|
Gökhan Akçura
yazar, senarist, reklamcı, yayıncı
1951 yılında doğdu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Aynı alanda öğretim üyesi olarak çalıştı. 1980'den sonra üniversiteden ayrıldı. Reklamcılık, senaryo yazarlığı, yayıncılık ve editörlük yaptı.
İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda dramaturg olarak çalıştı. Ayrıca serbest araştırmacı, yazar ve radyo programcısı olarak da çalışmalarını sürdürmektedir. Akçura'nın sinema, tiyatro ve gündelik yaşam tarihi ile ilgili birçok kitabı yayımlandı. 1998 yılında Albüm Dergisi'nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Birçok belgesel ve serginin hazırlanmasında katkıları oldu. Özellikle İthaki Yayınları arasında dokuz kitaplık Ivır Zıvır Tarihi dizisiyle ilgi çekti.
ESERLERİ:
Ivır Zıvır Tarihi: Unutma Beni
Ivır Zıvır Tarihi: Gramofon Çağı
Ivır Zıvır Tarihi: Uzun Metin Sevenlerden misiniz?
Ivır Zıvır Tarihi: Turizm Yılı Sıfır
Ivır Zıvır Tarihi: Şen Gönüller Diyarı
Ivır Zıvır Tarihi: Evvel Zaman Bisiklet
Ivır Zıvır Tarihi: Aile Boyu Sinema
Ivır Zıvır Tarihi: İnsanlar Alemi
Ivır Zıvır Tarihi Arşiv: Kedi Kitabı
Ivır Zıvır Tarih Arşiv: Aşk Kitabı
Ivır Zıvır Tarihi Arşiv: Yılbaşı Kitabı
Zaman Makinesi: Aya Seyahat
Zaman Makinesi: Hamini Gırtlak
Zaman Makinesi: İstanbul Twist
Melek Kobra: Hatıratım (Yayına hazırlayan)
HABER
Türk Sinemasının 100. Yılı Sergisi
A. ESRA YALAZAN
Zaman 26 Eylül 2014
Gazete ilanları, film broşürleri, afişler, gala gecesi fotoğrafları, imzalı ‘artist fotoğrafları’, dergiler, sinema biletleri, hayran mektupları... İstanbul Modern’de, önceki gün açılan “Yüzyıllık Aşk” sergisi, Yeşilçam’ın 100 yıllık serüvenine selam gönderiyor. Sinemanın tılsımını hissedenler için duygusal, biraz kederli ama bir o kadar da zihin açıcı olan sergi, 4 Ocak 2015’e kadar açık kalacak.
Basın toplantısında serginin küratörlerinden araştırmacı, yazar ve arşivci Gökhan Akçura, “bu salondakilerin çoğu televizyonsuz yılları bilmez, onun hayatımızı nasıl değiştirdiğini de...” deyince salonda hafif bir kıkırdama oldu. Gülenlerden biri de bendim, zira televizyonu ilk gördüğüm anı -sanıyorum beş/altı yaşlarındaydım- gayet iyi hatırlıyordum. Siyah beyaz hareketli görüntüleri arka arkaya izlediğimde efsunlu bir hikâyenin içinde dolaşırken merak dürtümü kırbaçlayan o kutunun içine de girmek istiyordum. Oyuncağın kendisini değil, nasıl yapıldığını merak eden çocuklar gibi huzursuzdum. Sonra giderek o akışkan görüntülere, sinema perdesinden zihnime, hatıralarıma ve hatta geleceğime kazınan görüntülere alışıverdim. Aslında çok kolay oldu. Bir süre sonra onlarla var olmuşum gibi hissediyordum. Sinemanın toplumsal, edebi, sanatsal, sosyolojik boyutlarını elbette çok sonraları idrak ettim ama beni ‘birey’ olmaya hazırlayan o efsunlu masalın manasını sezgilerimle keşfetmiştim. Sinema benden önce vardı ve anlaşılan benden sonra da hep olacaktı. Umut, neşe, keder, karamsarlık, ‘sonsuzluk, yalnızlık, merhamet, kötülük, dürüstlük hepsi oradaydı. Büyüyüp Bergman’ın ‘Sinematografi insan yüzüdür’ cümlesini okuduğumda onu çok önceleri kavramış olduğumu hatırlıyorum. Sinema popüler yanıyla da insanı en geniş kucaklayan sanatlardan biriydi.
