Uceym  Sadun Paşa
Irak Şeyhler Şeyhi



Ucem Sadun Paşa'nın mensup olduğu aile, Irak'a Mekke'den göç etti. Aile, savaş halindeki aşiretleri uzlaştırarak, Bağdat'tan Basra'ya kadar uzanan bir aşiret organizasyonu gerçekleştirdi. Sadun aşireti, bu 25 aşirete lider seçildi. Bu aşiret birliği Osmanlı'ya bağlandı.

Bütün Osmanlı döneminde bölgede, Osmanlı yanlısı olan Sadun ailesi, Türk Ordusu'nun geri çekilme süreçlerinde de yardım etti. Türk ordusu çekilirken Uceymi emrindeki süvariler, Türkler'in yanından ayrılmadı.

Lawrence, Türkler'e ihanet etmesi karşılığında Uceymi Paşa'ya savaştan sonra kurulacak Irak Krallığı'nı önerdi. Türklere ihaneti karşılığında teklif edilen Irak Krallığı’nı tereddütsüz reddetti.

Irak’ta 150 bin dönüm toprağını bırakarak 5 Haziran 1920’de Mardin’e geldi. Genelkurmaya başvurarak, Kurtuluş Savaşı’nda adamlarıyla birlikte Fransızlara karşı mücadele etmek istedi. Urfa’nın kurtuluşunda aktif rol oynadı.

29 Ekim 1960 tarihinde Ankara'da vefat etti. Kabri Ankara'dadır.

73 yaşında hayata gözlerini yuman Şeyh Uceymi'nin kızı Mübine Sadun Ankara'da, oğulları İsa ve Abbas ise Şanlıurfa'da yaşadı.




HAKKINDA YAZILANLAR

Şeyh Uceymi Sadun Paşa

Birinci Dünya Savaşı'nda Irak'ın önde gelen Arap aşiretlerinden birisinin lideri olan Şeyh Uceymi Sadun, İngilizlere kök söktürmüştü. Kendisine Türkler'e ihanet karşılığında yapılan Irak Krallığı teklifini elinin tersiyle iten bu kahraman insan, Türk ordusuyla beraber Anadolu'ya gelmiş, Kurtuluş Savaşı'na bile katılmıştı.

Osmanlı Devleti, 1. Dünya Savaşı'na taraf olduğunda, İngilizler'in ele geçirmek için gözlerini diktikleri ilk yerlerden birisi petrol zenginliği nedeniyle Irak'tı. İngilizler 22 Kasım 1914'te Basra'yı işgal etti. Albay Suphi Bey komutasındaki bir Türk birliği, 45 Subay ve 986 er ile İngilizler'e esir düştü. Bu haber İstanbul'da büyük yankı buldu. Basra'da işlerin iyi gitmediği, Bağdat'ın da tehlikeye girdiği artık su götürmüyordu.

Enver Paşa, Bingazi'de beraber savaştığı Kurmay Binbaşı Süleyman Askeri'yi göreve çağırdı. Süleyman Askeri, bir miktar seçme askerle birlikte Irak'a gönderildi. Askeri'nin görevi, oradaki yerli halkı örgütlemek, onlardan oluşturacağı kuvvetle İngilizleri Basra'dan çıkartmaktı. Milli İstihbarat Teşkilatı'nın da atası sayılan Osmanlı Devleti'nin gizli istihbarat teşkilatı Teşkilat-ı Mahsusa'nın da ilk başkanı olan Süleyman Askeri, sadece gönüllü subaylar ve seçkin fedailerden oluşan Osmancık Taburu adlı bir birlik oluşturmuştu. Bu taburdaki her bir asker idealist, cesur ve usta birer savaşçıydı. Irak'ın Müntefik çölleri denilen bölümünde yaşayan Uceymi Sadun Paşa da savaşın başından beri Türkler'in yanında yer alıyordu. Uceymi Sadun Paşa'nın babası Sadun Paşa, II. Abdülhamid döneminde hürriyet taraftarı olduğu için tutuklanmış ve Halep Hapishanesi'ne konulmuş, burada ölmüştü. Servetleri, asaletleriyle tüm Irak'ta adını duyuran bir ailenin oğlu olan Uceymi Sadun Paşa'ya savaşın başlarında Padişah Mehmed Reşad tarafından "Irak Şeyh-ül Meşayihi" yani "Irak Şeyhler Şeyhi" unvanı verilmişti.

Süleyman Askeri, Irak'a gelir gelmez ilk olarak Basra'nın 125 kilometre Kuzeydoğusu'nda ve Karun Nehri'nin doğusunda bulunan İran'ın Ehvaz Kasabası'nı işgal edip düşmanın faydalanmasını önlemek için Abadan'a giden petrol borularını tahrip ettirdi. Süleyman Askeri ve birliği, 20 Ocak 1915'te Dicle boyunda keşif harekatı yapan İngilizler'le karşılaştılar. Zübeyir Muharebesi olarak adlandırılan muharebede Süleyman Askeri Bey, düşman kurşunuyla bacağından yaralandı. Haber, İstanbul'a ulaştığında, Başkumandan Vekili Enver Paşa, her ihtimale karşı sonradan Karabekir soyadını alacak Birinci Kuvvei Seferiye Komutanı Yarbay Kazım Bey'e bu görev için hazırlıklara başlamasını emretti. Çeteci ruhlu, savaşmak için yaratılmış olan bir asker olan Süleyman Askeri, bu sırada çok kritik bir hata yaptı. Aceleci bir yapıya sahip olan Askeri, İngilizlerin keşif için yaptıkları taarruzu gerçek bir taarruz zannetti. İngilizler'in zayıf ve endişe içinde olduklarını düşünüyor ve Basra'nın geri alınacağına artık daha fazla inanır olmuştu.

