|
Sait Aykut
yazar, çevirmen
A. Sait (Abdulsait) Aykut
1969 yılında Tokat'ta doğdu. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu. 2005 yılında Uluslararası İlişkiler ve Siyaset biliminde yüksek lisansını bitirdi.
2015’te ABD’de Wisconsin-Madison Üniversitesi Asya Dilleri ve Kültürleri Bölümü'nde doktorasını verdi.
İbn Sînâ, Câhiz, Câbirî, Turtûşî, Se‘âlibî, İbnü’l-Mukaffa’, Ebû Hayyân Tevhîdî ve İbn Arabî’den çevirileri vardır.
“İbn Battûta Seyahatnâmesi” (YKY, 2004) başlıklı çevirisiyle Türkiye Yazarlar Birliği tarafından “2004 Yılının En İyi Mütercimi” seçildi.
2010 yılında Arap seyahat edebiyatına yaptığı katkılardan ötürü Doha’da Katar Kültür Bakanı’ndan “Onur Ödülü” aldı.
Arap edebiyatı, siyaset felsefesi, tasavvuf ve İslam tefekkürü üzerine inceleme ve çevirileri Akademya, Merdiven gibi çeşitli dergilerde yayınlandı.
Turtuşî, Seâlibî gibi klasik siyaset yazarlarının kitaplarını Türkçeye kazandırdı.
Tasavvuf, Arap edebiyetı, felsefe, İslam siyaset edebiyatı, tarih gibi alanlarda 20’ye yakın kitap çevirisi var.
Kafkaslar, Bosna Hersek gibi konularda Türkçe’den Arapça’ya yaptığı çeviriler; el-Âlem, el-Müctemâ ve el-Vatan gibi uluslararası Arap dergi ve gazetelerinde yayınlandı.
Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan son kitabı İbn Batuta Seyahatnamesi, Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Tercüme Ödülü'nü aldı. Siyaset Felsefesi üzerine master yaptı.
Yapı Kredi Yayınları aylık kültür-sanat dergisi Cogito ve üç aylık tasavvuf dergisi Keşkül'de düzenli olarak yazdı.
Arapça, İngilizce, Farsça ve Klasik Yunanca biliyor.
SÖYLEŞİ
A. Sait Aykut'la Arapça ve Çeviri Üzerine...
- Türk okurlar, A.Sait Aykut adına İbn Battûta Seyahatnamesi ile daha yakından aşina oldular. İbn Battûta'nın otuz yılda başından geçenleri anlattığı kitabı, siz ne kadar sürede çevirdiniz? Ve bu yolculukta nelerle karşılaştınız?
A. Sait Aykut - Öncelikle Türkiye'de çeviri konusunu gündeme getirdiğiniz için teşekkür ederim. Hilmi Ziya Ülken'in de vurguladığı gibi, tarihî ve kültürel eserleri çeviren mütercimlerin yeni kavram, bilgi ve fikirleri farklı coğrafyalara taşıma konusundaki katkıları malûmdur. İbn Battûta'yla uğraşırken bu gayeyle hareket ederek bizden sonraki araştırmacılar için yararlı olabilecek notlar koyduk.
İbn Battûta sadece akademisyenlere teslim edilecek veya onların hayrına hareket edilerek son nokta konulacak bir tarih kitabı değildi; yazacağımız notlar okuma sevgisi olan insanlara da çekici gelmeliydi. Bu yüzden, -geriye atıf yapan hatırlatma tarzındakiler hariç- her notu kısa ve rahat okunan bir ansiklopedi maddesi libâsı içinde, ama dönemin kültür - edebiyat ortamını yansıtan şahsî bilgileri de içerecek şekilde sunduk. Meselâ Şam'da yaşayan ve yazdığı eserler daha sonra Osmanlı coğrafyasının her tarafında okunan Celâleddîn Kazvînî'yi anlatırken, şakacılığından ve hat sanatındaki ustalığından bahsettik. Hedefimiz, okuyucunun bu tarihî şahsiyet hakkında daha kolay akılda kalacak renkli bilgilere sahip olması idi. Kitapta adı geçen kişilerin sadece gündelik hayatlarından değil günümüze kadar etkisi devam eden fikirlerinden de bahsettik. İmâm-ı A'zam Nu'man b. Sâbit Ebû Hanîfe Hazretleri ve İbn Tûmert gibi maddeleri ayrıntılı yazdık. Çünkü bu insanların fikirleri hâlen okunuyor ve tartışılıyordu. Seyahatname sadece şahıslardan ibaret değildi; savaş sanatları, diplomatik ilişkiler, ölüm ve düğün âdetleri, ekonomi vs. çok farklı alanlarda yüzlerce kavram içeriyordu. Bu kavramları anlamak için önce o çağın kitaplarından faydalanıp tarifler sunduk; sonra da ilmî gücümüz nisbetinde bu dönemle karşılaştırma yaparak meraklı okuyucu için anlaşılabilir kılmaya çalıştık. Notları sadece tarih ve edebiyat sınırları içinde tutmak doğru olmazdı. Çünkü 14. yüzyılda yaşayan seyyah o çağın kalem ve seyahat erbabının ilgilendiği her alanda bir şeyler söylüyordu. Kitabın iki kapağı arasında hadis, fıkıh, tefsir gibi klasik İslâmî ilimlerden; büyü, mezhep kavgaları, coğrafya, ticaret ve iktisada kadar pek çok şey vardı. Bu demekti ki gücümüz yettiği kadar anlamak ve anlatmak zorundayız bunları.
