “Bunda Türk kanı var; aksi takdirde bu kadar Osmanlı’yı savunmazdı” deyince Harb, Mekke’de cahiliye dönemine kadar uzanan şeceresini yayımlayarak cevap vermiştir. O Dışişleri Bakanı’nın da suçu yok; zira biz çağımızda gerçeği dile getiren kaç tane vicdan sahibi ilim adamıyla karşılaştık. Biz Türkler sana şükran borçluyuz değerli Muhammed Harb; iyi ki varsın aziz dost.
ESER-AYRINTI
SULTAN II. ABDÜLHAMİD
Muhamed Harb
Ark Kitapları
Osmanlı sultanları arasında gerek şahsiyeti, gerekse de yönetim tarzı anlamında en tartışmalı isimlerden biridir, Sultan II. Abdülhamid...
Saltanatı döneminde hemen hemen tüm etkin şahsiyetlerin kendisine karşı olduğu Abdülhamid, yaşadığı dönemde dahi ağır ithamlara maruz kalmıştır. Kan içici vampir, eli kanlı katil, diktatör ve kızıl sultan gibi isimlendirmelerle anılan ve saltanatı süresince gün yüzü gösterilmeyen sultan, meşhur bomba olayında suikastla ortadan kaldırılmaya da çalışılmıştır.
Ölümünden sonra gelişen hadiseler muhaliflerinin onunla ilgili düşüncelerinin yanlışlığını ortaya koymuş olmasına rağmen, hakkında günümüzde dahi pek çok kimse tarafından dillendirilen olumsuz ithamların, sultanın kişilik ve yönetimi üzerinde bir esrar perdesinin oluşmasına sebep olduğu gerçeği de göz ardı edilmemelidir.
Vehim ve korkularının gölgesinde yaşadığını savunanların yanında, ulu hakan ve cennetmekân gibi sıfatlarla da anılan II. Abdülhamid, hakkında en fazla konuşulan ve yazı yazılan tarihî şahsiyetlerden biri olmayı sürdürmektedir.
Yayın Yeri İstanbul
Yayın Tarihi 2012
Teknik Özellikler 275 s 13,5*21
ISBN 978-605-5350-29-1
Kitap Dili Türkçe
www.biyografi.net (Binlerce Biyografi) |
|
|
|