Askeri sedyedeydi, ancak yaklaşık 9 bin kişilik bir gücün başında Basra'ya doğru ilerlemeye başladı ve 12 Nisan 1915 tarihinde Şuaybe civarındaki Bercisiyye Ormanı etrafında üç gün süren bir çatışma yaşandı. Ancak bu savaşta aşiretlerin çok istekli savaşmaması gibi etkenlere bir de tel engeli eklendi. İlk taarruzda başarılı olamayan Süleyman Askeri, ikinci gün birliklerine İngilizler'in tahkim edilmiş mevzi ve ordugâhına saldırılmasını ve her ne pahasına olursa olsun Şuaybe mevkiinin ele geçirilmesini istedi. Savaşın kritik bir noktasında, İngiliz süvarilerinin ani bir baskın tehlikesi baş gösterdi. Süleyman Askeri'nin Zübeyir'in işgaline ve Basra-Şuaybe yolunu kesmek için görevlendirdiği aşiretler, gönüllü süvari teşkilatından yardım istedi. Uceymi Sadun Paşa, tam zamanında Hızır gibi yetişti ve beraberindeki süvarilerle hücum emrini verdi. Birkaç yüz atlının başında her zamanki gibi sade kıyafetleri içinde bir çöl şövalyesini andıran Uceymi, düşman ateşi altında sağ taraftan sol tarafa koşup gelmişti. Benzeri az görülen bu cüretli hücum, Türk birliğinin sağ kısımdaki karargahı mutlak bir ölümden kurtarmıştı. Düşman süvarileri Uceymi Sadun Paşa'nın bu hücumu karşısında şaşkın bir vaziyette geri çekilmişti.

Süleyman Askeri ise Basra'nın alınması için ikinci kez emir verdi. Türk birliklerinin, üstün düşman kuvvetlerine karşı başarı kazanmasına ramak kalmışken, beklenmeyen bir gelişme oldu. Birinci Alay'ın 1. Taburu, gece İngiliz mevzilerine epeyce sokuldu. İngilizlere ateş konusunda büyük avantaj sağlayan ışıldak ve makineli tüfeği etkisiz hale getirildi. İngilizler'in asıl mevziine varan Türk birliklerinin karşısına birden dikenli teller çıktı. Türk güçleri, bir şeyi unutmuşlardı. Ellerinde tel makası yoktu. Askerler dikenli telleri kazma ve kürekle aşmaya çalıştılar ancak başarılı olunamadı. Defalarca yapılan hücumlar, hep tel örgüye takıldı. Bu Bağdat'ın kaybına neden olacak mağlubiyetlerin başıydı. Yaşanan muhabere sonucunda Türk tarafı mevcudunun yarısı olan 4 bin 500 kayıp vermişti. Onurlu bir asker olan Yarbay Süleyman Askeri, yaşanan bozgunun suçlusu olarak kendisini gördü ve 14 Nisan'da tabancasıyla başına ateş ederek yaşamına son verdi. Askeri'nin cesedi yardımcısı olan Binbaşı Ali tarafından birliğe duyurulmadan Nahile'ye getirildi. Irak Genel Komutanı olan Askeri'nin cenazesi, bir çadır içinde yıkandı ve aynı çadırda büyük bir saygı ve üzüntü içinde gömüldü.

Birinci Dünya Savaşı'nın sonuna doğru Musul'u terk edecek olan 6. Ordu Komutanı Ali İhsan Sabis, anılarında Süleyman Askeri'nin intiharını şöyle değerlendiriyordu: "Süleyman Askeri Bey, bu hesapsız cesaretini, hayatına kendi eliyle son vermek suretiyle ödemiş ve mesuliyetini bizzat tayin etmiştir. Bu hâzin netice, şerefli bir askerin takdir edilecek kahramanlık faciasıdır. Fakat durumu iyi muhakeme ederek, isabetli tedbirler ile kumandanlık vazifesini layıkıyla yapsaydı, vatana daha faydalı olurdu. Kendi hatası yüzünden görevindeki başarısızlığından dolayı başkalarının hitâplarına katlanmayı şerefine yakıştıramayan namuslu ve şerefli komutan, ölmeyi yaşamaya tercih etmiştir. Bu bir sinir buhranı mıdır? Hayır şeref ve kahramanlık numunesidir."

Uceymi Sadun Paşa, bu bozgun günlerinde, geri çekilmeye başlayan Türk askerleri için koruyucu bir melek gibiydi. Askerlerimize taarruz eden ve soygunculuk yapan bedevileri adamları sayesinde bulduruyor, ibret-i âlem olsun diye herkesin gözü önünde öldürtüyordu. Bunun yanında İngilizlerin ileri karakollarına adamlarıyla beraber baskınlar düzenliyor, Irak'ın her yerinde ses getiriyordu. Kutülammare'ye çekilen İngilizler, Türk kuvvetleri tarafından 4.5 aylık bir kuşatma sonucunda 29 Nisan 1916'da Enver Paşa'nın amcası olan Halil Paşa komutasındaki Türk kuvvetlerine teslim olmak zorunda kaldı. Türkler, 350'si subay olmak üzere 10 bin askeri şehit verirken, 13 general, 481 subay ve 13 bin 300 İngiliz asker teslim oluyordu. Kut'u kurtarmaya gelen 30 bine yakın İngiliz askeri de öldürülmüştü.

Türkler için 1'inci Dünya Savaşı'nda Çanakkale'den sonraki en büyük zafer Irak'ta kazanılmıştı. Ancak ilerleyen zamanda takviye olan İngiliz birlikleri Basra'yı aldıktan yaklaşık 2.5 yıl sonra 11 Mart 1917'de Bağdat'a girdiler.

Türk ordusu çekilirken Uceymi ve süvarileri Türkler'in yanından bir an için bile ayrılmıyor, Mehmetçik dara düştüğünde 'Hızır' gibi yetişiyorlardı.

Mekke Şerifi Hüseyin İngilizler'le beraber hareket etmeye başlamasından sonra, Şeyh Uceymi'yi kendi tarafına çekmenin yollarını aramıştı. Ünlü İngiliz Ajan T.E Lawrence da bunun en doğru hareket olacağını belirtip, bir an önce Uceymi'yi saflarına katmanın hesaplarını yapıyordu. Lawrence, Uceymi Sadun Paşa'nın hangi şartlar altında Türkleri terk edeceğini merak ediyordu. Bundan dolayı, Türkler'e ihanet etmesi karşılığında Uceymi'ye savaştan sonra kurulacak Irak Krallığı'nı önerdi. Lawrence, bu iş için Şerif Hüseyin'in oğlu Abdullah'ı görevlendirdi. Emir Abdullah, kendisine verilen bu görevi, "Uceymi Sadun Paşa'nın böyle bir teklifi kabul etmeyeceğini biliyorum. Abes olur" diye reddetmek istedi. Ancak, Lawrence ve babasının ısrarıyla temasa geçti.

Ancak Uceymi Sadun Paşa, Abdullah'ın gönderdiği elçiye şöyle cevap verdi: "O hain elime geçmesin. Bir insan sadakati bilmeyebilir. Fakat kendi ihanetini başkasında düşünmesi için bir sebep lazımdır. Ona bir gün böyle bir teklifi bana yapabilme cesaretini nereden bulduğunu soracağım."

