Mahmut Erol Kılıç
IRCICA Genel Direktörü


akademisyen, büyükelçi



1961 yılında İstanbul'da doğdu. Sırasıyla Hırkaişerîf İlkokulu, Vefa Lisesi ve İstanbul Üniversitesi'nde öğrenim gördü. Bu eğitimiyle beraber, bir yandan bazı alimlerden klasik tarzda dersler okurken diğer yandan da bazı sufi üstadların özel derslerine devam ederek kendini geliştirdi. Yani hem mektepli ve hem de alaylı oldu. Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun olduktan sonra bir müddet yurt dışında araştırmalarda bulundu. Lisans sonrası çalışmalarını genel olarak Tradisyonel ve Ezoterik ilimlerde özel olarak da İslam Tasavvufu alanında yoğunlaştırdı. 1988'de asistan olarak göreve başladığı İslam Felsefesi Anabilim Dalı'nda "İslam Kaynakları Işığında Hermes ve Hermetik Düşünce" isimli yüksek lisans tezini hazırladı. Türkiye Üniversitelerinde "Tasavvuf Anabilim Dalı"nın kuruluşunun ardından bu anabilim dalında yapılan ilk doktora tezi sayılan "İbn Arabi'de Varlık ve Mertebeleri" isimli tezini savundu. Türkçe ve yabancı dillerde bir çok ansiklopedi ve dergide sahasıyla ilgili makaleleri yayınlandı. Tasavvuf düşüncesi merkezli uluslararası konferanslarda tebliğler sundu, radyo ve televizyon programlarına katıldı. Türkiye Yazarlar Birliği 2004 yılında Sufi ve Şiir isimli kitabını inceleme-araştırma dalında yılın kitabı seçti. Halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Sistematik Tasavvuf Bilim Dalı Başkanı. Ayrıca İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nin Başkanıdır. Bunun yanısıra merkezi Oxford’ta bulunan Muhyiddin Ibn Arabi Societynin şeref üyesi, Islamic Manuscript Association(TIMA)'nın da yönetim kurulu başkanıdır. Evli ve iki çocuk babası. İngilizce, Arapça, Farsça ve Fransızca bilmektedir.

Türkiye'nin önce Vatikan sonra Endonozya büyükelçisi oldu. Mart 2021'de IRCICA Genel Direktörlüğü'ne atandı.

ESERLERİ:

Eserlerinden Bazıları
Sûfi ve Şiir: Osmanlı Sufi Şiirinin Poetikası., İnsan Yayınları, 5 bsk. İstanbul, 2005.
İslam Kaynakları Işığında Hermes ve Hermetik Düşünce, (Basılmamış Y. L. Tezi) MÜSBE., İstanbul,1989.
Muhyiddin İbn Arabi'de Varlık ve Varlık Mertebeleri, (Basılmamış Dr. Tezi) MÜSBE., İstanbul 1995.



SÖYLEŞİ

Politik-Ezoterizm: Mahmut Erol Kılıç ile Röportaj
ekopolitik

René Guénon der ki; “Aydınlanma, Rönesans, eldivenin içinin dışına çevrilmesinden ibarettir.” Yani yeniden yaratılan bir şey yok, var olanın içinin dışına çevrilmesi işlemi yapılıyor. Asli esaslar Gelenek’te var Rönesans onları alıp ters çeviriyor. Bununla beraber aydınlanma çağının geçirdiği evrelerin hiç birinde ruh maddeden kopmadı. Koptuğu zannedildi ama tarih sayfaları aralandığında bir çok oluşumun arka planında hep ezoterik akımlar olduğu ortaya çıktı.
Röportajı gerçekleştirdiğimiz Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç buna son derece ilginç bir anekdotla cevap veriyor.

Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, “Batıda bir politikacı veya bir bilim adamı, çevresinden bağımsız değildir. Spinoza’nın yetiştiği bir çevre vardır. Einstein, buluşlarını ve çalışmalarını bir locada yapardı. Locanın laborotuarında yapardı. Hitler’in görüşleri, öyle bir gecede gelmiş görüşler değildir. Hitler bu görüşleri gençliğinden beri içlerinde bulunduğu Viyana Beyaz Kartal locasının ezoterik ırklar teorisinden almıştı” diyor.

Çalışmalarını genel olarak Tradisyonel ve Ezoterik ilimlerde, özel olarak da İslam Tasavvufu alanında yoğunlaştıran Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, devletlerin iniş-çıkış dönemlerinden, ömürlerine ve hatta devlet örgütünün oluşumunda ezoterizmin önemli olduğuna dikkat çekiyor.