İstanbul Modern’de önceki gün Türk sinemasının 100. yılı dolayısıyla açılan ‘Yüzyıllık Aşk’ sergisini dolaşırken öncelikle sinema sanatının insanla ve seyirciyle ilişkisini düşünüyordum. Zaten sergi de ağırlıklı olarak bu tema üzerine kurulu. Gazete ilanları, film broşürleri, afişler, gala gecesi fotoğrafları, imzalı ‘artist fotoğrafları’, dergiler, sinema biletleri gibi özel köşeler izleyene sadece kendi kişisel anlarını çağırmıyor, seyircinin sinemayla olan güç/kırılgan ilişkisini de gösteriyor. Özellikle biletler! Evet tarihten muhtelif biletlerin sergilendiği o bölümde durup belli bir dönem seyircisine ne hissettirdiğini de hatırlıyorsunuz. Bilet deyip geçmeyin, Yeşilçam sinemasıyla büyüyen birkaç kuşağın ceplerinden buruş kırış çıkan o yırtık biletlerin derin bir mazisi vardır. Ve bu aynı zamanda toplumsal belleği de işaret eder. ‘Yüzyıllık Aşk’ı önceki sergilerden ayıran fark, belki de bu boyutu özenli bir düzenlemeyle sunuyor olması. Teknolojinin de desteklediği imkânları kullanarak iPad’lerden basılı malzemeleri incelemek de mümkün.
Özellikle ‘Sinema Seyircisi Fanatiktir’ başlıklı bölümde fanatiklerin kişisel dünyalarından eşyalar, çikletlerden çıkan resimler, yıldız takvimleri, resimli çay tabakları, cüzdanlar, imzalı ‘artist’ fotoğrafları ve benzeri nesneler var. ‘Evrensel halk kahramanı’ olarak nitelendirdiği Yılmaz Güney için beş kamyonluk arşiv oluşturan Vadullah Taş ve benzerleri görülmeye değer. Bu bölümde en çok ilgimi çeken ise hayran mektupları oldu. Her birini teker teker okumak istedim. Bilmiyorum bu merak belki yazıyla kurduğum ilişkiyi kışkırtıyordur. Aslında toplumun sinemayla birlikte değişimine dair de önemli ipuçları veriyor.
Elli filmden oluşan özel video çalışmasının önünde bir süre durdum. Hayat geriye doğru ilerlemeye başladı. Bu coğrafyada seyircinin sinema üzerinden siyasetle, kültürle, gündelik yaşamla ve kendisiyle kurduğu ilişki kare kare akıp geçti. Başka bir duvarda asılı olan eski Beyoğlu sinemaları haritasına bakakaldım. Eski adıyla Melek, bugünkü Emek sadece fotoğraflarıyla oradaydı. Tam karşısındaki duvarda Türkan Şoray cızırtılı, taş plak sesine eşlik ederken dans ediyordu. Dönemin grafik harikası olan afişlerin arasından ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ ilk günkü ışıltısıyla tebessüm ediyordu.
Serginin küratörlerinden Müge Turan, ‘aşk’ sergisi hazırlığının pek kolay olmadığını vurgularken arşiv çalışmasıyla zenginleşen bu seçkide yer göstericilerden fuayelere, koltuklardan biletlere, günlüklerden mektuplara uzanan duygusal bir yolculuğun izinin sürüldüğünü hatırlattı.
‘Yüzyıllık Aşk’ sinemanın tılsımını hissedenler için duygusal, biraz kederli ama bir o kadar da zihin açıcı bir sergi. Bugün artık var olmayan sinema salonlarını, ritüelleri, yeni imkânlarla değişen sinema seyircisini düşününce geçen 100 yılı böyle anmak hiç değilse mazinin, hatıraların, emek verenlerin ve onlara kalpten bağlanan sinema seyircisinin önünde saygıyla eğilmektir ve fevkalade kıymetlidir.
Sergi için hazırlanan dijital arşivde kaybolmaya yüz tutmuş bütün arşiv malzemelerine sergi bittikten sonra da ulaşılabilecek. Sergi 4 Ocak 1015’e kadar görülebilir.
SÖYLEŞİ
“Anlamsız dünyaya anlam katmaya çalışıyoruz.”
Nadirkitap.com Mart 2022
Söyleşi: İskender Dereli
Fotoğraflar: Hagop Savul
Yazar, dramatrug, araştırmacı, koleksiyoner, senarist, reklamcı, radyo programcısı, sahafsever, efemerist Gökhan Akçura ile gözlerden uzak görkemli kütüphanesinde kitaplar, efemera dosyaları ve plaklar arasında güzel bir sohbet gerçekleştirdik. Kendi tabiri ile "ıvız zıvır" tarihi konusunda önde gelen isim Akçura’nın yayınlanmış birçok çalışması bulunuyor. Akçura’yı sosyal tarih araştırmalarında benzer konuda çalışan diğer araştırmacılardan ayıran en büyük fark, bu sahada ülkemizde profesyonel olarak çalışan ilk isim olması. Dolayısıyla erken yaşlardan itibaren sahaf camiası ile yakın bir tanışıklığı var. Birçok konuda hâlâ toplamaya ve üretmeye devam ediyor.
İlgilendiğiniz alanlardan bazılarını not ettim; arşivci, yazar, araştırmacı, hoca, senarist, programcı, reklamcı, yayıncı, editör… Bu sıfatların hepsi doğru değil mi?
Türkiye’de bağımsız kalmak, istediğin zaman kapıyı vurup çıkmak istiyorsan bir sürü şeyle bir arada uğraşmaya mecbursun. Elinde birkaç iş birden olacak ki sana bastıramasınlar, sömüremesinler, patronluk yapamasınlar. Bu kadar yayılmanın temel nedeni bu. Ayrıca maymun iştahlıyım, o ayrı mesele.