Irak Şeyh-ül Meşâhiyi (Şeyhlerin şeyhi) Uceymi Sadun Paşa'nın vefası, Osmanlı devlet erkânı tarafından hayranlıkla izleniyordu. Padişah 5. Mehmet Reşad, kendisine Osmanlı nişanı verdi. Mustafa Kemal ise Diyarbakır'da 2'inci Ordu, Halep'te 4'üncü Ordu'nun komutanlığını yaparken, 1. Dünya Savaşı boyunca onun yaptıklarını yakından takip etmiş, kendisine olan hayranlığı artmıştı. Kurtuluş Savaşı'nı başlatmak için 3'üncü Ordu Müfettişi olarak Samsun'a çıkmasından yaklaşık bir ay sonra 15 Haziran 1919'da Şeyh Uceymi'ye şifreli bir mektup yazdı. Mustafa Kemal Paşa'nın mektubu şöyleydi: "Bütün dünya İslam'ın iki gözbebeği olan Türk ve Arap milletlerinin ayrılması iki tarafta da zafiyetlere sebep oldu. Ümmeti Muhammed için şanlı bir halde buna karşı el ele vererek Ümmeti Muhammed'in hürriyet ve istiklali uğrunda Allah yolunda savaşmak bizler için farzdır. Kâfirlere karşı yapmış olduğunuz cihatta kültürümüzü korumak ve ırkçılığa karşı verilen mücadelede sizin her zaman destekçiniz olup yanınızdayım. Bu konunun 13'üncü Ordu Komutanlığı ile görüşmenizi ve görüşünüz için yüce şahsınıza sunup gereğinin yapılmasını arz eder, saygılarımı sunarım."

Iraklı bu çöl çocuğu, 1. Dünya Savaşı'nda Türk ordusuna Basra kapılarından Urfa'ya kadar kahraman bir koruyucu olarak eşlik etti. Irak'ta kendisine ait 150 bin dönüm toprağını da terk etti. Şeyh Uceymi, 30 Ekim 1918'de imzalanan ve Osmanlı Devleti'nin yenilgiyi kabul ettiği Mondros Mütarekesi'nin imzasından sonra İngilizlerle çete savaşı yapmaya devam etti. 5 Haziran 1920'de Mardin'e gelen Şeyh Uceymi, Ankara hükümetine başvurarak, Kurtuluş Savaşı'nda adamlarıyla birlikte Fransızlara karşı mücadele etti. Urfa'nın özgürlüğüne kavuşmasında aktif rol oynadı. İngilizler, bir süre sonra, Irak'ta kendilerine ağır darbeler indiren Şeyh Uceymi'yi TBMM hükümetinden istedi. Ancak Mustafa Kemal Paşa, teklifi hiç düşünmeden reddetti. Atatürk, bu koca Türk dostunu, Cumhuriyet kurulduktan sonra unutmadı. 1927'de önce Mardin'e ardından Gaziantep'e yerleşen Uceymi için TBMM'den kendisi ve çevresindeki adamları için Urfa'da 14 köyün bağışlanmasını istedi. Teklif kabul edildi. Ancak, çevresindeki adamlarının büyük kısmının Irak'a dönmesi nedeniyle sadece bir köyün yeterli olacağını söyleyen Uceymi Sadun Paşa, 9 bin dönümlük arazi üzerine kurulu Germü köyüne yerleşti. Dört yakın adamı ondan hiç ayrılmadı. Urfa'nın Arap ailelerinden birisinin kızıyla evlenen Uceymi'nin kızı Mübine'den sonra oğulları İsa ve Abbas dünyaya geldi. Kendi çocukları çiftçilikle uğraşırken, kendisiyle kalan en yakın adamlarından Şüleyde Özdemir'in çocuklarının hepsini okuttu. 1960'da Ankara'da 73 yaşında hayata gözlerini yuman Şeyh Uceymi'nin kızı Mübine Sadun bugün Ankara'da, erkek kardeşleri İsa ve Abbas ise Urfa'da babalarının bıraktığı topraklarda yaşıyor.

Uceymi Sadun Paşa'nın yaptıklarının tanıklarından biri de İsviçre'den kalkıp çöllere koşan Hamza Osman Erkan'dı. Hamza Osman Erkan, yıllar sonra Uceymi Paşa'yı Ankara'da gördüğü günü ise şöyle anlatır: "Üstünde setre pantolon, başında fötr şapka, ufalmış sakalıyla onu güçlükle tanıdım. Yanında çok vefakar ve faziletli insan rahmetli General Kenan vardı. Gençliğinin bütün zindeliği, bütün atılganlığı ve bütün varlığı içinde bıraktığım Müntefik'in genç emir ve kahramanını, gözlerinin feri biraz kaçmış, saçları dökülmüş gördüğüm zaman duyduğum acı şiddetli oldu. Gözlerim yaşlı Uceymi Paşa'nın benim için uzanmış olan kollarına atıldım. Aynı acıyı o da duymuş olacak ki hasret ve melal dolu bir bakışla hatırımı sorup beni kucakladıktan sonra birdenbire adresimi istedi, döndü ve yoluna devam etti. Onda yıkılan, kırılan bir hal vardı. Arkasından uzun uzun, hürmet ve minnet dolu nemli gözlerimle bir süre baktım. Ölüm ve ateş içinde vuruşan yiğitler arasında geçirdiğim günleri, onun şerefli mazisi , fedakârlıkları ve hizmetleri bir an içinde hayalimden geçti ve dudaklarımdan gayri ihtiyari şu cümleler döküldü: Unuttuğumuz kahraman."




HAKKINDA YAZILANLAR

IRAK CEPHESİ VE UCEYM SADUN PAŞA

Gök kubbenin altında yatar, al kan içinde,
Ey yolcu, şu toprak için can veren erler.
Hak'ın bu velî kulları taş türbeye girmez,
Gufrâna bürünmüş, yalınız Fâtiha bekler.