Çağımızın, "her şeyi alanlara bölücü ve parçalayıcı mantığı"nı bir kenara atarak hayata daha derli toplu bakarsak; bir dilin edebiyat tarihini tüm yönleriyle ele aldığımızda o dilde yazılan felsefe, mantık, tarih, psikoloji, fen kitaplarından da alıntı yapmamız gerekmez mi? Ya da herhangi bir kitabı ele aldığınızda o kitabın içerdiği her şeye dengeli bir şekilde yaklaşmamız gerekmez mi? Bundan çıkan netice şuydu: İbn Battûta sadece edebî yönüyle okuyucuya aktarılsaydı; okuyucu diğer konulardan bîhaber kalacaktı. Kitap sadece tarihî, ilmî ve kültürel tabirlerin kuru tanımlarıyla aktarılsaydı seyyahın anlatım ve tahkiye kudretine gölge düşecekti. Biz burada saf bilgi isteğiyle edebiyatın; önü alınamaz merak duygusuyla ifade etme ve dışarı vurma dürtüsünün yan yana yaşadığını; hattâ birbirlerine fevkalâde yakışan iki sevgili olduğunu anlatmak istedik.
Ortaya koyduğum çeviri ve notlandırma faaliyeti aslâ mükemmel değil ve şimdi bile her bakışta tekrar düzeltmeyi düşündüğüm noktalar çıkıyor karşıma. Ama yine de ansiklopedik gezi romanı hüviyetinde bir "14. yüzyıl kültür haritası" olan İbn Battûta Seyahatnamesi'nin, çağımız okuyucusu için daha dikkat çekici hâle geldiğini sanıyorum. İbn Battûta gibi Arapça metinleri çevirmeye niyetlenen bir mütercim bu yolu izlemeli; çünkü siz elinizdeki metni çekici hâle getirmezseniz hiç kimse kalkıp da 14. yüzyılda yaşamış bir adamın böyle bir eseri niçin kaleme aldığını anlama derdine düşmez. Piyasada zerrece ilgi görmemesi gereken ve hattâ adına kitap denmesi bile gereksiz sayılabilecek "okuntu ve görüntü parçaları" için "ortalık kasıp kavruluyor", milyonlarca insanın dikkati bu salakça şeyler üzerinde yoğunlaştırılıyorsa İbn Battûta gibi aslâ eskimeyecek bir kaynağın çevirisi, sunumu için daha çok şey yapılmalı, az sayıda da olsa "hâss" okuyucuların bu kitabı anlaması ve sevebilmesi için müterciminin deliler gibi çalışması gerekiyordu. Bizim yaptığımız da bu, başka şey değil.
Aslında tarihî ve kültürel öneme sahip tüm büyük eserlerin uzun çalışmalar sonucu, ayrıntılı notlandırmalarla ortaya konması gerekiyor. Çünkü hem kitapta geçen ilmî kavramların o dönem kaynaklarına bakarak tarifini yapacaksınız; hem de bu dönemde nasıl ve hangi kelimeyle karşılanması gerektiğini belirteceksiniz. Eğer böyle yapamayacaksanız bu işe hiç girmeyin! Bırakınız o eseri ve o yazarı seven biri yıllarını versin, 5 sene 10 sene içinde ipek gibi örsün kozasını da ortaya koysun çevirisini. İbn Battûta'yı 8 yılda çevirdik ama çevirinin uzun sürmesi; metnin zorluğundan değil içerdiği şahıs isimleri, mahallî tabirler, siyâsî ıstılahlar ve folklorik unsurlar yüzündendi.
Seyahatname üzerinde çalışırken elime geçen tüm yararlı ve ilgi çekici malzemeyi notlara aktardım m? Tabiî ki hayır. Çünkü o zaman kitabın tadı, tuzu, rahat okunabilirliği, notların keyif verici özelliği kaybolacaktı. Meraklı okuyucular kaynaklarda verilen kitapları toplayarak son derece hoş ve zevkli bir tarih - seyahat kütüphanesi oluşturabilirler elbette…
Sekiz yıllık çeviri serüveni esnasında yayıncımdan her zaman avansımı aldım ama takdir edersiniz ki Türkiye'de tarihî bir kitabı çevirmekle karın doymaz. Ekonomik sıkıntılarımın rahatsız edici boyutlara varması seyyahın para ve altından bahsettiği yerleri işleye işleye, sindire sindire çevirmeme (!) yol açtı diyebilirim. Ama zaman geliyor, insan çok ağır bir baskı altına girebiliyor, bir yandan ev kirası, çoluk çocuk masrafıyla sabit giderleri olan bir gündelik hayata rağmen sadece çeviri ve dil öğretmekle sağlanan mahdut bir gelir; öbür yandan incelediğiniz metni anlama ve doğru sunma isteğiyle uzak ülkelerden kitap temin etme, kütüphanelere gitme gerekliliği, diğer yandan da İbn Battûta gibi gezmeyi çok sevip de gezemeyişim… Bütün bunlar metin üzerine aşırı düşkünleşme ve neredeyse bütün marifetimi dökme gibi garip ve şimdi bana biraz komik gelen bir tavra da yol açmadı değil.