Bu maymun iştahlılık hiç dokunulmamış, bakir konulara eğilmenize sebep oluyor anladığım kadarıyla. Size Türkiye’de mikro tarihin miladı diyebilir miyiz?
Bence mikro tarihin başlangıcı Sermet Muhtar Alus’tur. Sermet Muhtar’ın ne yazık ki hâlâ toplanmamış binlerce makalesi, İstanbul’un on dokuzuncu yüzyıl sonu, yirminci yüzyıl başını anlatır. Hokkalarından şarap bardaklarına, en bilinmedik şahsiyetlerine kadar uzanır. Onun devamı Reşat Ekrem Koçu’dur. Onlardan sonra hep bir resmi tarihçilik, genel geçer tarihçilik yapılmıştır. Beni bu işe uyandıran aslında Murat Belge olmuştur. 1970’lerin sonlarında galiba, Varlık’ta bir yazı yazmıştı. “Günümüzde bilim insanı tek konuyla uğraşmamalı. Dünyada o kadar fazla disiplin yan yana yaşamaya başladı ki, sadece bir tanesi üzerinde çalışmak hatadır.” demişti o yazıda. 12 Eylül’den sonra Cumhuriyet’te popüler kültür sayfası yapmaya başladı. Bir sürü insan yazıyordu o sayfada. O güne kadar hiç ele alınmamış konular görmeye başladık. O zamanlar reklamcılık yapıyordum. Bir yandan da ele aldığım konuların tarihini yazmaya çalışıyordum. Mesela bir bira firmasının reklamını yapıyorsak bira tarihini de araştırıyor, “Alafranga biraya alaturka tarihçe” yazıyordum. Bir süre sonra her Pazar Cumhuriyet dergide, ‘Albümlerden’ diye bir köşe yapmaya başladım. Çeşitli insanların arşivlerine girip değişik konulardaki fotoğraflarını buluyor, köşemde yayınlıyordum. Böyle böyle giderek arttı bu çalışmalar. İlk kitap Ivır Zıvır Tarihi Cep Yayınları’ndan çıktı. Yayıncı arkadaşımız ‘Derleyen Gökhan Akçura’ demeyi uygun görmüş. Aslında derlemiyordum, bilgileri toparlayıp yeni bir yazı haline getiriyordum. Hâlâ aynı işi yapıyorum.
Ivır Zıvır Tarihi kaç cilt oldu?
Tam bilmiyorum, on bir galiba ama aslında durmadı. İsimden sıkıldığım için Everest Yayınları’na geçtikten sonra aynı işi başka isimlerle sürdürdüm. Şimdi ad koymadan yine aynı işi yapıyorum.
Kitaplarla ilişkiniz ne kadar geriye gidiyor?
Zonguldak doğumluyum, kitaplarla ilişki çok daha eski ama sahaflar ve eski kitaplar ergenlik yaşlarımda girdi hayatıma. 1963’ten sonra İzmir’e geldik, Alaybey’de oturuyorduk. Karşıyaka’da, Çarşı’ya yakın eski kitapçı Nevzat vardı. Sahaf değildi, eski kitapçıydı. O zamanlar sahafı bilmezdim. Nevzat’ın NATO’da görev yapan askerlerle ilişkisi olduğundan onların elindeki yabancı dergileri, kitapları, plakları, çizgi romanları alırdı. Oraya gittiğimde kendimi kaybederdim. Orta halli bir ailenin çocuğu olduğum için pek fazla bir şey alamazdım. Üniversite yıllarıma kadar öyle devam etti. İzmir’deki serüvenim Nevzat’la sınırlı. 1972’de lise bitince Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’ne girdim. Ankara’ya gittim. Ancak o zaman sahaflığın ne olduğunu anlamaya, öğrenmeye başladım. Orada dört yılım geçti ve kitapçılarla çok fazla içli dışlı oldum. Kocabeyoğlu Pasajı’nın alt katı bütünüyle eski kitapçı ve sahaftı. Çok özel bir merakım yoktu. Daha çok sol kitaplar topluyorduk o yıllarda. Bir yandan tiyatro tahsiline yardımcı olacak kitaplar alıyorduk. Sahaflarla aramda bugünkü anlamda bir ilişki için İstanbul’a geldiğim 1983 yılına gitmek lazım.
O arada neredeydiniz?
Üniversiteden mezun oldum. Özdemir Nutku’yla İzmir’e geldik, Güzel Sanatlar Fakültesi’ni kurduk. Yerimiz Alsancak Stadı’nın yanındaydı. 12 Eylül sonrasına kadar orada çalıştık. 12 Eylül’den sonra Bertholt Bercht’ten bahsederken adamın Komünist Parti’yle ilişkisinden bahsedemez olduk mesela. Her şeyde oto-sansür yapmak gerekiyordu. Kim ihbar edecek diye düşünerek hiçbir iş yapılamaz. Eşim sinema mezunuydu. Doğru dürüst iş de yok. İstanbul’a gelmeye karar verdik.