Mehmet Akif

Bizler, büyük bir aşk hikayesine tanıklık ediyoruz. Dicle ve Fırat, sonsuza uzanan iki sevgili gibi yüzyıllardır akıyorlar yanı başımızda.. Ve bilir misiniz ki; Bağdat bu büyük aşkın meyvesidir. Halife El Mansur’un, Enam ve Yunus surelerinde cennet anlamına gelen “Dârü’s-Selâm” dan etkilenerek “Medinetü’s-Selâm” ismini verdiği bir Binbir gece masalı şehri.. Fuzuli’ye göre, Bağdat’ın toprağının harcı Kerbela şehitlerinin kanı ile sulanmıştır. Peygamber Efendimizin kucağından düşürmediği gözümün nuru diye hitap ettiği Hz Hüseyin’in kanı bu topraklara akmıştır. Harun Reşit’in barışı, İmam Azam’ın adaleti, Cüneyd’in gözleri, Geylani’nin gönlü, Fuzuli’nin şiiri, Leyla ile Mecnun’un nefesi ve Hallac-ı Mansur’un haykırışı, bu topraklardan bütün İslam alemine ulaşmıştır. Ve bu topraklar, gökyüzünün mavisine bata çıka üzerinden geçmiş olan ayak izleri ile doludur. İbn Arabi’nin, Ömer Hayyam’ın, Abdülkadir Geylani’nin ayak izleri ile…

Oysa şimdi Bağdat’ta yaşanan trajediyi yazmaya kalem kafi değil, anlatmaya söz yetmez, akmış ve akmakta olan gözyaşının haddi hesabı yok . Bağdat’ta artık gündüzler başka. Geceler de öyle.. Şimdi orada bir çocuk olsanız da sokağa çıkmaz isteseniz, ölüm namert bir belalı gibi ansızın bir köşeden çıkıp alıverir canınızı . Hiç tükenmeyecekmiş gibi duran laneti ile onu parçalayan ve zifiri karanlıkta bile insana kaçacak delik bırakmayan bir bela, şehrin üzerini örtmüştür çünkü..

“ Musa kavmine: "Allah'ın yardımını ve lütfunu isteyin ve acıya tahammül edip dayanın. Şüphesiz yeryüzü Allah'ındır. O'na kullarından dilediğini mirasçı kılar, mutlu son , Allah'tan korkanlarındır." dedi. ” [ Araf – 128 ]

Bağdat, şimdi kim bilir belki de nerede ve ne zaman kaybettiğine şaşırarak ruhunu arıyor . Morale ihtiyaçları var zira Hüsnü Mahalli’nin, Irak halkının haykırışını anlattığı sözlerinden, Irak’lıların nasıl da umutsuz ve yeis içinde olduklarını görmek mümkün. Bu sözleri bana bir arkadaşım aktarmıştı . Buna göre Iraklılar dermiş ki ;

“ Bizler Müslüman’ız ve çektiğimiz bu acılar bize Allah’tan reva mıdır ? Allah – haşa – kimin yanında , bizim ( Müslümanlar ) mi , yoksa onların (kafirlerin ) mı ? “

Müslüman’ların başına bu tür belaları musallat olmasının nedenleri, “Kuru kuru iman edip, sınanmadan kurtulacağınızı mı sanıyorsunuz?“ ayetin mealinde olduğu gibi, pek çok kereler izah edilmiştir. O nedenle, yaşanan acıların büyüklüğü göz önüne alınsa da, böylesi bir sitem Irak halkına yakışmıyor. Zira Müslüman Doğu’nun, o kendisini mevcut şartlar ile sınırlandırmayan coşkusu ve inancı, tüm saldırıları bertaraf edecek kadar güçlü olmalıdır.

Peki ya Irak’ın bu hale gelmesine sebep nedir? IV. Murat’ın fethiyle beraber Osmanlının en önemli eyaletlerinden biri olan Bağdat, şimdi neden bu halde ?

Bağdat’ta yaşanan son trajedi, bölgenin I.Dünya Savaşında Osmanlının elinden çıkışıyla başlar. Irak cephesi, bu dönemde İngilizlerin Basra’yı işgaliyle açılmıştır. Hindistan yolunun güvenliği için Kızıldeniz ve Basra körfezini kontrol etmek isteyen İngiltere, Almanların açık denizlere ineceği korkusuyla bu işgali başlatmışlardır. Ayrıca, Bölge petrolünün önemi ve sanayideki kullanım sahalarının gelişmesine paralel olarak İngiliz yönetimi içerisinde sivil kanatlar sadece Hint yolu için değil, taşıdığı bu yeni zenginliğe el koyabilmek için de Irak’ın işgalini gerekli görmüştür. Ve işgal, bu nedenle I. Dünya Savaşı ve sonrasında emperyalist paylaşım mücadelelerinin ekonomi politik manasındaki önemli değişiminin de sahnesi olmuştur.

Ortadoğu için karanlık ve kanlı bir geleceğin başlangıcı olan bu oyunun ilk perdesi , İngiltere’nin 15 Ekim 1914'te Bahreyn'i, 22 Kasım 1914’te Fas yarımadasını işgal edip, ardından 23 Kasım 1914'te Bağdat’a bağlı önemli bir liman kenti olan Basra’yı ele geçirdikleri gün açılmıştır...

Bu durum Bab-ı Ali yönetimi üzerinde bomba etkisi yaratır. Çünkü Bağdat, askeri öneminin dışında İstanbul’un Yakın Doğu’daki kardeşi olmakla beraber, bir İslam şehri olarak sahip olduğu kültürel doku da düşünüldüğünde, hilafet makamını elinde bulunduran Osmanlı için, Bağdat’ın işgali asla göz yumulamayacak bir durumdur. Bu nedenle, Enver Paşa, Trablusgarp’ta beraber çalıştığı ve Batı Trakya’da örgütçülüğünü ispat eden Teşkilat Mahsusa kurucularından Süleyman Askeri Bey’i acil olarak göreve çağırır. 20 Aralık 1914'te, Basra'yı geri almak amacıyla cephe komutanlığına atanan Süleyman Askeri Bey, vakit kaybetmeden bölgeye giderek, aşiretlerden ve gönüllülerden yararlanarak topladığı kuvvetle, 12 Nisan 1915'te İngiliz birliklerine karşı taarruza geçer .

Maalesef, tarihimizi pek az biliyoruz ya da sahip olduğumuz ezberlerden kurtulabilme konusunda çoğu kez tembellik ediyoruz. Oysa, I. Dünya Savaşında Irak cephesi, ölümsüz dostlukların, yiğitlik hikâyelerinin, nice kahramanların unutulmayacak destanlarıyla doludur. Süleyman Askeri Bey de, başlı başına ayrı bir yazı konusu olmakla beraber, şimdilik bu yiğit Osmanlı askerinin İngilizlerle girdiği çatışma esnasında her iki bacağından birden ağır yara alması nedeniyle muharebe boyunca kanlar içinde sedye üzerinden savaştığını ve yazımızın başında belirttiğimiz gibi harcı Hz Hüseyin’in şehit kanı ile sulanmış olan topraklarda esir düşeceğini anladığı an başına bir kurşun sıkarak intihar ettiğini söylemeyi kafi buluyoruz . Zira Süleyman Askeri Bey’in şerefli yaşam öyküsünü inşallah başka bir yazıda detaylı biçimde aktaracağız.