- Çevirdiğiniz bu Arapça seyahatname, sizin de belirttiğiniz gibi türü ve mahiyeti itibarıyla coğrafî genişliği ve tarihî derinliği olan bir eser. Çağdaş eserlerin çevirisi ile bu tür eserlerin çevirisi ne tür farklılıklar çıkartıyor karşınıza?
A. Sait Aykut - Önce teknik yani usûl problemlerinden başlayalım; eski bir Arapça eserin çevirisi yazıldığı dili doğru anlama meselesini karşımıza çıkarır. Her çeviride bu vardır; fakat tarihî eserlerde daha yoğun ve bazen çözülemez bir hâl alır bu. Çünkü söylenen ve yazılanlar yüzyıllar öncesine aittir; o metni anlamak için o dilin eski gramer kitaplarına âşinâ olmanız; bazen sadece tek bir tabiri anlamak için o dönemde yazılmış yedi sekiz kalın kitabı gözden geçirmeniz gerekir.
İkinci önemli problem, yine her çeviride karşımıza çıkan ama tarihî eserlerde daha yoğun ve çetin bir şekilde zihnimizi huzursuz eden şu sorudur: Burada geçen şu ıstılahı hangi kelimeyle karşılamalıyım? Bu karşılık yeterli olur mu? Bugünün dünyasında benzer tabirler var mı? İbn Battûta'dan bir misâl vereyim; 14. yüzyılda Hintçe aşçılık sanatı terminolojisinden olan ve zamanla Körfez Arapçasına geçen "Kûşan" kelimesini nasıl karşılayabilirim? Evvelâ "Kûşân" kelimesini seyyahın ve o çağda yaşayan diğer yazarların nasıl tarif ettiğini anlamalıyım; sonra iyi bir Hintçe sözlükte bu kelimeyi bulup başka anlamlar içerip içermediğine bakmalıyım, daha sonra bu kelimenin Türk kültüründe tam karşılığı olabilir mi diye araştırmalıyım. Eğer iyi bir karşılık bulamazsam kelimeyi dipnotta tarif edip bırakmalıyım; iyi bir karşılık bulabilirsem bir teklif olarak sunmalıyım. Nitekim biz de öyle yaptık ve dipnotta epey bir tariften sonra "Kûşân" kelimesi için "Hint tiridi" karşılığını teklif ettik. Burada dikkat çekmek istediğim nokta şu: Eğer elinizdeki metin çağımızda yazılmışsa derhâl standart, kapsamlı bir sözlüğe bakıp karşılık bulur ve savuşturursunuz ama metin eskiyse şunu aklınızdan çıkarmayın ki sözlükler bile yaranıza merhem olabilecek bir şey söylemeyebilir. Çünkü o kelimeyi dikkat çekici bulan ve tarif etme derdine düşen ilk kişi belki sizsiniz ve sizden sonraki leksikograflar sizin çevirinize bakarak bu tabiri kendi sözlüklerine alacaklardır. Hattâ eski bir metnin incelenmesi ve çevirisi esnasında eski de olsa bir sözlüğe müracaat etmek yeterli olmayabilir. Bazen de totoloji ve irade dışı mana tahrifi meydana gelir. Yani o sözlüğü yapan adam da sizin şu anda çevirmeye çalıştığınız metni görüp oradaki tariften bir şeyler alarak sözlüğüne atmış; hattâ o da kendi çağındaki yemek âdet ve uygulamaları çerçevesinde "Kûşân" kelimesine bir karşılık bulmuştur ve bulduğu karşılık tamamen o döneme özgü olabilir. İşin daha da garibi, o karşılık bugüne biçim ve ses olarak aynen taşınmış fakat anlamı ve içeriği muazzam değişmiş bir başka şey olabilir. O zaman ne olur? Siz kendi kendinize "Bu kelimeyi sözlükte buldum; tek kelimeyle karşılığı şu; hemen o kelimeyi yerleştireyim metne!" diyerek sevinirsiniz; "bunca çabaya değdi doğrusu" dersiniz ama arkanızdan bir Molla Kasım gelir ve sizin düştüğünüz teknik bir hatayı "mütercim haindir" başlığı altında eleştirebilir. Sizin yapmanız gereken çok basitti aslında; eski bir metni çeviriyorsanız eski de olsa hiçbir sözlüğe tam güvenmemek; anlamı, metnin konteksi yani siyak-sibakı içinde aramak; iyi bir karşılık bulduğunuza inandığınız anda da belli bir ihtiyat payıyla bunu teklif etmek; "Bu terim, tam da şudur" dememekti.