Ekopolitik(A.Tarık Çelenk): Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

Mahmut Erol Kılıç: İstanbul doğumluyum. Sırasıyla Hırka-i Şerif İlkokulu, Vefa Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde öğrenim gördüm. Öğrenim sürecimle birlikte bazı alimlerden klasik tarzda dersler aldım. Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdikten sonra 1988'de İstanbul Üniversitesi İslam Felsefesi Anabilim dalında asistanlığa başladım ve "İslam Kaynakları Işığında Hermes ve Hermetik Düşünce" isimli yüksek lisans tezimi tamamladım. Türkiye Üniversitelerinde "Tasavvuf Anabilim Dalı"nın kuruluşunun ardından bu anabilim dalında yapılan ilk doktora tezi sayılan "İbn Arabî’de Varlık ve Mertebeleri" isimli tezimi savundum. Türkçe ve yabancı dillerde birçok ansiklopedi ve dergilerde, kendi sahamla ilgili makaleler yayımladım. Tasavvuf düşüncesi merkezli, uluslararası konferanslarda tebliğler sundum ve konuyla ilgili radyo ve televizyon programlarına katıldım. Sufi ve Şiir isimli kitabım 2004 yılında inceleme-araştırma dalında yılın kitabı seçildi. Halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Sistematik Tasavvuf Bilim Dalı Başkanıyım ve ayrıca İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nin başkanlığını yürütüyorum. Merkezi Oxford’ta bulunan Muhyiddin İbni Arabi’s Society’nin şeref üyesiyim. İslam Elyazmaları Birliği’nin “The Islamic Manuscript Association(TIMA)'nın da yönetim kurulu başkanıyım.

Ezoterizm Kavramı Batı’da ve bizde neleri çağrıştırıyor?

Ezoterizm kavramının bizde iki türlü karşılığı var ki manası doğru verilmezse problemlere yol açabilir. Bunun sebebi 20. yüzyılın başında yaşadığımız zihni dönüşümün kavramlara yansımasından kaynaklanmaktadır. Biz 20. yy’ın başından itibaren daha çok batılı kavramlarla düşündüğümüz için maalesef hakikatin bizdeki anlam haritaları parçalanmış oldu. Bir kelimenin eş anlamlıları bile farklı manalar taşır hale geldi. Mesela “bâtınî” dediğinizde -ki bu “ezoterizmin” karşılığıdır- Türk-İslam kültürü içerisinde daha çok ideolojik çağrışımları olan bir kavram anlaşılır. Buna karşılık “ezoterizm” dediğimizde yani kavramın batılı karşılığı kullanıldığında daha bilimsel, daha ciddi ve kuşatıcı bir anlam ifade edilmektedir.

Yeryüzünde görülen, oluşa gelen her şey, her eylem ve her nesne aslında bir hakikatin dışavurumudur. Hakikat sabittir, değişmez ve evrenseldir. Bu yüzden içtedir. Eşyanın hakikati sabittir. Görünen şeylerin asıl kaynakları içte yatmaktadır. Ezoterizm’de bilgelik, hikmet yazıya geçirilmez. Bir şey yazıya geçirildiği zaman kayıt altına alınmış olur. Her türlü kayıt onu zuhur haline getirmek demektir, zuhur alemi ise, oluşlar ve bozuluşlar alemidir, kayıtlar alemidir. Binaenaleyh, bu açılardan bakıldığında ezoterizm, bâtın ilmi demektir. Anlaşılacağı üzere İslam’da ezoterizmin karşılığı, tasavvuftur. Ezoterizm, tasavvufî ilimlerin üzerinde yoğunlaştığı bir sahadır. Ezoterizmin temeli; gördüğümüz her şey hakikat değildir, beş duyu organıyla algıladığımız bütün eşyalar yansımadır. Ezoterizm, beş duyuyla algıladığımız eşyânın hakikatlerinin içte yattığını kabul eder. Ezoterizmde, algıladığımız bu eşyalar, aslında içlerinde bulunan hakikatlerin dışa vurumudur. Dolayısıyle ‘hakikat göründüğü gibi değildir’ denildiğinde, ezoterizm bizde ‘derinde yatan’, ‘batında yatan’ anlamlarına geliyor. Yani ezoterizm, içte yatan hakikatların asıl olduğu, dışta görünenlerin de ikincil olduğu görüşünden yola çıkar. Ezoterizm dinlere, hayata, hayatta zuhura gelen her şeye; insana, insan ilişkilerine, ekonomiye, siyasete, siyasi tarihe bu gözle bakmaya çalışır.

Anadolu İslam geleneğinde, bunların izleri, modernlik öncesi dönemlere gelinceye kadar çok baskındır. Mesela Osmanlı tarihini, İsmail Hakkı Bursevi gibi bir şeyh efendi, ezoterik bir şekilde yorumlamıştır. Bu konuda kendileri bir kitap yazmıştır. Kitabın bir bölümünü, tez konusu olarak bir öğrencime verdim. Muhteşem bir eserdir. Bu eserde Sultan ne demek? Devlet ne demek? Vezir ne demek? Hariciye Vekili ne demek, Dâhiliye Vekili ne demek? Anadolu Kazaskeri ne demek? Rumeli Kazaskeri ne demek? Anadolu ne demek? Rumeli ne demek? Bu soruların hepsinin ezoterik açıklaması var.