Irak halkının ve bizlerin morale ihtiyacı olduğunu söylemiştik. Bunun için, Harun Reşit’in barışı, İmam Azam’ın adaleti, Cüneyd’in gözleri, Geylani’nin gönlü, Fuzuli’nin şiiri, Leyla ile Mecnun’un nefesi ve Hallac-ı Mansur’un haykırışını işitmemiz, sahip olduğumuz ortak değerlere tekrar olmazsa tekrar, yine olmazsa tekrar, beraberce sarılmaktan başka çaremiz yok. Bu uğurda önümüze çıkacak olan bölgesel güçlerin tasfiyesini dilemek, olası bir Kürt-Türk savaşını arzu etmek değil aksine, ayrılmaz bir parçamız olan Kürtlerin, içlerindeki hainlerin esaretinden kurtulması için çaba göstermemizi arzu etmektir o kadar.


Ve tarih sayfalarında kalmış güzel örnekler, insana bugünlerde pek ala moral veriyor. O nedenle, halihazırda mevcut bulunan Irak yönetimini şimdilik bir yana koyalım da, Irak topraklarının yiğit şeyhi Uceym Sadun Paşa’nın öyküsüne geçelim.

Irak cephesinde çatışmalar tüm şiddeti ile devam ederken, Osmanlı askerinin emperyalist güçlere karşı olan mücadelesinde yerel güçlerin desteğini almadan ilerleyebilmesi elbette çok zordu. Ölüm kalım meselesi olarak adlandırabileceğimiz bu muharebeler içinde Osmanlı’ya en büyük desteği verecek olan kimse, Irak’ta “ Şeyhlerin Şeyhi “ olarak adlandırılmakta olan Şeyh Uceym Sadun Paşa’dır.

Uceym Sadun Paşa’nın insanı hayretler içerisinde bırakan bir öyküsü var zira bu Arap şeyhi, İngiliz işgaline karşı direnişin olduğu her cephede atının üzerinde çöl rüzgarı içinde çıkar ve düşmana büyük bir hınçla saldırır, oradan atını bir başka muharebe alanına sürerdi.

Osmanlı Birlikleri, Kut-ul Amare’de, bir keresinde İngilizler tarafından dört bir yandan kuşatılmışlar ve çaresizlik içinde vuruşa vuruşa ölüme gidiyorlardı. Zaman daralmıştı, Osmanlı askerleri vuruşurken sürekli kelime-i şehadet getiriyordu ancak tam bu esnada beklenmedik bir şey oldu. Birkaç yüz atlının başında bulunan bir şeyh, ansızın düşman ateşini yararak çok cesur bir hücum taktiği ile Türk birlik karargahını mutlak bir ölümden kurtardı. Bu hücumu gören İngiliz askerleri büyük bir şaşkınlık ve korku ile geri çekilmek zorunda kalırken, yüzlerce askerimizin de hayatı kurtulmuştu. İşte Bismillah diye muharebe içine dalarak yüzlerce askerimizin hayatını kurtaran bu Iraklı; Şeyh Uceym Sadun Paşa’dır…

Şeyh Uceym Sadun Paşa, işgalciler ve yerel işbirlikçilerinin korkulu rüyasıdır . Zira, sürekli Irak’ın bir ucundan bir ucuna at koşturmakta ve direnişine aralıksız devam etmektedir. Osmanlı askerlerine taarruz eden İngiliz himayesindeki Bedevileri yakalar, yakaladığı yerde bunları herkesin önünde cezalandırır. Irak’ın ileri bölgelerindeki İngiliz karakollarına baskınlar düzenleyerek, İngilizlerin planlarını alt üst eder, Şeyh’in bu taarruzları Irak’ın her yerinde ses getirir.

Ve Şeyh Uceym Sadun Paşa’nın bu direnişi karşısında artık pes diyen İngiliz’ler, şeyhe karşı ünlü casusları Lawrence’i devreye sokarlar. Lawrence’ın görevi şeyhin hangi şartlar altında Müslüman Osmanlı askerini terk edeceğini öğrenmektir. Bu nedenle İngiliz yanlısı Şerif Hüseyin’in oğlu Abdullah’ı Şeyh Uceym Sadun Paşa’nın yanına göndermek isterler. Emir Abdullah , bu vazifeyi kabul etmek istemez zira Şeyh Uceym Paşa’nın hiçbir şekilde böyle bir teklife yanaşmayacağını bilmektedir. Ancak Lawrence’ın ve babasının ısrarı ile Şeyh ile temasa geçer.

Bağdat, Dicle ile Fırat’ın o büyük aşkının meyvesidir demiş, toprağında Hz Hüseyin’in şehit kanının, isminde Enam ve Yunus surelerinin etkisi olduğunu söylemiştik. Gelelim Şeyh Uceym Sadun Paşa’nın cevabına …Bağdat topraklarının şeyhi , Lawrence’ın gönderdiği teklife aynen şu sözlerle karşılık verir.

“O hain elime geçmesin. Bir insan sadakati bilmeyebilir. Fakat kendi ihanetini başkasında düşünmesi için bir sebep lazımdır. Ona bir gün böyle bir teklifi bana yapabilme cesaretini nereden bulduğunu soracağım.” [ Şeyh Uceym Sadun Paşa ]

Bir süre sonra, Şeyhlerin Şeyhi Uceymi Sadun’a, Türklere ihanetinin bedeli olarak Irak krallığı ve 150.000 dönüm toprak teklif edilir . Ancak şeyh , bu ahlaksız teklifi de aynı kararlılık ve sertlikle reddeder.

Şeyh Uceym Sadun Paşa’ya , onun bu büyük vefasını hayranlıkla izlemiş olan payitaht tarafından Osmanlı nişanı verilir. Ancak Şeyh, İslam aleminin ortak düşmanına karşı direnişe devam eder zira Osmanlı nişanı ile ödüllendirilmiş olan Iraklı Şeyh Uceym Sadun Paşa, Türk ordusu Irak’tan çekildikten sonrada Osmanlıya bağlığını sürdürecektir. İngilizlere karşı çete savaşları örgütler.