Üçüncü problem, metnin aşırı derecede teknik tabirlerle, yani belirli bir alanla ilgili kavramlarla dolu olması ve sizin bunlara karşılık verecek donanımda olamayışınızdır. Ya o alanı iyi bilmiyorsunuzdur yani entelektüel açıdan fakirsinizdir ya da o alanı bilseniz de kaliteli sözlük ve yardımcı rehber eserlere ulaşamamışınızdır; kısacası maddî ve fizikî fakirlik söz konusudur. Bu durumda yapacağınız şey derhâl o metni bırakıp yetersizliğinizi açık yüreklilikle itiraf etmeniz ya da yayıncınızdan vakit ve sabır isteyip deneme çeviriler yaparak alanın uzmanlarına göstermeniz ve kendinizi yetiştirmenizdir.
Eski bir metnin çevirisi, teknik olmayan başka sorunları da içerir. Meselâ metniniz tarih ve edebiyat metni olsun; içinde din ve inanç tabiri / cümlesi / paragrafı geçiyorsa dikkatiniz daha fazla artmalıdır. Burada mesele, çeviri tekniğinin sınırlarını aşmıştır. Zira o kavram, cümle ve paragrafı güncel ve çağdaş dille aktaracağım diye göstereceğiniz her çaba o metne inanan ya da inanmayan okuyuculara anlamsız ve rahatsız edici gelecektir. Çünkü zaten onun kafasındaki anlam, bulunduğu fırka, grup ve mezhebî eğilimden ötürü yüzyıllar öncesinde şekillenmiştir ve belki de "onun klasiği" onun kafasındaki anlamdır. Sizin bu durumda hiçbir laf ebeliği yapmamanız gerekir. O metni en klasik ve bilinen anlamıyla fakat Türkçe'nin üslup ve ifade tarzına en çok yakışacak şekilde çevirmeniz yeterlidir. Zira burada siz hiç bilinmeyen bir metnin hiç tanınmayan bir kelimesini çevirmiyorsunuz; milyonlarca insan tarafından bilinen bir metnin öyle ya da böyle anlaşılmış bulunan bir pasajını çeviriyorsunuz; dolayısıyla yapabileceğiniz çok fazla bir şey yoktur. Ya da, önce elinizdeki metni bitirir, sonra kutsal metinleri nasıl çevirmek ve algılamak gerekir diye bir usûl kitabı yazabilirsiniz. O eserinizde çeviri teorinizi bol bol anlatabilirsiniz…
Doğrudan çeviri tekniğiyle alâkalı olmayan bir diğer problem, yukarıda da değindiğim gibi okuyucunun merakının diri tutulması işidir; evvelâ onun merakını uyandırmak için yapabileceklerinizin planını çizmeniz gerekebilir. Çok az sayıdaki insan, tarihî ve kültürel bakımdan değerli olan eserleri okuma derdine düşer. Son sayfaya kadar buna katlanan ise hakikaten azdır. Belki bir elin parmakları kadar… Öyleyse siz kitabı ele geçirdiğiniz ve sevdiğiniz andan itibaren yayıncıya kabul ettirmek; kitabı çevirirken yukarda sunduğum teknik sorunları ve benzerlerini halletmek; bütün bunlar dışında kitabın içerdiği bazı önemli ayrıntıları zevkle okunacak bir tarzda dipnotta aydınlatmanız gerekmektedir.
Bambaşka ama son derece önemli bir problem ekonomik şartlarınızdır. Yeni yazılmış bir kitabı çok hızlı bir çeviri tekniğiyle; okuyucuyla buluşacak bir üslupta çevirebilir ve bundan iyi para kazanabilirsiniz. Bu mümkündür ve iyi mütercimlerin de "kara gün azığı"dır. Ama eski ve ilmî ağırlığı olan kitaplar böyle değildir. Bana sorarsanız, "eski ve değerli bir metni iyi bir şekilde çevireyim" diyen adamın karşısına çıkan ilk büyük duvar, bu çeviriye daldıktan sonra nasıl geçineceğidir! Burada alelâde bir tarzda hızlıca savuşturulup verilecek çok basit metinleri kastetmiyorum ki bana göre öyle bir metin yoktur; öyle uyduruk bir okuntu ve görüntü varsa kitap niyetine çevirmem, "tamamen duygusal" (!) bir havayla çevirip müstear isim kullanırım, olur biter. Eğer iyi bir çeviri ortaya çıksın diyorsanız, yayıncınız dünyanın en cömert ve en çok avans veren kurumu da olsa sizle baş edemez! Fakat kâr amacı gütmeden size yüklü bir maaş bağlayan ve üstelik kitap bittikten sonra size her baskıdan fena olmayan bir telif veren vakıflar, devlet kurumları varsa yaşadınız demektir. İşte orası çeviriyi gerçek bir sanata dönüştürecek yetenekli insanların yeridir. Tarihte bunun örnekleri var… Abbasî hükümdarları Süryanice ve Yunancadan ilmî ve felsefî kitapları çeviren Huneyn b. İshak gibilerine eşek yükü altın vermişlerdir. Ama bunun şu olumsuz tarafı var; istediğiniz her kitabı çevirme; istemediğiniz yerde durmama hürriyetiniz yok olur. Çünkü bir devlet kurumuna, ya da vakfa bağlı çalışmak, merak ettiğiniz her alanda özgürce çalışmak ve üretmek değildir. Ama boş verin siz, keşke bu ülke de "İyi çeviriler yaptırıp yüklü maaşlar vereceğim; teliften de mahrum etmeyeceğim!" diyecek vakıflar olsa da, dar amaçlar çerçevesinde çalışsa... Buna da razıyız… Varsın siyaset bilimde Le Boétie tarafından tarif edilen "gönüllü kölelik" kavramıyla örtüşsün bu... Hiç önemli değil…
Ekonomi çok önemlidir. Hattâ bu alanda bile birincil olabilir. Meselâ tarihî metinleri anlayan az sayıdaki insan "malî getirisi yok" diyerek elini bu işe hiç sokmayabilir. Siz sayın okuyucular bu eserlere yıllarca ulaşamazsınız. Ya da yayıncı, "bu kitabı satamam" der ve çevresinde deli deli dönüp duran çatlak mütercimleri kibar bir şekilde kovabilir: "Efendim yayın akışımız iki sene boyunca dolu" gibi absürd bir sebeple muhteşem kitaplar reddedilebilir. Dikkat, burada Türkçesinin kötülüğü vs. gibi haklı sebepler yüzünden reddedilenleri filan kastetmiyorum… Öylelerini ben de reddettim.