Ezoterizmin de çeşitleri vardır. İslama ait ezoterizm var, Yahudiliğe, Hristiyanlığa ait ezoterizmler var, bütün dinlere ait hatta şamanizme ait ezoterizm var. Ezoterizm’in bağlı olduğu bir doktrin vardır. Bu sahada da önemli üstatlar yetişmiştir. Bu üstatlar da mühim ekoller kurmuşlardır. Herkes kendi zaviyesinden yola çıkar. Ezoterizmin bazı türleri her çeşit dışsallığı reddettiği için panteizme varan görüşleri savunurlar. Bunlar daha çok Hinduizm kalkışlı akımlardır. Veya ezoterizmi eklektik bir yapı olarak gören ve bir sentez çıkarmaya çalışan guruplar vardır. Bu sonuncusu, daha çok masonik yapılarda görülür.

Ancak bunun haricinde bir de, Réne Guénon, Frithjof Schuon, Titus Burckhardt gibi sufi olmuş üstatların oluşturduğu bir “Tradisyonalizm” ekolü vardır. Bu ekolün bütün dünyada birçok mensubu vardır ki bendenize göre en otantik “ezoterizm” tarifini bu ekol yapmıştır. Bu ekol aleyhine Against Modernity yani ‘Moderniteye Karşı’ diye kitaplar dahi yazıldı. Bu düşünce biçimini biraz da ajitatif bir dille anti-modernist ve bir gün geleneği yeniden inşa edecek ekol olarak lanse ettiler. Batı içerisinde bazı ezoterik çevreler bu akıma şiddetle karşılar.

Batı ezoterizmini Réne Guénon gibi anlayan bir düşünür bizden neden çıkmadı?!

Çıkmamasının nedenleri var. Ezoterizmde her şeyin bir sebebi vardır. Neticede batı düşünce dünyasının bir problemidir bu konu. “Religion” kelimesi Batıda bizdeki “Din “ kelimesinin çağrıştırdığı her şeyi kuşatamamaktadır. “Religion” kelimesi bizim Vahabilerin aklındaki dini karşılamakta bir bakıma fakat deruni ve manevi konuları çok fazla ihtiva etmemektedir. Müesseseleşmiş dini, kiliseyi ifade etmektedir. Fakat bir İsmail Hakkı Bursevi, Niyazi-i Mısri v.b.gibi mütefekkirlerimiz bu konuları çok iyi anlamış kişilerdir. Guénon der ki, Doğu aklı aydınlanma esaslıdır, kategorik değildir; yaşama esaslıdır, seyyaldir; Batı aklı ise tasnifçidir, sıralama, kategorize etme peşindedir.

En katı dogmatik aydınlanmacıların geri planlarında güçlü ezoterik ilişkiler gözlemleyebiliyoruz., bunu bir tarih anlama metodolojisi olarak kullanabilir miyiz?

Müsaade ederseniz öncelikle sizinle bir memnuniyetimi paylaşayım. Bu meseleye bu seviyede dikkat çeken ve merak duyan, görüntünün arkasındakileri görebilen insan Türkiye’de çok fazla yok. Bana böyle sorular sorduğunuz için size teşekkür ederim. Sizin beni dinlerken ‘Allah Allah bunun arkasında bu çıktı, şunun arkasında şu ezoterik yapı var’ şeklindeki hayretleriniz, diğer bir ifadeyle komplo gibi algıladığınız konular yüzyıllardır aslında var olan şeyler. Şimdi eğer geleneksel dünya içerisinde kalsa idik, sizin bu hayret ettiğiniz şeyler hiçte hayretle aktarılmayacak olan doğal, vakâ-yı âdiye’den konular olacaktı.

Ezoterizm, din kalkışlı bir felsefedir. Anlayış seviyelerinin içeriye doğru veya piramidin tepesine doğru yükselmekle daha rafineleşeceği anlayışına dayanır. Olayların ve nesenelerin hakikatinin ve bütünün ancak piramidin tepesine çıkıldığında görülebileceği ve tabanda kalanın (avam denilenlerin) hiçbir zaman satıhtan daha öteyi göremeyeceği, dolayısıyla çok kolay yönlendirilip kandırılabileceği gerçeğine dayanır. Yönlendirilemeyeceklerin veya kendileri yönlendirecek olan kişiler piramitte yukarılara yükselmiş kişilerdir.