Ve tarihler 15 Haziran 1919’u gösterdiğinde, şeyhin bu kahramanlık ve Osmanlı’ya olan sadakatini iyi bilen Mustafa Kemal, Şeyh Uceym’e şifreli bir mektup yazacaktır.

“ İslam aleminin iki gözbebeği olan Türk ve Arap milletlerinin ayrılması iki tarafta da zafiyetlere sebep oldu. Ümmet-i Muhammed için şanlı bir halde buna karşı el ele vererek Ümmet-i Muhammed’in hürriyet ve istiklali uğrunda mücadele eylemek bizler için farzdır. Kafirlere karşı yapmış olduğunuz cihatta, kültürümüzü korumak ve ırkçılığa karşı verilen mücadelede sizin her zaman destekçiniz olup yanınızdayım. Bu konuyu 13. Ordu Komutanlığı ile görüşmenizi ve görüşünüz için yüce şahsınıza sunup gereğinin yapılmasını arz eder, saygılarımı sunarım.” [ Mustafa Kemal Paşa ]

I.Dünya Savaşı’nda Türklere ihaneti karşılığında teklif edilen Irak Krallığı’nı reddeden ve 150 bin dönüm toprağını Irak’ta bırakan Uceym Paşa, 5 Haziran 1920’de Mardin’e gelecektir. Genelkurmaya başvurarak, Kurtuluş Savaşı’nda adamlarıyla birlikte Fransızlara karşı mücadele etmek ister . Iraklı Şeyh, Urfa’nın kurtuluşunda aktif rol oynayacaktır.

İngilizler ise kendilerine ağır kayıplar verdiren Uceymi Paşa’yı unutmamışlardır. Kendisini cezalandırmak için şeyhi Ankara Hükümetinden isterler. Ancak Mustafa Kemal Paşa, kendisini İngilizlere vermez.

Şeyh Uceym Paşa’nın İslam birlikteliğine olan inancı ve sadakati, Cumhuriyet kurulduktan sonra unutulmayacaktır. İlk TBMM , şeyh ve akrabaları için Şanlıurfa‘da 14 köyün bağışlanmasını görüşerek, bunu hemen kabul eder. Uceym Paşa’nın akrabalarından çoğu Irak’a geri dönmüştür, bu nedenle Şeyh Uceym Sadun Paşa, 14 köy arazisinin fazla olduğunu, kendisine ve yanında kalan akrabalarına bir köyün yeteceğini söyler. İşte bu köy, Urfa Germüş Köyü’dür…

Şeyh Uceym Sadun Paşa, daha sonra Urfa’da evlenir. Bu evlilikten , Kızı Mübine ve oğulları İsa ile Abbas bu evlilikten doğacaktır. Bugün Mübine Sadun Sümer Hanımefendi Ankara’da, İsa ve Abbas Sadun Beyefendi’ler ise Şanlıurfa’da yaşamaktadırlar.

Çöllerin özgür savaşçısı Uceym, uyumak için de bu hür vatan toprağını seçmişti .

Irak cephesinde Şeyh Uceym Sadun Paşa gibi , birçok yerli aşiret ve aile , İngilizlere karşı , Osmanlı’nın safında yer almışlardı.

Ve Irak halkı da, I.Dünya Savaşı boyunca, Şii, Sünni, Ulema, Kürt aşiret beyleri, Arap kabile reisleriyle tek yürek olarak, Osmanlı ile beraber savaştılar.

Bugün, tamamı vatan için ölümsüzlüğe koşmanın huzuru ile Irak topraklarında yatmaktadırlar. Bizler, büyük bir aşk hikayesine tanıklık ediyoruz, Dicle ile Fırat sonsuza uzanan iki sevgili gibi akıyor yanı başımızda demiştik. Bu aşkın mabedine namahrem eli değdiğini görmektense ölmeyi tercih eden tüm Türk, Kürt , Arap askerlerinin aziz ruhları şad olsun..

Ne demeli ?

Öleceksek de beraber, yaşayacaksak da beraber yaşacağız bu topraklarda…

[email protected]



SÖYLEŞİ

Abdulelah Al Sadoun: Sadun Paşa'nın sadakati Atatürk'ü çok etkiledi
Mehmet Gündem
Yeni Şafak 24.12.2007

Birinci Dünya Savaşı yıllarında Lawrence'in "Gel Osmanlı'yı beraber yıkalım, seni de Irak kralı yapalım" teklifini reddeden Irak Şeyhül Meşayihi Uceymi Sadun Paşa'nın yeğeni gazeteci Abdulelah Al Sadoun: Sadun Paşa'nın sadakati Atatürk'ü çok etkiledi

Bilmediklerimiz bizim düşmanımızdır

Bir millet kendi tarihini bilmeyince, hiç düşülmeyecek hatalara kolayca düşer.

Osmanlı'nın yıkılışı ve onun enkazından doğrulan bir milletin "varlık mücadelesini" bilmiyoruz.

Bilmediğimiz için de, ne dostlarımızı ne de düşmanlarımızı tam tefrik edemiyoruz.

Üstelik aklımızı bir Arap düşmanlığına kaptırmışız, bir de Osmanlı'nın geri kalışını ve yıkılışını "din"de aramışız.

Halbuki gerçekler ideolojilerin öğrettiğinden çok farklıdır.

Bugün İslam dünyası perişandır. Bu perişanlığın sebebi ne Arap milliyetçiliğidir ne de İslamiyet. Bölgeye dönük "büyük siyasetlerin" sonucudur bu hazin hal. Üretilen siyasette halklar arasına ihtilaflar girmiş, et tırnaktan ayrılmış, din de öncelikle hakkıyla bilinip yaşanır olmaktan çıkartılmış, özünden ziyade şekilciliğine değer ve-rilir olmuştur. Tarihe ve dine dair cehalet, Ortadoğu'yu "kolay sömürü" notasına kadar getirmiştir. Birlik ve dirliğin, ittifak ve vifakın olmadığı yerde yabancıların, hüküm vermesi her zaman daha kolaydır.

Biz şimdi hakkıyla ne tarihini ne de dinini bilmeyen bir milletiz. Dini ve tarihi sevdiğimiz kadar, dinin ve tarihin bilgisine sahip değiliz. Bizde ilgi ve sevgi var, bilgi yok.

Bilmediklerimiz bizim düşmanımızdın.