- Türü ne olursa olsun iyi bir çevirinin sırrı nedir?
A. Sait Aykut - İyi bir çevirinin sırrı, kaynak dili iyi bilmek ve hedef dili güzel kullanmakla birlikte iyi bir aktör olmanıza da bağlıdır. "Aktörlük de nereden çıktı" demeyin; iyi bir mütercim eline aldığı metni evirip çevirmeli, orada anlatılan şeyleri yavaş yavaş içine emmeli ve kendi hayal dünyasında metnin içerdiği kahramanlara dönüşmelidir. Bu temessül ameliyesi esnasında ruhunu kaybetmemesi için günlük hayatın ekonomi ve fikir kaynaklı uyarıcılarından tatmak onu daha programlı hâle getirecek, çeviriyi aksatmasını veya iplemesini engelleyecektir! İşte bu gergin durum, onu yetkin ve kudretli bir aktöre dönüştürmektedir.
İyi bir çeviri, mütercimdeki fethetme hırsına da bağlıdır. Metni, metnin sahip olduğu tüm güzellikler, aykırılıklar, zaaflar, çirkinliklerle beraber fethetmeyi kastediyorum. Kuşkusuz fethetme üzerine siyaset bilimden tutun da psikoloji ve gender alanlarına kadar herkes bir şeyler söyler. Burada kastettiğim şey, metnin tüm menfezlerini araştırmak, onu kırmadan dökmeden tıpkı bir genetik mühendisi gibi her şeyini anlayıp yeni aşıladığınız Türkçe geniyle yeniden kurmaktır.
Ayrıca, iyi bir çevirinin sırrı, mütercimin o metni sevmesi ve emek verilmeye değer görmesiyle de ilgilidir. Meselâ bana göre bir metin ne kadar zor ve derinse o kadar çok ilgimi çeker. Ne kadar çok alana atıf yapıyorsa; arka planı zengin kavramlarla ne kadar çok doluysa o kadar dikkatli ve iyi bir çeviri ortaya koymaya çalışırım.
- Çevirinin kalitesini en iyi kim takdir edebilir?
A. Sait Aykut - Bu soru, matematik formülü kadar kesin bir cevaba sahiptir ama "denklemin öbür ucundan çıkan neticeye sahibim" diyecek uzmanlar gayet azdır. Çevirinin kalitesini en iyi takdir edenler şu üç vasfı kendilerinde cem eden "mümtaz" insanlardır: 1. çevirinin yapıldığı kaynak dili iyi bilme 2. çeviri yapılan hedef dili iyi bilme ve yazılarında çok güzel kullanabilme 3. lütfedip çevrilen kitabı hem asıl diliyle hem de çevrildiği dilde okuma ve mukayese etme.
Görüyorsunuz değil mi? İnanın, bu kadar kesin ve kolay cevabı var bu sorunun... Dikkat ederseniz çok iyi bir mütercimin daha fazla vakte sahip olanını ve aslâ para kazanmayacağı bir işe soyunacak kadar gözükara hâle gelişini izah ettim. Ama bu, gerçekten de böyledir. Peki, şimdi gelelim fiilî zorluklara… Evvelâ bir usta olacak, karşısına çıkarılan mütercimin çeviri yaptığı kaynak dili iyi bilecek, hedef dilde zaten epeydir yazı yazan ve yazdığı yazılar zevkle okunan biri olacak… Ve nihayet değerli vaktini vererek mütercimin çevirdiği kitabın önemli bir bölümünü mukayeseli okuyacak; yani hem kaynak dildeki metni, hem de mütercimin elinde doğan hedef dildeki metni okuyacak; kara kara düşünüp bir sonuca varacak. Bu vasıflara sahip insanlar Allah'a şükür Türkiye'de var ama hepsinin de bir meşgalesi var; kimi akademisyen, kimi bir vakıfta pansiyon müdürü, kimi de hakikaten bu işi yapmak istiyor fakat -haklı olarak- saatlerini bu işe veremiyor. Belli bir kurum olmadığı için emeğinin ekonomik karşılığını alamayacak çünkü. Az önce yana yakıla anlattığım mütercim hâllerinden daha beter bir durum onun ki… Fazla bir ekonomik karşılık ummuyorsa, belli bir geliri varsa ve zevk için bu işi yapacak kadar kendini kaptırmışsa ne âlâ! O zaman bu ustaları toplamaya ve her dil için bir tercüme tetkik heyeti kurmaya değer.