Yıl kaç?
1983. Ben 1970’lerin başından itibaren Türkiye İşçi Partisi’ne üyeydim. İstanbul’da da İşçi Partili reklamcılar vardı. Ajans Ada’nın ekibi bir yandan İşçi Partisi’nin propaganda işlerine bakardı. Tanışmıyorduk ama parti dayanışması diyelim. Oraya yazar olarak girdim ama reklamcılık benim için çok keyifli bir iş değildi. Hiç tanımadığın bankalara, kurumlara metin yazmaktan memnun değildim. Yine eski bir parti arkadaşım Halim Bulutoğlu’yla Cağaloğlu’nda bir şirket kurduk, “Ekin Yazım Merkezi.” Tabipler Odası, Turing, TÜRSAB gibi kurumlar için fason dergi yapmaya başladık. O yıllarda yavaş yavaş sahaf işine de girdim. O zamanlar Sahaflar Çarşısı’nda hâlâ işe yarar dükkanlar vardı. Hiç unutmam, bir gün ben oradayken İsmail Akçay’ın dükkanına onlarca kutu geldi. Fikret Adil’in terekesi. Karısı eskicilere satmış. İki koca kutu kupür doluydu. Fikret Adil toplamış. Her birinin üstünde yılı yazıyor. Fiyat sordum, hatırlamıyorum ama maaşım kadar bir meblağ söyledi. Seyahat acentası dergisi çıkardığımız için Çelik Gülersoy’la iyi tanışıyorduk. Telefon ettim, durumu anlattım. “Hemen al!” dedi. Çelik Bey’in kurduğu İstanbul Kütüphanesi’ne gitti o malzeme. Uzun zaman orada durduktan sonra bir gün Çelik Bey aradı, “Kupürleri sana yolluyorum, onlardan kitap yap.” dedi. Hâlâ duruyor, yıllardır bir sürü yazımda kullandım o malzemeyi.
Niye kitap yapmadınız?
Çünkü o zamanlar Fikret Adil’in yayın hakları İletişim Yayınları’ndaydı. Oradaki arkadaşlara sordum, eşi “Bütün telifi bana verirseniz kabul ederim.” demiş. Sattığı şeyi ben almışım, üzerine çalışıp kitap yapacağım ama bütün parayı o alacak! Zaten üç kuruş para alıyorduk. Para için yapmıyordum ama bu kadar da olmaz dedim. Gazetelere yazdığı dizi yazıları kitap oldu ama günlük yazılar toplanmadı henüz. Mesela o gün Taksim’den geçerken bir çiçekçi gördüyse ondan hareketle çiçekçilik tarihi üzerine bir yazı yazıyor. Ya da bir kabareciyi incelerken bakıyorum Fikret Adil “Galatasaray’ın bilmem ne kulübü o kabarecinin yerinde kuruldu!” demiş. İşe yarayacak çok şey var o yazılarda.
Efemera kavramının ortaya çıkışını gözlemleyenlerden birisiniz. Siz bu evrakın önemini nasıl keşfettiniz?
Efemera olduğunu bilmezdik. Benim bu işe ilk “burnumu sokmam” sergilerle oldu. Sürekli gündelik hayatla uğraşıp o konularda yazınca belli işlerde akla gelen adam oldum. Açtığım ilk sergi sanırım Fox diye bir kozmetik firması içindi. Basından kozmetik reklamlarını topladık.
Nerelerden topladınız?
Sahaflar Çarşısı’ndaki az sayıda esnafın üst katlarından eski gazeteleri, dergileri çıkardık. O malzemeyi yan yana getirerek sergi açtık. Onlar aslında efemeraydı ama biz efemera olduğunu bilmezdik. Reklamcılar Birliği yeni kurulmuştu. Avrupa Reklamcılar Birliği de kongresini İstanbul’da yapıyordu. O kongre için Tarabya Oteli’nde üç katlı bir sergi açtık. Bir katında Beyazıt Kütüphanesi’nden getirdiğimiz afişler yer alıyordu. Outdoor’cuları, sokak reklamcılarını bulmuştum. Bir katta onların çektiği fotoğraflarla outdoor tarihi yaptık. Tonlarca fotoğraf vardı. Bir de basında çıkmış ilanları derledik. O zaman eski gazetelerin, dergilerin peşine düştüm. Habire toplamaya başladım.
Kimlerden neler çıkıyordu?
Aslan Kaynardağ’dan zaman zaman yararlanırdım. Oraya gelen bazı eski insanlar vardı, onlar fotoğraf falan verirlerdi. Halil Bingöl o zamanlar Sahaflar Çarşısı’ndaydı. Onun yanında bir arkadaş vardı, yukarda bir deposu vardı. O depodaki yığınların arasından bir sürü şey bulmuştum. Bir de Üsküdar’da sahaflar vardı. Sahaf değil aslında, eskici, hatta hurdacı. Ekin Yazım Merkezi’nde çalışırken bir gün o Eskiciler Çarşısı’na gittim. Tek bir evden çıkmış bir kamyon dolusu malzeme geldi. Avrupa’da okumuş bir kimyacıydı galiba, onun terekesi. Pazarlık edip otuz bin lira gibi bir rakama hepsini aldım, şirkete getirdim.