Bildiklerimiz işe avantajımız...

İşte o bilmediklerimizden birisi de Sadun Paşa...

Kimdir Sadun Paşa? Neden Irak kralı olmayı reddetmiştir? Neden Mustafa Kemal Paşa mektup yazarak onu Türkiye'ye davet etmiştir"...

Siz Sadun Paşa'nın yeğenisiniz. Türkiye'de hangi dönemlerde yaşadınız?

Suudi Arabistan vatandaşıyım, Mekke'de doğdum, Bağdat'ta iktisadi-siyasi ilimler okudum. 1965'te Mekke'ye döndüm. Enformasyon Bakanlığı'nda Arap Basını Müdürü oldum. Ankara'ya tayinimi istedim, Arabistan sefaretinde kültür müşaviri oldum. Beş yıl kaldım, o süre içinde ODTÜ'de master yaptım, geceleri de siyasalda doktora yaptım. Babam Taif'te vefat edince mecburen döndüm... Uzatmayayım, turizm işine girdim, son yıllarda da El Cezire gazetesinin yazarları arasındayım...

Irak'taki Sadunilerin aslı nereye dayanıyor?

Al Saduniler esasen Mekke'den göçle gelmiş Irak'a. Bağdat'tan Basra'ya kadar emirlik kurmuşlar. O devre bütün aşiretler savaş halinde. Bizimkiler de onlara tavassut edip barıştırmışlar, böylece çok iyi dostluklar kurmuşlar ve 24 aşirete lider seçilmişler. Biz oradaki 25. aşiret olduk ve bizimle birlikte bütün aşiretler Osmanlı'ya bağlandılar, Bağdat'tan Basra'ya kadar Osmanlı'nın parçası oldu.

Peki 1914'te ne oldu da...

O zaman çok sayıda İngiliz casus Irak'a gelmişler. Meşhur Lawrence'de en etkililerinden. Irak Şeyhül Meşayihi Uceymi Sadun Paşa'nın emrinde 40 bin altı vardır. O yıllar İngilizler Arapları Osmanlılara karşı ayaklandırmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Casus Lawrence ayaklanmayı reddeden tek kişi olan Sadun Paşa'ya Emir Abdullah ile şu haberi gönderir; "Bizimle birlikte ol seni Irak kralı yapalım." Sadun Paşa bu teklifi hemen reddeder ve Emir Abdullah'a şu cevabı veriri; "O hain elime geçmesin. Bir insan sadakati bilmeyebilir, fakat kendi ihanetini başkasında düşünmesi için bir sebep lazımdır. Ona bir gün bu teklifi bana yapabilme cesaretini nereden bulduğunu soracağım."

Sonra ne oldu?

Amcam; "İngiliz bayrağı dalgalanıyor, ben oraya gelmem. Müslüman kardeşlerimle rahatım, ilelebet gelmem" dedi ve emrindeki kuvvetlerle Osmanlı'nın yanında kahramanca çarpıştı. Savaşta Türklerle beraber çok sayıda şeyhlerimiz öldü. İngilizler bizi rüşvetlerle satın alamadılar ama kimi Arap aşiretleri İngilizlerin yanında yer aldılar.

Nedir Sadun Paşa'nın Osmanlı'ya karşı bu derece sadakatine sebep?

Amcam "bir Müslüman, Osmanlı'ya ihanet edemez" derdi. O tarihte Osmanlı'ya ihanet eden Arapların tamamı İngilizler tarafından kandırıldılar. Bu Arapların kurtuluşu değildi elbette. İngilizler Arapları da yanlarına alarak aziz Osmanlı milleti-mizle savaş yaptılar. O savaştan sonra 14 devlet ortaya çıktı, Araplara yapılan vaatler havaya gitti. Osmanlı büyük ihanete uğradı.

Ortadoğu'nun bugünkü hali, dağınıklığının, baş ağrılarının ardında 1914 ihanetinin etkisi nedir?

Osmanlı dağılınca bölgedeki huzur da gitti...

Mustafa Kemal Paşa'nın Sadun Paşa'ya yazdığı bir mektup var...

O yıllar Üçüncü Ordu Müfettişi olan Mustafa Kemal Paşa, bir mektup yazarak amcam Sadun Paşa'yı Türkiye'ye çağırır. Amcam da bu mektuptan sonra ailesi ve sağ kalan adamlarıyla birlikte Şanlıurfa'ya yerleşir.

ATATÜRK'ÜN MEKTUBU

Mustafa Kemal Paşa'nın mektubunda ne vardı?

Mektup şöyledir; "...Diyarbekir'e teşrifinizi istibşar ile harbi zailde, ikinci ordu kumandanlığı ile Diyarbekir'de ve dördüncü ordu kumandanlığı ile Halep'de bulunduğum zamanlarda nesli necibinize has olan evsafı merdanelerini duymuş, minelgıyap şahsiyeti muhteremelerine karşı büyük bir muhabbet-i kalbiye hasıl eylemiştim. Bütün cihanı İslam'ın iki göz bözbeği olan Türk ve Arap milletlerini iftirak yüzünden ayrı ayrı zayıf olması, ümmeti Muhammet için şanlı bir halde buna karşı el ele vererek ümmet-i Muhammed'in hürriyet ve istiklaliyeti uğrunda mücahede eylemek bizler için farz-ı ayındır. Unsurların sufuf ve an'anatını siyanet ile istilacıların esaretinden tahlisi girban eylemeye mücahedatınızda zat-ı necibaneleriyle beraber olduğumu arz ederim. Bu babtaki mütalaalarının 13. kolordu vasıtası ile iş'arı suretiyle müdavelel efkar etmeyi rey-i necibanelerine terk ile takdimi ihlas eylerim efendim."

Bu mektup ne zaman yazılmış?

Amasya'dan gönderilmiş, 1919 yılına ait. Padişah Mehmet Reşat da amcama üstün hizmetlerinden ve sadakatinden dolayı Osmanlı liyakat madalyası göndermiş.

Urfa'yı Sadun Paşa kendisi mi tercih ediyor?

Evet, o bölgede tanıdıkları var. Millet Meclisi'nin ilk toplantısında amcamı Türk vatandaşı olarak kabul ediyorlar. Kendisine 14 köy hediye edilmiş... Amcam burada bir Türk gibi yaşadı, hiçbir sıkıntı görmedi, el üstündü tutuldu.

29 EKİM'DE VEFAT ETTİ

Ne zaman vefat etti Sadun Paşa?