Felsefenin modern dönemlerde ezoterik köklerinden, asli köklerinden koparılmış hali, özellikle Aydınlanma sonrasında gelişen modern insanın parçalayıcı bakış açısının oluşumunu sağlanmıştır. Guéneonien düşünürler gerçek Bilgeliğin Babilonya’dan, Mısır’dan yani Ortadoğu’dan Grek’e geçmesiyle beraber bir devrin kapanıp başka bir devrin başladığını söylerler. Çünkü Ortadoğu’da yaşanan bilgelik Grek’e geçince yazıya döküldü ve bu süreçte “yaşantı” kısmı ihmal edildi, elde sadece metin kaldı. Metin elde kalınca da felsefesinin inisiyatik ve ezoterik yönü unutuldu, ihmal edildi. Batı’da dinin ekzotik yönünü, yani dışla, şekille ilgili yönünü acımasız bir şekilde temsil eden papazların, inancı kurumsallık içinde boğmaları sonucunda Kilise, baskıcı bir kurum haline geldi. Aydınlanma bu Kilise’ye başkaldırıdır. Bizde ise böyle bir süreç yaşanmamıştır.

Diğer taraftan batıda, siyasetin öncesinde, her zaman bir dini ve felsefi arka plan söz konusu olmuştur. Batıda bir politikacı veya bir bilim adamı bu çevrelerden bağımsız değildir. Newton, Einstein gibi bilim adamlarının mistik eğilimleri, tarikat bağlantıları Batıda iyi bilinirken bizde maalesef bu konular ihmal edilmiştir. Dünya bilim tarihinde buluş sahiplerinin çoğu ezoterik akımlara dahil insanlardır, çünkü arkada yatan sebepleri araştırırlar. Batı’da bazı ezoterik akımların fizik literatürü ve fizik alimleri üzerindeki tesirleri incelenmiştir. Majisyenler yeni dönemde fizikçiye dönüşmüştür. Maji, fizik alemdeki tesirleri inceleme ilmidir. Maji, fiziğe tekabül eden bir çok şeyi önceden bulmuştu. Simya, maddeler arası dönüşümler üzerinde uzun yıllar araştırmalar yaptı ve modern kimyayı doğurdu. Ezoterik düşünce, sonsuzluk nedir, sonsuz olan nedir gibi konular üzerinde yoğunlaşınca bu düşünceler matematiği doğurdu, Pi sayısını doğurdu. Asal sayı nedir, türevler nelerdir, bunların hepsi aslında ezoterik, felsefi sorulardır. Einstein’ın izafiyet teorisi sadece bir fizik dersi için icat edilen bir denklem değildir. O bir varlık sorunudur. Spinoza’nın yetiştiği bir çevre vardır. Einstein çalışmalarını bir locada yapardı. Locanın laborotuarında yapardı. Hitler’in görüşleri öyle bir gecede gelmiş görüşler değildi. Hitler’in bu görüşleri gençlik çağlarından beri içinde bulunduğu bir grubun ezoterik ırklar teorisine dayanır. Hitler “Beyaz Kartal” locasına bağlıydı. Onlara göre âri ırk hikmet esaslıdır ve yöneticidir diğer ırklar paryadır vs.

Dünya Tarihindeki sosyal ve politik değişimlerin arka planına baktığımızda farklı ezoterik grupların etkisini de görebiliyoruz. Bu açıdan baktığımızda tarih bize ne anlatıyor?

Batı Ezoterizmi, kendine has oluşumu içinde sadece içeriyle uğraşmakla kalmayarak dışa da bunu yansıtmak esasını benimsediği için sosyo-politik teorileri de vardır. Ezoterizm dünya siyasetini yönlendirmede her zaman etkin rol almıştır ve hala almaktadır. Ezoterizmin birçok alt dalı vardır. Mesela bu alt dallardan biri de politik ezoterizmdir. Fransız İhtilali’nin, Rus Devriminin, ABD’nin kuruluşunun, Avrupa Birliğinin, Osmanlı’nın kuruluşu, yükselişi ve yıkılışının ezoterik yorumları vardır.

Türkiye’de tarafçılık açısından bir çatışma var. En azından felsefi bir suçlama karşılığı olan bir çatışma var. Örneğin Laik-Antilaik gibi… Bu çatışmanın ana unsuru da, bir kesim diğer kesime diyor ki biz aydınlanma çağına uymadık şimdi ise uyduğumuzda siz bize muhalefet ediyorsunuz ve biz buna uyarak muasır medeniyet seviyesine ulaşacağız. Ancak aydınlanma çağı bu ezoterik yapılarla iç içe geçmiş bir çağ. Bu örtü nasıl kalkabilir?

Ezoterizm Türkiye’de çok bilinmiyor. İyi bilinmediği içindir ki Türkiye ezoteristlerin elinde oyuncaktır. Türkiye’de Müslümanların elinden ezoterizm alındı, kupkuru hale getirildi ve şu an kullanılıyorlar. Burada bize biçilen yeni elbise içerisindeki ultra-militan sekülerizm karşılığında, bizim manevi boyutumuz alındı. Ancak manevi boyutumuzu alan bu kimseler kendilerine ait ezoterizmi bırakmış değiller. Hala ezoterik çalışma yapıyorlar. Binanaleyh bana göre bu ülkedeki çatışma, aslında bir ezoterizmler çatışmasıdır.