Enteresan bir şeyler çıktı mı?
Çıktı. Fikret Adil, Vakit Gazetesi’nde tabloid boyda Pazar ekleri yapıyormuş. Cilt halinde vardı onlar. Sonradan çaldılar benden, kimin çaldığını hâlâ bilmiyorum. Ekler ayrı basım oldukları için kütüphanelerde bulunmuyor. Bir daha da göremedim onları. Yığınla fotoğraf vardı, çok yararlandım onlardan. Sonra giderek işin boyutları çok genişledi. Eski malzeme satan her yere burnumu sokmaya başladım. 1949 – 50 yıllarında İstanbul Sergisi yapılıyor. Sergi bir gazete de basarmış. Feriköy Rum Mezarlığı’nın önündeki dükkanlardan o gazetenin cildini bulmuştum. Yıllar sonra TÜYAP’a Fuarlar Tarihi’ni yazarken çok işime yaradı. Bir fuar tarihi arşivi de kurduk, onların elinde şimdi. Bir konuyu bitirdim mi benim için değeri kalmıyor. Hemen başka konulara geçiyorum. Ama dayanamayıp yine topluyorum, o ayrı mesele.
Kadıköy’de kimler vardı?
Kadıköy’le her zaman ilişkim oldu. Sakallı Lütfi her zaman vardı, hâlâ var. 1990’larda müzayedeler başladı ufak tefek. Oralardan mal toplamaya başladım. İlk müzayede yapan Librarie de Pera’ydı. Bayağı seviyeli organizasyonlardı. Sonra arttıkça arttı. Sınırlarım olmadığı için yazabilirim ya da bir yerden iş gelir diye aklıma gelen, dikkatimi çeken her şeyi toplardım. Çok geniş topladığım için de çok fazla para harcayamazdım. Ama diyelim bir proje geldi ve “Aspirin’in reklam tarihini yaz!” dediler. O zaman bütçeye ekler, aldırırdım. Tombak Ahmet vardı Çukurcuma’da. Eskicidir, antikacıdır aslında. Onda, Aspirin’in çok hoş reklam panolarını bulmuştuk. Osmanlıca panolar. Çok pahalıydı, Bayer’e “Alın!” dedim. Aldılar, kitabını da yaptım. Yirmi yıl sonra beni Aspirin’den yeniden aradılar. “Tarih yazdırmak istiyoruz.” dediler. Kitabın olduğunu bile bilmiyorlar. Aldıkları malzeme ne oldu soramadım bile. Böyle çok olay var. Hilton ellinci yılında kitap yazdırmak istiyor. Bir sürü insanla görüşmüşler, benimle de görüştüler. Bir yayınevi temsilcisiyle gittik, alt katlarda dolaşıyoruz. Bir kapının arkasında bir şey dikkatimi çekti, James Hilton’un tablosu! Haberleri yok. Otel’in açılışında bir duvar panosunu Bedri Rahmi Eyüboğlu yapmış, kayıp. Yine alt katlarda dolaşırken duvara dayanmış beton bir blok gördüm. Ön yüzüne bir baktık ki Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun seramikleri. Kurumların bu konuları bilmeyişi bir yana personel o kadar hızlı değişiyor ki kendilerinden önceki insanların yaptıklarını da bilmiyorlar. Çok kurum tarihi yazdım. İlk diyalog şu oluyordu: “Elinizde şirketle ilgili hangi evraklar var?” diye soruyorum. “Hepsini birkaç yıl önce SEKA’ya yolladık! Sizi niye çağırdık sanıyorsunuz ki…” diyorlar. Var olanlar da yok oluyor. Mesela Turizm Yılı Sıfır kitabının makaleleri benim Çelik Bey yaşarken TÜRSAB dergisinde çıkan makalelerimdir. Bunları yazmadan önce Çelik Bey’le konuştuk. Beni Turing’in bodrumuna indirdi. Arşiv oradaydı. 1923 – 24 – 25… Her tarafta gelen evrak, giden evrak. İnanılmaz bir arşivi vardı. Afişler vesaire. Sonra Çelik Bey öldü, Turing taşındı. Kayyumların eline düştü, şimdi hiçbiri yok. Ara sıra müzayedelerde o arşivden parçalar görüyorum. Ben de Turing üyesiyim, kurumun başında kim varsa arayıp söylüyorum. “Ne yapsak, nasıl toplasak?” gibi tepkiler alıyorum. Türkiye’de beni en fazla üzen meselelerden biri bu. Bana hep “Yığınla şey topluyorsun, ne olacak bunlar?” diye soruyorlar.
Biz de soralım, ne olacak?