Çok defa dile getirilen ve tartışılan bir hususa da değinmek isterim; çevirinin kalitesini okuyucu aslâ tam olarak takdir edemez. Okuyucu için yapıyoruz pek çok şeyi ama okuyucunun sınırlarını zorlamak ve onda efsanevî kudretler vehmetmek gibi salakça hâllere düşmemeliyiz! En iyi okuyucunun bile meşgul olduğu başka şeyler vardır ve ondan bir numaralı telif ve çeviri münekkidi olmasını beklemek safdillik olur. Okuyucu okur, hayal eder ve hedef dilde iyi kotarılmış bir metni beğenir. İşte bu yönüyle onun da çeviri için dolaylı bir takdir hakkı vardır; o kadar! Bu elbette yayıncı için önemlidir. Burada mütercim arkadaşların asla unutmaması gereken altın bir kural söyleyeceğim:
Başarılı yayıncı, daima Türkçesi iyi olan mütercimi sever. Bu kesin bir kuraldır.
Yayıncının işi başından aşkındır ve çevrilen metni tek tek asıl metinle karşılaştıracak adam da bulamayabilir. Yayıncı ve belki de bütün okurlar için temel mesele, çeviri ürününün okunabilir bir dille piyasaya selâm vermesidir.
- Arapçadan Türkçeye çeviri, diğer dillere göre ne gibi avantaj ve dezavantajlar içeriyor? Türkiye'de daha çok ne tür Arapça eserlerin çevirisi yapılıyor ve bu çeviriler ne kadar ilgi görüyor?
A. Sait Aykut - Arapçadan Türkçeye çeviri yapmanın avantajları var elbet; durmadan ağlayıp her dem şikâyetçi olmak yersiz. Bana göre en büyük avantaj, dinî ve kültürel kavramları çevirirken duyduğum rahatlıktır. Bu kavramların büyük bölümü Türklerin zihninde bilinmektedir ve içerdiği anlamlar nesilden nesile aktarılarak genlerine geçmiştir. Arapçadan çeviri yapmanın başka bir keyifli yanı kütüphanelerdeki en eski ve en iyi çeviri örneklerinin (Türkçeye çeviri) bu dilden yapılmış olmasıdır. Hattâ Türk dilinin bugünkü elbisesini anlamak için bazen Arapça bilmeniz gerekebilir. Bilinçsiz dil ırkçılığı yapan eblehlerin gözden kaçırdığı bir gerçek vardır; Türk dilinin en büyük kaynaklarından biri hattâ birincisi, Arapça kaleme alınan Divân-ı Lugâti't-Türk'tür. Yine dilimizin en eski gramer kitapları Mısır'da Memlûk saraylarında kaleme alınan Arapça eserlerdir. Bizim kültür ve edebiyatımızın teorik yapısı ve söz sanatlarımızın önemli bir bölümü Şam, Halep ve Kahire sokaklarında dolaşan asker yazarlar, gezgin âlimler tarafından şekillendirilmiştir. Türklerin neredeyse dokuz yüz yıl boyunca kaldığı Kahire'deki Arapça, bizden alınan binlerce kelime ile süslüdür. Kullandığımız ve tamamen bize ait olduğunu zannettiğimiz deyimleri bile Araplarla birlikte üretmişizdir.