Aydınlanma devrimcileri ile ezoterik ilişkilere örnek verebilir misiniz?

Aydınlanma derken Nirvana’yı yani manevi aydınlanmayı kastetmiyoruz tabii ki. Aydınlanmacılar buradan çalmışlardır bu kavramı. Tabii ki yine içini boşaltarak veyahut içini dışa çevirerek.. Hakikatte bu kavram tamamen spiritüel ve din kaynaklı bir kavramdır. Aydınlanma veyahut “işrak” dediğimiz düşünce içerisinde siz bir ağacın altında aydınlanacaksınız yani Gothama Buda olacaksınız, veya Şeyhu’l- İşrâk olacaksınız ki ulvi nurlar alemi size açılsın ve böylece siz de münevver olun. Bu da görüleceği üzre tamamen dikey anlamdaki bir enfüsi kavramdır. Rönesansçılar bunu çalarak yatay hale getirmişlerdir. René Guénon der ki; “Aydınlanma ve Rönesans, eldivenin içinin dışına çevrilmesinden ibarettir. Yani eldiveni yırtıp yerine yeni bir eldiven giymiyorlar. Yani yeniden yaratılan bir şey yok, var olanın içinin dışına çevrilmesi işlemi yapılıyor. Asli esaslar Gelenek’te var Rönesans onları alıp ters çeviriyor. Aydınlanmacıların paradigması tabir caizse şu şekildedir: “Sen ezoteristsin!”, “Sen spirütüalistsin, dindarsın!”, “Sen hep ruhla ilgilendin, maddeyi ihmal ettin. Oysaki bu dünya, yeryüzü maddi süreçtir. Maddenin şekil değiştirmesidir. Madde derken, bunun içerisine ceset te girer, ekonomi de girer, politika da girer. Referansları gökten yere indirmek lazım. Her şey yerde ve maddi olanda”. Hal böyleyken aydınlanma çağının geçirdiği evrelerin hiç birinde ruh maddeden kopmadı. Koptuğu zannedildi ama tarih sayfaları aralandığında bir çok oluşumun arka planında hep ruhsal yönelimlerin ve ezoterik akımların yine de bulunduğu ortaya çıktı. Aydınlanmacılar, hakikatin maddede olduğunu ileri sürüyorlar. Onlara gore gerçek aydınlanma, gerçek ilerleme bu dönüm (kırılma) noktasıyla başladı. Yani, ruhun tasallutundan dünyayı kurtardık düşüncesi hâkim oldu. Böyle bir kalkış noktası başlangıçta haklı ve masum bir düşünce gibi gelebilir. Kim maddeyi inkar etmek ister ki? Hatta başlangıçta buna katkıda bulunan din adamları da vardı. Descartes gibi. Bazı Yahudi filozofları gibi. Zaten Yahudi filozoflarına göre, maddi olan spirütüel olandan çok daha önemlidir. Dolayısıyla bugün Yahudilerin politik teorileri, ekonomik teorileri, bir Budistin teorilerinden çok daha materialist ve pozitivisttir. Bizde ise böyle sert bir ayrım olmadı. Bizde madde ile ruh arasındaki evliliğinin bozulmasının ilk defa ne zaman başladığı konusunda farklı görüşler vardır. Bunun tarihini çok geriye götürenler de vardır daha geç dönemlere getirenler de. Kırılmanın başlangıç noktasını, yani ruhani olana maddi olanın baskın gelmesini, bazıları Kabil’e, bazıları Peygamber Efendimiz’in vefatına, bazıları Hz. Ali’nin vefatına, bazıları Kerbela’ya, bazıları Yavuz’un Mısır Fethine, Lale devrine v.s. dayandıranlar bulunmaktadır. Bendeniz ise bunu 1940 – 1960’lara kadar yakına çekenlerdenim. Çünkü gerçek kırılmalar ontolojik bakış açısında olur ve bunun toplumsal alanda da benimsenmesiyle bir kitlesel zihniyet dönüşümü asırlar alan bir süreç olarak gelişir. Bu sürecin tamamlanmadığı dönüşümler arızidir. Evet Hz. Peygamber’in vefatıyla veyahut Hz. Ali’nin vefatıyla bazı problemler, bazı arızalar meydana geldi, Lale Devrinde bazı yeni yönelimler öne çıktı. Ancak bütün bu türden gelişmeler dünya görüşünün ontolojik omurgasını kırarak tam aksi bir ferd ve toplum yaratmadılar. Zaten böyle bir hedefleri de yoktu. Lakin asrın başındaki zihniyet dönüşümleri radikal dönüşümlerdi ve 1960’lara doğru bu tohumlar yeşermeye diğer bir ifadeyle kendi çocuklarını doğurmaya başladı. Sonra bu çocuklar kendi şeriatlarına, kanunlarına dayalı despotik politik görüşlerini hakim kılmaya başladılar ve kurumsallaştılar. Yeni dönem aydınlanması bu yeni “kiliseye”(?) karşı gelişecektir. Tarih tekerrürden ibarettir ve çevrimsel yasalara dayanır. Şimdilik bu kadar yeter…