Ne olursa olsun, hiçbir şeye güvenemiyorsun ki. Diyelim ki şu sıralar Salt çok iyi işler yapıyor. Malzemeyi topluyor, yayınlıyor. Beş sene sonra Garanti Bankası satılırsa yeni gelen devam etmek istemedi! Her şey çöp olur. Bilgi Üniversitesi’nde aynı şeyi yaşadım. Üniversite kurulurken beni danışman olarak tuttular. Elektrik Müzesi ve Kütüphanesi için iki sene çalıştım. Her şeyi topladık. İETT arşivine girdik, evrakın kopyalarını aldık. Sahaflardan, kütüphanelerden topladığımız malzemelerle müthiş bir koleksiyon hazırladık. Sonra pat diye Amerikalılara satıldı. Her türlü kültürel faaliyeti bir kenara attılar. O malzeme ne oldu? Hiç kimse hiçbir şey bilmiyor. Bu kadar vefasız bir ülkede hangi kurumun arşivine inanacaksın, güveneceksin?
1998’de baskı kalitesi, içeriği vesaire itibarıyla Türkiye’deki efemera tarihi açısından çok kıymetli bir dergi var, Albüm. O dergi efemeranın kabulüne etki etmiş olabilir mi?
Albüm’den önce müzayedelerde artık malzemenin üstüne ‘efemera ve filateli’ yazılmaya başlamıştı. Efemera Derneği de kuruldu ama pek yaşayamadı.
Neden?
Çünkü koleksiyoncular yapıyordu o işleri. Onlar da birbirini pek çekemez. Ayrıca koleksiyoncuların çok azı bilimsel anlamda değer taşır, geri kalanı toplayıcıdır. Hep ayırırım ben ikisini. Toplayıcılar kendileri için toplar, kültürel açıdan pek bir işe yaramaz genellikle. Bir de toplayıp bunları çalışmalarında kullanan, bir ürüne dönüştürmeye çalışan, benim de içlerinde olduğum Mert Sandalcı, Haluk Oral gibi yazar çizer insanlar var. Üreten koleksiyoncu diyelim bunlara. Ben aslında koleksiyoncu değilim. Yazmama, yaptığım projeyi hazırlamama yarayacak malzemeyi topluyorum. Hiçbir zaman bir şey tam olsun diye düşünmüyorum. Topladığım malzeme ürettiğim konuya yetiyorsa benim için yeterli. Ama çok güzel bir şey görürsem kaçırmak istemiyorum tabii.
Albüm dergisi projesi nasıl gündeme gelmişti?
Hürriyet Grubu’ndan Mehmet Yaşin bir gün beni aradı, “Proje hazırla, bir dergi çıkaralım.” dedi. Kafamda görsel yönü önde bir tarih dergisi çıkarmak vardı. Tempo dergisinde ‘Özel Tarih’ diye ekler de yapmıştım. Bu tür konulara ilgi duyan koleksiyoncular, yazarlar da artmaya başlamıştı. “Gündelik tarihi ve ayrıntıları ele alan ama görsel yanı çok önde bir dergi yapalım.” dedim. Epey ön çalışma yaptım. Bir sıfır sayısı hazırladık. Birinci hamur kağıtta karar kıldık. Baskı kalitesi yüksek bir dergi oldu.
Maalesef ömrü kısa ama…
Evet, ömrü kısa. Gariptir, bu da yine Türkiye’nin zaaflarından biri. On bin basıyorduk, sekiz bin satıyordu. Bu tiraj, yok satmak anlamına geliyormuş. O zaman baskı sayısı hemen yirmi bine çıkıyor. Ama reklamla kazandığı için reklam geliri tirajı karşılamıyor bu durumda. Zararına basılıyor yani. Tiraj yükseldikçe de zarar artıyor. Bir ar direktörümüz vardı, kapağı ayrı biri hazırlıyordu. Bir de ben arşiv malzemesinin kaynağının belirtilmesine çok önem veriyorum. Malzemeyi kimden alıyorsam kenarına mutlaka yazıyordum. Herkese de telif ödüyordum. Bütün bu şartlarda dergi pek de ucuza çıkmıyordu. “Reklamcı iyi çalışsın, reklam alsın.” diye düşündüğüm için o konuyu hiç düşünmedim. Ne zaman ki Burla ortak alındı, gelip kâra baktılar. Albüm kâr etmiyordu, kapattılar. Beş sayı çıkarabildik. Dergi kapandıktan sonra binlerce insandan mesaj aldım. Hemen ertesi gün Milliyet Yayınları’ndan aradılar, gittim. “Yarı fiyatına çıkarır mısın?” dediler. “Yarı fiyatına çıkarmak için insanlara telif vermememiz gerekir. Malzemenin dia çekimini yapıp renk ayrımı yapamayacağız. O zaman da benim düşündüğüm dergi olmaz!” dedim. Vazgeçtik.
Özel tarih çalışmalarınızda unutulmuş pek çok isim ve konuyu gündeme getiriyorsunuz. Mesela Melek Kobra’yı çalışmasanız öyle birinin varlığı bilinmeyecek. Nasıl karar veriyorsunuz bunları çalışmaya?