Şimdi gelelim Arapçadan çeviri yapmanın dezavantajlarına… Bunların bir kısmı az sonra anlatacağım ticari dezavantajlardır. Ama bir kısmı teknik dezavantajlardır. Evvelâ Arapçanın çok katmanlı ve devasa bir kelime hazinesiyle başa çıkılması güç bir uçurum olduğunu söyleyeyim. Uluslar arası literatüre geçmiş ve dil ile alâkalı internet sitelerinde yer etmiş bir hakikatı belirteyim; Modern zamanlar öncesi Ansiklopedi tarzında ilk dev sözlük Arapça kaleme alınan Lisânül-Arab'dır. Otuz ciltlik bu eser yedi milyon kelimeden oluşur. Biraz da günümüz Araplarının tembelliğinden olsa gerek Arapçanın hâlâ kapsamlı ve sistematik bir anlayışla hazırlanmış "semantik değişimi ele alan" bir sözlüğe sahip olmayışı da ciddî bir meseledir. Klasik dönemde bu amaca yakın amaçlarla yazılmış sözlükler vardı ve durumu idare ediyordu. Ama şimdi daha kapsamlı bir sözlük hazırlamak mutlaka hayırlı bir iş olacaktır. Bu sözlüğü açıp baktığında tıpkı büyük Oxford sözlüğünde (OED) olduğu gibi bir kelimenin hangi yüzyılda ne anlamda kullanıldığını bulabilmelisin. Elde yeterli malzeme fazlasıyla var. 20 kişilik eli yüzü düzgün bir heyet bunu toparlayıp da ben diyeyim kırk yıl, siz deyin elli yılda ortaya koymamış. Hattâ 90'lardan sonra etkisini hissettiren dijital devrim sayesinde bu iş, mesela "google desktop motoru"na benzer bir program ve taranmış eski metinlerle baş başa kalacak 4 gönüllü tarafından da yapılabilir Bugün piyasadaki sözlüklerin bir kaçı hariç çoğu, eski sözlüklerdir ve zamanla oluşan anlam kaymalarına çok az değinirler. Bu da mütercimi uçsuz bucaksız bir okyanusta kendi başına kürek çekmeye sevk eder. Karşınızdaki dil hem bindörtyüz yıl boyunca hadis, fıkıh ve tefsir dili olmuş; hem de farklı ırk ve toplumlardan gelen yazarların, tıp, astronomi, matematik, edebiyat ve tarih dili olmuştur. Dolayısıyla eğer klasik gramer kitaplarında yer alan bazı can alacı mevzuları bilmiyor ve sadece günümüz Arapçasının belli alanlarındaki metinlerini okuyorsanız; eski ve ilmî bir kitabı çevirmeniz çok zordur. Eğer eski gramer kitaplarını okumakla kalmışsanız; 19. yüzyıl sonlarından itibaren eski kökleri potansiyel kalıplarda yeniden üreterek kullanışlı hâle getiren yeni Arapçadaki pek çok kavrama hiç alâkası olmayan karşılıklar verebilirsiniz. İlahiyattaki yaşlı hocaların yeni metinleri çevirirken sıklıkla düştüğü hatalar bu yüzdendir.
Öte yandan bambaşka bir zorluk da Osmanlı'nın ürettiği Arapça kelimelerdir! Bu kelimeleri bir zamanlar Türklerle yan yana yaşayan Araplar bilir ama pek çok Arap yazarı bundan habersizdir; eserlerinde de o anlamlarda kullanmazlar. Arapçayla coğrafi komşuluğu olan bütün diller Arapça köklerden kendi yapılarına uygun kelimeler üretmişlerdir ve Araplar bunları anlamaz. İşte böyle bir dilde üretilen eski bir eseri çevirmek ayrı bir uzmanlığı gerektirmektedir.
Ama gözünüzü korkutmayalım; Arapçanın belli bir katmanında meselâ pratik Arapçada veya bugün kullanılan standart Arapçada uzmanlaşmak istiyorsanız, bu iş, sıkı çalışmayla bir yılınızı alır. Eğer eski eserleri okuyayım diyorsanız başka bir şey istiyorsunuz demektir ve iyi bir uzman eşliğinde bol bol metin okumalı; zevk için gramer kitabı devirmelisiniz.
Arapçadan yapılan çeviriler son on, onbeş yıl öncesine kadar büyük ölçüde dînî eserlerle sınırlı kaldığı için Türk okuyucuların çoğunun zihninde Arap edebiyatı diye bir şeyin mevcudiyetine dair hâlâ kuşkular vardır. Dolayısıyla dinî alanların dışında bir kitap getirip çevirmek istediğinizi söyleyince "Öyle bir şey de mi varmış Arapçada?" derler.
Başka bir mesele de şu: "modern zamanların kurucusu ve yapıcısı" (maker & creator) olmayan Arapça, Farsça gibi bir dilden çeviri yaparsanız okuyucunun dikkatini çekmek daha zor olacaktır. Okuyucuların büyük bölümü, gerek aldığı eğitim, gerekse yaşadığı atmosferden ötürü İngilizceden yapılan çevirilere alışıktır. Dolayısıyla bu dilde denenmiş hikâye, roman vs. türlerine ünsiyet peyda etmiştir. Siz ona Arapçadan çevrilmiş eseri sunduğunuzda kolay kolay eline almayacaktır. Eğer bir Arap yazar İngilizceye, Fransızcaya çevrilmiş ya da doğrudan bu dillerle yazmışsa Türkiye'de bu tür kitapları tanıtmak ve satmak daha kolay oluyor.
Türkiye'de 95'lere kadar Arapçadan ya "dinî temel eser" diyeceğimiz hadis ve tefsir kitapları ya da sağlıksız ve dengesiz heyecana yol açan sloganvâri kitaplar çevriliyordu. Dinî temel eser çevirenler içinde Ahmed Davudoğlu, Kâmil Miras ve Bekir Sadak gibi, gerçekten salâhiyetli mütercimler vardı ve Allah'tan, dinle imanla ilgili en önemli kaynakları bu kuşak çevirdi! Allah onlardan razı olsun! Ama o dönemin "fikir kitabı" diye Arapçadan (ve Farsçadan) çevrilen birçok eserin hem muhteva ve seviye olarak hem de dil olarak hâli perişandır. Bu kitapların Türk okuyucusu bakımından handikabı, kendi ortamları için öne sürdükleri çözümlerin Türkiye'de de kabul göreceği gibi bir faraziyeye dayanmasıydı. Hoş, bunların da ancak birkaçı yetkin bir çeviriyle sunulmuştur.