1960 yılında Türkiye'de vefat etti, kabri de Ankara'dadır. Çok enteresandır, 29 Ekim 1960'da Cumhuriyet Bayramı'nda Gülhane'de vefat etti. Genelkurmay rica etti, yarın defnedelim, bu önemli bayram gününde cenaze töreni olmaz dedi. Ertesi gün askeri tören yapıldı, naaşı Türk bayrağına sarılı olarak kaldırıldı.

Lawrence'nin ihanet teklifine aracı olan Emir Abdullah'a ne olmuş?

Sadun Paşa, mert, sadık, faziletli ve kahraman bir insan olmanın şan ve şerefi içinde yaşayıp vefat ederken, kendisine ihanet teklif eden Emir Abdullah ise, bir vatandaşının hançeri altında can vermiş.

Türkiye'de Saduniler hâlâ var mı?

Bazıları burada kaldılar, entegre oldular, savcı, doktor vs oldular, bir kısmı da Irak'a geri döndüler. Burada kalanların hepsi Türk vatandaşı...

İngiliz yalanları bitti

Arap dünyasında bugün Türkiye'nin imajı nedir?

Türkiye'de yaşanan son dönemdeki gelişmeler onu bütün İslam âleminin umudu haline getirdi. Liberal bir rejiminiz var. Çok adil ve vatansever bir Başbakanınız var.

Araplarda bugün bir Osmanlı kırgınlığı var mı?

Hayır Araplarda hiçbir zaman Osmanlı'ya karşı bir kırgınlık olmadı. 1900'lerin başında da olmadı, gün kimi Araplar kandırılmışlardı Osmanlı'ya karşı... Araplar Türklere çok bağlıdır, çok severler, daima kardeş ve dostturlar. O İngiliz yalanları bitti gitti.

Arap dünyasındaki rejimler çok eleştiriliyor...

Her rejimden onun halkları mesuldür... Batı'da İslam âlemine dair çıkan haber ve yorumların çoğu maksatlıdır. Buna rağmen İslam âleminde hata yok diyemem...

Türkiye'deki dindarlık nasıl algılanıyor Arap dünyasında?

Türkiye yüzde 99'u Müslüman bir ülke. Burada Müslümanlık güzel yaşanıyor. Burada İslam ayrı, siyaset ayrı. İslam'ın bir siyaset olmaması lazım. İslam siyasetten daha geniş bir şey ve bu ufuk Türkiye'de var. Geleneksel değerleri ile yeni dünyanın değerlerini yorumlayabiliyorsunuz sizler. Türkler hem Müslüman hem de modern. Türkiye çok farklı...

Türkiye'den tarihi bir rol bekliyoruz

Bugün İslam dünyası ne durumda, aynı duyarlılık var mı? İslam âleminin problemleri çok, bunun sebepleri de çok, en önce dirlik istemiyorlar. Kaynaklarını iyi kullanamıyorlar.

Üzerlerinden geçmiş bir sömürge sistemi var...

Bizler birbirimizden korkuyoruz, devamlı istikrarsızlık var, Pakistan, Afganistan, Filistin, Lübnan her yerde problem var...

İslam dünyasında din bir sorun gibi algılanıyor ve batıdan bakıldığında sorun dinde gözüküyor...

Bu elbette doğru değil. Batı'nın stratejisidir bunlar. İslam dünyasını hiçbir zaman kendi başına bırakmadılar ki, bizi birbirimize düşürmek için her zaman haince çalıştılar, içimize girdiler. İslam dini muazzam bir din. Fakat Müslümanlar son dönemlerde bu dinin gereğini ve gücünü yeterince hayata geçiremediler. Dini ideolojiye indirgemek ve onu siyasete hapsetmek kimsenin hayrına olmadı. Sorunun temelinde bence dine siyasi bakış var. Batı İslam'ın siyaset penceresinden algılanması için sistematik bir şekilde propaganda yapıyor. Bizler Türkiye'nin önümüzdeki dönemde çok önemli bir rol oynayacağını ümit ediyoruz.

Nedir Türkiye'den beklediğiniz rol?

Türkiye'nin AB'ye girmesi biz Arapları çok memnun eder, bu İslam âlemine kuvvet verir. Önümüzdeki dönemde İslam âlemi Türkiye'nin eline elini uzatır ve problemleri beraber halletmenin yollarını açar. Çünkü Türkiye en kuvvetli ve en gelişmiş İslam ülkesidir. Suudi Arabistan'la kuvvetli bir devlettir ve Türkiye ile derin ilişkileri vardır. Türkiye'nin yanında Suudi Arabistan'ın da bölgede liderleri vardır ve bu güç Arap dünyasını dönüştürecektir. Araplar birbirinden ayrı düştüler, bu ayrılığın sona ermesi için Türkiye ve Suudilerin işbirliği önemlidir.

Amerika bölgeye yerleşiyor

Irak konusunda İslam âlemi gerekli duyarlılığı gösteremedi ve müdahil olamadı, işgal önlenemez miydi?

Irak halkı 50 yıldır mazlum... Amerika "biz Irak'a demokrasi, özgürlük getireceğiz" dediler ama sömürge, azap geldi. Iraklıların çoğu muhacir oldular. Maalesef İslam âlemi vebal altındadır, büyük ölçüde üzerine düşeni yapmadı.

Bunun vicdan azabını taşıyorlar mı?

Halklar diyor ki, biz Iraklıları yalnız bıraktık. Türkiye çok yardım etti, işgale direnci, Suudi Arabistan yardım etti... Burada bir şey söylemek istiyorum; Türkiye Kuzey Irak'ta terörle mücadele ediyor, PKK kamplarını vuruyor, ben Türk ordusuna dua ediyorum, Allah korusun, muzaffer olsun diye.

Araplar bugün neyle imtihan oluyorlar?

Hedefsizlikle, birlik ve beraberlik düşüncesinden uzaklıkla...

Irak'ın işgalinde esas faktörün petrol olduğuna neredeyse şüphe yok. Bölgeden de öyle mi gözüküyor?

Petrol ve bölgeye tesir etme düşüncesi en büyük etken. Irak petrol açısından çok zengin bir ülkeydi. İkincisi çok stratejik bir yer. Orada kalıcı bir üst kurmak istiyor Amerikalılar. İsrail'in de menfaati var Amerika'nın bölgeye yerleşmesinde. İsrail Irak'tan çok korkuyordu artık o korku bitti.




www.biyografi.net (Binlerce Biyografi)