Hep keşfedilmemiş insanların peşinde oldum. Güzellik yarışmasına katılan ilk Türk kadını Feriha Tevfik mesela, unutulmuştu. Semiha Berksoy ben hakkında bir şeyler yazmaya başladığımda unutulmuştu, sonradan yeniden parlamaya başladı. Bana hep “Sen beni yeniden keşfeden adamsın.” derler. Türk cazının annesi Sevinç Tevs ölmüştü. Ansiklopedilerde hakkında yazılanlar beş satırdan öteye gitmiyordu. İnsanlar Alemi kitabında bunların hemen hepsini topladım. Vedat Ar ve İclal Ar’la tanıştım. Hâlâ çok bilinmezler.
Kim bunlar?
Vedat Ar, Muhsin Ertuğrul filmlerinin ar direktörlüğünü yapan kişi. Sonra İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda da ar direktörlük yapmış. Ardından reklamcılığa geçmiş ilginç bir zat. Eşi İclal Ar da İpek Film Stüdyosu’nda çalışmış, arkasından İstanbul Korosu’nda şarkıcı olmuş. O kadar unutulmuşlardı ki, zamanında bile çok tanınmıyorlar zaten. İclal Hanım’ı “Kızıl Saçlı Soprano” diye yazdığımda gözlerinden yaş gelmişti. O yazı Cumhuriyet dergi de yayınlanmıştı. Melek Kobra’daysa benden çok, iyi bir koleksiyoncu olan Cengiz Kahraman’ın adını anmak lazım. Yıllardır Muhlis Sabahattin Ezgi’yi toplarım. Hâlâ geniş anlamda yazmadım. Muhlis Sabahattin Ezgi Türk operet tarihinin en önemli kişilerinden biridir ama o da unutulup gitmiştir. Bir tek Ayşe opereti bilinir. O da yıllar sonra Gülriz Sururi yeniden sahneledi diye bilinir belki. Müzayede önceleri dükkanları dolaşır, bir şey bulur muyum diye dosyalara bakarım. Birinin kulağına gider, biri bir şey hatırlar falan diye çalıştığım konuları ortaya atarım. Çok yardımlaştığım için insanlar da bana öyle davranır. Malzeme gelir bana. O tarihlerde Cengiz’le aramız çok iyi değildi aslında. Tarih Vakfı’yla çalışırken bazı yazılarımı girmemişti. Yıllardır konuşmuyorduk. Yine bir yerde Muhlis Sabahattin hakkında konuşuyorum. Masanın karşı tarafında biri kafasını kaldırdı, “Muhsin Sabahattin’le değil ama kızıyla ilgili epey bir şey var bende.” dedi. Bir baktım Cengiz. Sahaflardan koca bir bavul malzeme almış. Melek çok erken öldü. Ferdi Tayfur’la evleniyor. 60’larda ölüyor Ferdi Tayfur da. Hikaye çok trajik, eşi Melek Kobra’yı uyuşturucuya alıştırıyor. Kız arkasından verem olup 25 – 26 yaşlarında da ölüyor. Araştırınca ortaya çıktı ki malzeme annesinden yani Muhlis Sabahattin’in karısından çıkmış. Cengiz bütün malzemeyi getirip benim önüme bıraktı. Yüzlerce fotoğraf, albümler, bir de iki tane eski Türkçe koca defter var. Üstünde ‘Melek Kobra, Hatıratım’ yazıyor. Benim eski Türkçem yok ama yardım aldığım insanlar var. O iki defteri Latin alfabesine çevirdiler. İçindekiler Muhlis Sabahattin projem için işime yaramıyor ama başka bir değer taşıyor. Melek hastalık sürecinde günlük tutmuş. Gelenler, gidenler, aşk hayatı, edebiyatla ilişkisi vesaire. Ferdi Tayfur’a karşı nefretini ve aşkını aynı anda ortaya koyan yazılar. O dönemler bir şekerci bakımını sağlıyor. Onunla olan ilişkisi, gizli kapaklı kalmış noktalar… Bunu yayınlayayım dedim ama malzeme yalnız başına yeterli olmadığı için girişine Melek’in hayatıyla ilgili uzunca bir yazı yazdım. Ayrıca üç arkadaşımdan yazı istedim. Biri edebiyat alanındaki ilişkilerini inceledi. Biri o dönemin verem gündemini ele aldı. Biri de metne felsefi açıdan baktı.
Yıllardır işin içindesiniz. Bulamadığınız, kaçırdığınız, elde etmeyi çok isteyip alamadığınız şeyler oldu mu?
Çok fazla vardır böyle olay, alıştım. Bir proje çalışırken onun bütçesiyle bir şeyler almıyorsam genelde çok fazla para veremiyorum. Mesela yıllar önce Liman Lokantası’nda müzayede yapılıyordu. Güzellik kraliçeleri ile ilgili çalışmaya başlamıştım. İlk güzellik yarışmalarından biriyle ilgili çok güzel bir albüm geldi. Yükseldi, yükseldi, benim hudutlarımı çok aştı. Gittim, alan kişiyle tanıştım. Kendimi tanıttım ve kullanmak için izin istedim. Kabul etmedi, “Kendim için alıyorum, niye size vereyim.” dedi.