SÖYLEŞİ

İslamcılar Osmanlı tecrübesini dışladı
DOĞAN ERTUĞRUL [PAZARTESİ KONUŞMALARI-2]
Zaman 9 Haziran 2015

İslamcı ideoloji ıslah yapacağım derken temelleri de sarsmıştır. Bu yönüyle Cumhuriyet’in kurucularının niyeti ile de örtüşmektedirler. İslam’a hurafeler sokulmuştur, Püriten İslam lazım diyerek, Osmanlı tecrübesini dışladılar. Tarihî tecrübeden koparılan İslam, yeni icat edilen bir ideoloji haline geldi.

İslamcılar tarihî tecrübeye neden cephe aldı?

İslam tasavvufu üzerine derin birikimiyle bilinen yazar-diplomat Prof. Mahmud Erol Kılıç’a göre bugün İslam dünyasında yaşanan kaosun en önemli nedeni sahih bir İslam anlayışından uzak olmamız. Türkiye’de iktidarda ve dinî gruplarda hakim İslam anlayışının Selçuklu- Osmanlı mirasından habersiz, sanki yeni ideoloji gibi olduğuna dikkat çeken Prof. Kılıç, “Alimler arifler, filozoflar yetiştiren bir İslamî birikime ihtiyacımız var. İslamcıların söylediğiyle Kemalist protestanizm birbirleriyle çok yakınlar.” diyor.

Siz İslamcı ideolojiye karşı bir Anadolu İslam’ından söz ediyorsunuz. Anadolu Sünniliği derken tam olarak ne kastediyorsunuz?

Bugün halkın bir İslam algısı var ve İslamcı gruplar bundan farklı nev-zuhur bir İslam’ının devamıdırlar. Benim Sünnilik anlayışım genel hatlarıyla Selçuklu-Osmanlı çizgisinin sufi yorumuna dayalı Sünnilik anlayışıdır. Çok önemli bir sentezdir Osmanlı’nın yakaladığı. Ta ki kırmızı çizgi aşılmasın. O noktaya kadar Sünni ve Şii sufi teolojide birleşirler. Düşünün ki Osmanlı sultanının, Yıldırım Beyazid’in, kızını verdiği Seyyid Emir Sultan’ın İmamiyye Şia’sından olduğuna dair rivayetler var. Arif oluşu her şeyin üstünde görülmüş. Şii imiş Sünni imiş çok mühim görülmemiş. Bunların baskın karakter haline gelmesi daha geç dönemlerde ortaya çıktı. O kadar ki artık günümüzde her ikisi de mezheb olarak değil din olarak hareket ediyor. Mesela (Bazı Selefilerin söylediği) ‘Şiiler Yahudilerden daha beterdirler’ gibi sözler bunu ifade etmektedir. Nerede kaldı ‘Bütün müminler kardeştir’ ayeti? Dinler arası diyalog taraftarı olanlar dahi ne gariptir ki Sünni Şii diyaloğuna karşı bir tutum içerisindedirler.

İslamcılık Türkiye’de de geleneksel İslam anlayışını nasıl etkiledi?

İslamcıların söylediğiyle Kemalist protestanizm birbirleriyle çok yakınlar. İslamcı ideoloji ıslah yapacağım derken temelleri de sarsmıştır. Bu yönüyle Cumhuriyet’in kurucularının niyeti ile de örtüşmektedirler. Tıpkı Arnavut selefi gençlerin bugün yaptıklarının Sırp milliyetçilerinin işine gelmesi gibi. İslam’a hurafeler sokulmuştur, Püriten İslam lazım diyerek, Osmanlı tecrübesini dışladılar. Tarihi tecrübeden koparılan İslam yeni icad edilen bir ideoloji haline geldi.

İslamcı söylem cemaat yapılarından daha mı etkili oldu?

Evet öyle. Türkiye’de bir iki tarikatın entelektüel çabaları olduysa da akim kaldı. Maalesef tarikatlar Cumhuriyet’in ilk dönemlerden sonra çok fazla entelektüel çıkaramadı. Bir İsmail Fenni Bey, bir Mehmed Ali Ayni, bir Ahmed Avni Beyler üretemez hale geldi. Ama temiz esnaf ve iyi vatandaş üretti. İstanbul’dan taşraya geri çekilmenin de bunda bir tesiri olabilir. Tarikatlere ve tasavvuf kültürüne hürmet duyan bazı yazarlar oldu, hepsi bu kadar. Ama seyr-i süluk görmüş, tarikat terbiyesi almış şair, ilim adamı, filozof, bilim adamı, din adamı, entelektüel fazla çıkaramadı.