95'lerden sonra İlk defa ciddî bir şekilde "Arap edebiyatı diye bir şey var ve klasik eserler arasında bugünkü Türklerin de zevkle okuyacağı kitaplar bulup ortaya koyacağım" diyerek işi ele alan kitapçı, Ali Ural beydir. Onun her türlü riski göze alarak yayınlama deliliğini gösterdiği İbnü'l-Cevzî ve diğer yazarlar Türk yayıncılığı açısından ciddî bir denemeydi ve bence başarılı da oldu. Sonra başka yayınevleri de Arap edebiyatından kitap çevirmeye başladı. Bugün Arap edebiyatı hem çağdaşı hem de klasiğiyle Türkiye'de biraz tanınıyor ama aslâ yeterli değil. Yayıncılarımıza "Lütfen korkmayın! Arapçada aklınızdan geçen her konuda şahane kitaplar var. Yeter ki iyi mütercimler bulun ve çevirtin, bu dil bir zamanlar onlarca farklı kavimden gelen binlerce edebiyatçının, tarihçinin ve ilim adamının diliydi! Aradığınız her şeyi bulursunuz!" diyorum.
Bu arada meselâ Emin Ma'lûf gibi Fransızca yazan bir Arap da Türkçeye çevrildi ve epey bir satış yakaladı. Ancak bu ilgiyi doğrudan Arap edebiyatı ve Arapçaya duyulan ilgi gibi görmemek lâzımdır. Çünkü adam, günümüzde çok satan bir roman yazmanın kurallarını iyi bilmektedir. Ma'luf'un gücü, farklı coğrafyalarda yaşayan daha fazla insanın merak edeceği konuları kendi özel kültür hamûlesiyle (Marunî Hristiyanlığı + Lübnan'ın bereketli edebiyat pınarı + Fransızca) vermesinde yatıyor olabilir. Dili akıcıdır ve ağır konulara aslâ dalmamaktadır. Mitoloji, hatıralar, eskilerin anlattıkları vs. cidden çok zengin bir birikimi var. Tabi ki bütün bu malzemeyi kendi nasıl sunmak istiyorsa, nasıl anlıyorsa öyle veriyor. Bu açıdan onun yaptığı, tarihî romancılık falan da değil… Başka bir şey yapıyor o. Bana sorarsanız, Necip Mahfuz'un, sözgelimi Harâfiş romanında yakaladığı derinliği ve ritmi aslâ yakalayamıyor. Ama sonuçta her eserin bir zamana hâkimiyet (zeitgeist) ve sonra dekadanslaşma dönemi olur. Şimdi Mâ'lûf'un anlattıklarını izleme ve merak etme zamanı. Belki de ilerde onun dekadans dönemini göreceğiz.
- Çevirmenler, kültürlerarası iletişimde kendilerini hangi noktada görüyor?
A. Sait Aykut - Türkiye'de -birkaçı hariç- çoğu mütercimin kültürler arası irtibat konusunda herhangi bir şey düşündüğünü sanmıyorum. Allah'ın verdiği dil isti'dâdı ve çevreleri sayesinde kurdukları bağlantılara dayanarak kitap çevirip geçinmeye çalışıyorlar; zaten çoğu da profesyonel değil, öğrenci harçlığını kazanmak isteyen emek işçileridir. Canlarını dişlerine takıyor ve çeviriyorlar, akşam tashih için gelen formaları tekrar okuma ve gözden geçirme işinden vakit bulabilirlerse tiyatro, sinema vs.ye giderler, edebiyat münekkitlerini dinlerler ve kültürler arası irtibat kurduklarını anlayıp hüzünlü bir sevince kapılarak çaylarını yudumlar ve gülümserler. Kültür gibi yüksek kavramların; hele kültürler arasında irtibat kurmanın ne iyiliği ne de kötülüğü hakkında bir şey düşünüyorlardır. Yok, yok, onların bu hususu hiç düşünmediklerini söylemiyorum… Elbette bazıları "Bu kitabı ne iyi ettim de çevirdim! Bak ne güzel Alman, Fransız, Rus, Arap vs. dilinin bir şaheserini Türkçeye kazandırdım. Bununla şeref duyuyorum" diyordur. Ama ancak tercümeyi canı gibi seven, kendini çevirdiği romanda veya fikir kitabında hisseden, Türkçesi kuvvetli, dil şuuru yüksek, az da olsa ekonomik kaygıları bir kenara atan mütercimlerin işidir kültür hakkında düşünmek.
- Teşekkür eder, iyi çalışmalar dileriz.
www.biyografi.net (Binlerce Biyografi) |
|
|
|