Kendisi bir şey yaptı mı?
Yapmadı, yapsa görürdüm. Böyle çok hikâye var. Artık her şey çok pahalandı. Özel parçaların hiçbiri sahaflarda bulunmuyor. Hepsi müzayedelere konuluyor.
1990’lardan bugüne Türkiye’de efemera piyasası nasıl bir yere gitti?
Ürünler arttı, efemeralar pahalandı, ilgilenen kişi sayısı da arttı. Piyasadaki malzemenin hepsi nitelikli değil ama bu bir süreç. Geçmişte düşünülemeyecek kadar büyük işler yapılıyor. Bir kişi hakkındaki bütün malzeme toplanıp kitaplar hazırlanıyor. Ben umutluyum. Erol Üyepazarcı’nın yaptığı işler delice şeyler. Polisiye konusunda önemli çalışmaları var. Şimdi de ucuz romanlar hakkında iki ciltlik bir çalışması yayınlandı. Çok zor ve akla gelmeyecek konular bunlar. 1980’li yıllarda TRT’nin bir dizisinde yazarlık ve danışmanlık yapıyordum; Çarşı Pazar İstanbul. Bir esir pazarı yapacağız. Bir profesör esircilik tarihi üzerine yazmış. Mutlaka bir şeyler buluruz diye aradım. “Köle pazarlarıyla ilgili resim lazım.” dedim. “Görselini araştırmak hiç aklıma gelmedi.” dedi. Ruh böyleydi. Bugün dergilere bakın hepsi baştan sona görsellerle dolu. Belgesellerle artmaya başladı bu merak. Arkasından basın ilgi duydu. Koleksiyonculuk, efemera, müzayedecilik gelişti. Son on beş yılın ürünüdür, burjuvazi özel müzeler kurmaya başladı. Onların katalogları yayınlanıyor.
Bakir konu var mı daha?
Çok var! Benim bilgisayarımda yazmayı düşündüğüm konu sayısı yüzleri aşar. Yaşım yetmişe geldi. Elli yıl daha yaşasam bitiremem. Online erişim de çok hızlandı. Gazetelere dijital ortamdan ulaşabiliyoruz. Milyonlarca tez arasından istediklerimizi online tarayabiliyoruz. Müzayedeler çok çoğaldı. Beslenme kaynakları çoğaldı. İyi takip eden, becerebilen, gücü ve kapsamı yeterli araştırmacılar için konu çok. Proje arayanlar bana geldiklerinde onlara onlarca konu önerebiliyorum.
Bu yüzlerce konudan öncelikle çalıştıklarınız hangileri?
Benden bir makale istendiğinde üç – dört misli uzunlukta yazıyorum. Kısa halini onlara gönderiyorum uzun versiyonlarını da kitaplar için saklıyorum. Şu anda sekize yakın kitap için yazılmış yazılarım var. Üzerine eğilmem gerekiyor. Birikmiş o kadar çok malzeme var ki! Şu ara üzerinde çalıştığım “Öteki İstanbul” çalışması, bir nevi İstanbul’un underground tarihi. Hamallar, uyuşturucu, fuhuş, kumar, sokak çocukları… Girebilecek kırk kadar konu var on bir tanesini seçebildim. Bunlardan her biri kitap olabilecek genişlikte. Ondan önce de eğlence tarihini yazdım, daha yayınlanmadı. O da çok geniş bir konuydu. Sonra oradaki her bir konuyu bir kitap halinde işledim. Konu çok fazla. Düzenli olarak yazdığım dergiler var. Derleyiciler çoğaldı, hoşuma giden konular olursa onlar için yazıyorum. Ele aldığım bir sürü konunun uzmanları var aslında ama onlar daha didaktik ve akademik yaklaşıyorlar. Ben özellikle popüler kültürden, eski dizilerden, röportajlardan, zamanında yaptığım gazete taramalarından çok yararlanıyorum. Tiyatro dosyamda binlerce röportaj vardır. Hepsi gazetelerde kalmış. Gazetelerde kalmış malzemeyle ben size beş yüz tane kitap çıkarırım. Toplanmamış yığınla insan var. Sabri Esat Siyavuşgil daha toplanmadı. Şevket Rado’nun Yapı Kredi’den bir kitabı çıkmıştı ama çok zayıftır o. Osman Cemal Kaygılı’nın dergilerde, gazetelerde kalmış on kitaplık malzemesi vardır.
Bekleyen konulara ne zaman sıra gelecek?
Bilmiyorum, elimdeki malzeme o kadar fazlalaştı ki artık üzerimde baskı yapıyor. Her şeyi ben yapmak zorunda değilim. Bazılarını devrediyorum. Türkiye Tango Tarihi’yle ilgili her şeyi yapabileceğine inandığım birine verdim. Anlamsız dünyaya anlam katmaya çalışıyoruz. Yaptığımız bu!
www.biyografi.net (Binlerce Biyografi) |
|
|
|