İslamcıların büyük bu kısmı tanımaz bu yazarları…

Tanımaz… Ali Şeriati gibi bile olamadılar. Malum o genel anlamda İran tecrübesi, Mevlânâ, Hafız referansları, özel anlamda Şia kültürü yani Ali, Hüseyin referansları ile kendi sol referanslarını birleştirerek ortaya bir fikri hareket çıkardı ki bu hareket ‘İslam İnkılabı’nın sacayaklarından birisi oldu. Mesela bizde sosyalist-komünist hareketin mühim teorisyenlerinden Hikmet Kıvılcımlı’nın çalışmalarına bakın İslam, Osmanlı, tasavvuf referanslarını görürsünüz. Ama İslamcının referanslarında bunları göremezsiniz, görseniz de negatif olarak görürsünüz. Kıvılcımlı kadar bile olamadılar.

Tarihi tecrübeye mesafeli islamcıları hangi kaynaklardan beslendi?

1970 sonrası Türkiye İslamcılığı bu toprakların fikri devamı olmaktan ziyade dışarıdan tercüme faaliyetleriyle oluşturuldu. Anadolu İslam’ı 1950’li yıllarda daha çok Nurettin Topçu, Cemil Meriç vb. gibi yazarlar tarafından dile getirildi ise de daha çok edebiyat sahasında kalındı. Bir topyekûn din anlayışı, din felsefesi haline gelemedi. Zira bu kişiler din adamı değildiler. Zaten modern Türkiye İslam düşüncesi daha çok şairler ve edebiyatçılar ağırlıklıdır. Ulema veyahut urefa merkezli değildir. Bu sınıfların büyük baskı altında olmaları belki böyle bir yan filiz vermiş olabilir. İbn Arabi’lerin, Mevlânâ’ların, Yunus Emre’lerin, Niyazi Mısri’lerin İslam anlayışı üzerine dayalı değildirler. Hatta İbn Arabiye, Mevlânâ’ya küfretmekle var olmaya başladılar. Tarihimizi, tarihimizdeki İslam’ı ötekileştirdiler. Bugün bu ideolojinin mensubu gençler Kosova’da, Bosna’da Osmanlı’nın yaptığı mezar taşlarına saldırarak güya bir tür put-kırıcılık yapmaktalar ama bundan en çok milliyetçi Sırpların memnun kaldığını görmüyorlar.

İslamcılığın Selefi bir ideoloji olduğunu söyleyebilir miyiz?

Sünni değiller ama selefiler demek bir tenakuz olur. Zira sünnilik içerisinde, hatta kendilerini ‘en hakiki Sünni’ olarak tanımlarlar. ‘Ehl-i sünnet-i hassa’ derler kendilerine. Yani ehl-i sünnetin seçkinleri… Fakat doğru olan şudur ki İslamcıların varlık anlayışı Selefi varlık anlayışıdır. Selefi varlık anlayışı da tekdüzedir. Alemde ve dinde mertebeler kabul etmez, tek mertebe vardır. O da şeriat mertebesidir. İslam demek şeriat demektir. Bir fıkıhçı yazarımızın da iddia ettiği gibi “İslam medeniyeti, bir fıkıh medeniyetidir’ tezi bir indirgemeciliktir. Daraltmadır. Yani felsefesi, irfanı, estetiği ve hatta dini bir kenera ama şeriatı var anlamına gelir. Oysaki şeriat dinin bir cüzüdür. Şeriat din için vardır, din şeriat için değil. Kur’an’da (Şura 13) Allah Nuh peygamber için der ki ‘Şerea leküm mineddin…’ Yani dinden ona özel bir şeriat yaptık… Görüleceği üzere din şeriattan daha kapsamlı bir manadadır. Mesela Kur’an’ın ancak yüzde yirmilik bir kısmı bu konulara müteallıktır. Şeriat sahibi olmayan peygamber var ama din sahibi olmayan peygamber yok.

Yani Müslümanlık fıkıhtan önce iman ve inançtır…

İslam medeniyeti bir dünya görüşüne dayanır, bir varlık anlayışı vardır, ontolojisi ve epistemolojisi vardır, bir metafiziği vardır ve bu büyük vizyon altında bir hukuk pratiği doğar. Bu saydıklarımı hukuk doğurmaz onlar hukuğu doğurur. Ortada güçlü bir İngiliz hukuku yok, aanayasaları bile 10 sayfa, ama medeniyeti var. Dikkat ediniz Osmanlı’da şeyhülislamlar bile, ekseriyetiyle, önce sufi, şair, filozofturlar sonra hukukçudurlar. Fıkıh onlar için araçsal bir toplumsal düzenleme enstrümanıdır. Viyana kapılarına istinca ve istibra ahkamı ile gitmediler. Malum Mesnevi ile gittiler.

Oysa İslamcılar neredeyse ‘İslam eşittir fıkıh’ anlayışındalar…

Bugün İslam dünyasının en büyük problemi, İslam eşittir fıkıh anlayışıdır. Bizi daraltan bu zihniyettir. Mısır’da iktidara gelince yapılan en önemli toplantılardan birisi hırsızın kolu kesileceği zaman nereden kesilmeli ve nasıl pansuman yapılmalı diye bilimsel bir toplantı idi. Ekonomi politiği nasıl yapacağız filan değil. Vizyon bu olunca tokat geldi. Medreselerde İslam sadece ve sadece normatif, metaryalist bir açıdan eğitiliyor. Ruh yok. En ciddi problem dini sadece hukuk düzenine indirgemek… Mütefekkirimiz kalmadı, şairimiz kalmadı, âşık kalmadı, arif kalmadı. Ama bol bol fetva veren gençlerimiz (Şebab) var. Bügün 17-18 yaşındaki çocuklara Pakistan’da, Afganistan’da veya Türkiye’deki medreselerde sadece fıkıh öğretiliyor. Oysa ‘Yecüz-la yecuz’ söyleminden ötede bir din anlayışımız vardı bizim. “Şeriat, tarikat yoldur varana. Marifet, hakikat andan içeri” diyor Yunus Emre. Dört mertebede açıklanan bir din var. Şeriat, tarikat, marifet, hakikat… Bugün İslamcılarda olmayan bir ontoloji ve epistemolojidir bu. Türkiye’de maalesef devlet ve diyanet bürokrasisine hakim olan İslami söylem işte bu Anadolu zevkinin devamı değildir.

Selefi İslamcı ideoloji Şii dünyasında etkili oldu mu? Yanılmıyorsam Seyyid Kutub’u Farsçaya İran’ın dini lideri Hamaney çevirdi?

Bugün Şia’nın içinde çok politik bakan ve dünyanın hepsini Şii yapsak diyen ilkel düşüncelere sahip insanlar da var. Son zamanlarda Şia’da da bir selefileşme süreci kuvvetlendi. Bazı Şii alimlerde ciddi Vahhabileşmeler başladı. Ayetullah Humeyni’nin televizyondan yaptığı Fatiha derslerini kestiler, tasavvufi açıdan tefsir ediyor, diye.

Ebu Gureyb’de toplu namaza ‘fetva’ çıkmadı

Bugün bölgede özellikle Şiiler ile Selefi gruplar arasındaki çatışmanın kökeninde tarih ve teoloji mi yoksa politik angajmanlar mı var?

Büyük akıl, bazı gruplara kolaylıklar sağlamak karşılığında kendi ideolojilerine karşı olan İran’a total düşmanlık yapmaları siparişi verdi. Son 3-4 yıldır abartılmış bir şekilde Şia düşmanlığı yapılıyor olması insanda soru işaretleri doğuruyor. Yerli ol, özgün ol. Yapacaksan tenkidini özkaynaklarınla yap. Ama sipariş almak, kabul edilemez bir durum. Bugün bazı Şii web siteleri var, sabahtan akşama kadar Hz. Ayşe’ye, hulefa-yı raşidine küfreden Şia kanalı var. Şiraziler denen bir gruba bağlılar. Bu grubun TV kanalının merkezi bir Avrupa başkentinde, o ülkenin himayesi altında yayın yapıyor. İran o kanalı yasakladı, bilginiz olsun. Diğer taraftan Hz. Hüseyin halife Yezid’e isyan ederek hata etti oysa Yezid çok faziletli bir Müslüman’dı. Büyük Arap dâhisi Muaviye’nin oğluydu, beş vakit namazındaydı söylemiyle yayın yapan ultra Sünni başka bir kanal ise sabah akşam Şiilere küfrediyor ve onları öldürmenin caiz olduğunu yayıyor. Çok gariptir ki o kanalın merkezi de aynı ülkenin başkentinde. Başka bir bilgi vereyim. Irak’ta yakalandıktan sonra Ebu Gureyb hapishanesinde kalmış Selefi bir genç 4-5 yıl kaldıktan sonra dışarı çıkınca bir Arap gazetesine röportaj vermişti. Diyor ki: İçeri alınanların % 80-90’ı Sünnilerden meydana geliyordu. Çok az olarak Sadr grubuna bağlı birkaç Şii de vardı. Sünniler çoğunluktaydık ama içimizde bir Şii bir molla vardı, hafızdı, kıraatı düzgündü. O imam oluyordu biz hep beraber arkasında namaz kılmaya başlamıştık. Amerikalılar geldiler ve bu olmaz siz Sünni’siniz onlar Şii bu ‘caiz değil’ dediler ve bizi ayırdılar iki ayrı namaz odası belirlediler ve artık ayrı kılmaya başladık.’ İlginç değil mi?






www.biyografi.net (Binlerce Biyografi)